Aşağıda
belirtilen bir dizi farklı gelişmenin yaşandığı konjonktürde, çalışanların gücü
muazzam ölçüde azaldı:
1.
1947’de yürürlüğe giren Taft-Hartley Kanunu ile başlayan ama esasen yetmişlerde
ve seksenlerde hızlanan, sendikalardaki güce karşı verilen karşı-devrimci
mücadele;
2.
Kadınların asli ekonomik güvence kaynağı olarak evlilik yerine piyasaya
yüzlerini dönmeleriyle birlikte, aile ücreti sisteminden geri kalanlar da un
ufak edildi;
3.
Ekonomideki yeniden yapılandırma süreci, toplam işçilerin dörtte birini teşkil
eden düşük ücretliler sektörünü meydana getirdi.
Hükümet
müdahalesi (esasen Jimmy Carter’ın başkan olduğu 1976-1980 arası dönemde
başlayan) pozitif ayrımcılığın baskın olduğu dönemde, bir anlamda bir oyun
sahasının, kum havuzunun oluşturulmasına katkı sunsa da, söz konusu güç,
1981’de Reagan dönemiyle birlikte azaldı.
Şirketlerle
anaakım kadın hareketi arasında bir tür kutsal evliliğin gerçekleştiğinden söz
etsek abartmış mı oluruz?
Kırklı
ve ellili yıllarda, hizmet sektörünün imalat sektörüyle birlikte hızla
büyümesiyle birlikte evli kadınlar, patronların yere göğe sığdıramadıkları bir
rezerv işçi ordusu meydana getirdiler. Hizmet sektörü istihdam alanı açısından
imalat sektöründen kopunca, evli veya bekâr, tüm kadın işçileri içinde
barındıran havuz, ekonominin çok önemli bir parçası hâline geldi. Takip eden
süreçte feminist aktivizmdeki patlama ve feminizme yönelik tavırdaki
değişiklikler, bu pazarı ana üs hâline getirdi. Sonuçta kadının rolüne dair
yeni bir anlayış geliştirildi. Buna göre, kadın bağımlı eşler değil bağımsız
birer finansal aktördü artık. Bu gelişme, tam da sendikaların ücret düzeylerini
koruma becerisinin azaldığı, çalışma koşullarının istikrarlı bir biçimde
kötüleştiği bir dönemde yaşandı.
Peki
ben, “aile ücreti sisteminin kadınlara dayattığı sınırlara geri dönülsün” mü
diyorum? Tabii ki hayır.
Bu,
esasen işçi aristokrasisinin önemli imtiyazlardan istifade ettiği bir dönemdi.
İşçilerin çoğu, bu türden bir korumadan mahrumdu. Kaldı ki İkinci Dünya
Savaşı’ndan altmışlara dek uzanan dönem boyunca ücretlerde yaşanan artış durdu
ve ücretler hızla azalmaya başladı.
Feminist
hareketin bu düşüşe mani olması mümkün değildi. O, tüm enerjisini cinsiyet
ayrımı ile ilgili engellerin aşılması için harcadı ve işçinin sahip olduğu güç
ve imkânlarda yaşanan kaybı telafi eden bir çalışma ortaya koymadı. Bilâkis
feminizm, işverenlerin işçi maliyetlerini düşürmek için kullanacakları yeni bir
işçi havuzunun oluşmasına katkı sundu.
Şu
soruyu aklî bir işlem dâhilinde sormak mümkün: Peki ya anaakım kadın hareketi,
tüm kadın işçilerin asgari gelir düzeyine sahip olması meselesine
yoğunlaşsaydı, ne olurdu? Kadın hareketinin başını çeken liderler, hukuk, tıp,
siyaset gibi profesyonel iş sahalarında üst düzey konumlara gelme meselesine
değil de yoksul kadınların ekonomik ihtiyaçlarına odaklansalardı, ne olurdu?
Meseleyi
abartıyor, düşük ücretlerin verildiği, kadınların istihdam edildiği işlerde
eşit ücret kampanyalarını veya madencilik, inşaat gibi sektörlerin kadınlara
açılması konusunda pozitif ayrımcılığı esas alan çalışmaları göz ardı ediyor
olabilirim.
Lâkin
Heather Booth’un ifadesiyle, bir bütün olarak feminist hareketin yaptığı
yanlışlardan biri üzerinde durmak lazım: “[Feminist hareket] her daim yoksul
kadınların bulunduğu aşağıyı değil, yukarıyı hedefledi”.[1]
Hester Eisenstein
[Kaynak:
Feminism Seduced: How Global Elites Use Women’s Labor and Ideas to Exploit
the World, Paradigm Publishers, Londra, 2009, s. 132.]
Dipnot:
[1] Booth, Heather. Remarks, Meeting of the Veteran Feminists of America,
Columbia University Faculty House, New York City, 13 Kasım.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder