Pages

23 Ocak 2019

Samir Amin’le Mülâkat

“Bugün Bize Marx Lazım”

Jipson John ve Jitheesh P. M.

Samir Amin (1931-2018) Kahire’de (Mısır) doğdu, Paris’te (Fransa) öldü. Ama bu iki şehrin onun tüm ömrünü tarif ettiğini söylemek, ona haksızlık olacaktır. Amin, üs olaraksa başka bir şehri kullanmıştır: Dakar (Senegal). Samir Amin, Üçüncü Dünya Forumu’nu bu şehirde gerçekleştirmiştir. Bu şehirde Samir Amin, penceresinden kafasını uzatıp, üzerinde yaşadığımız dünyanın yüzleştiği tehlikeleri ama aynı zamanda ihtimalleri görmeye çalışmıştır. O, dünyayı idrak eden bir Afrikalıdır.

Amin, doktorasını Paris’te, Cemal Abdulnasır’ın ve Hür Subaylar’ın Britanya’nın hâkimiyeti altında bulunan Mısır krallığını 1952’de devirdiği ve ülkeyi Bağlantısızlar Hareketi’nin açtığı yola soktuğu bir dönemde tamamladı. Amin, hem sömürgecilik karşıtı milliyetçiliğin elde ettiği zaferlerden ilham alıyor hem de, endişeli bir yaklaşım dâhilinde, söz konusu zaferlerin önüne engellere çıkacağından bahsediyordu. Kaleme aldığı tezde Amin, sömürgecilik denilen tehdidin yağmaladığı Mısır’da ve başka ülkelerde görülen sorunları ele aldı. Amin’e göre, Üçüncü Dünya’nın derdi, soyulması, yağmalanması, ama aynı zamanda sanayileşme imkânlarından mahrum kalması, bunun sonucunda da eşitsiz bir mübadelenin gerçekleşmesiydi. Nasır’ın öncülük ettiği Mısır gibi Üçüncü Dünya’daki tüm yeni devletler, karşılarında çok dar bir siyaset alanı buldular. Özgürleşme sürecinin çetin geçeceği açıktı. Tekelci kapitalizmin boyunduruğunu kırıp atmak, sömürgecilik denilen beladan kurtulmak ve zaruri olan sosyalist geleceğe doğru ilerlemek, cesaret istiyordu.

Hindistan’da Aşok Mitra, Brezilya’da Celso Furtado gibi kendi kuşağına mensup diğer isimler gibi Amin de hemen akademiye adım atmadı. Önce memleketi Kahire’ye gitti, burada Nasır’ın kurduğu Ekonomi Yönetimi Enstitüsü’nde çalıştı (1957-1960), ardından Bamako’ya (Mali) giderek, burada Planlama Bakanlığı’nda danışmanlık yaptı (1960-1963). Amin bu yılları, kendi ülkesinin ve diğer Afrika ülkelerinin gelişimi için gündem oluşturma çalışmalarını büyük bir hasretle ve sevgiyle anmaktadır. Dünya’daki güçlü ülkelerin, ABD’nin başını çektiği emperyalist bloğun ve tekelci kapitalizmin dayattığı sınırlar, Mısır ve Mali gibi devletlerin önemli bir kopuş gerçekleştirmesine mani olmaktaydı. Altmışlarda yayınlanan ilk kitabında Amin, Mali, Gine ve Gana tarafından tecrübe edilen kalkınma süreçlerini ele aldı. Kitap, ilerlemeye safça inanmaya karşı uyarılarda bulunmaktaydı. Dünyada işleyen eşitsiz sistem, güçlüler için kâr, yoksullar için sefalet üreten bir sistemdi.

En önemli kitabı olan Dünya Ölçeğinde Birikim’de (1970) Amin, kaynakların çevre ülkelerinden merkeze “emperyalist rantiye” adını verdiği süreç aracılığıyla nasıl aktığını, böylelikle merkez ülkelerin nasıl zenginleştiğini ortaya koydu. Yetmişlerde sistem değiştiğinde Amin, bu değişimin izlerini empirik ve teorik düzlemde takip etti. Bu dönemde kaleme aldığı Kopma: Çokmerkezli Dünyaya Doğru (1985) isimli, çevre ülkelerinin kalkınma ile ilgili gündemlerden ve merkez ülkelerden gelen baskılardan nasıl koptuğu üzerinde durdu.

Sovyetler Birliği’nin çöküşü ve ABD’nin tek güç hâline gelişiyle birlikte Amin’in “kaos imparatorluğu” adını verdiği yeni bir dönem başladı ve bu dönem, derin bir eşitsizliğe, emeğin değersizleşmesine, tarımın yokoluşuna ve politik dinin yol açtığı tehlikelere tanıklık etti. Amin’in 1992’de anlamaya çalıştığı olgular, yirmi yıl sonra daha da net bir şekilde görüldü. Sonuçta Amin, aynı konu başlıkları ile ilgili değerlendirmelerini Günümüz Kapitalizminde Patlama (2013) isimli çalışmasında gözden geçirdi. Tekeller, sistemin ruhunu emdiler, işadamlarını “ücretli hizmetçiler”e, gazetecileri ise “medyadaki ruhban sınıfına” dönüştürdüler. Finansın hâkim olduğu, insanların değersiz bir işten diğerine koşuşturup durduğu, sürdürülmesi mümkün olmayan bu dünya sisteminde insanlığın geleceği tehdit altındaydı. Amin, bu noktada dünyaya baktı ve tekellerin hâkim olduğu, bir vampir gibi dünyanın kanını emdiği sisteme bu sistem içerisinden herhangi bir alternatifin bulunamayacağını tespit etti. Elbette bu, tarihin insanlığı yardan aşağı atacağı anlamına gelmiyordu. Önümüzde başka seçenekler de vardı.

Son dönemde kaleme aldığı metinlerden birinde Amin, Komünist Manifesto’da görülen, sınıf mücadelesinin her daim, ya toplumun en geniş mânâda yeniden inşa edilmesiyle ya da birbirine düşman sınıfların birlikte yok olmasıyla sonuçlanacağına dair tespit üzerinde durmaktaydı. Dediğine göre bu cümle, “uzun zamandır düşünsel planda önde tuttuğu bir cümleydi.” Yenilgi meselesiyle ilgilenmediğini söyleyen Amin, şu tür bir değerlendirmede bulunmaktaydı: “Kesintisiz devrim, hâlen daha çevre ülkelerin gündemindedir. Sosyalist geçiş sürecinde restorasyona dönük adımların geriye döndürülmesi mümkün değildir. Emperyalist cephedeki dağılmaları merkez ülkelerdeki zayıf bağlar üzerinden kavrayamayız.” Gelgelelim zorbalığın ve çirkinliğin hüküm sürdüğü koşullarda durumumuz ne kadar kötü olursa olsun, mücadelemizin yenildiğinden, geleceğimizinse zaten bilinen bir şey olduğundan söz edilemez. Amin’in de alıntılamakta bir beis görmeyeceği ifadesiyle, Lübnanlı Marksist Mehdi Amil’in dediği gibi, “direndiğimiz sürece özgürüz.”

Ölümünden hemen önce Amin, Trikontinental Toplumsal Araştırma Enstitüsü’nden Jipson John ve Jitheesh P. M.’e bir mülâkat verdi. Mülâkat yayına hazırlandıktan sonra ilk Defter’imiz olarak basıma hazırlandı. Bu Defter’de Amin’in küreselleşme, aynı zamanda kopuş” kavramına dair değerlendirmesini bulacaksınız. Burada niyetimiz, mevcut koşullarla ve önümüzde uzanan yolla ilgili olarak militanlar arasında yürüyecek tartışmalar için belirli bir zemin sunabilmektir.

Kendisine Marksizmin bugün geçerli olup olmadığı sorulduğunda Amin, şu cevabı veriyor: “Kanaatimce Marksizm, her zamankinden daha önemli ve daha geçerli bugün. On dokuzuncu yüzyılın ortalarında yayınlanmış hiçbir metin, Komünist Manifesto kadar bugünün dünyasıyla alakalı olamadı. Bu çalışma, kapitalizmin birçok özelliğini tarif etti ki bu tespitler içinde bulunduğumuz koşullar için de geçerli. Bugün bize Marx lazım. Elbette Marx’ın kendi döneminde sarf ettiği sözleri tekrarlamakla yetinmemeli, onun düşünme tarzını takip edip bugün yüzleştiğimiz güçlüklere Marksist cevaplar verebilmeliyiz.” Amin’in küreselleşmeyle ilgili değerlendirmesi ve kopuş olarak tarif ettiği düşüncesi, tıpkı Lenin’in Marksizmle ilgili tespitinde olduğu gibi, “somut durumun somut tahlili denilen marksizmin yaşayan ruhuna, özüne” dayanıyor. Bu mülâkat, Trikontinental Toplumsal Araştırmalar Enstitüsü’ne can veren sorulara ömür boyu cevaplar aramış birisinin düşüncelerini özetleyen bir çalışma esasında. Hürmetle andığımız dostumuz Samir Amin’in bu mülâkatı vermesi ve bu suretle ilk Defter’imizin yayınlanma imkân bulmasının bizi memnun etmesinin sebebini burada aramak gerek.

Sınıf mücadelesi, her zaman ya en geniş mânâda toplumun devrimci yeniden inşasıyla ya da çatışan sınıfların birlikte yıkımıyla sonuçlanır.

§ § §

 

KÜRESELLEŞME


Küreselleşme denilen toplumsal süreci nasıl anlıyorsunuz?

Küreselleşme yeni bir şey değil. O, kapitalizmin eski ve önemli bir boyutu. Siz Hintliler, herkesten daha iyi vakıfsınız konuya. On sekizinci yüzyıldan yirminci yüzyıla dek Britanya’nın sömürgesiydiniz. Bunu da küreselleşme olarak görmek lazım. Sizin istediğiniz türden bir küreselleşme değildi bu elbette. Küresel kapitalist sistemle bu sayede bütünleştiniz. Sömürgecilik, küreselleşmenin bir biçimi. Ne var ki Hindistan halkı, sömürgeciliğe karşı mücadele etti ve sosyalist devrimci olmayan liderlerinin, milliyetçi-halkçı M. K. Gandi ile Cevahirlal Nehru öncülüğünde bağımsızlığını kazandı.

1947’de kazanılan bağımsızlığınızın iki bedeli oldu. İlki, Pakistan ve Bangladeş’in, ülkenin önemli bir kısmının ayrılmasıydı. Bu, esasen sömürgecilerin işlediği bir suçtu. İkinci bedelse, bağımsızlığın başını işçi sınıfının belirli kesimlerini de içeren geniş bir halk ittifakını ifade eden Kongre Partisi’nin çektiği Hint burjuvazisi tarafından kazanılması ile ilgiliydi.

Bugün herkes, İkinci Dünya Savaşı sonrasında küreselleşmenin iki kutupluluk üzerinden işlediğini söylüyor. Buna göre, kutbun birini ABD diğerini SSCB teşkil ediyor. Küreselleşmenin esasen Soğuk Savaş döneminde çakılıp kaldığını ifade eden bu yaklaşım, bence hatalı. Bana kalırsa, İkinci Dünya Savaşı sonrasında, yani 1945’ten 1980’e veya 1990’a dek uzanan süreçte tanık olduğumuz küreselleşmeyi “müzakere edilmiş küreselleşme süreci” olarak nitelemek lazım. Bu tabiri kullanırken ben, esasen Asya ve Afrika halklarıyla birlikte ABD, SSCB’nin ve müttefiklerinin çok kutuplu olan, müzakere edilmiş bir yapı meydana getirdiklerini ve dünya düzenini yönetenin de bu yapı olduğunu söylüyorum. Söz konusu yapı, emperyalizme kendisini dayattı ve onu 1917 tarihli Rus Devrimi, 1949 tarihli Çin Devrimi ve 1955 tarihli Bandung Konferansı’ndan neşet eden iktidar bloğuna kendisini uyarlamaya mecbur etti. Bandung Konferansı’nın gerçekleştiği dönemde fitili ateşlenen endüstriyel ilerlemenin dayandığı mantık, emperyalizmin mantığı değil, Güney’deki halkların kazandıkları zaferlerin dayattığı bir mantıktı. Hindistan, Endonezya, Gana ve Tanzanya gibi ülkeler, bu dönemde bağımsızlıklarını elde ettiler. Müzakere edilmiş küreselleşme sürecini, her birinin diğerine baskı uyguladığı dört farklı tarihsel blok üretti:

(1) ABD ve Batı Avrupa’nın Japonya, Avustralya ve Kanada’daki müttefikleriyle meydana getirdiği emperyalist ittifak;

(2) Sovyetler Birliği’nin Doğu Avrupa’daki müttefikleriyle meydana getirdiği ittifak;

(3)“Sosyalist” olarak anılan kampa ait olmasına rağmen, en azından 1950’den beri bağımsız siyaset geliştirmiş olan Çin Halk Cumhuriyeti;

(4) 1955’te Bandung’da bir araya gelen, sonrasında 1961’de Bağlantısızlar Hareketi’ni meydana getiren ülkeler.

Bandung’da Asya, Çin, Hindistan, Endonezya ve bir dizi başka ülkenin temsilcisi Endonezya’da bir araya geldi. Bu buluşma Hindistan’ın bağımsız olmasından ve Çin Komünist Partisi’nin Pekin’e girmesinden, ayrıca Endonezya’nın Hollanda’dan bağımsız olmasından birkaç yıl sonra gerçekleşmişti. Bu kamp, sadece Asya ülkelerine ait değildi. İçinde o dönemde yeni bağımsız olmuş birçok Afrika ülkesi de vardı. Sonraki süreçte harekete eski Portekiz sömürgeleri de katıldılar. Bunlara Güney Afrika da eklendi. Örgüte katılan tek Latin Amerika ülkesi ise Küba idi. Bu dördüncü grupta yer alan milliyetçi-halkçı rejimler, bir araya gelerek Bağlantısızlar Hareketi’ni meydana getirdiler. Hareket, her yıl toplanmak suretiyle, Birleşmiş Milletler bünyesinde oluşmuş, Güney’e ait bir blok olan 77’ler Grubu içerisinde belirli bir politik hat oluşturdu.

Burada küreselleşme denilen şey çok kutuplu idi ve dört grubun arasında müzakere edilen bir işleyişe tabiydi. Afrika ve Asya halkları açısından bu, emperyalizmin tavizlerde bulunmak ve Hindistan’ın ayrıca diğer Afrika ve Asya ülkelerinin milliyetçi-halkçı programlarını kabullenmek zorunda kaldığı bir dönemdi. Güney’deki ülkelerin küreselleşmenin ihtiyaçlarına ve taleplerine uyum sağlamak zorunda kalmadığı bu dönemde emperyalist ülkeler, kendilerini bizim taleplerimize göre ayarlamak zorunda kaldılar. Çok kutuplu küreselleşmeyi teşkil eden dört parça, kendi kalkınma yollarını belirledi.

(1) İşçi sınıfının elde ettiği zaferlerin bir sonucu olarak Batı, “refah devletleri” denilen yolu açtı kendisine;

(2) SSCB, Doğu Avrupa, Çin, Vietnam ve Küba’nın meydana getirdiği sosyalist blok farklı sosyalizm yolları çizdi;

(3) Başında Kongre Partisi’nin bulunduğu Hindistan, Nasır’ın Mısır’ı ve Afrika ile Ortadoğu’daki “sosyalist” olarak anılan diğer devletler, kendi sosyalizmlerini geliştirdiler.

Bu üç sütun, seksenlerde ve doksanlarda tarihsel sınırlarına ulaştı ve parçalandı. Kimi parçalanma süreçleri sert oldu, tıpkı 1991’de Sovyetler’de yaşandığı gibi. Ülke bölünüp on beş ayrı cumhuriyete ayrışmakla kalmadı, ayrıca bu yeni devletlerin büyük bir bölümü, Avrupa yörüngesine girdi. Bazıları AB’nin ve NATO’nun parçası hâline geldi. Ama Doğu’da komünizmin yaşadığı yenilgi, Batı’da sosyal demokratlara zafer getirmedi. Bu süreçte sosyal demokrasi de yenildi. Hepsi sosyal liberal oldu ve kapitalizmin kaçınılmazlığını, “düşük yoğunluklu demokrasi”yi, ciddi paraların akıtıldığı seçimlere dayalı demokrasiyi, sınıf siyasetini geri plana atan yaklaşımı benimseyen bir politik çizgiye geriledi. (2004 tarihli Liberal Virüs isimli çalışmada bu süreci detaylarıyla anlatıyorum.) Bugün Batı Avrupa’da iktidar olmuş sosyal demokrat partiler ve sosyalist partilerle geleneksel sağ partiler arasında herhangi bir fark tespit etmek mümkün değil. Hepsi de sosyal liberal. Yani demem o ki eski muhafazakârlar ve eski sosyal demokratlar, bugün küresel tekelci sermayeyle ittifak hâlindeler.

Bizim de bir parçasını teşkil ettiğimiz üçüncü sütun da farklı şekillerde parçalandı. Kimi örneklerde darbelere tanık olundu. Hindistan gibi başka örneklerde ise hâkim sınıf sağa kaydı ve “liberal küreselleşme” denilen sürecin koşullarını ve şablonlarını benimsedi. Indira Gandi’den sonra böylesi bir süreç yaşandı. Benzer bir süreç Mısır’da da işledi. Nasır’ın 1970’te ölmesi ardından yerine geçen Enver Sedat, “sosyalizm denilen zırvayla bizim bir alakamız yok, kapitalizme geri dönüp ABD ve diğer ülkelerle ittifak kurmalıyız” dedi.

1976’da Mao’nun ölmesi ardından Çinliler farklı bir yola girdiler ve yeni bir küreselleşme tarzını benimsediler ama bu noktada yönelimlerini kendi özel ihtiyaçlarına göre belirlediler. Böylelikle Çin Komünist Partisi Çin’i yönetirken kendi politik özgüllüğünü ortaya koymakla kalmadı, ayrıca Hindistan’dan farklı bir yola girmesini sağlayacak sosyo-ekonomik özgüllüğü üzerinden hareket etti. Çin’in Hindistan’dan çok farklı olmasının sebebi, Çin’in bir devrim yaşamış, Hindistan’ın henüz yaşamamış olması.

Demek ki elimizde farklı tarzlar ve yollar var. Batı’da sosyal demokrasinin, Sovyet sisteminin ve Bandung sisteminin dağılması sayesinde emperyalist kapitalizm, yeni küreselleşme tarzını dayatma ve saldırı için gerekli hamleyi yapma imkânı buldu.

Küreselleşmenin bu yeni modelinin özellikleri nelerdir?

Emperyalist kapitalizmin saldırılarındaki artış, sadece sosyalistlerin, komünistlerin veya milliyetçi-halkçı güçlerin yenilgisiyle alakalı değil. Ayrıca bu saldırıların Avrupa, ABD ve Japonya gibi emperyalist-kapitalist ülkelerdeki değişimlerle de yakın bir alakası var.

Bu noktada başvurmamız gereken kilit terim, “küresel tekelci kapitalizm” terimi. Toplumsal bir güç olarak tekelci kapitalizm, yeni bir şey değil. Onun esasen iki aşamadan geçtiğini söylemek gerek.

(1) Tekelci sermayenin ilk aşamasını on dokuzuncu yüzyılından İkinci Dünya Savaşı’na dek uzanan, elli yılı aşkın bir süreyi kapsayan döneme tarihlemek mümkün. Bu tekelci sermaye, John A. Hobson ve Rudolf Hilferding gibi sosyal demokratlarca analize tabi tutuluyor. Bu dönemde tekelci sermayenin ana niteliği, milli. Dolayısıyla burada Britanya emperyalizminden, ABD emperyalizminden, Alman emperyalizminden, Japon emperyalizminden ve Fransız emperyalizminden söz edebiliyoruz. Lenin’in 1916’da kaleme aldığı emperyalizm çalışmalarında dile getirdiği biçimiyle, bu emperyalist güçler, çevre ülkeleri fethedip onları kendilerine boyun eğdirmekle kalmıyorlar, aynı zamanda kendi aralarında da mücadele yürütüyorlar. Bu mücadele, süreç içerisinde İkinci Dünya Savaşı’na yol açıyor. Bu dönemde gerçekleşen tüm sosyalist devrimler, küresel emperyalist sistemin dış çevresinde cereyan ediyorlar. En zayıf halka olarak Rusya’da başlayan, yarı çevre şeklinde nitelendirebileceğimiz coğrafyadan başlayan devrim süreci, sonrasında Vietnam ve Küba gibi gerçek mânâda “çevre ülke” diyebileceğimiz yerleri kuşatıyor. Ama Batı’da tek bir devrim bile olmuyor. ABD, Batı Avrupa veya Japonya gündemine sosyalist devrimi almıyor.

(2) İkinci Dünya Savaşı sonrası tekelci sermaye, kademeli olarak ama yetmişlerin ortalarında birden bire, benim “genelleşmiş tekelci sermaye aşaması” dediğim yeni bir aşamaya geçiş yaptı. Tekelci sermaye, diğer tüm toplumsal üretim formlarını taşeronu hâline getirmeyi bildi. Yani insanî faaliyetler üzerinden üretilen değer, büyük ölçüde emperyalist rantiye formunda, tekelci sermaye tarafından emildi. Bu yeni küreselleşme sürecinde ülkelerimiz, emperyalizmin taşeronu hâline getirildiler. Bu gelişmenin en açık biçimine Hindistan’da tanık olundu. Örneğin Bengaluru kentinin durumunu ele alalım. Kent, sadece Britanya veya ABD değil, Avrupa ve Japonya’daki tekelci sermaye için de vaatlerde bulunan, en fazla ümit verici taşeron faaliyetlerinin yürütüldüğü bir bölge hâlini aldı.

Diğer önemli bir mesele de küreselleşme çağında devlet mekanizmasının dağılmamasıydı. Gerçek şu ki tekelci sermaye, emperyalist ülkelerde bile devlet mekanizmasına ihtiyaç duymaya devam etti. Devlet, emperyalistlerin özel çıkarlarına hizmet edecek şekilde evcilleştirildi. Bunun en yalın örneğini Trump’ın hükümeti kullanma biçiminde ve Britanya, Fransa ve Almanya’daki “milli mutabakat devleti” denilen devlette görebiliriz. Dolayısıyla piyasa güçlerinin devletin yerini aldığına dair iddia, saçma bir iddiadır. Ordusu ve polisiyle devlet, küreselleşmenin asli bileşenidir.

Bu küreselleşme, Güney’deki ülkelerin karşısına ne tür güçlükler çıkartmaktadır?

Bugün bizim yüzleştiğimiz güçlük, küreselleşmeye alternatif olabilecek bir yolu aramak ve bu yolu açmaktaki güçlüğü göğüslemekle ilgilidir. Bizim bu küreselleşme tarzından çıkmamız gerekmektedir. Küreselleşme, başka bir merhaleye geçmek zorundadır. İlk dönemde Hindistan ve diğer milletler, sömürgeci küreselleşme süreciyle yüzleştiler. Elde ettiğimiz zaferler, Hindistan halkının Çin ve başka ülkelerdeki halkların ulaştıkları zaferlerin ardından müzakere edilmiş bir küreselleşme süreci içerisine girdik. Bugünse liberal küreselleşme koşullarındayız ve burada kararları tek başına G7 ülkeleri, yani ABD, Kanada, Birleşik Krallık, Fransa, Almanya, İtalya ve Japonya alıyor. Bu noktada mesele, bu küreselleşme tarzını benimsemeyip ona dair yanılsamalara kapılmamakta. Afrika ülkeleri açısından bu küreselleşme, petrol, doğal gaz, madenler gibi doğal kaynakların ve ekilebilir arazilerin yağmalanmasını ifade ediyor. Hindistan ve diğer birçok Latin Amerika ve Güney Asya ülkesi içinse o, başka formlar alıyor. Bu küreselleşme, ucuz işgücümüzden istifade ediyor, ülkelerimizde üretilmiş değeri tekelci rantının istihracı aracılığıyla emperyalist sisteme aktarmaktadır. İşte bugün karşı karşıya olduğumuz güçlük bu.

Monthly Review’den John Bellamy Foster, önümüzde sadece iki seçeneğin bulunduğundan bahsediyor: kapitalizm çıkmaza girdiği ölçüde ya sosyalizme uzanacağız ya da tümden yok olacağız. Sizse kapitalizmin hükümsüz hâle geldiğinden söz ediyorsunuz. Esasen siz, kapitalizmin sonunun ufukta göründüğünü mü söylüyorsunuz? Kapitalizmi hükmünü yitirmiş bir toplumsal sistem hâline getiren nedir?

Kapitalizm yapısal bir kriz içerisindedir. Yetmişlerin ortalarında ABD, Avrupa ve Japonya gibi kapitalist gelişmiş merkezlerdeki büyüme oranları, önceki otuz yılda görülen oranların yarısına kadar geriledi ve bir daha da bu oranlar yükselmedi. Bu da demek oluyor ki kriz, hâlen daha devam ediyor, hatta her geçen yıl daha da derinleşiyor. Almanya gibi yerlerde büyüme oranının yüzde 1,2 ilâ 1,3 oranında arttığını dolayısıyla krizden çıkıldığını söyleyen iddialara gülüp geçmek lazım.

Yaşanan, sistemsel bir krizdir. Seyri itibarıyla U tipi değil, L tipi bir krizden söz ediyoruz burada.

U tipi kriz, olağan tipte krizdir. Burada ilk planda resesyon yaşanır ve onu ufak yapısal değişiklikler üzerinden belirli bir büyüme süreci takip eder. Grafiksel olarak anlatmaya kalksak, karşımıza U şekli çıkar. Önce bir düşüş yaşanır, bir dönem sonra büyüme oranı tekrar artar.

L tipi kriz is sistemin resesyon sürecinden çıkamamasını ifade eder. Düşüş sonrası tırmanış bir türlü gerçekleşmez. Sistem, değişmekten başka bir yol bulamaz. Ufak yapısal değişiklikler kâfi gelmez. Artık kapitalizmin çöküş sürecine girdiği bir aşamaya geçmişiz demektir.

Ama çöküşün kendisi çok tehlikeli bir süreçtir. Kapitalizm, ölüm anını sükunetle karşılamayacaktır. Kendi konumunu korumak, merkez ülkelerin emperyalist üstünlüğünü bir şekilde muhafaza etmek adına daha da saldırganlaşacaktır. Meselenin dayandığı ana mesele de burasıdır. Dolayısıyla ben, bazı insanlar, “savaşların yol açtığı tehlikeler her zamankinden daha fazla artık” derken neyi kastediyorlar, anlamıyorum. Savaş, Sovyetler Birliği’nin dağılmasından hemen sonra patlak verdi. İlki Irak’ta yaşandı. 1991-2001 arası süreçte Yugoslavya’nın dağılmasıyla savaş Avrupa’ya geldi. Bugün kanaatimce, Avrupa sisteminin kendisi de dağılmanın eşiğinde. Tasarruf tedbirleri üzerine kurulu politikaların olumsuz sonuçları bunun kanıtı. Bu politikalar sadece insanlar değil, kapitalizm için de olumsuz sonuçlar doğuruyor, zira büyümeyi hiçbir şekilde koşullamıyor, yani emperyalist büyümeyi sağlamıyor. Brexit, İspanya’daki kemer sıkma politikaları veya Doğu Avrupa’da kurulan aşırı gerici şovenist hükümetler türünden bu tür politikalara verilen tepkiler, sistemin yüzleştiği gerçek sorunlara cevap veremiyorlar. Dolayısıyla savaşa nasıl mani olacağımızı tartışmamız mümkün değil. Savaş ve kaos, bu giderek çürüyen sistemin dayandığı mantığın alnına yazılmış birer yazı.

Monthly Review’ün Eylül 2014 tarihli sayısında yayınlanan “Günümüz Kapitalizminde Faşizmin Geri Dönüşü” isimli makalenizde[1] günümüz kapitalizminin yaşadığı krizin bugünün dünyasında faşizmin geri dönüşü için bereketli bir toprak temin ettiğini söylüyorsunuz. Dünyanın farklı yerlerinde muhtelif sağcı güçlerin ortaya çıkışı, söz konusu gerçeğe dair birer kanıt niteliğinde. Siz, klasik faşizmin tekrar sahneye çıkacağından mı bahsediyorsunuz?

Neoliberal küreselleşme dediğimiz sistemin sürdürülebilir bir yanı yok. Güney’de ve aynı zamanda Çin’de ciddi bir direnişe yol açtı. Bu küreselleşme tarzı, ABD, Japonya ve Avrupa halklarına yığınla sorun çıkarttı. Tam da bu sebeple bu küreselleşme tarzı sürdürülemez. Sürdürülemez niteliğine bağlı olarak sistem, zayıflığındaki artışa cevap olarak, faşizme kayıyor. Batı’da faşizmin yeniden ortaya çıkmasının sebebi bu.

Bizim ülkelerimize faşizmi ihraç eden, Batı. İslam adına icra edilen terörizm, yereldeki faşizmin bir formu. Bugün Hindistan da Hindu çoğunluğunu esas alan bir gericiliğe tanıklık ediyor. Bunu da bir faşizm türü olarak değerlendirmek gerekiyor. Hindistan, eskiden demokratik bir ülkeydi. Halkın ekseriyeti Hindu iken, kendisini Hinduizmle tanımlayan kesimler eşit kabul edilirlerdi. Bugünse rejim yarı faşist veya soft faşist. Herkes için de soft, yumuşak değil elbette. Pakistan, Irak, Suriye, Mısır, Cezayir, Fas gibi yerleri içine alan İslam dünyasında da durum aynı. Bu yerli faşizm formları, başka ülkelere de nüfuz etmeyi bildiler.

Siyasal İslam’ın ortaya çıkışı, ideolojisi ve doğası ile ilgili yığınla çalışma kaleme aldınız. Siyasal İslamcılar, her ne kadar Batı kültürü karşıtı bir retoriğe başvursalar da siz analizlerinizde, bu güçlerin emperyalist güçlerle nasıl ittifak içerisinde olduklarını ortaya koydunuz. Arap dünyasındaki mevcut politik manzarayı nasıl izah ediyorsunuz?

ABD, Tunus ve Mısır’daki hükümet karşıtı ayaklanmaları şaşkınlıkla karşıladı. Bunu beklemiyorlardı. CIA, Tunus Cumhurbaşkanı Zeynel Abidin Bin Ali’nin ve Mısır Cumhurbaşkanı Hüseyin Mübarek’in güçlü olduğunu, polisin ayaklanmaları bastırabileceğini düşünüyordu. Fransa da Tunus konusunda aynı kanaatteydi. Tunus ve Mısır’da tanık olunan hareketler, çok büyük ve çok boyutlu olmasına karşın, belirli bir stratejiden yoksundu, bu da onların eski yapılar tarafından içerilmelerini ve ezilmelerini mümkün kıldı. Kısa bir süre sonra Batılı hükümetler, benzer hareketlerin aynı sebeplere bağlı olarak, Arap coğrafyasının başka noktalarında açığa çıkabileceğini gördüler. Bu noktada renkli devrimler örgütlemek suretiyle bu devrimleri ele geçirmeye karar verdiler. Renkli devrimler, özünde halk ayaklanmalarına dayanıyormuş gibi görünmelerine karşın, esasında emperyalist güçlerce kontrol altında tutulan devrimleri ifade ediyor. Devamında Batılı hükümetler gerici İslamcı hareketleri araç olarak belirlediler, bunlara para akıttılar, müttefikleri olan Körfez ülkeleri aracılığıyla ilgili hareketleri kontrol altına aldılar. Batı’nın stratejisi Libya’da tuttu ama Suriye’de başarısız oldu.

Libya’da halk, rejime karşı kitlesel gösteriler düzenlemedi. Hareketin fitilini ateşleyenler, askere ve polise saldıran küçük İslamcı gruplardı. Ertesi gün de bu gruplar, NATO’ya, Fransa’ya ve Britanya’ya “gelin bizi kurtarın!” diye çağrıda bulundular. NATO bu çağrıya cevap verdi ve ülkeye girdi. Nihayetinde Batılı güçler hedeflerine ulaştılar, böylelikle Libya harap oldu. Bugün Libya, eskisine nazaran daha berbat bir durumda. Zaten hedef de buydu. Bunların amacı, ülkeyi yıkıma uğratmaktı.

Aynı tespit, Suriye için de geçerli. Suriye’de iktidarda kalmak adına neoliberalizmi kabul noktasına doğru ilerleyen rejim karşısında giderek güçlenen sivil demokratik bir halk hareketi buldu. Ama Batı, bilhassa ABD hareketin güçlenmesini beklemedi. İslamcı hareketler ülkeye giriş yaptılar, Libya’daki senaryo tekrar yürürlüğe sokuldu ve bu güçler, askere ve polise saldırdılar, sonra da Batı’yı yardıma çağırdılar. Ama rejim, kendisini savunmayı bildi. ABD’nin Suriye ordusunun dağılacağına dair beklentisi gerçekleşmedi. Özgür Suriye Ordusu projesi kof çıktı. Hepsi de İslamcı örgütler içerisinde eriyip gittiler. Bugün ABD ve tüm Batılı güçler, savaşı kaybettiklerini kabul etme noktasına geldiler. Ama bu, Suriye halkının kazandığı anlamına gelmiyor. Gene de ülkenin iç savaş ve askerî müdahale yoluyla yıkıma uğratılması hedefine ulaşılamadı. Emperyalist güçler, ülkenin birliğini bozamadılar. Elbette İsrail’in de onayıyla, Suriye’de Yugoslavya’da yaşananı tekrarlatmak istediler ama başarısız oldular.

Mısır’da ABD, kendisinin izinden gitmekten başka bir şey yapmayan Avrupalıların desteğiyle Müslüman Kardeşler’i seçenek olarak belirledi. İlk başta 25 Ocak 2011’de Müslüman Kardeşler, Mübarek’in yanında ve hareketin karşısında konumlandı. Ancak bir hafta sonra saf değiştirip devrim hareketine katıldılar. Bu, esasen Washington’dan gelen emir üzerinden atılmış bir adımdı. Devrimci sol ise halk hareketini şaşkınlıkla karşıladı ve yaşananlara hazırlıksız yakalandı. Gençlik, birçok farklı örgüt içerisinde örgütlendi ki bu da birçok yanılsamaya yol açtı, analiz ve strateji geliştirme konusunda gerekli maharetin gösterilememesine neden oldu. Son olarak da hareket, ABD’nin istediği seçim çizgisine doğru geriledi. Seçimlerde solun desteklediği Hamdin Sabahi, Müslüman Kardeşler’in adayı Muhammed Mursi kadar oy aldı. Bu oy miktarı, beş milyonu bulmaktaydı. Ama Mursi’nin kazandığını Mısır seçim komisyonu değil, ABD elçiliği ilân etti.

Müslüman Kardeşler, iktidara tek başına sahip olacaklarını ve nihai zafere ulaşacaklarını düşünmekle hata yaptılar. Bu sebeple ordu dâhil herkesle çatışma içerisine girdiler. Zekice davranıp orduyla anlaşma yolu bulabilselerdi, hâlâ işbaşında olurlar, orduyla birlikte ülkeyi yönetirlerdi. İktidarı sadece kendisi için istediler ve onu oldukça çirkin ve aptal bir yoldan kullanmayı tercih ettiler. Zafere ulaştıktan birkaç hafta sonra herkesi karşılarına aldılar.

Bu da 30 Haziran 2013’teki olayların önünü açtı. Ülke genelinde otuz milyon insan Müslüman Kardeşler’e karşı sokağa çıktı. O dönemde ABD Büyükelçiliği, ordunun başındaki komutanlardan halkın çağrısına rağmen İhvan’a destek olmasını istedi. Ordu, bu talimatı yerine getirmeyip Mursi’yi tutuklamaya ve meclisi feshetmeye karar verdi. Esasen bu meclisin sadece adı vardı, zira sadece İhvan’ın seçtiği insanlardan oluşan, seçimle tayin edilmemiş bir yapı idi. Ama yeni rejim, ordunun tesis ettiği rejim, Mübarek ve Mursi’nin bağlı kaldığı neoliberal siyaseti uygulamaya devam etti.

Çin, son dönemde önemli bir ekonomik büyüme gerçekleştirdi. Hâlen daha komünist bir devlet olsa da elde ettiği ekonomik başarı, genelde 1978’den beri uygulamaya koyduğu, piyasalara dost olan yaklaşıma atfediliyor. Çin’e has ekonomik kalkınma modelini siz nasıl ele alıyorsunuz?

İlk başta Çin Devrimi’ni ele almak gerekiyor. Bence Çin’de yaşanan, büyük bir devrimdi. Modern tarihte karşımıza üç devrim çıkıyor: Fransız Devrimi (1789), Rus Devrimi (1917) ve Çin Devrimi (1949). Küba ve Vietnam’da da devrimler oldu ama biz, bu noktada bu üç büyük devrimi ele alalım. “Büyük devrim” derken ben, en kısa sürede gerçeğe dökülmesi mümkün olan ajandanın ötesine bakabilen devrimi kastediyorum.

(1) Fransız Devrimi’nin şiarı, eşitlik, özgürlük ve kardeşlikti. 1776 tarihli Amerikan Devrimi’nde böylesi bir hedef yoktu. Örneğin 1789 tarihli ABD Anayasası’nın hiçbir yerinde “demokrasi” kelimesine rastlanmaz. Demokrasi, kurucuları tarafından tehlikeli bir şey olarak kabul ediliyordu. Sistem, bu tehlikeden kaçınmak amacıyla icat edilmişti. Söz konusu sistem, üretim ilişkilerini değiştirmedi. Kölelik, sistemin önemli bir kısmını teşkil etmeyi sürdürdü. George Washington köle sahibiydi! Oysa Fransız Devrimi, eşitlik ve özgürlük gibi birbiriyle çelişen değerleri birbirine bağlamaya çalıştı. ABD’de ise özgürlükle rekabet arasında bağ kuruldu, yani özgürlük eşitsizliğin hüküm sürdüğü koşullara tabi kılındı. On sekizinci yüzyılın sonlarında Haiti Devrimi’nin oynadığı rol, bu açıdan çok önemli.

(2) 1917 tarihli Rus Devrimi ise ana şiar olarak “tüm ülkelerin proleterleri, birleşin”i belirledi. Lenin’in ifadesiyle, “devrim zayıf halkada başladı ama hızla yayılmalı”ydı ki bu, çok kısa bir sürede gerçekleşmeliydi. Tarih, Lenin’in yanıldığını ortaya koydu. Devrim yayılabilirdi ama yayılmadı. Gerçek tarihin gündeminde enternasyonalizm yoktu.

(3) 1949 tarihli Çin Devrimi ise “ezilen halklar, birleşin” şiarını icat etti. Burada kastedilen enternasyonalizm, küresel düzeyde Güney’deki köylü milletleri içeriyordu. Bu sayede enternasyonalizmin kapsamı genişledi. Bu hedefe de kısa vadede ulaşılamadı. 1955’te Bandung’da toplanan konferans, Çin Devrimi’ne ait bir yankı olarak gerçekleşse de pratikte ürkeklikle maluldü. Ciddi başarılar elde edemedi. Milliyetçi güçler onu sulandırdılar ve o, büyük ölçüde burjuva milliyetçi projenin verili çerçevesini aşamadı.

Tam da yaşandıkları zamanın ötesine ait olmaları sebebiyle büyük devrimleri Thermidorlar ve restorasyon süreçleri takip etti. Bu noktada belirtmek gerekir ki Thermidor, restorasyonu değil, geriye doğru atılan adımı ifade ediyor ki bu adım da özünde uzun süre hayatta kalmak ama aynı zamanda ilgili hedefe süreç içerisinde ulaşabilmek için tavizlerde bulunmak için atılıyor. Peki sormak lazım: Sovyetler Birliği’nin Thermidor’u ne vakit gerçekleşti? Belki de bu noktada 1924’e, Yeni Ekonomi Politikası’nın belirlendiği tarihe bakmak gerekiyor. Çinliler ise Kruşçef’in 1953’te iktidara gelişini Thermidor olarak değerlendiriyorlar. Bazıları da 1964’te Brejnef’e işaret ediyorlar. Ama belirtmek gerekir ki kapitalizmin tesisi, Gorbaçef ve Yeltsin’e dek gerçekleşmedi. O noktada sosyalizm hedefinden vazgeçildi. Thermidor, geriye doğru atılan adımsa, restorasyon vazgeçiştir.

Çin’in Thermidor’u ise 1950’de başladı. Mao, “Çin sosyalist mi?” diye sordu ve cevabı gene kendisi verdi: “Hayır, Çin bir halk cumhuriyetidir” ve uzun bir yol dâhilinde sosyalizmi inşa etmektedir. Bu noktada Mao, sosyalizmin inşasının “bin yıl” süreceğini söyledi. Demek ki Thermidor, tam da o noktada başladı. Onu aşmak, ötesine geçmek için Çin iki girişimde bulundu. İlki 1958-1962 arası dönemde cereyan eden Büyük Atılım idi. Ardından Deng Xiaoping ile birlikte, 1978-1989 arası dönemde ikinci Thermidor’a tanıklık ettik. Ama hâlen daha kapitalizm tesis edilemedi. Restorasyon gerçekleşmedi. Bunun tek sebebi, komünist partinin politik iktidara tek başına sahip olması değil. Bir sebebi de Çin’deki devrimci sürecin elde ettiği kimi temel yönlerin muhafaza edilebilmiş olması ki bence bu, çok da daha önemli bir husus. Bu noktada ben, toprakta görülen devlet mülkiyetine ve toprağın köylü temelli tarımın modern endüstriyel sistemin inşasıyla bağlantılı olarak dirilişi çerçevesinde, ailelerce kullanılmasına atıfta bulunuyorum. Bence Çin’in uyguladığı küreselleşme stratejisi, esasen iki ayaklı:

1. Ayak: Jeopolitik emperyalizme reddiye.

2. Ayak: Ekonomik neoliberalizmi kabul.

Çin’de uygulamada olan proje, kapitalist ve emperyalist güçlerin hâkimiyeti altında bulunan toplumsal bir süreç olarak küreselleşme sürecine iştirak etme fikrini redde tabi tutmuyor. İkinci ayak, bu hususla alakalı. Fakat gene de bu proje, küreselleşmenin tüm parametrelerini benimsemiyor. Çin, ticaretin ve yatırımların küreselleştiği sürece dâhil oldu ama bu adımı devlet kontrolünde atmayı bildi, üstelik bu adım, içeride ciddi etkilere de yol açtı. Buna ek olarak Çin, tıpkı serbest ticaretin, yabancı yatırımlarının ve finansal küreselleşmenin dayattığı koşulları kabul eden diğer ülkeler gibi, küreselleşme süreci bünyesinde hareket etmeyi biliyor. Ama öte yandan Çin, finansal küreselleşmeye teslim olmadı. Sadece biçimsel olarak değil, özsel açıdan da devlet eliyle işletilen bağımsız finansal sistemini muhafaza etti. Bugün Çin’de bir tür devlet kapitalizmi işliyor. Küreselleşme, iki ayaklı Çin stratejisiyle çelişmiyor. Emperyalist küreselleşme ve Çin projesi ise birbirlerini tamamlayan stratejiler değiller ve birbirleriyle çelişiyorlar.

Kanaatimce Çin sosyalist değil ama kapitalist de değil. Kendi içerisinde çelişkili eğilimlere sahip. Tabii menzilinin sosyalizm mi yoksa kapitalizm mi olduğu sorusunu sormak mümkün. Bilhassa Deng Xiaoping’den sonra yürürlüğe konulan reformların çoğu sağcı ve kapitalist üretim tarzının alanını genişletecek, bir burjuva sınıfının ortaya çıkmasını sağlayacak cinsten. Ama gene de bugüne dek “iki ayaklı strateji” olarak tanımlanmış olan öteki dinamik muhafaza edildi ve kapitalizmin dayandığı mantıkla çelişen bir konum benimsendi. Ben, bugün Çin’in konumunu bu şekilde belirliyorum.

Thomas Sankara ile birlikte

KOPUŞ

 

Neoliberal küreselleşme sürecinin en önemli ve en ürkütücü yönü, eşitsizliğin giderek artması. Thomas Piketty gibi ekonomistler, bu eşitsizlik meselesini empirik düzeyde ortaya koyuyorlar. Piketty’nin dediğine göre, bu eşitsizlik, ancak genel varlık vergisi veya artan oranlı vergilendirme ile kontrol altına alınabilir. Siz, bu çözümün kapitalizm koşullarında mümkün olduğunu düşünüyor musunuz?

Bu veriler doğru, en azından onların eldeki en iyi veriler olduğunu söylemek lazım. Son elli yıl içerisinde eşitsizlik hızla arttı. Ama öte yandan bu verileri bize verenlerin yaptıkları analizlerin en iyi tabirle, zayıf kaldığını da belirtmek gerekiyor. Eşitsizliğin her yerde arttığı gerçeğinin izah edilmesi şart. Peki bu artışı tek, özel bir sebebe bağlayabilir miyiz? Tüm ülkelerdeki eşitsizlik aynı şekilde mi artıyor? Aynı süreçler işlemiyorsa, eşitsizlik farklı yollardan artıyorsa, bunun sebebi nedir?

Eşitsizlikle alakalı bu türden raporlar, eşitsizlikteki artışın tüm nüfus nezdinde gelirde yaşanan artışa eşlik ettiği örneklerle eşitsizlikteki artışın nüfusun büyük bir kısmındaki yoksullaşmaya eşlik ettiği örnekler arasında bir ayrım yapıyorlar. Bu noktada Çin ve Hindistan arasında yapılacak kıyaslama, önemli veriler sunuyor. Çin’de gelirlerdeki artış, neredeyse tüm nüfusun tanık olduğu bir gerçeklik, hatta bu büyüme, nüfusun büyük bir kısmından çok belirli bir kesim için geçerli. Bu nedenle Çin’de eşitsizlikteki artışa yoksulluktaki azalma eşlik ediyor. Ama Hindistan ve Brezilya’da, ayrıca Güney’deki ülkelerin neredeyse tamamında durum bu şekilde değil. Bu ülkelerde, bazı örneklerde yüksek seyreden büyümeden sadece belirli bir azınlık (Ekvator Ginesi gibi kimi örneklerde nüfusun yüzde birlik kesimi, Hindistan türünden örneklerde ise yüzde yirmilik bir kesim) istifade ediyor. Söz konusu büyümeden halkın büyük bir kısmı istifade edemediği gibi, bu kesim zamanla daha da yoksullaşıyor. Bazı göstergeler, bu iki senaryo arasındaki farklılıkları gösterme noktasında yetersiz kalıyorlar. Örneğin Gini katsayısı, esasen kapsamı dar olan bir gösterge. Çin ve Hindistan aynı Gini katsayısına sahip iken, yani eşitsizlik her iki ülkede de artıyorken, bu artış farklı anlamlara sahip olabiliyor.

Eşitsizlikle ilgili kalem oynatanların önerdikleri siyasetin dar, utangaç hatta çocukça olduğunu belirtmek lazım. Artan oranlı vergilendirme, tüm ülkeler bağlamında devreye sokulabilecek bir yöntem ama bu yöntemin etkilerinin ekonomi siyasetinde yapılacak kapsamlı değişikliklerle desteklenmediği sürece kısıtlı kalacağını söylemek gerekiyor. Artan oranlı vergilendirmenin yanında, liberal olduğu söylenen ve tekelci sermayenin özgürce faaliyet yürütmesine izin veren siyasetin uygulanmaya devam edildiği yerde bu yaklaşımın pek ciddiye alınmayacak sonuçlara yol açtığı görülüyor. Bunun dışında, artan oranlı vergilendirme ile ilgili talep, hâkim sınıflarca, atılması “imkânsız” bir adım olarak değerlendiriliyor, tekelci sermayenin hizmetinde olan yönetici sınıf, bu türden bir siyaseti redde tabi tutuyor. Aynı durum, asgari ücretin belirlenmesi meselesi için de geçerli. Liberal ekonomi siyaseti uygulandığı sürece bu tür adımların pek etkisi olmayacaktır, bu bilinmeli. “Ücretler artış yaşadığı noktada enflasyon yüzünden budanacak, sunduğu fayda bir biçimde azalacaktır.” İşte liberaller, yasa yoluyla asgari ücret belirleme fikrine bu argüman üzerinden karşı çıkmaktadırlar.

Sisteme yönelik her türden meşru itirazın hedefi, eğitime ve sağlığa eşit erişim imkânı bulmak olmalıdır. Ama bu da kamu harcamalarının artması demektir ki liberalizm, böylesi bir artışı her daim kabul edilemez bulur! Dolayısıyla aile temelli işleyen tarımın modernleşmesi ve sanayileşme üzerinden işleyecek sistemsel politikalarla desteklenmiyorsa, “insanlara daha iyi işler vereceğim” lafı, boş laftan başka bir şey değildir. Çin, kısmen de olsa bu yönde bir adım atıyor, ama Hindistan böylesi bir çaba içerisinde değil.

Liberaller, kamu borçlarının azaltılmasının zaruri olduğu görüşünde ısrarcılar. Oysa kamu borçlarındaki artışın sebeplerinin de izah edilmesi gerekiyor. Bu kadar yüksek kamu borcuna hangi siyasetler yol açtı? Bilindiği üzere, söz konusu artışın arkasında liberal politikalar var. Üstelik kamu borçları tekelci sermayenin de istediği bir şey, çünkü bu borçlar, finansal yatırım konusunda sermayeye ucu bucağı olmayan fırsatlar sunuyorlar.

Piketty gibi toplumsal eşitsizlik hakkında kalem oynatan isimler, birer liberal ekonomist. Yani bunlar, benim belirleyici kabul ettiğim iki temel meseleyi asla gündemlerine almıyorlar:

(1) Bu tür yazarlar, esasen devletin düzene sokmadığı, tanzim etmediği açık ve serbest piyasanın faydalı olduğuna inanıyorlar.

(2) Bu yazarlar, sermayenin bir ülkeden diğerine serbestçe hareket etmesine imkân sağlayan açık küreselleşme sürecinin herhangi bir alternatifinin bulunmadığına inanıyorlar. Onlara göre bu küreselleşme süreci, dünyadaki gelişmenin önkoşulu. Bu yazarlar, bu türden bir küreselleşme sonucunda yoksul ülkelerin gelişmiş ülkeleri nihayetinde yakalayacağına inanıyorlar. En iyi hâliyle bu türden akademisyenlerin içinden ancak eski Dünya Bankası Başekonomisti Joseph Stiglitz gibi “reformistler” çıkabiliyor.

Kapitalizmin kesintisiz bir şekilde ilerleyen ve derinleşen beş yüz yıllık gelişim süreci, en azından bu ekonomistlere dayandıkları hipotezi sorgulamaya itmeli. Ya da en azından bu sorgulamayı bizim yapmamız lazım.

Eşitsizlikteki bu ürkütücü artışı kontrol altına almak için siz ne tür önerilerde bulunursunuz?

Liberalizm, gerçek bir kalkınma için gerçekçi kimi politikalar formüle etmeye yönelik her türden gayreti mahkûm ediyor. “Gerçek kalkınma” derken, tüm insanların istifade edeceği bir kalkınmayı kastediyorum ben. Liberal çerçeve dâhilinde geliştirilen tüm alternatif politikalar, en iyi hâliyle, sığ kalmaya mahkûmlar. Yeni güç olmayı amaç edinen her türden toplumun şu türden sorulardan kaçınamadığını görmek gerek:

(1) İçeride halkın taleplerini merkeze koyan, modern ve bütünlüklü bir endüstri sistemine yaslanan uzun bir sürece nasıl girilir?

(2) Aile temelli tarım nasıl modernize edilir ve gıda konusunda nasıl bağımsız kalınabilir?

(3) Liberal olmayan bir siyaset üzerinden endüstri ve tarım arasındaki birlik nasıl planlanmalıdır?

Bu üç husus, sosyalizm yolunda kademeli olarak ilerleme meselesine işaret etmektedir.

Bu türden politikalarsa bize iki ayrı emir verirler:

(1) Piyasayı tanzim et;

(2) Küreselleşmeyi kontrol altına al, yani küresel hegemonyanın olumsuz etkisini mümkün olduğu ölçüde azaltacak başka bir küreselleşme tarzı için mücadele yürüt.

Yoksulluğun kökünün kazınması, nihayetinde eşitsizliklerin azaltılması için gerekli koşulları, ancak bu türden politikalar oluşturabilirler. Çin, kısmen bu yola girmiştir ama Güney’deki diğer ülkeler hâlen daha bu yolun dışındadırlar. Liberalizme yönelik bu türden bir devrimci eleştiri yapılmadan, yoksulluğa ve eşitsizliğe dair sözler, süslü lafların ötesine geçemeyecek, çocuksu rüyaların dışına çıkamayacaktır.

Neoliberal küreselleşme sürecinden çıkış, önemli bir mesele. Temel yapı olarak küreselleşmeden kopmayı ve alternatif bir ekonomi politikası için belirli bir gündem oluşturmayı öneriyorsunuz. Peki küreselleşmenin yarattığı girdaptan nasıl kurtuluruz? Ondan kopmaya cüret ettiğimiz takdirde, sermaye de ekonomimizin arka kapısından çıkıp gidecektir. Böylesi bir tehditle nasıl yüzleşebiliriz? Neoliberalizmden kopmaya cüret eden bir ülkeye ne tür pratik önerilerde bulunursunuz?

“Kop” ifadesi, bir tür şiar. Onu ben bir şiar olarak kullanıyorum. Kopuşla ilgili fiilî sorunlar, her daim görecelidirler. Tümden kopmak mümkün değildir. Ama Çin, Hindistan gibi büyük ülkelerin kopması, ekonomilerinin yarısını hatta yüzde yetmişini ayırması mümkündür. SSCB ve Mao döneminde Çin, ekonomik faaliyetlerinin yüzde seksen ilâ doksanını ayrıştırmayı bildi. Ama tamamını kopartamadı. Bunlar, gene de batı ülkeleriyle ve başka ülkelerle ticaret yapmak zorundalardı. Kopmak, sizin dünyanın geri kalan kısmını unutup Ay’a taşınmanız anlamına gelmiyor. Bunu kimse yapamaz. Zaten böylesi bir adımın makul olduğunu da söyleyemeyiz. Kopuş, sadece emperyalizmi kendi şartlarınızı veya şartlarınızın belirli bir kısmını kabule zorlamak demek. Dünya Bankası yapısal ayarlamadan bahsediyorsa, bilinsin ki o, her daim tek taraflı yapısal ayarlama anlayışına sahip olagelmiştir. Siyaseti tayin eden, odur. Dolayısıyla kopmak demek, kendi siyasetini uygulamak demektir.

Örneğin Hindistan, her zaman ABD’nin taleplerine uygun hareket etmiştir. Ama Hindistan’ın kendisini emperyalizme uydurma ihtiyacı duymayacağı yolu tercih etmesi mümkündü. Kendi döneminde Nehru, tam da bunu yaptı. Mevcut Modi hükümetinin böylesi bir yola tevessül etmediği açık. Demek ki kopuşun, ayrışmanın gerçek olduğu döneme geri dönmek gerek. Hindistan bunu yapabilir. Böylesi bir geri dönüş hamlesini yapacak imkânlarınız var sizin. Şurası tabii ki doğru: Afrika’da ve Orta Amerika’da bulunan kimi küçük ülkelerde, ayrıca bazı Asya ülkelerinde kopuşu gerçekleştirmek çok daha güç bir iş. Ama Asya, Afrika ve Latin Amerika ülkeleri arasında politik dayanışmayı tesis edersek, Bağlantısızlar Hareketi’nin kurulduğu iklimi yeniden oluşturursak, o vakit azınlık olmaktan da çıkarız. Biz, tüm insanlığın yüzde seksen beşini temsil ediyoruz. Yirmi otuz yıl içerisinde bu oran daha da artacak. Demek ki o kadar da zayıf değiliz. Kopuşu gerçekleştirebilir, bugün ülkelerimizi kontrol eden emperyalist blokların yerini alacak kendi politik bloğumuza, kendi büyüklüğümüze uygun ölçüde ayrışma imkânı bulabiliriz.

Birçok insanda, önce sömürgeciliğin, ardından küreselleşmenin ve “üçüncü dünya”daki çevre ülkelerin ekonomilerinin dünya pazarıyla bütünleşmesi sürecinin bu toplumlara modernitenin girişine katkı sunduğuna dair bir algı mevcut. Başbakan Manmohan Singh, Britanya’ya Hindistan’a demiryolu getirdiği için teşekkür etmişti örneğin. Sizin öngördüğünüz şekliyle, moderniteye alternatif olabilecek yol hangisidir? Toplumlar, kapitalist kalkınma aşamasından geçmeden modern olabilirler mi? Kopma denilen kavram, bir anlamda geçmişe dönmeyi mi ifade ediyor?

Manmohan Singh, Britanya’ya demiryolunu getirdi diye teşekkür ettiğinde o, gerçeğin çok küçük bir kısmını dile döküyordu aslında. Britanya, demiryolunu Hintli işçilere yaptırdı ama aynı zamanda da Britanya’dakinden daha gelişkin olan Hint endüstrisini de yok etti. Endüstrinin köküne kibrit suyu dökerken Britanya, ekonomik gücü politik güce sahip olanlara aktardı. Britanya’dan önce toprağın sahibi zemindarlar değildi. Onlar, haracı ve vergileri köylülerden, prenslerle yönetilen eyaletler adına toplayanlardı. Britanya’nın hâkim olmasıyla bu sınıf, toprak ağası hâline geldi. Büyük toprak sahipleri sınıfı, doğuda Bengal’de, kuzeybatı’da Pencap’ta, kuzeyde ve batıda işte bu şekilde oluştu. Topraklara zorla sahip olma sürecini Britanya yönetti. Manmohan Singh, Britanya’nın sadece demiryollarını değil, zulmü, yıkımı ve baskıyı da getirdiğini anımsıyor olmalı.

Peki bizler, ne tür bir moderniteden bahsediyoruz, kapitalist moderniteden mi sosyalist moderniteden mi? Genel mânâda moderniteden bahsetmek mümkün değil. Küresel bütünleşmeyi modernitenin sağladığını söyleyemeyiz mesela. Cep telefonunu Hindistan’a getiren o, ama aynı zamanda yüzde seksenin yoksul olmasının sebebi de o. Bu, hiç de ufak ve basit bir mesele değil. Dolayısıyla bizim hangi moderniteden bahsettiğimizi belirtmemiz lazım.

Ne istiyoruz? Elbette modernite. Ama kopma eyleminin eski Hindistan’a, sömürgecilik öncesi veya sömürgecilik dönemi Hindistan’ına geri dönüş için geçiş aşaması olarak görülmemesi lazım. Kopmak, Hindistan’a ve başka yerlere yeni modernite tarzları getirmek demek.

Günümüzde tecrübe ettiğimiz politik senaryo dâhilinde sol, ne tür başarı ihtimalleri ve ne tür güçlüklerle karşı karşıyadır?

Kapitalizmin Krizinin Sonu mu Krizdeki Kapitalizmin Sonu mu (2010) isimli kitabımda ben, sistemin kendisini terk etmeye dönük adım atmadan, bu kriz sürecinden çıkılamayacağını tespit ediyorum. Bunun büyük bir mesele olduğunun farkındayım. Çözümü ne Güney’de ne Kuzey’de bulacağız, onu birkaç yıl içerisinde bulmamız da pek mümkün değil. Onlarca yıl sürecek belki de. Ama sistemin bizi büyük bir savaşa ve ekolojik felâkete doğru sürükleyeceği anı da bekleyemeyiz. Bu gidişata şimdiden tepki koymamız lazım.

Bu da solun cesur olmasını gerektiriyor. “Sol” derken Komintern’in varislerini, yani komünist partileri içeren devrimci solu kastediyorum. Bugün dünyanın her yerinde direniş hareketlerine rastlanıyor. Kimi örneklerde bunların çok güçlü olduğu görülüyor. Emekçiler, meşru mücadelelerini kusursuz bir biçimde yürütüyorlar ama her daim savunmada kalıyorlar. Yani işçiler, emekçiler, geçmişte kazandıkları, neoliberalizmin yiyip bitirdiği hakları ve imkânları koruma gayreti içerisindeler. Bu, meşru bir mücadele ama kâfi değil.

Tekelci sermayenin yönettiği güç sistemi, bu savunma stratejisi sayesinde dizginleri elinde tutuyor. Dolayısıyla bizim savunmacı yaklaşımı terk edip saldırıyı esas alan bir yaklaşımı benimsememiz, güç ilişkilerini terse çevirmemiz gerekiyor. Düşman, yani güç sistemleri, size cevap vermek zorunda kalmalı, sizin onlara cevap yetiştirme zaruretiniz ortadan kalkmalı. Dizginler onların elinden alınmalı. Kibirli biri değilimdir. Cebimde, Avusturya’daki Çin’deki ya da kendi memleketim olan Mısır’daki komünistlerin takip etmesi gereken bir plan taşımıyorum sonuçta.

Ama gene de her şeyi dürüstçe ve tüm açıklığıyla tartışmamız gerekiyor. Stratejiler önermeli, bunları tartışmalı ve yanlış yanlarını düzeltmeliyiz. Hayat ve mücadele bu şekilde işliyor. Duramayız. Tek ihtiyaç duyduğumuz şey, cesaret!

Bugün halk hareketleri direniş düzleminden çıkıp saldırıyı esas alan bir seçeneği dayatsalar bir şeyler hemen değişmeye başlayacak. Bunun bazı ülkelerde pek mümkün olmadığını biliyorum. Yunanistan, İspanya ve Portekiz gibi kimi Avrupa ülkelerinde bu sürecin başladığını söylemem lazım. Yunanistan’da Avrupa sisteminin yaşadığı yenilgiye tanıklık ettik. Yunanistan’daki harekete beğeniyle yaklaşanlar bile Avrupa’nın tavrını değiştirecek güçte herhangi bir görüş bile geliştiremediler. Buradan bir ders çıkartmak lazım. Cesur hareketler devreye girmeli. Bazı ülkelerde bu türden hareketlerin sahneye çıkacağını düşünüyorum. Örneğin bu meseleyi liderliğini Jean-Luc Mélenchon’un yaptığı Boyun Eğmeyen Fransa (France Insoumise) hareketinden insanlarla tartışmıştım. Herhangi bir plan önermedim ama genel mânâda büyük tekellerin, bilhassa finans ve bankacılık kurumlarının millileştirilmesi ile işe başlayacak stratejilerden bahsettim. Millileştirmenin yalnızca ilk adım olduğunu söyledim. Nihayetinde bu, ekonomik sistemin yönetiminin toplumsallaşmasına dönük adımların önkoşuluydu. Ama sadece millileştirme adımında takılı kalırsanız, elinizde devlet kapitalizmden başka bir şey kalmaz ki bunun da özel şirketlerin hâkim olduğu kapitalizmden pek bir farkı yoktur. Böylesi bir siyaset, halkı da aldatacaktır. Ama millileştirme ilk adım olarak görülürse bu, sizin önünüze bir yol açar.

Ekonomik ve politik güç açısından kapitalizm, elli yıl öncesiyle kıyaslanamayacak bir yoğunlaşma düzeyine ulaştı. Bugün her şeye birkaç bin büyük şirket ve yirmiyi bile bulmayan büyük bankalar karar veriyor. Üst düzey finans uzmanlarından biri olan François Morin’e göre dünya genelinde iç içe geçmiş para ve maliye sistemlerindeki operasyonların yüzde doksanını yirmi kadar finans kuruluşu kontrol ediyor. Buna on beş banka daha eklediğinizde elinizdeki yüzde, %90’dan %98’e çıkıyor. Bir avuç banka nelere kadir! Buna gücün merkezîleşmesi, yoğunlaşması diyoruz. Mülkiyet dağıtıma tabi tutulmadan eski sahiplerinde kalıyor ki bu, o kadar da önemli bir mesele değil artık. Bugün asıl mesele, mülkiyetin nasıl kontrol edildiği. Mülkiyet üzerindeki kontrolün bu şekilde merkezîleşmesi, politik hayatın da kontrol altına alınmasını sağlıyor.

Artık on dokuzuncu yüzyılda ve yirminci yüzyılın ilk yarısında tanık olduğumuz burjuva demokrasisinin çok uzağındayız. Bugün tek partili bir dünya sisteminde yaşıyoruz. Sosyal demokratlar ve muhafazakârlar artık birer sosyal liberal. Sanıyor ki seçimlerde iki parti yarışıyor oysa pratikte bunların ikisi de aynı. Demem o ki biz artık tek partili sistemde yaşıyoruz. ABD’de Demokratlar ve Cumhuriyetçiler her daim tek partiye mensuplardı zaten. Avrupa’da durum bu şekilde değildi, bu sebeple geçmişte kapitalizm kısmi de olsa reforma tabi tutulabiliyordu. İkinci Dünya Savaşı sonrası refah devletini pekiştiren sosyal demokrat reformlar esasen büyük reformlardı. Bence Güney’deki ülkelere karşı takınılan emperyalist tavrın sürdürülmesiyle bağlantılı bile olsalar, bu reformları ilerici addetmek mümkün. Ama artık böylesi bir tespitte bulunmak imkânsız. Tek partili sistem gelip çattı. Uzun zamandır da meşruiyetini yitiriyor. Bu da faşizme, neofaşizme kapı aralıyor. Faşizm her yerde yükselişte. Bu sistemi neden yeniden inşa etmeden önce söküp atmak zorunda olduğumuzun sebebini burada aramak gerekiyor.

Kapitalizm karşıtı tepkilerin insanların çıkarlarına karşı neoliberalizmin cepheden yürüttüğü saldırıların yol açtığı sonuçlara yönelik bir tepki ile sınırlı kalmaması gerekiyor. Bu tepkiler insanları politik açıdan bilinçlendirecek bir düzeye sıçramalı. Bu bilinç de Batılı ülkelerin başındaki emperyalist ittifakların ve ülkelerimizi yöneten komprador ittifakların yerini alacak, geniş kapsamlı bir toplumsal ittifakın oluşumunu tetiklemeli.

Bu birbirleriyle alakası olmayan ve farklı ülkelerde işleyen mücadeleler, her yana hâkim tekelci sermayeye belirli bir itiraz gerçekleştirebilirler mi, bu mücadelelerin nitelik itibarıyla gerçek mânâda enternasyonalist olan bir güç meydana getirmeleri mümkün mü? Uluslararası planda oluşturulacak işbirlikleri veya mücadele içerisindeki kitlelerde enternasyonalizm ruhunun yeniden dirilmesi ihtimali konusunda ne düşünüyorsunuz?

Bize geleceğin ideolojinin asli bileşeni hâline gelecek bir enternasyonalizm lazım ama bizim örgütlenmemiz, yani farklı ülkelerde süren mücadeleleri birbirine bağlamamız da gerekiyor. Bugün böylesi bir Enternasyonal, Üçüncü Enternasyonal’in (Komintern’in) yeniden üretilmiş hâli olamaz. Çünkü Komintern Ekim Devrimi’nin zaferi ardından, güçlü bir devletin, yani Sovyetler Birliği’nin yardımıyla kuruldu. Biz böylesi bir konumda değiliz. Bu nedenle bizim yeni enternasyonal bağların kurulacağı farklı yolları tahayyül etmemiz gerekiyor.

Bugün biz farklı bir durumdayız. Farklı ülkelerde birbirinden farklı devrimci, sosyalizm yanlısı, anti-kapitalist, anti-emperyalist güçlere sahibiz. Onları bir araya getirmek zorundayız. Aramızdaki farklılıkların müşterek olanlardan daha az olduğunu idrak etmeliyiz. Farklılıkları özgürce tartışmalı, bu tartışmayı “ben doğruyum, sen yanlışsın” kibrinden uzakta yürütmeliyiz. Müşterek yanlarımız daha önemli ve bunların yeni enternasyonalizmi inşa noktasında gerekli zemini teşkil etmesi şart. Burada hem Kuzey’den hem de Güney’den söz ediyorum. İkisi de kendi özel koşullarına sahip ve bu koşullar ülkeden ülkeye farklılık arz ediyor. Genel manzara herkes için aynı ama maruz kalınan koşullar farklı. Yeni sürecin nasıl başlayacağına dair kanaatim bu şekilde.

Pratikte kimi muğlâklıklar var ve bizim bunlardan kaçınmamız mümkün değil. Sosyalizmin kapitalizmin krizine cevap olması gerektiğini hiç aklına getirmemiş insanlarla geniş ittifaklar kurabilmeliyiz. Varsın onlar gene kapitalizmin reforma tabi tutulabileceğini düşünsünler. Bugünkü hâliyle kapitalizme karşı onlarla birlikte iş yapabilirsek, o bahsini ettiğim yolda ilk adımı da atmış oluruz.

Ama öte yandan yeni enternasyonalist dinamiğin nasıl oluşturulacağı üzerine kafa yormak zorundayız. Burada mesele, örgüt liderlerinden oluşan kurullar veya bir sekretarya meydana getirmek değil. Öncelikle yoldaşların her zamankinden farklı olarak bu fikre ikna olmaları gerek. Ardından da şu tespit yapılmalı: Avrupalılar yardım ve insanî müdahale diye diye enternasyonalizme ve anti-emperyalist dayanışmaya sırt döndüler ve halkları bombaladılar! Bu yaklaşımın enternasyonalizm olarak görülmesi mümkün değil.

Başka bir kelime olmadığı için bu kelimeyi kullanıyorum: bence ulusal politikalar, hâlen daha ülkelerin sınırları dâhilinde süren mücadelelerin sonucu olarak ortaya çıkıyor. Bu ülkeler ister bir ulus-devlet isterse çokuluslu bir devlet olsun, kendi tanımladıkları sınırlar dâhilinde sürdürüyorlar mücadelelerini. Bizim ülkelerde teşkil edilmiş olan güçler dengesini değiştirmemiz, böylelikle uluslararası düzlemde mevcut olan güçler dengesinin değişmesini sağlamamız gerek.

Yeni enternasyonalist dinamiği, emekçi halkları ve diğer güçleri bir araya getiren enternasyonali yeniden inşa etmek zorundayız. Bu enternasyonal, proletaryanın ötesinde, köylülüğü ve farklı toplum kesimlerini kucaklamalı. Hindistan’da sizin de tanık olduğunuz üzere, kentli işçi sınıfı ile proleter bilinci sığ olan kentli yoksullarla köylülerin büyük bir kısmı arasında bir ittifak oluşabilmiş değil. Bu durumda direnişi inşa etmek de mümkün olmuyor. Bunlar farklı toplumsal güçler ve farklı politik sesleri temsil edebilirler. Ama bizim ortak paylaştığımız şeylerden haberdar olmamız gerek. Müşterek çıkarlarımız, farklılıklarımızdan daha önemli. Bizim farklı sınıflara mensup olan ama bugün emperyalizmin çilesini çeken, onun gadrine uğrayan insanları seferber edebilecek kapsamlı bir politik ittifaka ihtiyacımız var.

Kaynak

Dipnot:
[1] “Faşizm, parlamento seçimlerine dayalı demokrasideki belirsizlikleri ortadan kaldırmaya yönelik otoriter polis rejimiyle eşanlamlı değildir. Faşizm, kapitalist toplumu yönetenlerin belirli koşullarda yüzleştikleri güçlüklere verilen özel bir politik cevaptır.” Samir Amin, “The Return of Fascism in Contemporary Capitalism”, Monthly Review, 2014.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder