“Işıklar içinde uyusun, yıldızlar yoldaşı olsun.”
Solcu biri öldüğünde, ardından bu söz sarfediliyor
artık. “Işık” ve “yıldız”, illaki çoğul! Ölümden sonra uyurgezerlik teklif
ediliyor anlaşılan, hem uyuyor hem yoldaş oluyor. Onca materyalizm ve diyalektik,
böylesi bir tekerlemeyle son buluyor. Müslüman görünmeyelim diye türlü cümleler
uyduruluyor.
Bir tür hissiyat ve fikriyat üzerinden imal ediliyor
solcu bireyler. Metafizik âlemde, soyut, mutlak, kendinden menkul bir ruh
dolanıyor ve bu ruh, geçici bir süre bir bedene, ülkeye ve sınıfa kavuşuyor. Bu
geçicilik ve bu mecburiyet, ancak ışıkla ve yıldızlarla aşılabiliyor. Solculuk,
daha baştan, sınıfa, ülkeye ve bedene ait olmamanın adı olarak örgütleniyor.
Çünkü siyaset üç boyutta işliyor: sınıf, ülke ve
beden.
Sol, her daim, ezel-ebed ruh üzerinden düşündüğünden,
istemediği sınıfa, ülkeye ve bedene doğmuş bireylere örgütleniyor. O ruh,
“bağzı kitapların kardeş” olması gibi, başka “bağzı” ruhlara kardeş oluyor.
İlerlemenin, gelişmenin adı olmaya ikna edilen ruhlar, o başka ruhlar gibi
şanslı olmadıklarına yanıyorlar ömürleri boyu. Çünkü o başka ruhlar,
istedikleri sınıfta, ülkede ve bedende varolabiliyorlar.
Henry Ford, işçilere “benim sermayem makinelerim,
sizin de kol gücünüz, bunları birleştirelim” diyor. O günden beri bir tür
solculuk, efendilerine benzemeyi özgürlük zannediyor ve bu solculuk, hep
efendilere benzemeyi telkin ediyor. Tabii bu noktada liberallerden, “insan
tercih yapan hayvandır” sözü alınıyor, buradan da sınıf, ülke ve beden, tercih
edilememiş olgular olarak değersizleştiriliyor.
“Bu sınıfı, ülkeyi veya bedeni ben seçmedim ki” diyen
birey, sorumluluktan da kaçma imkânı buluyor. Âleme karşı sorumluluğunu
devredeni horgörüyor, ölünce yıldızlarla birlikte samanyolunda yürüyebileceğini
hayal edebiliyor. Burada çerağı uyandırmayı küçümseyenler, yıldızların ışıkları
altında dolaşabileceklerini düşünüyorlar. Sönmüş yıldızlara ışık götürmeyi vaat
edenler, yoksul evlere ekmek ve bir selam bile götüremiyorlar.
Ölüm sonrasına dair fikir, doğum öncesine dair
kurguyla ilgili bir şeyler söylüyor. Yıldızlarla kol kola yürüyen bir ruh, yere
iniyor, sınıfını, ülkesini ve bedenini beğenmiyor, buna da “solculuk” diyorlar.
Özünde burjuvazi, kendisi için tehlikeli kitlesel
dinamikleri bireylere bölüyor ve onları hem tanrı hem de köle olmaya ikna
ediyor. Düşmanlarını o bireylere ezdiriyor. Tanrı olma arzusu, bedenden,
sınıftan ve ülkeden evvele bakmayı gerekli kılıyor. Köle olma mecburiyeti,
bedene, sınıfa, ülkeye diz çöktürmeyi beraberinde getiriyor.
Bedeni beğenmeyen, LGBT’leri istismar ediyor; ülkeyi
beğenmeyen, Almanya’ya gelen Tayyip’e “go home” diyor, Ferhat Tunç gibi “ben de
Alman’ım, demokrasi ve evrensel değerlerin sahibi sizsiniz ey Merkel”[1] diye
mektup yazıyor; sınıfını beğenmeyen, patronların siyasetini telkin ediyor,
sendikaları bu amaç doğrultusunda kullanıyor.
“Ben tesadüfen bu ülkede doğmuşum, Zimbamwe’de de
doğabilirdim” diyen kişi, Tanrı’nın ezeli olma vasfını üstüne alıyor aslında.
Ezeli varlık olarak geliyor, doğum öncesi tercih yapmaktan bahsediyor.
Tercihleri, ihtiyaçların ve zorunlulukların üzerine çıkartıyor. Böylelikle
doğumu ve sancılarını aşabileceğini düşünüyor. Bu yüzden “kirli dünya”ya çocuk
doğurmuyor. Bu da bahaneden başka bir şey değil aslında.
Bugün “Gezi çocukları, yurtdışına kaçıyor” ve “Kadıköy
bir tür sığınak” haberlerini birlikte okumak gerekiyor. “Burada zengin
olamayacağımı düşündüm” diyor, Gezi’de aktif olan biri. Bir başkası, “bu ülkeye
çocuk doğurmak istemediğini” söylüyor. Öte yandan, bir tur şirketi sahibini bu
devlet, turizm bakanı yapıyor. Kadınların güçlendirilmesi çalışmalarının
başındaki kadın da bakan oluyor. Solcuların gizliden desteklediği özel kolej
sahibi de oturuyor bakanlık koltuğuna.
Sol, AKP’nin sınıfa, bedene ve ülkeye düşman hâlini
gizliden gizliye seviyor. Burjuvazi ve sermaye ile muhafazakâr çevrelerin
sisteme entegre edilmesini örtük olarak destekliyor. Devletin verdiği, o
entegrasyon esnasında AKP kitlesine küfretme ve onu aşağılama görevini üstüne
alıyor. Yaptığı tek iş bu. Döne dolaşa, sermayenin ve devletin tayin ettiği
sınırlar dâhilinde düşünüyor ve hareket ediyor.
Dolayısıyla Roni Margulies, solun devletle ilişkisine
bakacağına, kendi örgütünün AKP’den aldığı tebrike odaklanmalı. Kavala’ya
verilen F-16 ihalesini, Nişanyan’a açılan kapıları sorgulamalı. Çünkü devlet,
sınıfı, ülkeyi ve bedeni, orada olmak istemeyenler eliyle dönüştürüyor, kontrol
altına alıyor. Yoksul halk, her daim sahipsizlik-aidiyetsizlik korkusuyla esir
alınmalı. Sığ bir devlet eleştirisi, bu gerçeği asla görmüyor.
Sonuçta DSİP-ESP ve İP-TKP, iki ayrı hatmış gibi
görünüyor, ama genel siyaset-ideoloji düzleminde birbirlerini tamamlıyorlar. Bu
görülmeli.
Mülkiyet ilişkilerinin var ettiği bir ideoloji ve
siyaset, ne yaparsa yapsın, o ilişkileri besliyor. Sınıf, ülke ve beden, o
mülkiyet ilişkileri önünde diz çöktürülüyor. Bize giydirilen ucuz “AKP
karşıtlığı” gömleğini atıp, oralardaki çığlıkları, dertleri, sıçramaları
görmek, onlara örgütlenmek gerekiyor.
Çerağ uyandırılmayı bekliyor.
Eren Balkır
30 Eylül 2018
Dipnot:
[1] “Ferhat Tunç’tan Merkel’e Açık Mektup”, 29 Eylül 2018, Bianet.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder