LGBTQI+M
Bugün itibarıyla feminist hareket ve LGBT hareketi,
aile bakanlığı üzerinden, devlete bağlanmıştır. Herkes, “şeriatçı AKP”ye, onun
şeriatı getirme ihtimaline kilitlenmişken, Avrupa Birliği kurullarında
belirlenen siyaset, devletin ve toplumun kılcal damarlarına dek uzanmıştır.
Neoliberal nizamla uyumlu bir hükümet, tam da o damarlardan besleniyor. Sonuçta
devlet, yok edeceği, küçülteceği şey adına hemen bir bakanlık kuruyor.
Büyük tekeller için hazırlanan, yatırım yapılabilirlik
endeksini belirleme amaçlı raporlarda yer alan önemli bir madde, LGBT’ye
hoşgörü meselesidir. Yani bu raporlar tekellere, “bu şehre yatırım
yapabilirsiniz, çünkü orada LGBT’ye karşı hoşgörü yüksek düzeyde” diyorlar. Bu
hoşgörü dairesinde “Şeriatçı AKP” iktidarında, 2023 yılında, dünyanın en büyük
Pride yürüyüşünün İstanbul’da yapılması planlanıyor. Ön adımı Adana’da
denenmiş, ama olmamıştır, gene deneyeceklerdir. Burası, tekellere ve
pazarlarına uygun hâle getirilmek zorundadır. Onların LGBT’nin derdi ve çilesi
ile zerre alakaları yoktur. O, kılıftan, gözdeki sürmeden, makyajdan ibarettir.
LGBT hareketinin AB kanalıyla devlete bağlanması,
beyazlaşması meselesi, farklı bir düzlemde de gerçekleşiyor. Devlet, veganizm,
feminizm, LGBT gibi hareketler sayesinde kendisine başkaldırma ihtimali bulunan
milletine, halkına ve işçisine “asıl faşist, sömürgeci, yağmacı, katil sensin!”
deme imkânına kavuşuyor. Dikkatli bakıldığında, bu hareketlerin mızrakları,
sermayeye veya devlete doğru değil, millete, halka ve işçiye doğru
sivriltilmiştir. Bu hareketler sayesinde devlet, halkı, milleti, işçiyi
zapturapt altında tutabilmektedir. Mesele, bu hareketlerin varlığı değil,
devletin onlarla ilişki biçimidir. Son yirmi yıl içerisinde bunların
yelkenlerinin şişirilmesinde devletin ve sermayenin parmağını aramak
gerekmektedir.
Solun bu hareketlerle ilişkisi ise bir yanılsamadan,
yanlış tespitten kaynaklanıyor. O, devletin sadece Türkçü-Sünnici bir
çekirdekten ibaret olduğunu zannediyor. Kendisini bu tespit üzerinden kuruyor.
Oysa devlet, kendisini AB, NATO, IMF, ABD gibi odaklarla bağları üzerinden de inşa
ediyor. Buralarla bağlantılı isimler, projeler, fonlar, dernekler, STK’lar vs.
devlet ve iktidar bütünlüğünde değerlendirilmeli, buralardan medet umup siyaset
yürütülmeye kalkışılmamalıdır.
Ama kimlik siyaseti, esas olarak bu yanılsama
üzerinden kendisine yol bulabiliyor. Bugüne dek tek ördeği ürkütmeyen, bar
kiralayıp alkol duvarını aşmakla meşgul olan KaosGL’ciler, AB ile imzalanan
anlaşma gereği yürürlüğe giren Eğitimde Toplumsal Cinsiyet Eşitliğinin
Geliştirilmesi Projesi (ETCEP) ile birlikte, çocuklara yönelik çalışma
başlatmıştır. Devletten gelen emirle başlatılan bu çalışmada ebeveynlere,
“çocuklarınızı hep kadın ve erkek olarak yetiştirdiniz, biraz da LGBT olarak
yetiştirin” deniyor, bu yönde masallar bile kaleme alınıyor.[1] Ortadaki
riskler, dikenler, pürüzler temizlenmiş, Kaosçular sahaya inmişlerdir. Sonuçta
film festivallerini fonlayan da devlettir, ona yasak getiren de.
Çocuklara yönelik benzer bir çalışma, İngiltere’de de
yürürlüğe girmiş, oradaki Müslümanlar bu karara tepki koymuşlardır. Örneğin bir
Müslüman annenin ifadesine göre, “on yaşındaki kızı böylesi bir eğitim sonrası
kendisine gelip, ‘anne, erkek olmak istesem sorun olur mu?’ diye sormuş”tur.
İngiltere, aynı zamanda Müslümanları hidayete erdirmek için bir çalışma
başlatmıştır. Hidayet isimli bu çalışmada LGBTQI+ Müslümanlar için
hoşgörü zemini oluşturulmak istenmektedir.[2] Müslüman azınlığa yönelik bu
asimilasyoncu, sömürgeci, baskıcı siyaseti, bugün eleştirmek bile suçtur! İlgili
siyaset sömürgecilikle ve asimilasyonla tanımlıdır.
Okullarda verilen, LGBT’ye hoşgörü derslerine yönelik
tepkinin haberine Türkiyeli solcular ve ilericilerse İslamofobik, ırkçı,
sömürgeci ve emperyalist çevrelerden işittiğimiz cümlelerle karşılık
vermişlerdir:
“Bu s… bedevilerini sınır dışı etsinler.” “Yallah
Ortadoğu çöllerine o zaman.” “AB ülkesinde yaşamayı hak etmiyorlar.” “Layık
oldukları çöplüklerine yollamalı.” “Şuraya bomba atsak, dünya hiçbir şey
kaybetmez” vs. Bu ifadelerden anlaşıldığı kadarıyla, devlet ve aile çekilmiş,
geriye kalan birey, zaruri olarak, egemenlere bağlanmıştır.
Cumhuriyetin Çocukları
Esasen “devlet domates mi satar, devlet don mu
üretir?” lafı, bir ekonomi, coğrafya ve biyoloji algısına dayanır. Bu algı,
bugün aileyi de kapsamaktadır.
Özünde bugün “devlet her şeyden çekilsin” diyen
anlayışın saldırdığı temel husus, ailedir. Bir imge, simge ve bilgi olarak
aile, yoğun saldırı altındadır. LGBT, veganizm, feminizm gibi siyasetlerin
halk, millet ve işçiye karşı sivrilttikleri mızraklara değil, onlara tutanlara
odaklanmak gerekmektedir. Halkın, milletin ve işçinin devletle kurduğu bağların
kopartılması ardından sıra aileyle kurulan bağların kopartılmasına gelmiştir.
Bugün “devlet ailedir, aile devlettir” laflarını artık daha çok duymamızın sebebi,
neoliberalizmdir.
Sonuçta sokak ortasında bir transı öldüren de onun
için eğitim çalışmaları düzenleyen de aynı devlettir. Bu ülkenin dindarını
kontrol ve zapturapt altında tutmak için tarikat kuran da o tarikatın ipliğini
pazara çıkartacak, Metastaz türü kitapları yayımlayan da aynı devlettir.
Palu ailesi türü haberleri polis dosyalarından çıkartıp servis eden de ona
Boğaziçi’nden eleştiri yönelten de aynı devlettir. F-16 ihalesini Kavala’ya
veren de onu müebbet hapisle yargılayan da aynı devlettir. Ayarı bozan da çeken
de odur.
Devlet kenara çekiliyor, demek ki başka bir tür devlet
türemelidir. Aile dağılıyor, ama başka bir tür aile ikame edilebilmelidir.
Egemenler, her şeyi belirli bir hesap dairesinde yapmaktadırlar. Onların
çıkarlarıyla yoksulun, ezilenin çıkarı asla bir olamaz. Sonuçta liberallerin
“çekildi, küçüldü” dediği devlet, iyice iliklere işlemiş, solcu sosyalist
çevreler bile devlet gibi düşünmeye alışmış, o, her yere sirayet etmeyi
bilmiştir.
Dolayısıyla, yoksuldan, ezilenden yana olanın, “bizi
cumhuriyet okuttu, onun ekmeğini yedik, borcumuzu ödemeliyiz” diyenlerle[3]
ortaklaşması, asla mümkün değildir. Devletin kendi diyalektiği vardır ve
devrimin diyalektiği ona asla mahkûm edilemez. Cumhuriyetin çocukları,
devletsiz ve ailesizdir. Çünkü emir, büyük yerdendir.
Devletin Diyalektiği
Devletin diyalektiği, itilafçılık-ittihatçılıkla
alakalıdır. Bugün İtilafçı, karşı tarafa “Hürriyetime mani”; İttihatçı, karşı
tarafa “Terakkime mani” deyip saldırıyor. Bu münakaşanın ezilene, yoksula bir
hayrı yoktur.
Tam da bu sebeple Süleyman Soylu, HDP eşbaşkanı Sezai
Temelli için “suratında meymenet yok”, Kılıçdaroğlu için “bastığı yerde ot
bitmez” diyor.[4] Bugün AKP’ye, şeriat, İslam, gericilik, yobazlık vs.
üzerinden saldıran sol siyaset de farklı bir yerde durmuyor. O da AKP’yi buraya
yabancı, terakkiye mani, gelişimin önünde set, batılılaşmayı sekteye uğratan
güç, arıza, sapma olarak eleştiriyor, kendi kitlesini buradan motive ediyor.
Yani AKP, solcuları “bunlar meymenetsiz, uğursuz, başınızdaki musibetlerin sebebi,
onlardaki cenabetlik” diyerek, kitlesinin önüne atıyor. Aynı şekilde, solcular
da kendi sorunlarına, gerilimlerine, kusurlarına bakmaksızın, AKP kitlesini
günah keçisi belirliyor, ona “ah ben, ilerleyip İsveçli gibi olacağım da bu
yobazlar yüzünden bir yere kıpırdayamıyorum” diye kızıyor. Sonuçta her iki
kesim de yukarıdakilerle, merkezdeki çekirdek devletle irtibatlı olan, olmak
isteyen küçük burjuvanın duygularını okşamaktan başka bir şey yapmıyor.
İki tarafın da kitlelerini motive etme, harekete
geçirme, gazlama yöntemleri aynıdır. AB ve ABD’de işçilere saldırılar
gerçekleşir, ama o işçilere göçmenlerden, Müslümanlardan, siyahlardan nefret
etmeleri öğütlenir. Benzer bir dil ve yöntem, burada da geçerlidir. Aynı
ırkçılık ve İslam düşmanlığı, AKP’ye muhalefet bahanesiyle beslenir. AKP de
devlet de bundan memnundur. Çünkü Deepa Kumar’ın ifadesiyle, “ırkçılık,
kapitalist ilerleme tarihinin mütemmim cüzü olan sınıf sömürüsü ile emperyalist
tahakkümün bir ürünüdür. […] İslamofobi, imparatorluğun beslemesidir. […]”[5]
Asıl mesele, sosyalizm mücadelesinin de bu kapitalist ilerleme tarihine
raptiyelenmesi, iliştirilmesidir. Egemenlerin kendi kitlelerini kontrol ve
zapturapt altında tutma çabalarına ortak olması, o çabalardan medet umması,
bile isteye kendisini kötürümleştirmesidir.
Vakıa
Yukarıdaki kapak, altmışlarda basılmış bir kitaba ait.
Soğuk Savaş ve Yeşil Kuşak gereği Vakıa suresi, bu şekilde tercüme ediliyor.
Sol, bu sayede lanetleniyor. Oysa başka bir ayette, meymenetsiz olanın, mal
sahipliğinin kıymetsizliğini görmeyenler, yoksulla ilgilenmeyenler
olduklarından bahsediliyor.[6] Meymenetsizleri, geçmişimize küfredenleri, geleceğimize
kahredenleri, demek ki başka bir yerde aramak gerekiyor.
Eren Balkır
20 Şubat 2019
Dipnotlar:
[1] “Çocuk Edebiyatında Değerler mi Çocuğun Yararı mı?”, KaosGL.
[2] Hidayah.
[3] Terkoğlu-Pehlivan Röportajı, 20 Şubat 2019, Manifesto.
[4] “Suratında Meymenet Yok”, 17 Şubat 2019, Evrensel.
[5] Deepa Kumar Söyleşisi; “İslamofobinin Kökenleri”,
21 Aralık 2015, İştiraki.
[6] Eren Balkır, “Vicdanın İsyanı”, 5 Ağustos 2011, İştiraki.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder