Sırf
Aziz Sancar’ı HDP milletvekilinin akrabası diye Kürt ilân eden, Nobel’ini
sahiplenen, onun adına “ödülümü Kürt hareketine armağan ediyorum” demek için
Twitter hesabı açan arkadaşlar, son nükleer santrali reklâmına neden
şaşırıyorlar, kızıyorlar?
Özünde
bu kişiler de nükleer santralin ardındaki iradenin bir parçası, bu böyle
değerlendirilmeli. Ödülün armağan edildiği yer Kürt hareketi değil, TSK’ydı. Bu
kurum, NATO bileşeni. Aziz Sancar’ın adı ise NATO ile bağlantılı bilimsel
çalışmalarla birlikte anılıyor. Aziz Sancar’ı sahiplenenler, bugün NATO’dan
medet umuyorlar, gayet doğal! NATO’nun, CIA’in, Pentagon’un “enternasyonalizm”i
en çok sevilen şey!
* * *
Peki
“güç nedir?”
Perde
gerisinde belirli yerlerden istihbarat aldığını sanmak, gizli güçlerin açık
piyonu olmayı içine sindirmek midir? Güç arayışı, neden hep düzenin pekişmesine
çıkar?
Sırrı
Süreyya Önder, erken seçim tarihini önceden nasıl bilmektedir? Ve bu soruyu
neden kimse sormaz? Demirtaş’ın ismini kongrede silenler, bugün o ismi nasıl
alıyorlar ağızlarına?
Görülüyor
ki sol, “baskın seçim” sakızını ağzına almış oysa Önder, seçimi beş ay önceden
biliyormuş, o hâlde seçim “baskın” değilmiş! “Önder haberleri”, demek ki seçimi
meşru kılmak için var. Bu hâli, bu malumatı güçten saymamak gerek.
İşçiden-emekçiden
tiksinen küçük burjuva, güç kaynağını başka bir yerde aramaktadır. Sahip olduğu
“Marksizm” veya “sosyalizm” bilgisini satabileceğini düşünmekte, belirli
güçlerin kendisini kabul edeceği günü beklemektedir. Dolayısıyla, Marksizm ve
sosyalizm satılabilir kıvama getirilmek zorundadır. Oysa o kabul varsa,
satılıyorsa, Marksizm ve sosyalizm zaten yoktur. Maalesef bugün sol örgütleri,
işçi olma hâlinden tiksinen ve askerlikten kaçan kişiler yönetmektedir.
İşçi-asker gerilimi, tevhidi, sovyeti, bu kişiler için bir tür küfürdür.
* * *
Asker,
işçinin bilmesi gerekeni zaten bilmektedir. Asker ve işçi ikiliği, sol
şahsında, düzenden yana aşılmıştır. Askeri işçi sananlarla, işçiyi asker
sananlar arasındaki tartışmanın bir anlamı yoktur. İşçinin bilmemesini
isteyenler, askerin bildikleri üzerinde durmaktadır. Askere “sosyalist ol” emri
verenler, işçiden umutlarını kesmiş olanlardır veya zaten işçiden
kaçıyorlardır. Sosyalizmin, daha doğrusu demokrasinin işçiyle olmayacağına
hükmedenler, birilerinin askeri olmuşlardır. Hâsılı, birilerinin askeri
oluşlarını politik-ideolojik kılıfa büründürme imkânı bulmuşlardır. Derdi
sosyalizm ve devrim olanın bu hâlde olması, bu yaptıklarını yapması mümkün
değildir.
İşçi,
ezilen, halk, her zaman eksiktir. Batı, ilerleme, sekülerizm, aydınlanma
ölçütlerine vurulduğunda bunlar, her daim yanlış ve zararlı görüleceklerdir.
Dolayısıyla Kemalizmin askerinin karşısına Batı’nın STK’larını çıkartanlar,
yanılmaktadırlar. Kemalizmle sosyalizme uzanacaklarını sananlarla, Batı
istihbaratları ve STK’larla sosyalizme varacaklarını düşünenler, aynı
madalyonun iki yüzüdür. Hepsi, özünde aynı “genelkurmay”a bağlıdır. İşçiyi,
ezileni ve halkı küçük görme konusunda her ikisi de ortaktır.
* * *
Yuval
Harari, bir röportajında, yirminci yüzyılın “kitle çağı” olduğunu söylüyor.
Yazar, artık kitlenin öneminin kalmadığı üzerinde duruyor. Eskiden işçi veya
asker olan insanlar, bugün teknik ilerleme sayesinde, daha az işçi ve daha az
asker oluyorlar, bu da kitlenin önemini azaltıyor. Teknik ilerleme, yapay zekâ,
robotlar, kitleyi hafifletiyor.
Sol
ise kısır Marksizm ve sosyalizm malumatını teknolojik determinizm çizgisine
çekiyor. “Robot”, kelime kökeni olarak köleliği imliyor. Aristokratlara ve
burjuvalara öykünenler, haz dünyalarını onlara göre ayarlayanlar, teknolojik
ilerleme karşısında ağızlarından akan suyu kontrol dahi edemiyorlar. Bu
ilerlemecilik, siyaseti de vuruyor. Çok özel ve çok gelişkin cihazlara dair
bilginin kendileri gibi çok özel ve çok gelişkin bireylerde olacağına sınıfsal
mânâda seviniyorlar. Bu durum, sosyalizm ve Marksizm malumatını da
biçimlendiriyor. Süreç içerisinde teknolojik determinizm, teknik tapınıcılığı
bir tür kadercilik üretiyor.
Altmışların
elde silâh, sömürgecilikle mücadele eden gerillalarını ikonalaştıranlar,
böylesi bir bağlam dâhilinde iş görüyorlar. Yani özünde o ikonalar üzerinden,
kitlelerin sorumluluğunu üstlenmeyen, üstlenmek istenmeyen orta sınıflara
sesleniyorlar. İşçi sınıfı, tekil kimliklere; askerî faaliyet tekil pratiklere
indirgeniyor. İşçi askerleştiriliyor, ama ancak bir tür ronin olarak!
Neticede her şey, ancak görsellikte, görünürlükte anlam kazanabiliyor. Askerin
güvenlik şirketi müdürü, işçinin sendika başkanı olduğu yerde, sol da bu hâle
göre yoğruluyor. O müdüre ve başkana göre düşünüyor. Kendisine ona göre
kuruyor.
Bu
küçük burjuva siyaset, doğalında, silâhı bir tür askerîleşme olarak anlıyor,
daha doğrusu, bu türden bir askerî bilinç, işçi sahasına galebe çalıyor.
Böylelikle “kalabalıkların günlük derdine derman olma çabası” değersizleşiyor,
özel odalarda, özel bilgilerle hareket eden özel insanlar, kendi vehimlerini
gerçek zannetme imkânı buluyorlar. Halktan, işçiden kaçmak için askerîliğe
kaçılıyor, bunun için de askerîlik halktan kaçırılıyor. Kürt Hareketi’nin
istismarı, bu noktada devreye giriyor. Yoksa Kürt’ü “aşağılık bir halk” olarak
gördüklerine hiç şüphe yok.
* * *
İktidar
gibi muhalefet de kitlelerin sorumluluğundan kurtulma yolları arayıp buluyor.
Bir tür sekülerizm, yoksulların sorumluluğu denilen yükten kurtulmak isteyen
ruhban sınıfının icraatı olarak varoluyor. Asker olanlar, yurttaş olma imkânı
buluyorlar, bu oluş, işçi olmanın karşısına çıkartılıyor. Kilisenin sırtında
yük olarak görülen yoksullar, askere alınıyor, sekülerizm bu yataktan akıyor.
İşçilerin derdini yüklenenler de zamanla düzene teslim oluyorlar.
“Cumhur
ittifakı” dedikleri, işçi ve asker ittifakı karşıtlığı üzerinden varoluyor
aslında, görülmeyen, görülmek istenmeyen bu. Solun büyük bir kısmı da bu
işçi-asker ittifakına karşı olduğundan, cumhur ittifakını sessizlikle
geçiştirebileceğini düşünüyor, daha doğrusu, gizliden gizliye bu ittifaktan
gayet memnun.
Efrin’e
ses etmeyen HDP siyasetçileri, belki de seçimde tulum çıkartıp sevinç naraları
atacakları yeni bir yerin haritaya eklenmesiyle ilgileniyorlar sadece.
Sessizliğin sebebi belki de budur, kimbilir!
Devlet
ve sermayeden oluşan iktidar mekanizması, işçi ve asker sovyetini her daim
tehdit görüyor. Madde ve diyalektik, bu sovyetin kuvveden fiile geçişine dair,
bu görülmüyor. Orada olunmayınca, iktidar mekanizması, çeşitli araçlarıyla
toplumsal dinamikleri kendisine örgütlüyor, kavga ettiriyor, bazen de kurtarıcı
güç olarak ortaya çıkıyor. Aziz Sancar’ı Kürt olarak sevenle Türk olarak seven,
onun arkasındaki iktidar mekanizmasını ve somut adımlarını hiç görmüyor.
İdeolojik kılıflar, her daim, sorumluluklardan, yükten, dertten kaçışı
gizliyor.
* * *
İşçi-köylü-asker
ittifakı olarak sovyet, bir devrimde mânâ kazanıyor. Devrimi ve sovyeti
lügatinden silip atmış olan sol, başka güçlerin peşine takılıyor. HDP
sıralarında kimileri, başka sol örgütlere “bu yaptığınız ergen siyaseti”
diyorlar, aslında bu eleştiri, hâlâ kitleyi önemsiyor olmakla alakalı. “Bizim
gibi özel güçlerle muhatap olacak düzeye gelemediniz hâlâ” deniliyor, tepeden
bakan gözlerle.
Devlet,
Efrin’de “şu kadar teröristi etkisiz hâle getirdik” diyerek sürekli rakamlar
aktarıyor. İnsan canı, istatistik malzemesi hâline getiriliyor. Bu, sol
içerisinde de görülen bir bakış açısı. Kitle, basit bir istatistik konusu. O
nedenle kimi örgütler, çocuk kulübüne veya sanat kulübüne ricat ediyorlar.
Kitle etkisizleştirilmeli, estetize edilmeli, çocuklaştırılmalı, istenen bu. 27
Mart tiyatro günü ve 23 Nisan, 1 Mayıs’a nazaran daha politik, daha anlamlı
kimilerine göre.
Ahmet
Kaya’nın dediği gibi, “siz istediniz gül teninizdeki yaraları.” Bu siyaset ve
güç algısı/bilgisi, dönemin gereğince biçimleniyor. İşçi ve asker, teknik
ilerlemeyle önemsizleşiyor, işçi ve asker olmaktan tiksinen, onlardan kaçan
küçük burjuvalar, örgütlerin tepelerine kuruluyor, yüksek siyaset moda hâline
geliyor, herkes cebini düşünüyor, “kişisel olan politiktir” diyerek kendi
kişisel yalanlarını meşrulaştırmayı politika diye yutturma imkânı buluyorlar.
Sol
için “tankınız ne güçlü generalim” veya “binlerce gözü var partinin” diyen
Bertolt Brecht gerici, demode ve ilkel. İşçi-asker sovyetini bastırmakla meşgul
bir iktidar kurgusu var orta yerde. Ona karşı güç olma çabası, anlamını ve
bağlamını yitiriyor. Bağların kopmasının, yeni bağların kurulamamasının
sebebini burada aramak lazım. Yazılarıyla, kortejleriyle aynadaki akislerine
methiyeler düzmekle ömür tüketenlerin bu gidişata çare sunması mümkün değil.
Eren Balkır
19 Nisan 2018
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder