Jipson John ve Jitheesh P. M.
Samir
Amin (1931-2018) Kahire’de (Mısır) doğdu, Paris’te (Fransa) öldü. Ama bu iki
şehrin onun tüm ömrünü tarif ettiğini söylemek, ona haksızlık olacaktır. Amin,
üs olaraksa başka bir şehri kullanmıştır: Dakar (Senegal). Samir Amin, Üçüncü
Dünya Forumu’nu bu şehirde gerçekleştirmiştir. Bu şehirde Samir Amin,
penceresinden kafasını uzatıp, üzerinde yaşadığımız dünyanın yüzleştiği
tehlikeleri ama aynı zamanda ihtimalleri görmeye çalışmıştır. O, dünyayı idrak
eden bir Afrikalıdır.
Amin,
doktorasını Paris’te, Cemal Abdulnasır’ın ve Hür Subaylar’ın Britanya’nın
hâkimiyeti altında bulunan Mısır krallığını 1952’de devirdiği ve ülkeyi
Bağlantısızlar Hareketi’nin açtığı yola soktuğu bir dönemde tamamladı. Amin,
hem sömürgecilik karşıtı milliyetçiliğin elde ettiği zaferlerden ilham alıyor
hem de, endişeli bir yaklaşım dâhilinde, söz konusu zaferlerin önüne engellere
çıkacağından bahsediyordu. Kaleme aldığı tezde Amin, sömürgecilik denilen
tehdidin yağmaladığı Mısır’da ve başka ülkelerde görülen sorunları ele aldı.
Amin’e göre, Üçüncü Dünya’nın derdi, soyulması, yağmalanması, ama aynı zamanda
sanayileşme imkânlarından mahrum kalması, bunun sonucunda da eşitsiz bir
mübadelenin gerçekleşmesiydi. Nasır’ın öncülük ettiği Mısır gibi Üçüncü Dünya’daki
tüm yeni devletler, karşılarında çok dar bir siyaset alanı buldular. Özgürleşme
sürecinin çetin geçeceği açıktı. Tekelci kapitalizmin boyunduruğunu kırıp
atmak, sömürgecilik denilen beladan kurtulmak ve zaruri olan sosyalist geleceğe
doğru ilerlemek, cesaret istiyordu.
Hindistan’da
Aşok Mitra, Brezilya’da Celso Furtado gibi kendi kuşağına mensup diğer isimler
gibi Amin de hemen akademiye adım atmadı. Önce memleketi Kahire’ye gitti,
burada Nasır’ın kurduğu Ekonomi Yönetimi Enstitüsü’nde çalıştı (1957-1960),
ardından Bamako’ya (Mali) giderek, burada Planlama Bakanlığı’nda danışmanlık
yaptı (1960-1963). Amin bu yılları, kendi ülkesinin ve diğer Afrika ülkelerinin
gelişimi için gündem oluşturma çalışmalarını büyük bir hasretle ve sevgiyle
anmaktadır. Dünya’daki güçlü ülkelerin, ABD’nin başını çektiği emperyalist
bloğun ve tekelci kapitalizmin dayattığı sınırlar, Mısır ve Mali gibi
devletlerin önemli bir kopuş gerçekleştirmesine mani olmaktaydı. Altmışlarda
yayınlanan ilk kitabında Amin, Mali, Gine ve Gana tarafından tecrübe edilen
kalkınma süreçlerini ele aldı. Kitap, ilerlemeye safça inanmaya karşı
uyarılarda bulunmaktaydı. Dünyada işleyen eşitsiz sistem, güçlüler için kâr,
yoksullar için sefalet üreten bir sistemdi.
En
önemli kitabı olan Dünya Ölçeğinde Birikim’de (1970) Amin,
kaynakların çevre ülkelerinden merkeze “emperyalist rantiye” adını verdiği
süreç aracılığıyla nasıl aktığını, böylelikle merkez ülkelerin nasıl
zenginleştiğini ortaya koydu. Yetmişlerde sistem değiştiğinde Amin, bu
değişimin izlerini empirik ve teorik düzlemde takip etti. Bu dönemde kaleme
aldığı Kopma: Çokmerkezli Dünyaya Doğru (1985) isimli, çevre ülkelerinin
kalkınma ile ilgili gündemlerden ve merkez ülkelerden gelen baskılardan nasıl
koptuğu üzerinde durdu.
Sovyetler
Birliği’nin çöküşü ve ABD’nin tek güç hâline gelişiyle birlikte Amin’in “kaos
imparatorluğu” adını verdiği yeni bir dönem başladı ve bu dönem, derin bir
eşitsizliğe, emeğin değersizleşmesine, tarımın yokoluşuna ve politik dinin yol
açtığı tehlikelere tanıklık etti. Amin’in 1992’de anlamaya çalıştığı olgular,
yirmi yıl sonra daha da net bir şekilde görüldü. Sonuçta Amin, aynı konu
başlıkları ile ilgili değerlendirmelerini Günümüz Kapitalizminde
Patlama (2013) isimli çalışmasında gözden geçirdi. Tekeller, sistemin ruhunu
emdiler, işadamlarını “ücretli hizmetçiler”e, gazetecileri ise “medyadaki
ruhban sınıfına” dönüştürdüler. Finansın hâkim olduğu, insanların değersiz bir
işten diğerine koşuşturup durduğu, sürdürülmesi mümkün olmayan bu dünya
sisteminde insanlığın geleceği tehdit altındaydı. Amin, bu noktada dünyaya
baktı ve tekellerin hâkim olduğu, bir vampir gibi dünyanın kanını emdiği
sisteme bu sistem içerisinden herhangi bir alternatifin bulunamayacağını tespit
etti. Elbette bu, tarihin insanlığı yardan aşağı atacağı anlamına gelmiyordu.
Önümüzde başka seçenekler de vardı.
Son
dönemde kaleme aldığı metinlerden birinde Amin, Komünist
Manifesto’da görülen, sınıf mücadelesinin her daim, ya toplumun en geniş
mânâda yeniden inşa edilmesiyle ya da birbirine düşman sınıfların birlikte yok
olmasıyla sonuçlanacağına dair tespit üzerinde durmaktaydı. Dediğine göre bu
cümle, “uzun zamandır düşünsel planda önde tuttuğu bir cümleydi.” Yenilgi
meselesiyle ilgilenmediğini söyleyen Amin, şu tür bir değerlendirmede
bulunmaktaydı: “Kesintisiz devrim, hâlen daha çevre ülkelerin gündemindedir.
Sosyalist geçiş sürecinde restorasyona dönük adımların geriye döndürülmesi
mümkün değildir. Emperyalist cephedeki dağılmaları merkez ülkelerdeki zayıf
bağlar üzerinden kavrayamayız.” Gelgelelim zorbalığın ve çirkinliğin hüküm
sürdüğü koşullarda durumumuz ne kadar kötü olursa olsun, mücadelemizin
yenildiğinden, geleceğimizinse zaten bilinen bir şey olduğundan söz edilemez.
Amin’in de alıntılamakta bir beis görmeyeceği ifadesiyle, Lübnanlı Marksist
Mehdi Amil’in dediği gibi, “direndiğimiz sürece özgürüz.”
Ölümünden
hemen önce Amin, Trikontinental Toplumsal Araştırma Enstitüsü’nden Jipson John
ve Jitheesh P. M.’e bir mülâkat verdi. Mülâkat yayına hazırlandıktan sonra ilk
Defter’imiz olarak basıma hazırlandı. Bu Defter’de Amin’in küreselleşme, aynı
zamanda kopuş” kavramına dair değerlendirmesini bulacaksınız. Burada niyetimiz,
mevcut koşullarla ve önümüzde uzanan yolla ilgili olarak militanlar arasında
yürüyecek tartışmalar için belirli bir zemin sunabilmektir.
Kendisine
Marksizmin bugün geçerli olup olmadığı sorulduğunda Amin, şu cevabı veriyor:
“Kanaatimce Marksizm, her zamankinden daha önemli ve daha geçerli bugün. On
dokuzuncu yüzyılın ortalarında yayınlanmış hiçbir metin, Komünist
Manifesto kadar bugünün dünyasıyla alakalı olamadı. Bu çalışma, kapitalizmin
birçok özelliğini tarif etti ki bu tespitler içinde bulunduğumuz koşullar için
de geçerli. Bugün bize Marx lazım. Elbette Marx’ın kendi döneminde sarf ettiği
sözleri tekrarlamakla yetinmemeli, onun düşünme tarzını takip edip bugün
yüzleştiğimiz güçlüklere Marksist cevaplar verebilmeliyiz.” Amin’in
küreselleşmeyle ilgili değerlendirmesi ve kopuş olarak tarif ettiği düşüncesi,
tıpkı Lenin’in Marksizmle ilgili tespitinde olduğu gibi, “somut durumun somut
tahlili denilen marksizmin yaşayan ruhuna, özüne” dayanıyor. Bu mülâkat,
Trikontinental Toplumsal Araştırmalar Enstitüsü’ne can veren sorulara ömür boyu
cevaplar aramış birisinin düşüncelerini özetleyen bir çalışma esasında.
Hürmetle andığımız dostumuz Samir Amin’in bu mülâkatı vermesi ve bu suretle ilk
Defter’imizin yayınlanma imkân bulmasının bizi memnun etmesinin sebebini burada
aramak gerek.
Sınıf
mücadelesi, her zaman ya en geniş mânâda toplumun devrimci yeniden inşasıyla ya
da çatışan sınıfların birlikte yıkımıyla sonuçlanır.
§ § §
KÜRESELLEŞME
Küreselleşme
denilen toplumsal süreci nasıl anlıyorsunuz?
Küreselleşme
yeni bir şey değil. O, kapitalizmin eski ve önemli bir boyutu. Siz Hintliler,
herkesten daha iyi vakıfsınız konuya. On sekizinci yüzyıldan yirminci yüzyıla
dek Britanya’nın sömürgesiydiniz. Bunu da küreselleşme olarak görmek lazım.
Sizin istediğiniz türden bir küreselleşme değildi bu elbette. Küresel
kapitalist sistemle bu sayede bütünleştiniz. Sömürgecilik, küreselleşmenin bir
biçimi. Ne var ki Hindistan halkı, sömürgeciliğe karşı mücadele etti ve
sosyalist devrimci olmayan liderlerinin, milliyetçi-halkçı M. K. Gandi ile
Cevahirlal Nehru öncülüğünde bağımsızlığını kazandı.
1947’de
kazanılan bağımsızlığınızın iki bedeli oldu. İlki, Pakistan ve Bangladeş’in,
ülkenin önemli bir kısmının ayrılmasıydı. Bu, esasen sömürgecilerin işlediği
bir suçtu. İkinci bedelse, bağımsızlığın başını işçi sınıfının belirli
kesimlerini de içeren geniş bir halk ittifakını ifade eden Kongre Partisi’nin
çektiği Hint burjuvazisi tarafından kazanılması ile ilgiliydi.
Bugün
herkes, İkinci Dünya Savaşı sonrasında küreselleşmenin iki kutupluluk üzerinden
işlediğini söylüyor. Buna göre, kutbun birini ABD diğerini SSCB teşkil ediyor.
Küreselleşmenin esasen Soğuk Savaş döneminde çakılıp kaldığını ifade eden bu
yaklaşım, bence hatalı. Bana kalırsa, İkinci Dünya Savaşı sonrasında, yani
1945’ten 1980’e veya 1990’a dek uzanan süreçte tanık olduğumuz küreselleşmeyi
“müzakere edilmiş küreselleşme süreci” olarak nitelemek lazım. Bu tabiri
kullanırken ben, esasen Asya ve Afrika halklarıyla birlikte ABD, SSCB’nin ve
müttefiklerinin çok kutuplu olan, müzakere edilmiş bir yapı meydana
getirdiklerini ve dünya düzenini yönetenin de bu yapı olduğunu söylüyorum. Söz
konusu yapı, emperyalizme kendisini dayattı ve onu 1917 tarihli Rus Devrimi,
1949 tarihli Çin Devrimi ve 1955 tarihli Bandung Konferansı’ndan neşet eden
iktidar bloğuna kendisini uyarlamaya mecbur etti. Bandung Konferansı’nın
gerçekleştiği dönemde fitili ateşlenen endüstriyel ilerlemenin dayandığı
mantık, emperyalizmin mantığı değil, Güney’deki halkların kazandıkları
zaferlerin dayattığı bir mantıktı. Hindistan, Endonezya, Gana ve Tanzanya gibi
ülkeler, bu dönemde bağımsızlıklarını elde ettiler. Müzakere edilmiş
küreselleşme sürecini, her birinin diğerine baskı uyguladığı dört farklı
tarihsel blok üretti:
(1)
ABD ve Batı Avrupa’nın Japonya, Avustralya ve Kanada’daki müttefikleriyle
meydana getirdiği emperyalist ittifak;
(2)
Sovyetler Birliği’nin Doğu Avrupa’daki müttefikleriyle meydana getirdiği
ittifak;
(3)“Sosyalist”
olarak anılan kampa ait olmasına rağmen, en azından 1950’den beri bağımsız
siyaset geliştirmiş olan Çin Halk Cumhuriyeti;
(4)
1955’te Bandung’da bir araya gelen, sonrasında 1961’de Bağlantısızlar
Hareketi’ni meydana getiren ülkeler.
Bandung’da
Asya, Çin, Hindistan, Endonezya ve bir dizi başka ülkenin temsilcisi
Endonezya’da bir araya geldi. Bu buluşma Hindistan’ın bağımsız olmasından ve
Çin Komünist Partisi’nin Pekin’e girmesinden, ayrıca Endonezya’nın Hollanda’dan
bağımsız olmasından birkaç yıl sonra gerçekleşmişti. Bu kamp, sadece Asya
ülkelerine ait değildi. İçinde o dönemde yeni bağımsız olmuş birçok Afrika
ülkesi de vardı. Sonraki süreçte harekete eski Portekiz sömürgeleri de
katıldılar. Bunlara Güney Afrika da eklendi. Örgüte katılan tek Latin Amerika
ülkesi ise Küba idi. Bu dördüncü grupta yer alan milliyetçi-halkçı rejimler,
bir araya gelerek Bağlantısızlar Hareketi’ni meydana getirdiler. Hareket, her
yıl toplanmak suretiyle, Birleşmiş Milletler bünyesinde oluşmuş, Güney’e ait
bir blok olan 77’ler Grubu içerisinde belirli bir politik hat oluşturdu.
Burada
küreselleşme denilen şey çok kutuplu idi ve dört grubun arasında müzakere
edilen bir işleyişe tabiydi. Afrika ve Asya halkları açısından bu,
emperyalizmin tavizlerde bulunmak ve Hindistan’ın ayrıca diğer Afrika ve Asya
ülkelerinin milliyetçi-halkçı programlarını kabullenmek zorunda kaldığı bir
dönemdi. Güney’deki ülkelerin küreselleşmenin ihtiyaçlarına ve taleplerine uyum
sağlamak zorunda kalmadığı bu dönemde emperyalist ülkeler, kendilerini bizim
taleplerimize göre ayarlamak zorunda kaldılar. Çok kutuplu küreselleşmeyi
teşkil eden dört parça, kendi kalkınma yollarını belirledi.
(1)
İşçi sınıfının elde ettiği zaferlerin bir sonucu olarak Batı, “refah
devletleri” denilen yolu açtı kendisine;
(2)
SSCB, Doğu Avrupa, Çin, Vietnam ve Küba’nın meydana getirdiği sosyalist blok
farklı sosyalizm yolları çizdi;
(3)
Başında Kongre Partisi’nin bulunduğu Hindistan, Nasır’ın Mısır’ı ve Afrika ile
Ortadoğu’daki “sosyalist” olarak anılan diğer devletler, kendi sosyalizmlerini
geliştirdiler.
Bu
üç sütun, seksenlerde ve doksanlarda tarihsel sınırlarına ulaştı ve parçalandı.
Kimi parçalanma süreçleri sert oldu, tıpkı 1991’de Sovyetler’de yaşandığı gibi.
Ülke bölünüp on beş ayrı cumhuriyete ayrışmakla kalmadı, ayrıca bu yeni
devletlerin büyük bir bölümü, Avrupa yörüngesine girdi. Bazıları AB’nin ve
NATO’nun parçası hâline geldi. Ama Doğu’da komünizmin yaşadığı yenilgi, Batı’da
sosyal demokratlara zafer getirmedi. Bu süreçte sosyal demokrasi de yenildi.
Hepsi sosyal liberal oldu ve kapitalizmin kaçınılmazlığını, “düşük yoğunluklu
demokrasi”yi, ciddi paraların akıtıldığı seçimlere dayalı demokrasiyi, sınıf
siyasetini geri plana atan yaklaşımı benimseyen bir politik çizgiye geriledi.
(2004 tarihli Liberal Virüs isimli çalışmada bu süreci detaylarıyla
anlatıyorum.) Bugün Batı Avrupa’da iktidar olmuş sosyal demokrat partiler ve
sosyalist partilerle geleneksel sağ partiler arasında herhangi bir fark tespit
etmek mümkün değil. Hepsi de sosyal liberal. Yani demem o ki eski
muhafazakârlar ve eski sosyal demokratlar, bugün küresel tekelci sermayeyle
ittifak hâlindeler.
Bizim
de bir parçasını teşkil ettiğimiz üçüncü sütun da farklı şekillerde parçalandı.
Kimi örneklerde darbelere tanık olundu. Hindistan gibi başka örneklerde ise
hâkim sınıf sağa kaydı ve “liberal küreselleşme” denilen sürecin koşullarını ve
şablonlarını benimsedi. Indira Gandi’den sonra böylesi bir süreç yaşandı.
Benzer bir süreç Mısır’da da işledi. Nasır’ın 1970’te ölmesi ardından yerine
geçen Enver Sedat, “sosyalizm denilen zırvayla bizim bir alakamız yok,
kapitalizme geri dönüp ABD ve diğer ülkelerle ittifak kurmalıyız” dedi.
1976’da
Mao’nun ölmesi ardından Çinliler farklı bir yola girdiler ve yeni bir
küreselleşme tarzını benimsediler ama bu noktada yönelimlerini kendi özel
ihtiyaçlarına göre belirlediler. Böylelikle Çin Komünist Partisi Çin’i
yönetirken kendi politik özgüllüğünü ortaya koymakla kalmadı, ayrıca
Hindistan’dan farklı bir yola girmesini sağlayacak sosyo-ekonomik özgüllüğü
üzerinden hareket etti. Çin’in Hindistan’dan çok farklı olmasının sebebi,
Çin’in bir devrim yaşamış, Hindistan’ın henüz yaşamamış olması.
Demek
ki elimizde farklı tarzlar ve yollar var. Batı’da sosyal demokrasinin, Sovyet
sisteminin ve Bandung sisteminin dağılması sayesinde emperyalist kapitalizm,
yeni küreselleşme tarzını dayatma ve saldırı için gerekli hamleyi yapma imkânı
buldu.
Küreselleşmenin
bu yeni modelinin özellikleri nelerdir?
Emperyalist
kapitalizmin saldırılarındaki artış, sadece sosyalistlerin, komünistlerin veya
milliyetçi-halkçı güçlerin yenilgisiyle alakalı değil. Ayrıca bu saldırıların
Avrupa, ABD ve Japonya gibi emperyalist-kapitalist ülkelerdeki değişimlerle de
yakın bir alakası var.
Bu
noktada başvurmamız gereken kilit terim, “küresel tekelci kapitalizm” terimi.
Toplumsal bir güç olarak tekelci kapitalizm, yeni bir şey değil. Onun esasen
iki aşamadan geçtiğini söylemek gerek.
(1)
Tekelci sermayenin ilk aşamasını on dokuzuncu yüzyılından İkinci Dünya
Savaşı’na dek uzanan, elli yılı aşkın bir süreyi kapsayan döneme tarihlemek
mümkün. Bu tekelci sermaye, John A. Hobson ve Rudolf Hilferding gibi sosyal
demokratlarca analize tabi tutuluyor. Bu dönemde tekelci sermayenin ana
niteliği, milli. Dolayısıyla burada Britanya emperyalizminden, ABD
emperyalizminden, Alman emperyalizminden, Japon emperyalizminden ve Fransız
emperyalizminden söz edebiliyoruz. Lenin’in 1916’da kaleme aldığı emperyalizm
çalışmalarında dile getirdiği biçimiyle, bu emperyalist güçler, çevre ülkeleri
fethedip onları kendilerine boyun eğdirmekle kalmıyorlar, aynı zamanda kendi
aralarında da mücadele yürütüyorlar. Bu mücadele, süreç içerisinde İkinci Dünya
Savaşı’na yol açıyor. Bu dönemde gerçekleşen tüm sosyalist devrimler, küresel
emperyalist sistemin dış çevresinde cereyan ediyorlar. En zayıf halka olarak
Rusya’da başlayan, yarı çevre şeklinde nitelendirebileceğimiz coğrafyadan
başlayan devrim süreci, sonrasında Vietnam ve Küba gibi gerçek mânâda “çevre
ülke” diyebileceğimiz yerleri kuşatıyor. Ama Batı’da tek bir devrim bile
olmuyor. ABD, Batı Avrupa veya Japonya gündemine sosyalist devrimi almıyor.
(2)
İkinci Dünya Savaşı sonrası tekelci sermaye, kademeli olarak ama yetmişlerin
ortalarında birden bire, benim “genelleşmiş tekelci sermaye aşaması” dediğim
yeni bir aşamaya geçiş yaptı. Tekelci sermaye, diğer tüm toplumsal üretim
formlarını taşeronu hâline getirmeyi bildi. Yani insanî faaliyetler üzerinden
üretilen değer, büyük ölçüde emperyalist rantiye formunda, tekelci sermaye
tarafından emildi. Bu yeni küreselleşme sürecinde ülkelerimiz, emperyalizmin
taşeronu hâline getirildiler. Bu gelişmenin en açık biçimine Hindistan’da tanık
olundu. Örneğin Bengaluru kentinin durumunu ele alalım. Kent, sadece Britanya
veya ABD değil, Avrupa ve Japonya’daki tekelci sermaye için de vaatlerde
bulunan, en fazla ümit verici taşeron faaliyetlerinin yürütüldüğü bir bölge
hâlini aldı.
Diğer
önemli bir mesele de küreselleşme çağında devlet mekanizmasının dağılmamasıydı.
Gerçek şu ki tekelci sermaye, emperyalist ülkelerde bile devlet mekanizmasına
ihtiyaç duymaya devam etti. Devlet, emperyalistlerin özel çıkarlarına hizmet
edecek şekilde evcilleştirildi. Bunun en yalın örneğini Trump’ın hükümeti
kullanma biçiminde ve Britanya, Fransa ve Almanya’daki “milli mutabakat
devleti” denilen devlette görebiliriz. Dolayısıyla piyasa güçlerinin devletin
yerini aldığına dair iddia, saçma bir iddiadır. Ordusu ve polisiyle devlet,
küreselleşmenin asli bileşenidir.
Bu
küreselleşme, Güney’deki ülkelerin karşısına ne tür güçlükler çıkartmaktadır?
Bugün
bizim yüzleştiğimiz güçlük, küreselleşmeye alternatif olabilecek bir yolu
aramak ve bu yolu açmaktaki güçlüğü göğüslemekle ilgilidir. Bizim bu
küreselleşme tarzından çıkmamız gerekmektedir. Küreselleşme, başka bir
merhaleye geçmek zorundadır. İlk dönemde Hindistan ve diğer milletler,
sömürgeci küreselleşme süreciyle yüzleştiler. Elde ettiğimiz zaferler,
Hindistan halkının Çin ve başka ülkelerdeki halkların ulaştıkları zaferlerin
ardından müzakere edilmiş bir küreselleşme süreci içerisine girdik. Bugünse
liberal küreselleşme koşullarındayız ve burada kararları tek başına G7
ülkeleri, yani ABD, Kanada, Birleşik Krallık, Fransa, Almanya, İtalya ve
Japonya alıyor. Bu noktada mesele, bu küreselleşme tarzını benimsemeyip ona
dair yanılsamalara kapılmamakta. Afrika ülkeleri açısından bu küreselleşme,
petrol, doğal gaz, madenler gibi doğal kaynakların ve ekilebilir arazilerin
yağmalanmasını ifade ediyor. Hindistan ve diğer birçok Latin Amerika ve Güney
Asya ülkesi içinse o, başka formlar alıyor. Bu küreselleşme, ucuz işgücümüzden
istifade ediyor, ülkelerimizde üretilmiş değeri tekelci rantının istihracı
aracılığıyla emperyalist sisteme aktarmaktadır. İşte bugün karşı karşıya
olduğumuz güçlük bu.
Monthly
Review’den John Bellamy Foster, önümüzde sadece iki
seçeneğin bulunduğundan bahsediyor: kapitalizm çıkmaza girdiği ölçüde ya
sosyalizme uzanacağız ya da tümden yok olacağız. Sizse kapitalizmin hükümsüz
hâle geldiğinden söz ediyorsunuz. Esasen siz, kapitalizmin sonunun ufukta
göründüğünü mü söylüyorsunuz? Kapitalizmi hükmünü yitirmiş bir toplumsal sistem
hâline getiren nedir?
Kapitalizm
yapısal bir kriz içerisindedir. Yetmişlerin ortalarında ABD, Avrupa ve Japonya
gibi kapitalist gelişmiş merkezlerdeki büyüme oranları, önceki otuz yılda
görülen oranların yarısına kadar geriledi ve bir daha da bu oranlar yükselmedi.
Bu da demek oluyor ki kriz, hâlen daha devam ediyor, hatta her geçen yıl daha
da derinleşiyor. Almanya gibi yerlerde büyüme oranının yüzde 1,2 ilâ 1,3
oranında arttığını dolayısıyla krizden çıkıldığını söyleyen iddialara gülüp
geçmek lazım.
Yaşanan,
sistemsel bir krizdir. Seyri itibarıyla U tipi değil, L tipi bir krizden söz
ediyoruz burada.
U
tipi kriz, olağan tipte krizdir. Burada ilk planda resesyon yaşanır ve onu ufak
yapısal değişiklikler üzerinden belirli bir büyüme süreci takip eder. Grafiksel
olarak anlatmaya kalksak, karşımıza U şekli çıkar. Önce bir düşüş yaşanır, bir
dönem sonra büyüme oranı tekrar artar.
L
tipi kriz is sistemin resesyon sürecinden çıkamamasını ifade eder. Düşüş
sonrası tırmanış bir türlü gerçekleşmez. Sistem, değişmekten başka bir yol
bulamaz. Ufak yapısal değişiklikler kâfi gelmez. Artık kapitalizmin çöküş
sürecine girdiği bir aşamaya geçmişiz demektir.
Ama
çöküşün kendisi çok tehlikeli bir süreçtir. Kapitalizm, ölüm anını sükunetle
karşılamayacaktır. Kendi konumunu korumak, merkez ülkelerin emperyalist
üstünlüğünü bir şekilde muhafaza etmek adına daha da saldırganlaşacaktır.
Meselenin dayandığı ana mesele de burasıdır. Dolayısıyla ben, bazı insanlar,
“savaşların yol açtığı tehlikeler her zamankinden daha fazla artık” derken neyi
kastediyorlar, anlamıyorum. Savaş, Sovyetler Birliği’nin dağılmasından hemen
sonra patlak verdi. İlki Irak’ta yaşandı. 1991-2001 arası süreçte
Yugoslavya’nın dağılmasıyla savaş Avrupa’ya geldi. Bugün kanaatimce, Avrupa
sisteminin kendisi de dağılmanın eşiğinde. Tasarruf tedbirleri üzerine kurulu
politikaların olumsuz sonuçları bunun kanıtı. Bu politikalar sadece insanlar
değil, kapitalizm için de olumsuz sonuçlar doğuruyor, zira büyümeyi hiçbir
şekilde koşullamıyor, yani emperyalist büyümeyi sağlamıyor. Brexit,
İspanya’daki kemer sıkma politikaları veya Doğu Avrupa’da kurulan aşırı gerici
şovenist hükümetler türünden bu tür politikalara verilen tepkiler, sistemin
yüzleştiği gerçek sorunlara cevap veremiyorlar. Dolayısıyla savaşa nasıl mani
olacağımızı tartışmamız mümkün değil. Savaş ve kaos, bu giderek çürüyen
sistemin dayandığı mantığın alnına yazılmış birer yazı.
Monthly
Review’ün Eylül 2014 tarihli sayısında yayınlanan
“Günümüz Kapitalizminde Faşizmin Geri Dönüşü” isimli makalenizde[1] günümüz
kapitalizminin yaşadığı krizin bugünün dünyasında faşizmin geri dönüşü için
bereketli bir toprak temin ettiğini söylüyorsunuz. Dünyanın farklı yerlerinde
muhtelif sağcı güçlerin ortaya çıkışı, söz konusu gerçeğe dair birer kanıt
niteliğinde. Siz, klasik faşizmin tekrar sahneye çıkacağından mı
bahsediyorsunuz?
Neoliberal
küreselleşme dediğimiz sistemin sürdürülebilir bir yanı yok. Güney’de ve aynı
zamanda Çin’de ciddi bir direnişe yol açtı. Bu küreselleşme tarzı, ABD, Japonya
ve Avrupa halklarına yığınla sorun çıkarttı. Tam da bu sebeple bu küreselleşme
tarzı sürdürülemez. Sürdürülemez niteliğine bağlı olarak sistem, zayıflığındaki
artışa cevap olarak, faşizme kayıyor. Batı’da faşizmin yeniden ortaya
çıkmasının sebebi bu.
Bizim
ülkelerimize faşizmi ihraç eden, Batı. İslam adına icra edilen terörizm,
yereldeki faşizmin bir formu. Bugün Hindistan da Hindu çoğunluğunu esas alan
bir gericiliğe tanıklık ediyor. Bunu da bir faşizm türü olarak değerlendirmek
gerekiyor. Hindistan, eskiden demokratik bir ülkeydi. Halkın ekseriyeti Hindu
iken, kendisini Hinduizmle tanımlayan kesimler eşit kabul edilirlerdi. Bugünse
rejim yarı faşist veya soft faşist. Herkes için de soft, yumuşak değil elbette.
Pakistan, Irak, Suriye, Mısır, Cezayir, Fas gibi yerleri içine alan İslam
dünyasında da durum aynı. Bu yerli faşizm formları, başka ülkelere de nüfuz
etmeyi bildiler.
Siyasal
İslam’ın ortaya çıkışı, ideolojisi ve doğası ile ilgili yığınla çalışma kaleme
aldınız. Siyasal İslamcılar, her ne kadar Batı kültürü karşıtı bir retoriğe
başvursalar da siz analizlerinizde, bu güçlerin emperyalist güçlerle nasıl
ittifak içerisinde olduklarını ortaya koydunuz. Arap dünyasındaki mevcut
politik manzarayı nasıl izah ediyorsunuz?
ABD,
Tunus ve Mısır’daki hükümet karşıtı ayaklanmaları şaşkınlıkla karşıladı. Bunu
beklemiyorlardı. CIA, Tunus Cumhurbaşkanı Zeynel Abidin Bin Ali’nin ve Mısır
Cumhurbaşkanı Hüseyin Mübarek’in güçlü olduğunu, polisin ayaklanmaları
bastırabileceğini düşünüyordu. Fransa da Tunus konusunda aynı kanaatteydi.
Tunus ve Mısır’da tanık olunan hareketler, çok büyük ve çok boyutlu olmasına
karşın, belirli bir stratejiden yoksundu, bu da onların eski yapılar tarafından
içerilmelerini ve ezilmelerini mümkün kıldı. Kısa bir süre sonra Batılı
hükümetler, benzer hareketlerin aynı sebeplere bağlı olarak, Arap coğrafyasının
başka noktalarında açığa çıkabileceğini gördüler. Bu noktada renkli devrimler
örgütlemek suretiyle bu devrimleri ele geçirmeye karar verdiler. Renkli devrimler,
özünde halk ayaklanmalarına dayanıyormuş gibi görünmelerine karşın, esasında
emperyalist güçlerce kontrol altında tutulan devrimleri ifade ediyor. Devamında
Batılı hükümetler gerici İslamcı hareketleri araç olarak belirlediler, bunlara
para akıttılar, müttefikleri olan Körfez ülkeleri aracılığıyla ilgili
hareketleri kontrol altına aldılar. Batı’nın stratejisi Libya’da tuttu ama
Suriye’de başarısız oldu.
Libya’da
halk, rejime karşı kitlesel gösteriler düzenlemedi. Hareketin fitilini
ateşleyenler, askere ve polise saldıran küçük İslamcı gruplardı. Ertesi gün de
bu gruplar, NATO’ya, Fransa’ya ve Britanya’ya “gelin bizi kurtarın!” diye
çağrıda bulundular. NATO bu çağrıya cevap verdi ve ülkeye girdi. Nihayetinde
Batılı güçler hedeflerine ulaştılar, böylelikle Libya harap oldu. Bugün Libya,
eskisine nazaran daha berbat bir durumda. Zaten hedef de buydu. Bunların amacı,
ülkeyi yıkıma uğratmaktı.
Aynı
tespit, Suriye için de geçerli. Suriye’de iktidarda kalmak adına neoliberalizmi
kabul noktasına doğru ilerleyen rejim karşısında giderek güçlenen sivil
demokratik bir halk hareketi buldu. Ama Batı, bilhassa ABD hareketin
güçlenmesini beklemedi. İslamcı hareketler ülkeye giriş yaptılar, Libya’daki
senaryo tekrar yürürlüğe sokuldu ve bu güçler, askere ve polise saldırdılar,
sonra da Batı’yı yardıma çağırdılar. Ama rejim, kendisini savunmayı bildi.
ABD’nin Suriye ordusunun dağılacağına dair beklentisi gerçekleşmedi. Özgür
Suriye Ordusu projesi kof çıktı. Hepsi de İslamcı örgütler içerisinde eriyip
gittiler. Bugün ABD ve tüm Batılı güçler, savaşı kaybettiklerini kabul etme
noktasına geldiler. Ama bu, Suriye halkının kazandığı anlamına gelmiyor. Gene
de ülkenin iç savaş ve askerî müdahale yoluyla yıkıma uğratılması hedefine
ulaşılamadı. Emperyalist güçler, ülkenin birliğini bozamadılar. Elbette
İsrail’in de onayıyla, Suriye’de Yugoslavya’da yaşananı tekrarlatmak istediler
ama başarısız oldular.
Mısır’da
ABD, kendisinin izinden gitmekten başka bir şey yapmayan Avrupalıların
desteğiyle Müslüman Kardeşler’i seçenek olarak belirledi. İlk başta 25 Ocak
2011’de Müslüman Kardeşler, Mübarek’in yanında ve hareketin karşısında
konumlandı. Ancak bir hafta sonra saf değiştirip devrim hareketine katıldılar.
Bu, esasen Washington’dan gelen emir üzerinden atılmış bir adımdı. Devrimci sol
ise halk hareketini şaşkınlıkla karşıladı ve yaşananlara hazırlıksız yakalandı.
Gençlik, birçok farklı örgüt içerisinde örgütlendi ki bu da birçok yanılsamaya
yol açtı, analiz ve strateji geliştirme konusunda gerekli maharetin
gösterilememesine neden oldu. Son olarak da hareket, ABD’nin istediği seçim
çizgisine doğru geriledi. Seçimlerde solun desteklediği Hamdin Sabahi, Müslüman
Kardeşler’in adayı Muhammed Mursi kadar oy aldı. Bu oy miktarı, beş milyonu
bulmaktaydı. Ama Mursi’nin kazandığını Mısır seçim komisyonu değil, ABD
elçiliği ilân etti.
Müslüman
Kardeşler, iktidara tek başına sahip olacaklarını ve nihai zafere
ulaşacaklarını düşünmekle hata yaptılar. Bu sebeple ordu dâhil herkesle çatışma
içerisine girdiler. Zekice davranıp orduyla anlaşma yolu bulabilselerdi, hâlâ
işbaşında olurlar, orduyla birlikte ülkeyi yönetirlerdi. İktidarı sadece
kendisi için istediler ve onu oldukça çirkin ve aptal bir yoldan kullanmayı
tercih ettiler. Zafere ulaştıktan birkaç hafta sonra herkesi karşılarına
aldılar.
Bu
da 30 Haziran 2013’teki olayların önünü açtı. Ülke genelinde otuz milyon insan
Müslüman Kardeşler’e karşı sokağa çıktı. O dönemde ABD Büyükelçiliği, ordunun
başındaki komutanlardan halkın çağrısına rağmen İhvan’a destek olmasını istedi.
Ordu, bu talimatı yerine getirmeyip Mursi’yi tutuklamaya ve meclisi feshetmeye
karar verdi. Esasen bu meclisin sadece adı vardı, zira sadece İhvan’ın seçtiği
insanlardan oluşan, seçimle tayin edilmemiş bir yapı idi. Ama yeni rejim,
ordunun tesis ettiği rejim, Mübarek ve Mursi’nin bağlı kaldığı neoliberal
siyaseti uygulamaya devam etti.
Çin,
son dönemde önemli bir ekonomik büyüme gerçekleştirdi. Hâlen daha komünist bir
devlet olsa da elde ettiği ekonomik başarı, genelde 1978’den beri uygulamaya
koyduğu, piyasalara dost olan yaklaşıma atfediliyor. Çin’e has ekonomik
kalkınma modelini siz nasıl ele alıyorsunuz?
İlk
başta Çin Devrimi’ni ele almak gerekiyor. Bence Çin’de yaşanan, büyük bir
devrimdi. Modern tarihte karşımıza üç devrim çıkıyor: Fransız Devrimi (1789),
Rus Devrimi (1917) ve Çin Devrimi (1949). Küba ve Vietnam’da da devrimler oldu
ama biz, bu noktada bu üç büyük devrimi ele alalım. “Büyük devrim” derken ben,
en kısa sürede gerçeğe dökülmesi mümkün olan ajandanın ötesine bakabilen
devrimi kastediyorum.
(1)
Fransız Devrimi’nin şiarı, eşitlik, özgürlük ve kardeşlikti. 1776 tarihli
Amerikan Devrimi’nde böylesi bir hedef yoktu. Örneğin 1789 tarihli ABD
Anayasası’nın hiçbir yerinde “demokrasi” kelimesine rastlanmaz. Demokrasi,
kurucuları tarafından tehlikeli bir şey olarak kabul ediliyordu. Sistem, bu
tehlikeden kaçınmak amacıyla icat edilmişti. Söz konusu sistem, üretim
ilişkilerini değiştirmedi. Kölelik, sistemin önemli bir kısmını teşkil etmeyi
sürdürdü. George Washington köle sahibiydi! Oysa Fransız Devrimi, eşitlik ve
özgürlük gibi birbiriyle çelişen değerleri birbirine bağlamaya çalıştı. ABD’de
ise özgürlükle rekabet arasında bağ kuruldu, yani özgürlük eşitsizliğin hüküm
sürdüğü koşullara tabi kılındı. On sekizinci yüzyılın sonlarında Haiti
Devrimi’nin oynadığı rol, bu açıdan çok önemli.
(2)
1917 tarihli Rus Devrimi ise ana şiar olarak “tüm ülkelerin proleterleri,
birleşin”i belirledi. Lenin’in ifadesiyle, “devrim zayıf halkada başladı ama
hızla yayılmalı”ydı ki bu, çok kısa bir sürede gerçekleşmeliydi. Tarih,
Lenin’in yanıldığını ortaya koydu. Devrim yayılabilirdi ama yayılmadı. Gerçek
tarihin gündeminde enternasyonalizm yoktu.
(3)
1949 tarihli Çin Devrimi ise “ezilen halklar, birleşin” şiarını icat etti.
Burada kastedilen enternasyonalizm, küresel düzeyde Güney’deki köylü milletleri
içeriyordu. Bu sayede enternasyonalizmin kapsamı genişledi. Bu hedefe de kısa
vadede ulaşılamadı. 1955’te Bandung’da toplanan konferans, Çin Devrimi’ne ait
bir yankı olarak gerçekleşse de pratikte ürkeklikle maluldü. Ciddi başarılar
elde edemedi. Milliyetçi güçler onu sulandırdılar ve o, büyük ölçüde burjuva
milliyetçi projenin verili çerçevesini aşamadı.
Tam
da yaşandıkları zamanın ötesine ait olmaları sebebiyle büyük devrimleri
Thermidorlar ve restorasyon süreçleri takip etti. Bu noktada belirtmek gerekir
ki Thermidor, restorasyonu değil, geriye doğru atılan adımı ifade ediyor ki bu
adım da özünde uzun süre hayatta kalmak ama aynı zamanda ilgili hedefe süreç
içerisinde ulaşabilmek için tavizlerde bulunmak için atılıyor. Peki sormak
lazım: Sovyetler Birliği’nin Thermidor’u ne vakit gerçekleşti? Belki de bu
noktada 1924’e, Yeni Ekonomi Politikası’nın belirlendiği tarihe bakmak
gerekiyor. Çinliler ise Kruşçef’in 1953’te iktidara gelişini Thermidor olarak
değerlendiriyorlar. Bazıları da 1964’te Brejnef’e işaret ediyorlar. Ama
belirtmek gerekir ki kapitalizmin tesisi, Gorbaçef ve Yeltsin’e dek
gerçekleşmedi. O noktada sosyalizm hedefinden vazgeçildi. Thermidor, geriye
doğru atılan adımsa, restorasyon vazgeçiştir.
Çin’in
Thermidor’u ise 1950’de başladı. Mao, “Çin sosyalist mi?” diye sordu ve cevabı
gene kendisi verdi: “Hayır, Çin bir halk cumhuriyetidir” ve uzun bir yol
dâhilinde sosyalizmi inşa etmektedir. Bu noktada Mao, sosyalizmin inşasının
“bin yıl” süreceğini söyledi. Demek ki Thermidor, tam da o noktada başladı. Onu
aşmak, ötesine geçmek için Çin iki girişimde bulundu. İlki 1958-1962 arası
dönemde cereyan eden Büyük Atılım idi. Ardından Deng Xiaoping ile birlikte,
1978-1989 arası dönemde ikinci Thermidor’a tanıklık ettik. Ama hâlen daha
kapitalizm tesis edilemedi. Restorasyon gerçekleşmedi. Bunun tek sebebi,
komünist partinin politik iktidara tek başına sahip olması değil. Bir sebebi de
Çin’deki devrimci sürecin elde ettiği kimi temel yönlerin muhafaza edilebilmiş
olması ki bence bu, çok da daha önemli bir husus. Bu noktada ben, toprakta
görülen devlet mülkiyetine ve toprağın köylü temelli tarımın modern endüstriyel
sistemin inşasıyla bağlantılı olarak dirilişi çerçevesinde, ailelerce
kullanılmasına atıfta bulunuyorum. Bence Çin’in uyguladığı küreselleşme
stratejisi, esasen iki ayaklı:
1.
Ayak: Jeopolitik emperyalizme reddiye.
2.
Ayak: Ekonomik neoliberalizmi kabul.
Çin’de
uygulamada olan proje, kapitalist ve emperyalist güçlerin hâkimiyeti altında
bulunan toplumsal bir süreç olarak küreselleşme sürecine iştirak etme fikrini
redde tabi tutmuyor. İkinci ayak, bu hususla alakalı. Fakat gene de bu proje,
küreselleşmenin tüm parametrelerini benimsemiyor. Çin, ticaretin ve
yatırımların küreselleştiği sürece dâhil oldu ama bu adımı devlet kontrolünde
atmayı bildi, üstelik bu adım, içeride ciddi etkilere de yol açtı. Buna ek
olarak Çin, tıpkı serbest ticaretin, yabancı yatırımlarının ve finansal
küreselleşmenin dayattığı koşulları kabul eden diğer ülkeler gibi, küreselleşme
süreci bünyesinde hareket etmeyi biliyor. Ama öte yandan Çin, finansal
küreselleşmeye teslim olmadı. Sadece biçimsel olarak değil, özsel açıdan da
devlet eliyle işletilen bağımsız finansal sistemini muhafaza etti. Bugün Çin’de
bir tür devlet kapitalizmi işliyor. Küreselleşme, iki ayaklı Çin stratejisiyle
çelişmiyor. Emperyalist küreselleşme ve Çin projesi ise birbirlerini tamamlayan
stratejiler değiller ve birbirleriyle çelişiyorlar.
Kanaatimce
Çin sosyalist değil ama kapitalist de değil. Kendi içerisinde çelişkili
eğilimlere sahip. Tabii menzilinin sosyalizm mi yoksa kapitalizm mi olduğu
sorusunu sormak mümkün. Bilhassa Deng Xiaoping’den sonra yürürlüğe konulan
reformların çoğu sağcı ve kapitalist üretim tarzının alanını genişletecek, bir
burjuva sınıfının ortaya çıkmasını sağlayacak cinsten. Ama gene de bugüne dek
“iki ayaklı strateji” olarak tanımlanmış olan öteki dinamik muhafaza edildi ve
kapitalizmin dayandığı mantıkla çelişen bir konum benimsendi. Ben, bugün Çin’in
konumunu bu şekilde belirliyorum.
KOPUŞ
Neoliberal
küreselleşme sürecinin en önemli ve en ürkütücü yönü, eşitsizliğin giderek
artması. Thomas Piketty gibi ekonomistler, bu eşitsizlik meselesini empirik
düzeyde ortaya koyuyorlar. Piketty’nin dediğine göre, bu eşitsizlik, ancak
genel varlık vergisi veya artan oranlı vergilendirme ile kontrol altına
alınabilir. Siz, bu çözümün kapitalizm koşullarında mümkün olduğunu düşünüyor
musunuz?
Bu
veriler doğru, en azından onların eldeki en iyi veriler olduğunu söylemek
lazım. Son elli yıl içerisinde eşitsizlik hızla arttı. Ama öte yandan bu
verileri bize verenlerin yaptıkları analizlerin en iyi tabirle, zayıf kaldığını
da belirtmek gerekiyor. Eşitsizliğin her yerde arttığı gerçeğinin izah edilmesi
şart. Peki bu artışı tek, özel bir sebebe bağlayabilir miyiz? Tüm ülkelerdeki
eşitsizlik aynı şekilde mi artıyor? Aynı süreçler işlemiyorsa, eşitsizlik
farklı yollardan artıyorsa, bunun sebebi nedir?
Eşitsizlikle
alakalı bu türden raporlar, eşitsizlikteki artışın tüm nüfus nezdinde gelirde
yaşanan artışa eşlik ettiği örneklerle eşitsizlikteki artışın nüfusun büyük bir
kısmındaki yoksullaşmaya eşlik ettiği örnekler arasında bir ayrım yapıyorlar.
Bu noktada Çin ve Hindistan arasında yapılacak kıyaslama, önemli veriler
sunuyor. Çin’de gelirlerdeki artış, neredeyse tüm nüfusun tanık olduğu bir
gerçeklik, hatta bu büyüme, nüfusun büyük bir kısmından çok belirli bir kesim
için geçerli. Bu nedenle Çin’de eşitsizlikteki artışa yoksulluktaki azalma
eşlik ediyor. Ama Hindistan ve Brezilya’da, ayrıca Güney’deki ülkelerin
neredeyse tamamında durum bu şekilde değil. Bu ülkelerde, bazı örneklerde
yüksek seyreden büyümeden sadece belirli bir azınlık (Ekvator Ginesi gibi kimi
örneklerde nüfusun yüzde birlik kesimi, Hindistan türünden örneklerde ise yüzde
yirmilik bir kesim) istifade ediyor. Söz konusu büyümeden halkın büyük bir
kısmı istifade edemediği gibi, bu kesim zamanla daha da yoksullaşıyor. Bazı
göstergeler, bu iki senaryo arasındaki farklılıkları gösterme noktasında
yetersiz kalıyorlar. Örneğin Gini katsayısı, esasen kapsamı dar olan bir
gösterge. Çin ve Hindistan aynı Gini katsayısına sahip iken, yani eşitsizlik
her iki ülkede de artıyorken, bu artış farklı anlamlara sahip olabiliyor.
Eşitsizlikle
ilgili kalem oynatanların önerdikleri siyasetin dar, utangaç hatta çocukça
olduğunu belirtmek lazım. Artan oranlı vergilendirme, tüm ülkeler bağlamında
devreye sokulabilecek bir yöntem ama bu yöntemin etkilerinin ekonomi
siyasetinde yapılacak kapsamlı değişikliklerle desteklenmediği sürece kısıtlı
kalacağını söylemek gerekiyor. Artan oranlı vergilendirmenin yanında, liberal
olduğu söylenen ve tekelci sermayenin özgürce faaliyet yürütmesine izin veren
siyasetin uygulanmaya devam edildiği yerde bu yaklaşımın pek ciddiye
alınmayacak sonuçlara yol açtığı görülüyor. Bunun dışında, artan oranlı
vergilendirme ile ilgili talep, hâkim sınıflarca, atılması “imkânsız” bir adım
olarak değerlendiriliyor, tekelci sermayenin hizmetinde olan yönetici sınıf, bu
türden bir siyaseti redde tabi tutuyor. Aynı durum, asgari ücretin belirlenmesi
meselesi için de geçerli. Liberal ekonomi siyaseti uygulandığı sürece bu tür
adımların pek etkisi olmayacaktır, bu bilinmeli. “Ücretler artış yaşadığı
noktada enflasyon yüzünden budanacak, sunduğu fayda bir biçimde azalacaktır.”
İşte liberaller, yasa yoluyla asgari ücret belirleme fikrine bu argüman
üzerinden karşı çıkmaktadırlar.
Sisteme
yönelik her türden meşru itirazın hedefi, eğitime ve sağlığa eşit erişim imkânı
bulmak olmalıdır. Ama bu da kamu harcamalarının artması demektir ki liberalizm,
böylesi bir artışı her daim kabul edilemez bulur! Dolayısıyla aile temelli
işleyen tarımın modernleşmesi ve sanayileşme üzerinden işleyecek sistemsel
politikalarla desteklenmiyorsa, “insanlara daha iyi işler vereceğim” lafı, boş
laftan başka bir şey değildir. Çin, kısmen de olsa bu yönde bir adım atıyor,
ama Hindistan böylesi bir çaba içerisinde değil.
Liberaller,
kamu borçlarının azaltılmasının zaruri olduğu görüşünde ısrarcılar. Oysa kamu
borçlarındaki artışın sebeplerinin de izah edilmesi gerekiyor. Bu kadar yüksek
kamu borcuna hangi siyasetler yol açtı? Bilindiği üzere, söz konusu artışın
arkasında liberal politikalar var. Üstelik kamu borçları tekelci sermayenin de
istediği bir şey, çünkü bu borçlar, finansal yatırım konusunda sermayeye ucu
bucağı olmayan fırsatlar sunuyorlar.
Piketty
gibi toplumsal eşitsizlik hakkında kalem oynatan isimler, birer liberal
ekonomist. Yani bunlar, benim belirleyici kabul ettiğim iki temel meseleyi asla
gündemlerine almıyorlar:
(1) Bu
tür yazarlar, esasen devletin düzene sokmadığı, tanzim etmediği açık ve serbest
piyasanın faydalı olduğuna inanıyorlar.
(2) Bu
yazarlar, sermayenin bir ülkeden diğerine serbestçe hareket etmesine imkân
sağlayan açık küreselleşme sürecinin herhangi bir alternatifinin bulunmadığına
inanıyorlar. Onlara göre bu küreselleşme süreci, dünyadaki gelişmenin önkoşulu.
Bu yazarlar, bu türden bir küreselleşme sonucunda yoksul ülkelerin gelişmiş
ülkeleri nihayetinde yakalayacağına inanıyorlar. En iyi hâliyle bu türden
akademisyenlerin içinden ancak eski Dünya Bankası Başekonomisti Joseph Stiglitz
gibi “reformistler” çıkabiliyor.
Kapitalizmin
kesintisiz bir şekilde ilerleyen ve derinleşen beş yüz yıllık gelişim süreci,
en azından bu ekonomistlere dayandıkları hipotezi sorgulamaya itmeli. Ya da en
azından bu sorgulamayı bizim yapmamız lazım.
Eşitsizlikteki
bu ürkütücü artışı kontrol altına almak için siz ne tür önerilerde
bulunursunuz?
Liberalizm,
gerçek bir kalkınma için gerçekçi kimi politikalar formüle etmeye yönelik her
türden gayreti mahkûm ediyor. “Gerçek kalkınma” derken, tüm insanların istifade
edeceği bir kalkınmayı kastediyorum ben. Liberal çerçeve dâhilinde geliştirilen
tüm alternatif politikalar, en iyi hâliyle, sığ kalmaya mahkûmlar. Yeni güç
olmayı amaç edinen her türden toplumun şu türden sorulardan kaçınamadığını
görmek gerek:
(1)
İçeride halkın taleplerini merkeze koyan, modern ve bütünlüklü bir endüstri
sistemine yaslanan uzun bir sürece nasıl girilir?
(2) Aile
temelli tarım nasıl modernize edilir ve gıda konusunda nasıl bağımsız
kalınabilir?
(3)
Liberal olmayan bir siyaset üzerinden endüstri ve tarım arasındaki birlik nasıl
planlanmalıdır?
Bu üç
husus, sosyalizm yolunda kademeli olarak ilerleme meselesine işaret etmektedir.
Bu türden
politikalarsa bize iki ayrı emir verirler:
(1)
Piyasayı tanzim et;
(2)
Küreselleşmeyi kontrol altına al, yani küresel hegemonyanın olumsuz etkisini
mümkün olduğu ölçüde azaltacak başka bir küreselleşme tarzı için mücadele
yürüt.
Yoksulluğun
kökünün kazınması, nihayetinde eşitsizliklerin azaltılması için gerekli
koşulları, ancak bu türden politikalar oluşturabilirler. Çin, kısmen bu yola
girmiştir ama Güney’deki diğer ülkeler hâlen daha bu yolun dışındadırlar.
Liberalizme yönelik bu türden bir devrimci eleştiri yapılmadan, yoksulluğa ve
eşitsizliğe dair sözler, süslü lafların ötesine geçemeyecek, çocuksu rüyaların
dışına çıkamayacaktır.
Neoliberal
küreselleşme sürecinden çıkış, önemli bir mesele. Temel yapı olarak
küreselleşmeden kopmayı ve alternatif bir ekonomi politikası için belirli bir
gündem oluşturmayı öneriyorsunuz. Peki küreselleşmenin yarattığı girdaptan
nasıl kurtuluruz? Ondan kopmaya cüret ettiğimiz takdirde, sermaye de
ekonomimizin arka kapısından çıkıp gidecektir. Böylesi bir tehditle nasıl
yüzleşebiliriz? Neoliberalizmden kopmaya cüret eden bir ülkeye ne tür pratik
önerilerde bulunursunuz?
“Kop”
ifadesi, bir tür şiar. Onu ben bir şiar olarak kullanıyorum. Kopuşla ilgili
fiilî sorunlar, her daim görecelidirler. Tümden kopmak mümkün değildir. Ama
Çin, Hindistan gibi büyük ülkelerin kopması, ekonomilerinin yarısını hatta
yüzde yetmişini ayırması mümkündür. SSCB ve Mao döneminde Çin, ekonomik
faaliyetlerinin yüzde seksen ilâ doksanını ayrıştırmayı bildi. Ama tamamını
kopartamadı. Bunlar, gene de batı ülkeleriyle ve başka ülkelerle ticaret yapmak
zorundalardı. Kopmak, sizin dünyanın geri kalan kısmını unutup Ay’a taşınmanız
anlamına gelmiyor. Bunu kimse yapamaz. Zaten böylesi bir adımın makul olduğunu
da söyleyemeyiz. Kopuş, sadece emperyalizmi kendi şartlarınızı veya
şartlarınızın belirli bir kısmını kabule zorlamak demek. Dünya Bankası yapısal ayarlamadan
bahsediyorsa, bilinsin ki o, her daim tek taraflı yapısal ayarlama anlayışına
sahip olagelmiştir. Siyaseti tayin eden, odur. Dolayısıyla kopmak demek, kendi
siyasetini uygulamak demektir.
Örneğin
Hindistan, her zaman ABD’nin taleplerine uygun hareket etmiştir. Ama
Hindistan’ın kendisini emperyalizme uydurma ihtiyacı duymayacağı yolu tercih
etmesi mümkündü. Kendi döneminde Nehru, tam da bunu yaptı. Mevcut Modi
hükümetinin böylesi bir yola tevessül etmediği açık. Demek ki kopuşun,
ayrışmanın gerçek olduğu döneme geri dönmek gerek. Hindistan bunu yapabilir.
Böylesi bir geri dönüş hamlesini yapacak imkânlarınız var sizin. Şurası tabii
ki doğru: Afrika’da ve Orta Amerika’da bulunan kimi küçük ülkelerde, ayrıca
bazı Asya ülkelerinde kopuşu gerçekleştirmek çok daha güç bir iş. Ama Asya,
Afrika ve Latin Amerika ülkeleri arasında politik dayanışmayı tesis edersek,
Bağlantısızlar Hareketi’nin kurulduğu iklimi yeniden oluşturursak, o vakit
azınlık olmaktan da çıkarız. Biz, tüm insanlığın yüzde seksen beşini temsil
ediyoruz. Yirmi otuz yıl içerisinde bu oran daha da artacak. Demek ki o kadar
da zayıf değiliz. Kopuşu gerçekleştirebilir, bugün ülkelerimizi kontrol eden
emperyalist blokların yerini alacak kendi politik bloğumuza, kendi
büyüklüğümüze uygun ölçüde ayrışma imkânı bulabiliriz.
Birçok
insanda, önce sömürgeciliğin, ardından küreselleşmenin ve “üçüncü dünya”daki
çevre ülkelerin ekonomilerinin dünya pazarıyla bütünleşmesi sürecinin bu
toplumlara modernitenin girişine katkı sunduğuna dair bir algı mevcut. Başbakan
Manmohan Singh, Britanya’ya Hindistan’a demiryolu getirdiği için teşekkür
etmişti örneğin. Sizin öngördüğünüz şekliyle, moderniteye alternatif olabilecek
yol hangisidir? Toplumlar, kapitalist kalkınma aşamasından geçmeden modern
olabilirler mi? Kopma denilen kavram, bir anlamda geçmişe dönmeyi mi ifade
ediyor?
Manmohan
Singh, Britanya’ya demiryolunu getirdi diye teşekkür ettiğinde o, gerçeğin çok
küçük bir kısmını dile döküyordu aslında. Britanya, demiryolunu Hintli işçilere
yaptırdı ama aynı zamanda da Britanya’dakinden daha gelişkin olan Hint
endüstrisini de yok etti. Endüstrinin köküne kibrit suyu dökerken Britanya,
ekonomik gücü politik güce sahip olanlara aktardı. Britanya’dan önce toprağın
sahibi zemindarlar değildi. Onlar, haracı ve vergileri köylülerden,
prenslerle yönetilen eyaletler adına toplayanlardı. Britanya’nın hâkim
olmasıyla bu sınıf, toprak ağası hâline geldi. Büyük toprak sahipleri sınıfı,
doğuda Bengal’de, kuzeybatı’da Pencap’ta, kuzeyde ve batıda işte bu şekilde
oluştu. Topraklara zorla sahip olma sürecini Britanya yönetti. Manmohan Singh,
Britanya’nın sadece demiryollarını değil, zulmü, yıkımı ve baskıyı da
getirdiğini anımsıyor olmalı.
Peki
bizler, ne tür bir moderniteden bahsediyoruz, kapitalist moderniteden mi
sosyalist moderniteden mi? Genel mânâda moderniteden bahsetmek mümkün değil.
Küresel bütünleşmeyi modernitenin sağladığını söyleyemeyiz mesela. Cep
telefonunu Hindistan’a getiren o, ama aynı zamanda yüzde seksenin yoksul
olmasının sebebi de o. Bu, hiç de ufak ve basit bir mesele değil. Dolayısıyla
bizim hangi moderniteden bahsettiğimizi belirtmemiz lazım.
Ne
istiyoruz? Elbette modernite. Ama kopma eyleminin eski Hindistan’a,
sömürgecilik öncesi veya sömürgecilik dönemi Hindistan’ına geri dönüş için
geçiş aşaması olarak görülmemesi lazım. Kopmak, Hindistan’a ve başka yerlere
yeni modernite tarzları getirmek demek.
Günümüzde
tecrübe ettiğimiz politik senaryo dâhilinde sol, ne tür başarı ihtimalleri ve
ne tür güçlüklerle karşı karşıyadır?
Kapitalizmin
Krizinin Sonu mu Krizdeki Kapitalizmin Sonu mu (2010)
isimli kitabımda ben, sistemin kendisini terk etmeye dönük adım atmadan, bu
kriz sürecinden çıkılamayacağını tespit ediyorum. Bunun büyük bir mesele
olduğunun farkındayım. Çözümü ne Güney’de ne Kuzey’de bulacağız, onu birkaç yıl
içerisinde bulmamız da pek mümkün değil. Onlarca yıl sürecek belki de. Ama
sistemin bizi büyük bir savaşa ve ekolojik felâkete doğru sürükleyeceği anı da
bekleyemeyiz. Bu gidişata şimdiden tepki koymamız lazım.
Bu da
solun cesur olmasını gerektiriyor. “Sol” derken Komintern’in varislerini, yani
komünist partileri içeren devrimci solu kastediyorum. Bugün dünyanın her
yerinde direniş hareketlerine rastlanıyor. Kimi örneklerde bunların çok güçlü
olduğu görülüyor. Emekçiler, meşru mücadelelerini kusursuz bir biçimde
yürütüyorlar ama her daim savunmada kalıyorlar. Yani işçiler, emekçiler,
geçmişte kazandıkları, neoliberalizmin yiyip bitirdiği hakları ve imkânları
koruma gayreti içerisindeler. Bu, meşru bir mücadele ama kâfi değil.
Tekelci
sermayenin yönettiği güç sistemi, bu savunma stratejisi sayesinde dizginleri
elinde tutuyor. Dolayısıyla bizim savunmacı yaklaşımı terk edip saldırıyı esas
alan bir yaklaşımı benimsememiz, güç ilişkilerini terse çevirmemiz gerekiyor.
Düşman, yani güç sistemleri, size cevap vermek zorunda kalmalı, sizin onlara
cevap yetiştirme zaruretiniz ortadan kalkmalı. Dizginler onların elinden
alınmalı. Kibirli biri değilimdir. Cebimde, Avusturya’daki Çin’deki ya da kendi
memleketim olan Mısır’daki komünistlerin takip etmesi gereken bir plan
taşımıyorum sonuçta.
Ama gene
de her şeyi dürüstçe ve tüm açıklığıyla tartışmamız gerekiyor. Stratejiler
önermeli, bunları tartışmalı ve yanlış yanlarını düzeltmeliyiz. Hayat ve
mücadele bu şekilde işliyor. Duramayız. Tek ihtiyaç duyduğumuz şey, cesaret!
Bugün
halk hareketleri direniş düzleminden çıkıp saldırıyı esas alan bir seçeneği
dayatsalar bir şeyler hemen değişmeye başlayacak. Bunun bazı ülkelerde pek
mümkün olmadığını biliyorum. Yunanistan, İspanya ve Portekiz gibi kimi Avrupa
ülkelerinde bu sürecin başladığını söylemem lazım. Yunanistan’da Avrupa
sisteminin yaşadığı yenilgiye tanıklık ettik. Yunanistan’daki harekete
beğeniyle yaklaşanlar bile Avrupa’nın tavrını değiştirecek güçte herhangi bir
görüş bile geliştiremediler. Buradan bir ders çıkartmak lazım. Cesur hareketler
devreye girmeli. Bazı ülkelerde bu türden hareketlerin sahneye çıkacağını
düşünüyorum. Örneğin bu meseleyi liderliğini Jean-Luc Mélenchon’un yaptığı
Boyun Eğmeyen Fransa (France Insoumise) hareketinden insanlarla
tartışmıştım. Herhangi bir plan önermedim ama genel mânâda büyük tekellerin,
bilhassa finans ve bankacılık kurumlarının millileştirilmesi ile işe başlayacak
stratejilerden bahsettim. Millileştirmenin yalnızca ilk adım olduğunu söyledim.
Nihayetinde bu, ekonomik sistemin yönetiminin toplumsallaşmasına dönük
adımların önkoşuluydu. Ama sadece millileştirme adımında takılı kalırsanız,
elinizde devlet kapitalizmden başka bir şey kalmaz ki bunun da özel şirketlerin
hâkim olduğu kapitalizmden pek bir farkı yoktur. Böylesi bir siyaset, halkı da
aldatacaktır. Ama millileştirme ilk adım olarak görülürse bu, sizin önünüze bir
yol açar.
Ekonomik
ve politik güç açısından kapitalizm, elli yıl öncesiyle kıyaslanamayacak bir
yoğunlaşma düzeyine ulaştı. Bugün her şeye birkaç bin büyük şirket ve yirmiyi
bile bulmayan büyük bankalar karar veriyor. Üst düzey finans uzmanlarından biri
olan François Morin’e göre dünya genelinde iç içe geçmiş para ve maliye
sistemlerindeki operasyonların yüzde doksanını yirmi kadar finans kuruluşu
kontrol ediyor. Buna on beş banka daha eklediğinizde elinizdeki yüzde, %90’dan
%98’e çıkıyor. Bir avuç banka nelere kadir! Buna gücün merkezîleşmesi,
yoğunlaşması diyoruz. Mülkiyet dağıtıma tabi tutulmadan eski sahiplerinde
kalıyor ki bu, o kadar da önemli bir mesele değil artık. Bugün asıl mesele,
mülkiyetin nasıl kontrol edildiği. Mülkiyet üzerindeki kontrolün bu şekilde
merkezîleşmesi, politik hayatın da kontrol altına alınmasını sağlıyor.
Artık on
dokuzuncu yüzyılda ve yirminci yüzyılın ilk yarısında tanık olduğumuz burjuva
demokrasisinin çok uzağındayız. Bugün tek partili bir dünya sisteminde
yaşıyoruz. Sosyal demokratlar ve muhafazakârlar artık birer sosyal liberal.
Sanıyor ki seçimlerde iki parti yarışıyor oysa pratikte bunların ikisi de aynı.
Demem o ki biz artık tek partili sistemde yaşıyoruz. ABD’de Demokratlar ve
Cumhuriyetçiler her daim tek partiye mensuplardı zaten. Avrupa’da durum bu
şekilde değildi, bu sebeple geçmişte kapitalizm kısmi de olsa reforma tabi
tutulabiliyordu. İkinci Dünya Savaşı sonrası refah devletini pekiştiren sosyal
demokrat reformlar esasen büyük reformlardı. Bence Güney’deki ülkelere karşı
takınılan emperyalist tavrın sürdürülmesiyle bağlantılı bile olsalar, bu
reformları ilerici addetmek mümkün. Ama artık böylesi bir tespitte bulunmak
imkânsız. Tek partili sistem gelip çattı. Uzun zamandır da meşruiyetini
yitiriyor. Bu da faşizme, neofaşizme kapı aralıyor. Faşizm her yerde
yükselişte. Bu sistemi neden yeniden inşa etmeden önce söküp atmak zorunda
olduğumuzun sebebini burada aramak gerekiyor.
Kapitalizm
karşıtı tepkilerin insanların çıkarlarına karşı neoliberalizmin cepheden
yürüttüğü saldırıların yol açtığı sonuçlara yönelik bir tepki ile sınırlı
kalmaması gerekiyor. Bu tepkiler insanları politik açıdan bilinçlendirecek bir
düzeye sıçramalı. Bu bilinç de Batılı ülkelerin başındaki emperyalist
ittifakların ve ülkelerimizi yöneten komprador ittifakların yerini alacak,
geniş kapsamlı bir toplumsal ittifakın oluşumunu tetiklemeli.
Bu
birbirleriyle alakası olmayan ve farklı ülkelerde işleyen mücadeleler, her yana
hâkim tekelci sermayeye belirli bir itiraz gerçekleştirebilirler mi, bu
mücadelelerin nitelik itibarıyla gerçek mânâda enternasyonalist olan bir güç
meydana getirmeleri mümkün mü? Uluslararası planda oluşturulacak işbirlikleri
veya mücadele içerisindeki kitlelerde enternasyonalizm ruhunun yeniden
dirilmesi ihtimali konusunda ne düşünüyorsunuz?
Bize
geleceğin ideolojinin asli bileşeni hâline gelecek bir enternasyonalizm lazım
ama bizim örgütlenmemiz, yani farklı ülkelerde süren mücadeleleri birbirine
bağlamamız da gerekiyor. Bugün böylesi bir Enternasyonal, Üçüncü
Enternasyonal’in (Komintern’in) yeniden üretilmiş hâli olamaz. Çünkü Komintern
Ekim Devrimi’nin zaferi ardından, güçlü bir devletin, yani Sovyetler
Birliği’nin yardımıyla kuruldu. Biz böylesi bir konumda değiliz. Bu nedenle
bizim yeni enternasyonal bağların kurulacağı farklı yolları tahayyül etmemiz
gerekiyor.
Bugün biz
farklı bir durumdayız. Farklı ülkelerde birbirinden farklı devrimci, sosyalizm
yanlısı, anti-kapitalist, anti-emperyalist güçlere sahibiz. Onları bir araya
getirmek zorundayız. Aramızdaki farklılıkların müşterek olanlardan daha az
olduğunu idrak etmeliyiz. Farklılıkları özgürce tartışmalı, bu tartışmayı “ben
doğruyum, sen yanlışsın” kibrinden uzakta yürütmeliyiz. Müşterek yanlarımız
daha önemli ve bunların yeni enternasyonalizmi inşa noktasında gerekli zemini
teşkil etmesi şart. Burada hem Kuzey’den hem de Güney’den söz ediyorum. İkisi
de kendi özel koşullarına sahip ve bu koşullar ülkeden ülkeye farklılık arz
ediyor. Genel manzara herkes için aynı ama maruz kalınan koşullar farklı. Yeni
sürecin nasıl başlayacağına dair kanaatim bu şekilde.
Pratikte
kimi muğlâklıklar var ve bizim bunlardan kaçınmamız mümkün değil. Sosyalizmin
kapitalizmin krizine cevap olması gerektiğini hiç aklına getirmemiş insanlarla
geniş ittifaklar kurabilmeliyiz. Varsın onlar gene kapitalizmin reforma tabi
tutulabileceğini düşünsünler. Bugünkü hâliyle kapitalizme karşı onlarla
birlikte iş yapabilirsek, o bahsini ettiğim yolda ilk adımı da atmış oluruz.
Ama öte
yandan yeni enternasyonalist dinamiğin nasıl oluşturulacağı üzerine kafa yormak
zorundayız. Burada mesele, örgüt liderlerinden oluşan kurullar veya bir
sekretarya meydana getirmek değil. Öncelikle yoldaşların her zamankinden farklı
olarak bu fikre ikna olmaları gerek. Ardından da şu tespit yapılmalı:
Avrupalılar yardım ve insanî müdahale diye diye enternasyonalizme ve
anti-emperyalist dayanışmaya sırt döndüler ve halkları bombaladılar! Bu
yaklaşımın enternasyonalizm olarak görülmesi mümkün değil.
Başka bir
kelime olmadığı için bu kelimeyi kullanıyorum: bence ulusal politikalar, hâlen
daha ülkelerin sınırları dâhilinde süren mücadelelerin sonucu olarak ortaya
çıkıyor. Bu ülkeler ister bir ulus-devlet isterse çokuluslu bir devlet olsun,
kendi tanımladıkları sınırlar dâhilinde sürdürüyorlar mücadelelerini. Bizim
ülkelerde teşkil edilmiş olan güçler dengesini değiştirmemiz, böylelikle
uluslararası düzlemde mevcut olan güçler dengesinin değişmesini sağlamamız
gerek.
Yeni
enternasyonalist dinamiği, emekçi halkları ve diğer güçleri bir araya getiren
enternasyonali yeniden inşa etmek zorundayız. Bu enternasyonal, proletaryanın
ötesinde, köylülüğü ve farklı toplum kesimlerini kucaklamalı. Hindistan’da
sizin de tanık olduğunuz üzere, kentli işçi sınıfı ile proleter bilinci sığ
olan kentli yoksullarla köylülerin büyük bir kısmı arasında bir ittifak
oluşabilmiş değil. Bu durumda direnişi inşa etmek de mümkün olmuyor. Bunlar
farklı toplumsal güçler ve farklı politik sesleri temsil edebilirler. Ama bizim
ortak paylaştığımız şeylerden haberdar olmamız gerek. Müşterek çıkarlarımız,
farklılıklarımızdan daha önemli. Bizim farklı sınıflara mensup olan ama bugün
emperyalizmin çilesini çeken, onun gadrine uğrayan insanları seferber edebilecek
kapsamlı bir politik ittifaka ihtiyacımız var.
Dipnot:
[1] “Faşizm, parlamento seçimlerine dayalı demokrasideki belirsizlikleri
ortadan kaldırmaya yönelik otoriter polis rejimiyle eşanlamlı değildir. Faşizm,
kapitalist toplumu yönetenlerin belirli koşullarda yüzleştikleri güçlüklere
verilen özel bir politik cevaptır.” Samir Amin, “The Return of Fascism in
Contemporary Capitalism”, Monthly Review, 2014.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder