Birinci Kısım
Kendi
ülkemizdeki ve Rusya’daki işçilerin Çarlık rejimine ve kapitalist sömürgecilere
karşı cesurca mücadele etmeye başlamalarıyla, her gün daha fazla papazın
vaazlarında mücadele eden işçilere sözlü olarak saldırıda bulunduğunu gördük.
Din adamları, sosyalistlere karşı gayretkeş bir mücadele veriyorlar ve onları
işçilerin gözünde küçültmek için ellerinden geleni yapıyorlar. Pazar günleri ve
yortu zamanları kiliseye giden müminler, vaaz duyup rahatlamaktan ziyade
gerçekten de sosyalizme açılan davanın iddianamesi gibi işlev gören şedid bir
siyasi konuşma dinlemek zorunda kalıyorlar. Rahipler, Hıristiyanlık inancına
sahip olup kiliseye giden, pek çok sıkıntısı olan ve zorlu hayat şartları
altında ezilen insanları rahatlatmak yerine, grev yapan işçilere ve rejim
karşıtlarına öfke kusuyorlar; dahası, onlara yoksulluğa ve baskıya mütevazılık
ve sabırla katlanmalarını öğütlüyorlar. Kiliseyi ve kürsülerini siyasi
propaganda aracı hâline getiriyorlar.
İşçiler,
din adamlarının sosyal demokratlara[1] karşı verdikleri mücadelenin sosyal
demokratlar eliyle kışkırtılmadığından emin olabilirler. Sosyal demokratlar,
örgütlenmeyi ve işçileri sermayeye, yani onları iliklerini kurutana kadar
çalıştıran sömürgecilere ve halkı haraca bağlayan Çarlık rejimine karşı
mücadele için örgütlemeyi kendilerine amaç edinmişlerdir. Ancak işçileri hiçbir
zaman din adamlarına karşı savaşmaya sevk etmemiş yahut kimsenin dinî inancına,
hiçbir surette, karışmamışlardır! Dünyada da ülkemizde de sosyal demokratlar,
din ve vicdan özgürlüğünü kutsal sayarlar. Herkes, kendisine mutluluk
vereceğini düşündüğü inancı ve görüşü benimseyebilir. Kimsenin bir başkasının
dinî görüşünü yargılamak veya inancına saldırmak gibi bir hakkı yoktur. Sosyalistler
böyle düşünür. İşte tam da bu yüzden insanları durmaksızın vicdanlarına
saldıran Katolikleri, Rus Katoliklerini[2], Yahudileri, tanrıtanımazları ve
özgür düşünenleri yargılayan Çarlık rejimine karşı mücadele etmek üzere bir
araya getirenler sosyalistlerdir. Din ve vicdan özgürlüğünü en güçlü biçimde
savunanlar da aşikâr ki sosyal demokratlardır. Dolayısıyla, din adamları
ölümüne çalışan insanları aydınlatmaya çalışan sosyal demokratlara aslında
katkıda bulunmalıdırlar. Sosyalistlerin işçi sınıfına getirdiği öğretileri
düzgün bir biçimde kavradığımız vakit, din adamlarının bu nefreti daha da
anlaşılmaz hâle gelir.
Sosyal
demokratlar, emekçi insanların zenginler tarafından sömürülmesine bir son
vermek niyetindeler. Aslında bu işi sosyal demokratlar açısından kolaylaştıran
ilk insanlar, kilisenin hizmetkârı olan Hıristiyanlardı zaten. (Rahiplerin
hizmet ettiği) İsa “bir zenginin Cennet’e girmesi, bir devenin iğne deliğinden
geçmesinden daha zordur.”[3] dememiş miydi? Sosyal demokratlar, faaliyet
gösterdikleri ülkelerin tamamında bütün yurttaşların eşitliğine, özgürlüğüne ve
dayanışmasına dayalı yönetimleri işbaşına getirmeye çalışmaktadırlar. Din
adamları, “komşunu kendini sevdiğin gibi sev” ilkesinin gerçek yaşama
uygulanmasını hakikaten istiyorlarsa, niçin sosyal demokratların siyasi
propagandasını memnuniyetle karşılamıyorlar? Sosyal demokratlar, canhıraş bir
şekilde, insanları eğitmek ve örgütlemek yoluyla, onları içinde bulundukları
zulümden çıkarmak ve çocuklarına daha iyi bir gelecek sunmak için uğraşıyorlar.
Bu noktada din adamlarının sosyal demokratları aslında kutsaması gerektiğini
herkes kabul etmelidir. Değil mi ki yoluna baş koydukları Yüce İsa “benim için
ne yapıyorsanız, yoksullara da aynısı yapın” demiştir![4]
Ancak
görülen o ki din adamları, bir yandan sosyal demokratları aforoz edip
yargılarken, öte yandan işçilere sabır içinde acı çekmelerini, yani kapitalist
sömürgeciler tarafından sömürülmeye seslerini çıkarmamalarını buyurmaktadırlar.
Din adamları sosyal demokratlara karşı esip gürlemekte, işçilere derebeylerine
karşı “ayaklanmama” öğüdü vermekte, savunmasız insanları öldüren, milyonlarca
işçiyi kanlı bir savaşa gönderen, Katolikleri, Rus Katoliklerini ve Kadim
Müminleri[5] infaz eden bu yönetimin baskısına itaatkârca boyun eğmelerini vaaz
etmektedirler. Kendilerini zenginlerin sözcüsü ve sömürüyle baskının yılmaz
savunucusu kılan din adamları, böylelikle Hıristiyan öğretisinin alenen
karşısında konumlanmaktadırlar. Piskoposlar ve rahipler, Hıristiyanlık öğretisini
yaymıyorlar, bilâkis, Altın Buzağı’ya[6] ve yoksullarla mazlumlara darbe üstüne
darbe indiren Kamçı’ya tapıyorlar.
Ayrıca,
herkes rahiplerin işçiler üzerinden nasıl kâr sağladıklarını, evlilik, vaftiz
ve cenaze gibi olaylarda insanların parası aldığını biliyor zaten. Az mı duyduk
“ücreti” ödenmediği için ölüm döşeğindeki bir adamın yanına gitmeyi reddeden
rahipleri? İşçi, bu durumda, elindeki son malı da, yakınını dinî açıdan
rahatlatabilmek üzere, çaresizlik içinde satmaya davranmaktadır.
Elbette,
böyle davranmayan din adamları da tanıyoruz. İyilik ve merhametle dolu, kazanç
peşinde koşmayan rahipler de mevcuttur; bu insanlar, her zaman yoksullara
yardıma hazırdırlar. Ancak bu türden din adamlarının pek de yaygın
olmadıklarını ve beyaz kargalar addedilebileceklerini kabul etmeliyiz.
Rahiplerin çoğunluğu, ışıldayan gözleriyle zenginlere ve muktedirlere bakar,
bütün bozukluklar ve adaletsizlikler için sessizce af dileyerek, onların önünde
eğilirler. Ancak konu işçilere geldi mi, din adamları birden çark ederler:
Akıllarında yalnızca onları ezmek vardır; verdikleri sert vaazlarda işçilerin
“açgözlülüğünü” kınarlar; “açgözlülük” dedikleri de işçilerin kapitalizm
karşısında kendilerini müdafaa etmelerinden başka bir şey değildir. Din
adamlarının eylemleri ve Hıristiyanlık öğretileri arasındaki bu büyük çelişki,
herkesin biraz düşünmesine vesile olmalı. İşçiler, işçi sınıfının özgürleşme
mücadelesinde kilisenin kendileriyle ittifak kurmasını beklerken, onlara niçin
düşmanlık yaptıklarını merak etmektedirler. Kilise, nasıl olur da sömürülen
insanlara sığınak olmak yerine, zenginlerin kanlı zulmünün savunuculuğunu
yapar? Bu tuhaf olguyu anlayabilmek için, kilisenin tarihine bir göz atmak ve
yüzyıllar içinde geçirdiği değişimi tahlil etmek yeterli olacaktır.
İkinci Kısım
Sosyal
demokratlar, “komünizmi” getirmek istiyorlar; din adamlarının onlara karşı
olmasının temel sebebi budur. Her şeyden önce, bugün “Komünizm”e karşı savaşan
rahiplerin temelde ilk Hıristiyan havarilere karşı çıktığını fark etmek
şaşırtıcıdır. Çünkü ilk Hıristiyan havariler, kavgasını coşkuyla veren birer
komünistten başka bir şey değildi.
Bilindiği
üzere Hıristiyanlık dini, Antik Roma’da, önceden zengin ve güçlü olup da bugün
İtalya, İspanya, Fransa’yla Türkiye’nin bir kısmı ve Filistin olarak bildiğimiz
topraklardan ve başka ülkelerden oluşan Roma İmparatorluğu’nun çöküş döneminde
ortaya çıkmıştır. Çarlık Rusyası şuan ne durumdaysa, İsa doğduğunda Roma da
aynı durumdaydı. Bir yanda, bir avuç dolusu insan her türlü lüksün ve keyfin
tadına vararak aylaklık içinde yaşarken, öte yanda yoksulluk içinde çürüyüp
giden büyük bir kitle mevcuttu; her şeyin ötesinde şiddete ve yolsuzluğa batmış
bir yönetim halka alçakça baskı yapıyordu. Bütün bir Roma İmparatorluğu, tam
manasıyla başıbozukluğa saplanmıştı, etrafı düşmanlarla çevriliydi; yönetimdeki
askerler halka zulmediyorlardı; taşra terk edilmişti, topraklar atıl duruyordu,
şehirler, bilhassa başkent Roma, nefretle zenginlerin saraylarına bakan,
fakirliğe mahkûm edilmiş mazlumlarla doluydu; insanlar ekmek bulamıyorlardı,
evsizlerdi, giyecek kıyafetleri yoktu; umutsuzlardı ve yoksulluktan kurtulmaları
ihtimal dâhilinde görünmüyordu.
Çöküş
dönemindeki Roma İmparatorluğu’yla çarların imparatorluğu arasında tek bir fark
vardır: Roma İmparatorluğu’nun kapitalizmden haberi yoktu, ağır sanayi henüz
girmemişti dünya sahnesine. O dönemlerde, Roma’da kabul gören düzen kölelikti.
Soylu aileler, zenginler, bankerler, bunların hepsi ihtiyaçlarını savaşlardan
kazandıkları köleleri çalıştırarak karşılıyorlardı. Zaman içinde bu zenginler,
Romalı köylüleri topraklarından ederek İtalya’nın hemen hemen bütün bölgelerine
el koydular. Ele geçirdikleri bu bölgelerde haraç olarak çıkan ürünlere el
koydukları için bir denetçinin kırbacı altında çalışan ordular dolusu köle
tarafından çekip çevrilen malikânelere, muhteşem ekim alanlarına, üzüm
bağlarına, otlaklara, bostanlara ve zengin bahçelere sahip olup mülklerini
arttırarak kârlarını katladılar.
Topraklarından
ve ekmeklerinden olan kırsal kesimdeki insanlar başkente göç etti. Ancak bütün
işler köleler tarafından yapıldığı için maişetlerini kazanabilecekleri daha iyi
bir konuma gelemediler. Böylelikle Roma’da hiçbir şeye sahip olmayan,
emeklerini satma imkânından bile yoksun insanlardan oluşan bir ordu, proletarya[7],
vücuda geldi. Kırsal kesimden gelen bu proletarya, o zaman bugün olduğu gibi
fabrikalar tarafından massedilmedi; çaresiz bir yoksulluğun kurbanları oldular
ve dilenciliğe mahkûm edildiler. İşsiz oldukları için açlıktan ölen, Roma’nın
kenar mahallelerini, meydanlarını ve sokaklarını dolduran bu büyük insan
kalabalığı yönetim ve egemen sınıflar açısından kalıcı bir tehlike teşkil
ediyordu. Devlet bu yüzden, kendi çıkarları hasebiyle, yoksulluğa bir çözüm
bulmak zorundaydı. Zaman zaman proletaryaya şehrin depolarında muhafaza edilen
mısır ve diğer gıdalardan dağıtılıyordu. Ayrıca, bu insanlara zorlu yaşamlarını
bir nebze unutturmak için parasız sirkler getirtiliyordu. Bütün bir toplumu
emeğiyle ayakta tutan günümüz proleterlerinin aksine, Roma proletaryası
yardımlarla ve bağışlarla ayakta duruyordu.
Roma
toplumu için çalışan ve korkunç bir muameleye maruz kalan, ezilen kölelerdi.
Yoksulluğun ve yozlaşmanın hüküm sürdüğü bu kaos ortamında, bir avuç Romalı
kodaman vaktini sefahat ve hovardalık içinde harcıyordu. Bu korkunç toplumsal
koşullardan çıkmanın hiçbir mümkünü yoktu. Proleterler durumdan şikâyet
ediyorlar, zaman zaman ayaklanacaklarına dair tehditler savuruyorlardı ancak
efendilerin masalarından önlerine atılan kırıntılarla yaşayan bir dilenci
sınıfı yeni bir toplumsal düzen kuramazdı. Dahası, emekleriyle bütün toplumu
ayakta tutan köleler de öyle mazlum, dağınık yaşıyor, boyunduruk altında
öylesine ezilip, hayvanca muamele görüyor ve diğer sınıflardan uzak bir hayat
sürüyorlardı ki toplumu dönüştürmeleri imkânsızdı. Sık sık efendilerine karşı ayaklanıyor,
kendilerini kanlı mücadelelerle özgürleştirmeye uğraşıyorlardı; ancak Roma
ordusu bu ayaklanmaları, binlerce köleyi katletmek ve çarmıha germek suretiyle
her seferinde bastırıyordu.
Halkın
bu trajik durumdan çıkmak için bir yol bulamadığı, daha iyi bir yaşam için
umutlanamadığı bu zalim düzende, ezilenler kurtuluşu aramak üzere yüzlerini
Cennet’e döndüler. Hıristiyanlık dini de bu mutsuz varlıklara bir can simidi,
bir teselli gibi göründü ve onları cesaretlendirdi; Hıristiyanlık ortaya
çıktığı ilk andan beri Romalı proleterlerin dini olagelmiştir. Bu sınıfa mensup
insanların konumu uyarınca, ilk Hıristiyanlar, malların ortaklaştırılmasını,
komünist bir düzenin uygulanmasını talep etmişlerdi. Bundan daha normal ne
olabilirdi? Halk, ekmek kapısından yoksundu ve fakirlikten kırılıyordu. Halkı
savunan bir din, zenginlerin bir avuç imtiyazlı insana değil de herkese ait
olması gereken serveti yoksullarla paylaşmasını talep ediyordu; bu talep,
insanların eşit olması gerektiğini vazeden bir din, tabii ki büyük bir başarıya
ulaşacaktı. Ancak, bunun bugün sosyal demokratların bütün insanlık birlik
içinde çalışıp yaşayabilsin diye iş aletlerini ve üretim araçlarını ortak mülk
hâline getirmekle ilgili olarak ortaya koyduğu taleple hiç alâkası yoktur.
Romalı
proleterlerin çalışarak değil de devletten aldıkları yardımlarla geçindiğini
söylemiştik. Hıristiyanların kolektif mülk talebi de üretim araçlarıyla değil
de tüketim araçlarıyla ilişkiliydi. Hıristiyanlar toprağın, atölyelerin ve iş
araçlarının ortak mülk hâline gelmesini değil de; her şeyin, evlerin,
kıyafetlerin, gıdanın ve yaşam için gerekli olan bütün ürünlerin eşit şekilde
bölüştürülmesini talep etmekteydi. Hıristiyan komünistler, bu zenginliklerin
kökenini sorgulamamaya büyük özen göstermişlerdir. Üretim işi daima kölelerin
omuzlarına yıkılmıştır. Hıristiyanlar, servet sahiplerinin Hıristiyanlık dinini
benimsemesi ve zenginliklerini ortak mülk hâline getirmesini arzulamışlardır;
böylelikle herkes, eşitlik ve kardeşlik içerisinde bu güzel nimetlerin tadını
çıkarabilecektir.
Esasında,
ilk Hıristiyan cemaatlerinin örgütlenme biçimi de bu şekildeydi. O günün
yazarlarından birisi şöyle demiştir:
“Bu insanların malda,
mülkte, servette gözü yoktur, aksine kolektif mülkiyeti vaaz ederler ve
içlerinden hiçbirisinin bir diğerinden daha fazla malı yoktur. Onlara katılmak
isteyen herhangi birisinin mallarını herkesin kullanımına sunması zorunludur.
Bu yüzden de aralarında ne fakir var, ne de lüks içinde yaşayan; her şeyi
kardeş gibi paylaşıyorlar. Ayrı bir şehirde yaşamıyorlar ancak her şehirde
kendi evleri var. Dinlerine mensup bir yabancının o şehre gelmesi hâlinde hemen
evlerini onunla paylaşıyorlar; bu kişi, evden ve diğer mülklerden onlar nasıl
yararlanıyorsa o şekilde yararlanabiliyor. Bu insanlar, birbirlerini önceden
tanımıyor olsalar bile sıcaklıkla karşılıyorlar; ilişkileri çok dostane.
Seyahat ederken yanlarında soygunculara karşı korunmak için taşıdıkları silâh
dışında bir şey götürmüyorlar. Her bir şehirde, seyyahlara kıyafet ve yiyecek
dağıtan bir mensupları bulunuyor. Aralarında ticaret diye bir şey yok. Ancak,
içlerinden birisi ihtiyaç sahibi bir başkasına sahip olduğu eşyayı verdiğinde,
karşılığında kendi ihtiyacını karşılayacak bir başka eşya alıyor. Ancak verecek
bir şeyi olmayanlar da ihtiyaçlarını beyan edebiliyorlar.”
Resullerin
İşleri’nde Kudüs’te kurulan ilk cemaate ilişkin şu cümleleri okuyoruz (4:32,
34, 35):
“Hiç kimse, kendisinin
olanı kendisinin malı gibi görmüyordu; her şey ortaktı. Toprak ve ev sahibi
olanlar, bunları sattıktan sonra, ellerine geçeni getirip Havarilere
sunuyorlardı. Bütün bu zenginlikler herkese, ihtiyaçlarına göre,
dağıtılıyordu.”
Alman
tarihçi Vogel de 1780 yılında ilk Hıristiyanlarla ilgili hemen hemen aynı
şeyleri yazmıştır:
“Kurallara göre, her bir
Hıristiyan’ın cemaatin bütün mensuplarının mülkleri üzerinde hakkı vardı;
istemesi hâlinde, daha zengin üyelerin servetlerini ihtiyaçlarına göre
kendisiyle paylaşmasını talep edebilirdi. Her Hıristiyan kardeşinin malını
kullanabilirdi; herhangi bir şeye sahip olan Hıristiyanların kardeşinin bunu
kullanabilmesine karşı çıkma hakkı yoktu. Bu yüzden de evi olmayan bir
Hıristiyan birkaç evi olan bir Hıristiyan’dan ev talep edebilirdi; malik kişi,
yalnızca kendi evini kendisine saklardı. Ancak ortak mülkiyetten ötürü, evi
olmayana barınma imkânı sağlanmak zorundaydı.”
Paralar
ortak bir yerde tutuluyordu ve bölüştürme işi için özel olarak atanmış bir
kimse ortak serveti herkes arasında paylaştırıyordu. Ancak, dahası vardı. İlk
Hıristiyanlar arasında, komünizm o kadar ilerlemişti ki yemeklerini de birlikte
yiyorlardı (bkz: Resullerin İşleri). Dolayısıyla aile hayatı diye bir şey
kalmamıştı; bütün Hıristiyan aileler, tek bir şehirde, tek ve geniş bir aile
misali, birlikte yaşıyorlardı.
Bitirirken,
kimi rahiplerin sosyal demokratlara, kadınları ortaklaştırmaya çalıştıkları
gerekçesiyle saldırmakta olduğunu ekleyelim. Bu elbette ki din adamlarının
komünizmle ilgili cehaletinden veya bize duydukları öfkeden kaynaklanan büyük
bir yalandır. Sosyal demokratlar, bu durumu evliliğin utanç verici ve hayvanî
bir tahrifi olarak görürler. Ancak bu uygulama ilk Hıristiyanlar arasında
yaygındı.[8]
Üçüncü Kısım
Dolayısıyla
birinci ve ikinci yüzyıllardaki Hıristiyanlar, komünizmin ateşli
destekçileriydi. Ancak böylesi bir komünizm, çalışma araçlarının değil de elde
edilen ürünlerin tüketimiyle ilgili bir ortaklığa dayanıyordu ve toplumu
dönüştürmeye, insanlararasındaki eşitsizliği sonlandırmaya ve zengini fakirden
ayıran engelleri kaldırmaya muktedir olmadığını kanıtlamıştı. Çünkü önceden
olduğu gibi, emekçiler eliyle ortaya konulan zenginlikler, bir avuç dolusu
malikin işine yarıyordu, çünkü üretim araçları (bilhassa toprak) şahsi mülk
olma özelliğini koruyordu; çünkü bütün bir toplum için gereken emeği köleler
harcıyordu. Geçimlerini sağlayabilecekleri araçlardan yoksun olan insanlar,
zenginlerin keyfi geldikçe yardım alıyorlardı yalnızca.
Nüfusun
fazlalığına oranla bir avuç dolusu insan, yalnızca kendileri kullanmak üzere
bütün verimli tarlaların, ormanların ve çayırların, çiftlik hayvanlarının ve
çiftliklerin, atölyelerin, üretim için gereken araç ve malzemelerin sahibiyse
ve diğerleri, geriye kalan çoğunluk, üretim yapmak için gerekli olan hiçbir
şeyin maliki değilse, insanlar arasında herhangi bir eşitlikten bahsedilemez.
Bu gibi koşullarda toplum, aşikâr şekilde zenginler ve fakirler, sefahat içinde
yaşayanlar ve sefalet içinde yaşayanlar olarak iki sınıfa ayrılmıştır. Bir
düşünün, Hıristiyanlık öğretisinden etkilenen zenginler para, tahıl, meyve,
giyecek ve hayvanları, yani sahip olduklarını halkla paylaşmayı teklif ettiler,
sonuç ne olacaktı? Yoksulluk birkaç hafta boyunca kaybolacak ve bu zaman zarfı
içinde insanlar beslenebilecek, giyinebileceklerdi. Ancak bu ürünler çabucak
tüketilecekti. Kısa bir süre sonra, dağıtılan zenginlikleri harcamış olan
insanların elleri yeniden ve yeniden boş kalacaktı. Toprağın ve üretim
araçlarının sahibi, kölelerin temin ettiği emek gücü sayesinde, daha fazla
üretim yapacak ancak değişen bir şey olmayacaktı. İşte sosyal demokratların
Hıristiyan komünistlerden daha farklı düşündüğü nokta da burasıdır. Sosyal
demokratlar şöyle der: “Biz zenginlerin ellerindekini yoksullarla paylaşmasını
istemiyoruz, biz bağış veya yardım da istemiyoruz; bunlar insan arasındaki
eşitsizliğin devam etmesini engelleyemez. Talep ettiğimiz hiçbir şekilde
zenginler ve yoksullar arasında paylaşım yapılması değil, zenginin ve yoksulun
tamamen ortadan kalkmasıdır”.
Bu
da ancak bütün servetin, toprağın, bütün üretim ve çalışma araçlarıyla
birlikte, kendileri için, kendi ihtiyaçlarına göre üretim yapacak emekçi
insanların ortak mülkü hâline gelmesiyle mümkündür. İlk Hıristiyanlar,
proletaryanın yoksulluğunun hâkim sınıfların sunduğu zenginlikle
düzelebileceğine inanıyorlardı. Bu da havanda su dövmek demekti. Hıristiyan
komünizmi, ekonomik durumu değiştirmeye veya iyiye götürmeye kadir değildi ve
zaten devamı da gelmedi.
Başlangıçta
yeni Mesih’in takipçilerinin Roma toplumunda yalnızca küçük bir grup
oluşturduğu zamanlarda, malların ortak paylaşımı, yemeklerin birlikte yenilmesi
ve aynı çatı altında yaşamak uygulanabilir şeylerdi. Ama Hıristiyanların sayısı
İmparatorluğa yayıldıkça, takipçilerin bu komünal bir yaşam sürmesi gittikçe
zorlaşmaya başladı. Kısa bir süre sonra, birlikte yemek yeme âdeti ve malların
bölüşülmesi uygulaması daha farklı bir noktaya kaydı. Hıristiyanlar artık tek
bir aile gibi yaşamıyorlardı; her biri kendi mülkünün sorumluluğunu alıyordu ve
artık mallarının tamamını cemaate sunmuyorlardı, yalnızca lüzumundan fazla
olanları teklif ediyorlardı. Zenginlerin ellerindekini halka bağışlaması, ortak
yaşama katılımla ilgili karakterini kaybederek, kısa zaman içinde yalnızca
yardıma/bağış yapmaya dönüştü; çünkü zengin Hıristiyanlar artık ortak mülkleri
kullanmıyordu ve sahip olduklarının az bir kısmını diğerlerinin hizmetine
veriyordu ki bu oran da zaten bağış yapan kişinin insafına kalmıştı.
Dolayısıyla, Hıristiyan komünizminin merkezinde zenginle fakir arasında bir
ayrım belirivermişti; bu ayrım da Roma İmparatorluğu’nda hüküm süren ve ilk
Hıristiyanların savaştığı duruma benzemekteydi. Kısa bir süre sonra yalnızca
fakir Hıristiyanlar ve proleterler ortak yemeklere katılır olmuştu; sahip
oldukları bolluğun bir kısmını yoksullara sunmuş olan zenginler kendilerini
ayrı tutuyorlardı. Yoksullar, zenginlerin önlerine attığı yardımlarla yaşamaya
başlamışlar, toplum eski hâline dönmüştü. Hıristiyanlar hiçbir şeyi değiştirememişlerdi.
Ancak
kilise papazları, uzun bir süre boyunca, zenginleri cezalandırarak ve ilk
havarilerin komünizmine dönülmesi yönünde tavsiyeler vererek, Hıristiyan
toplumuna nüfuz eden toplumsal eşitsizliğe karşı ateşli söylemlerle mücadele
ettiler.
İsa’dan
sonra dördüncü yüzyılda, Aziz Basil zenginlere karşı şöyle vaazda bulunuyordu:
“Sizi zavallılar,
kendinizi Yüce Yargıç’ın önünde nasıl haklı çıkaracaksınız? Bana ‘Bize ait
olanı elimizde tutmak istememiz suç mu?’ diyorsunuz. Sorarım size, ‘kendi
mülkünüz dediğiniz şeyi nasıl elde ettiniz? Malikler herkese ait olanı ele
geçirmedilerse, nasıl zengin oldular? Eğer herkes, sadece ve sadece ihtiyacı
olanı alıp gerisini diğerlerine bıraksaydı, ne zengin diye bir şey olurdu ne de
yoksul.’ […]”
Hıristiyanlara
havarilerin komünizmine geri dönmeleri noktasında en ateşli vaazları veren de
İstanbul Patriği Aziz John Chrysostom’du (347’de Hatay’da doğmuş, 407’de
Almanya’da sürgünde ölmüştü) Bu ünlü vaiz, Resullerin İşleri’yle ilgili 11.
vaazında şöyle diyordu:
“Havariler arasında büyük
bir yardımlaşma vardı, aralarında kimse yoksul değildi. Hiç kimse, kendisine
ait olanı kendi malı olarak görmüyordu, bütün zenginlikler ortaktı. […]
Aralarında büyük bir dayanışma ve yardımlaşma vardı. Bu yardımlaşma ve dayanışma
aralarında hiçbir yoksul kalmayana kadar sürdü; öyle ki mülk sahibi olanlar,
kendilerini mallarından kurtarmak için acele ediyorlardı. Servetlerini ikiye
ayırıp bir kısmını ihtiyaç sahiplerine verip diğer kısmını kendilerine
saklamıyorlardı; ellerindeki her şeyi veriyorlardı. Böylelikle aralarında
hiçbir suretle eşitsizlik olmuyordu; hepsi bolluk içinde yaşıyordu. Her şey
büyük bir huşuyla hallediliyordu. Verdikleri verenden alana geçiyor değildi;
gösteriş yapmadan veriyorlardı; mallarını efendileri olan ve kendilerine
sunulanları artık şahsi mülk olarak değil de cemaatin malı olarak kullanan
havarilerin ayaklarına seriyorlardı. Bu şekilde boş bir kibre de
kapılmıyorlardı. Ah! Bu gelenekler nereye gitti? Zengin-fakir hepimiz bu saygı
dolu dayanışmadan yararlanıyorduk, buna uymaktan aynı hazzı almalıyız hepimiz.
Zenginler, mülklerini verdiklerinde fakirleşmiş olmayacak, fakirler de
zenginleşmiş olmayacaktı... Ne yapılması gerektiğine dair net bir fikir vermeye
çalışalım.[…]
Şimdi
bir düşünelim, zenginler de fakirler de sakin olsun, çünkü yalnızca
düşünüyoruz, evet bir düşünelim, bize ait olan her şeyi ortak bir havuza koymak
üzere elimizden çıkarıyoruz. Tam tutarı söyleyemeyeceğim, ancak aramızdaki
herkes, cinsiyeti fark etmeksizin, bütün hazinelerini buraya getirirse, sahip
olduğu tarlaları, mülkleri ve evleri satacak olursa herkes, kölelerden
bahsetmiyorum, çünkü Hıristiyan toplumunda köle yoktu ve olanlar da
özgürlüklerini kazanmaktaydı; yani herkesin aynı şeyi yaptığını düşünürsek, yüz
binlerce sterlin değerlinde altına, milyonlara ve kıymetli eşyaya sahip
olurduk.
Evet,
pekâlâ! Bu şehirde kaç insan yaşıyor sizce? Kaçı Hıristiyan? Yüz bin olduğu
konusunda hemfikir miyiz? Geriye kalanlar da Yahudi ve putperest diyelim. Kaç
tanesiyle bir araya gelmememiz gerekiyor? Şimdi eğer yoksulların sayısını
hesaplayacak olursanız, kaç çıkacak? En fazla elli bin muhtaç insan. Bu
insanları her gün besleyebilmek için ne gerekiyor? Yiyecek tedariki ve bu
yiyeceklerin ulaştırılması ortak şekilde organize edilirse pek fazla masraf
olacağını sanmıyorum.
Şimdi
muhtemelen diyeceksiniz ki bütün bu ürünler bittiğinde ne olacak? Ne olacak!
Böyle bir şey olabilir mi? Tanrı’nın lütfu bundan bin kat fazla olmayacak
mıdır? Yeryüzünde kuramayacak mıyız cenneti?”
Eğer
daha önce malların bu şekilde ortaklaştırılması üç-beş bin mümin arasında
gerçekleştirildiyse ve iyi sonuçları olduysa, aralarındaki yoksulluğu
bitirdiyse, bu kadar çok insanın Hıristiyan olduğu bir dönemde neden olmasın
aynısı? Ortak hazineyi arttırmak için çabalamayan paganlar arasında neden
olmasın? Bir avuç insanın sahip olduğu servet çok daha kolay ve çabuk harcanır;
egemenlerin daha da fazla şeye sahip olmaya başlaması yoksulluğun sebebidir.
Bir erkek, bir kadın ve on çocuktan oluşan hane örneğine bakalım: Kadın dokuma
yapmakla meşgul, kocası dışarıda çalışarak eve ekmek getiriyor; bana bu ailenin
hangi durumda daha çok para harcayacağını söyler misiniz? Birlikte yaşayınca
mı, ayrı yaşayınca mı daha fazla para harcarlar? Elbette birlikte yaşayınca.
Ayrılmaları hâlinde on eve, on masaya, on hizmetçiye ve on farklı cep
harçlığına gereksinim duyulacaktır. Eğer birçok köleniz varsa, ne yaparsınız?
Masrafları azaltmak için hepsine ortak bir masada yemek verirsiniz, değil mi?
Bölünme fakirliğin sebebidir; uyum ve birlikse zenginliklerin temeli.
Manastırlarda
hâlâ ilk Hıristiyanlar gibi yaşıyorlar. Oralarda açlıktan ölen var mı? Yiyecek
bulamayan var mı? Ancak günümüzde insanlar bu şekilde komünal bir yaşam
sürmekten öylesine korkuyorlar ki denize düşmek onlar için daha iyi! Niçin bunu
denemiyoruz? Deneyip görsek, daha az korkardık. Ne iyi yapardık! Bütün dünya
karşısında nüfusları sekiz bin bile etmeyen bir avuç Hıristiyan, düşmandan
başka hiçbir şeye sahip değilken, ortak yaşamak için, dışarıdan yardım almadan,
cesurca adımlar attılarsa, bugün bütün dünyaya yayılmış Hıristiyanlar olarak
bizler bunu niçin yapamayalım? Bunu başarsak bir tane putperest kalır mı? Bir
tane bile kalmaz. Buna inanıyorum. Hepsini cezbeder ve dinimize
kazandırırdık.”[9]
Aziz
John Chrysostom’un bu ateşli ve tutkulu vaazları boşunaydı. İnsanlar, artık ne
İstanbul’da (Konstantinopolis) ne başka bir yerde komünist bir düzen tesis
etmeye uğraşıyorlardı. Hıristiyanlık yayılır ve dördüncü yüzyıldan sonra
Roma’da hâkim din hâline gelirken, inananlar ilk Havarilerin örnekliklerinden
gittikçe daha fazla uzaklaşıyorlardı. Hıristiyan cemaatinin içerisinde dahi
malların eşitsiz dağılımı artarak devam ediyordu.
Altıncı
yüzyılda, Büyük Gregory şöyle demişti:
“Başkalarının malını
çalmamak yetmez; Tanrı’nın herkes için yarattığı zenginlikleri kendinize
saklıyorsanız günah işliyorsunuz demektir. Sahip olduğu malları diğerlerine
vermeyen bir kimse bir katil, bir canidir; bir kimse fakirlerin doymasını
sağlayacak olanı kendisine sakladığı zaman, elindeki bollukla geçinebilecek
olanları öldürmüş sayılabilir; elimizdekileri sefalet içinde olanlarla
paylaştığımız zaman bize ait olan şeyleri onlara veriyor olmayız; onlara kendi
mallarını iade etmiş oluruz. Bunun merhamet göstermekle bir ilgisi yoktur; bunu
yaptığımız zaman borç ödemiş oluruz.”
Bu
çağrıların tamamı sonuçsuz kaldı. Ama suç, kilise papazlarının sözlerine
günümüzdeki Hıristiyanlardan çok daha fazla riayet eden o dönem
Hıristiyanlarının suçu değildi. İnsanlık tarihinde ekonomik koşulların iyi
söylevlere galebe çaldığı ilk dönem bu değildi şüphesiz.
İlk
Hıristiyanların kurmak istediği komünizm, yani ürünlerin tüketiminin
ortaklaşması, bütün nüfusun ortak mülk olan toprak ve diğer atölyeler
üzerindeki toplu emeği olmaksızın gerçekleştirilemezdi. İlk Hıristiyanların
döneminde, (üretim araçlarının ortaklaştırılması yoluyla) ortaya komünal bir
emek koymak imkânsızdı, çünkü önceden de belirttiğimiz gibi, emeğiyle
çalışanlar özgür insanlar değil, toplumun kıyısında yaşayan kölelerdi.
Hıristiyanlık farklı insanlar arasındaki emek veya mülkiyet eşitsizliğini gidermeye
çalışmadı. Bu yüzden de tüketimin eşitsiz bir şekilde dağılımını ortadan
kaldırmak için çabalaması işe yaramadı. Komünizmi hayata geçirmeye çalışan
kilise papazlarının sesleri yankı bulmadı. Dahası bu sesler kısa bir süre sonra
daha da az çıkmaya başladı ve kilise nihayetinde sessizliğe gömüldü. Papazlar
komünizmi ve malların bölüşülmesini vaaz etmeyi bıraktılar; çünkü Hıristiyan
cemaatinin gelişimi kilisenin içerisinde de kökten değişikliklere sebep oldu.
Dördüncü Kısım
Başlangıçta
Hıristiyanların sayısı azken, bildiğimiz anlamda ruhban sınıfı diye bir şey
mevcut değildi. Bağımsız bir dinî cemaat oluşturan müminler, her şehirde bir
araya geliyorlardı. Tanrıya hizmet etmekten ve dinî ayinleri yürütmekten
sorumlu bir üye seçiyorlardı. Her Hıristiyan, piskopos veya yüksek rütbeli bir
papaz olabilirdi. Bütün bunlar seçimle gerçekleşiyordu, feshedilebilir
nitelikteydi, parasız yapılıyordu ve cemaatin kendi özgür iradesiyle
atfettiğinden daha fazla güce de sahip değildi.[10] İnananların sayısı
arttıkça, cemaatlerin nüfusu çoğaldıkça ve bu cemaatler zenginleştikçe,
cemaatin işlerini yürütmek, yetki sahibi olmak vakit ve tam odaklanma
gerektiren bir meşgale hâlini almaya başladı. Yetki sahipleri, kendi özel
işleriyle bu meşgaleyi aynı zamanda yürütemeyince, ortaya cemaat üyeleri
arasından birini, yalnızca bu işlerle ilgilenecek olan bir din adamı seçmek
gibi bir âdet çıktı. Dolayısıyla, cemaatin çalışanlarına kendilerini bu işe
adadıkları için ödeme yapılması gerekiyordu artık. Böylelikle, kilisenin içinde
kendisini inananlardan ayıran yeni bir çalışan düzeni, ruhban sınıfı oluştu.
Zenginler ve fakirler arasındaki eşitsizliğe koşut olarak, ruhban sınıfı (din
adamları) ve halk arasında başka bir eşitsizlik biçimi peyda oldu. Başlangıçta
geçici bir görevi yerine getirmek üzere eşitler arasından seçilen din
görevlileri zamanla halka hükmeden bir sınıf oluşturmaya başladılar.
Devasa
büyüklüğe ulaşmış Roma İmparatorluğu’nun şehirlerinde Hıristiyan cemaatleri
artış gösterdikçe, yönetimin zulmüne uğrayan daha fazla Hıristiyan güç toplamak
üzere birleşme ihtiyacı hissetmeye başladı. Bütün bir İmparatorluk sathına
saçılmış olan cemaatler, dolayısıyla, tek bir kilisenin çatısı altında
örgütlendiler. Ancak bu örgütlenme vesilesiyle bir araya gelen halk değil de
din adamlarıydı. Dördüncü yüzyıldan itibaren, cemaatlerin papazları Konseylerde
bir araya gelmeye başladılar. İlk konsey 325 yılında İznik’te toplandı.
Böylece, halktan ayrı ve ayrışmış bir kurum olan ruhban sınıfı (din adamlarının
oluşturduğu sınıf) vücuda geldi. Daha güçlü ve zengin cemaatlerin papazları
Konseylerde başı çekiyordu. Bu yüzden de Roma Piskoposu yakın bir zamanda
kendisini bütün bir Hıristiyanlığın başında buldu ve Papa oldu. Bu şekilde,
kendi içinde de hiyerarşik olarak bölünen din adamları bir uçurumla halktan
ayrılmış oluyordu.
Tam
da o zamanlarda, halk ve din adamları arasındaki ekonomik ilişkiler büyük bir
değişim geçirdi. Bu düzenin tesisinden önce, kilisenin zengin mensuplarının
ortak mülkiyete kattıkları her şey yoksul insanlara gidiyordu. Sonrasında,
fonların büyük bir kısmı din adamlarının ücretini ödemeye ve kiliseyi işletmeye
gitmeye başladı. Dördüncü yüzyılda, Hıristiyanlık devlet tarafından korunmaya
ve Roma’nın hâkim dini olarak tanınmaya başladığında, Hıristiyanlara yapılan
zulümler son buldu ve bu hizmetler, artık mahzenlerde veya mütevazı salonlarda
değil de gittikçe daha ihtişamlı şekilde inşa edilmeye başlanan kiliselerde
yürütülür oldu. Bu masraflar da yoksullara ayrılması gereken maddi desteği
azalttı. Daha beşinci yüzyılda, kilisenin gelirleri dört bölüme ayrılmıştı;
önce papaza, sonra daha düşük rütbeli din adamlarına, sonra kilisenin çekip
çevrilmesine ve son olarak da muhtaç insanlara harcanıyordu bu gelirler. Yoksul
Hıristiyan nüfusu, bu şekilde, Başpapaz’ın tek başına aldığına eşit bir tutarı
paylaşmak durumunda kalıyordu.
Zaman
içerisinde, yoksullara önceden belirlenmiş tutarda bir bağış yapma alışkanlığı
kayboldu. Dahası, yüksek rütbeli din adamları önem kazandıkça, daha aşağıdaki
müminlerin kilisenin mülkü üzerinde herhangi bir denetimi kalmadı. Papazlar,
yoksullara kendi keyiflerince bir şeyler veriyorlardı. Halk, bağlı bulunduğu
din adamından yardım alıyordu. Ancak iş bununla da bitmiyordu. Hıristiyanlığın
başlangıcında, müminler ortak malların toplandığı havuza içlerinden geldiğince
bir şeyler sunuyorlardı. Ancak Hıristiyanlık bir Devlet dini hâlini alır almaz,
din adamları fakirlerin de zenginler gibi kiliseye hediyeler sunması
gerektiğini söyledi. Altıncı yüzyıldan sonra, din adamları halka kiliseye
ödemek zorunda oldukları özel bir vergi dayattı: aşar vergisi (mahsullerden
elde edilen gelirin yüzde onu). Halk, bu ağır vergi yükünün altında ezildi;
Orta Çağ’da bu vergi kölelik düzeni dolayısıyla baskı altında olan köylülerin
sırtına kırbaç gibi iniyordu. Aşar vergisi her bir toprak parçasından, her
mülkten alınıyordu. Ancak bunu emeğiyle ödeyen her daim köleydi. Böylelikle
yoksullar, yalnızca kilisenin yardım ve desteğini kaybetmemişler, aynı zamanda
rahiplerin kendilerini sömüren diğer insanlarla, prenslerle, soylularla ve
tefecilerle işbirliği yaptığını görmüşlerdi. Orta Çağ boyunca çalışan insanlar
kölelik düzeninden ötürü fakirliğe battıkça, kilise daha da zenginleşti. Aşar
vergisi ve diğer vergilerin yanı sıra, kilise bu dönemde her iki cinsiyetten
olup da sefahate dalmış, hayatlarının son dönemlerinde günahkâr yaşamlarını
affettirmeyi isteyen zenginlerden gelen büyük bağışlardan da epey kâr etti. Bu
sefih zenginler, kiliseye paralarını, evlerini, içlerindeki kölelerle birlikte
köylerini devrediyorlar; sahip oldukları tarlalardan ve köylülerin
hizmetlerinden gelenleri sunuyorlardı.
Kilise,
bu sayede muazzam bir servete sahip oldu. Aynı zamanda, din adamları kilisenin
onlara emanet ettiği servetin “idareciliğini” yürütmeyi bıraktı. Kitab-ı
Mukaddes’ten geldiğini söyledikleri bir yasa oluşturarak, 12. yüzyılda
kilisenin servetinin Hıristiyanların tamamına ait olmadığını, din adamlarının
ve onların başındaki Papa’nın özel mülkü olduğunu açıkça beyan etti. Şu durumda
papazlık konumu iyi bir gelir elde etme yolunda göz alıcı fırsatlar sunuyordu.
Papazlar, kilisenin malını kendi malıymış gibi kullanıyor ve akrabalarına,
oğullarına, torunlarına dağıtıyordu. Bu şekilde kilisenin malları yağmalanıyor
ve din adamlarının ailelerinin elinde çarçur oluyordu. Bu yüzden de Papalar,
kendilerini kilisenin serveti üzerinde egemen ilân ediyorlar ve bu serveti
dokunulmadan korumak, kendi miraslarının dağılmasını da engellemek için ruhban
sınıfının evlenmesini yasaklıyorlardı. Ruhban sınıfı mensuplarının bekâr
kalması gerektiği on birinci yüzyılda buyruldu; ancak din adamlarının
muhalefeti münasebetiyle, on üçüncü yüzyıla kadar uygulamaya konulmadı. Daha
sonra kilisenin servetinin dağılmasını önlemek amacıyla, 1297’de Papa VIII.
Boniface, papazların gelirlerini, ondan izin almadan, halktan insanlara
sunmasını yasakladı. Bu sayede kilise, bilhassa verimli toprakları da bünyesine
katmak suretiyle, muazzam bir servet biriktirdi ve Hıristiyan ülkelerin
tamamında ruhban sınıfı en önemli toprak sahibi konumuna yükseldi. Ruhban
sınıfı, genellikle o ülkedeki toprakların üçte birini veya üçte birinden
fazlasını elinde bulunduruyordu!
Köylüler,
yalnızca derebeylerin hizmetini görmüyor, aynı zamanda aşar vergisini de
ödüyorlardı; yalnızca prenslerin ve soyluların toprakları üzerindeki vergi
değil aynı zamanda papazların, piskoposların, rahiplerin ve rahibelerin
topraklarının vergisi de köylülerden kesiliyordu. Feodal zamanların bütün o
kudretli efendileri arasında en fazla sömürüyü kilise yapıyordu. Örneğin Büyük
Devrim’den önce, 18. yüzyılda, Fransa’da, ruhban sınıfı ülkedeki toprakların
beşte birini elinde tutuyor ve bundan yıllık 100 milyon frank kadar bir gelir
elde ediyordu. Toprak sahiplerinin ödediği aşar vergisi 23 milyon tutarındaydı.
Bu meblağ da manastırları dolduran 2.800 papaz ve piskoposun, 5.600 üst ve alt
rütbeli din adamının, 60.000 rahibin ve papaz yardımcısının, 24.000 keşişin ve
rahibenin boğazına gidiyordu.
Bu
papaz ordusu, vergiden ve askerî hizmet zorunluluğundan muaftı. “Afet”
zamanlarında; savaş, kötü hasat ve salgın sırasında kilise devlet hazinesine 16
milyon frankı geçmeyen “gönüllü” bir vergi öderdi, o kadar.
Şu
durumda soylular kadar din adamları da, ayrıcalıklarıyla birlikte, kölelerin
kanı ve teri üzerinden geçinen bir sınıf teşkil ediyordu. Kilisedeki yüksek,
fazla para getiren mevkiler yalnızca soylulara tevdi ediliyorlardı ve bu
görevler, soylular sınıfından dışarı çıkmıyordu. Nihayetinde kölelik düzeninin
hâkim olduğu bu dönemde, ruhban sınıfı soyluların sadık bir müttefikiydi; bu
sınıf soylulara destek veriyor ve bu insanların vaazlardan başka bir şey vaat
etmedikleri halkı ezmesine yardımcı oluyordu. Vaazlara göre yoksullar
alçakgönüllü olmalı ve kendi paylarına düşene razı gelmelilerdi. Kırsal kesimde
ve şehirde bulunan proleterler, baskıya ve köleliğe karşı isyana
kalkıştıklarında, karşılarındaki en acımasız düşman ruhban sınıfı oluyordu.
Kilise kurumunun içerisinde de iki sınıfın mevcudiyeti vakiydi: bütün serveti
yiyen yüksek rütbeli din adamlarıyla mütevazı yaşamları 500 ila 2000 franka mâl
olan taşra vaizleri. Bu yüzden din adamlarının bu imtiyazsız kolu daha yüksek
rütbeli din adamlarına karşı ayaklandı ve 1789’da, Büyük Devrim sırasında,
soyluların ve soylu rahiplerin iktidarına karşı savaşan halkın yanında yer
aldı.
Beşinci Kısım
İşte
kilise ve halk arasındaki ilişkiler, zaman içinde bu şekilde değişti.
Hıristiyanlık, evvela imkânlardan mahrum bırakılan ve ezilen insanlara avuntu
verecek bir çağrı olarak gündeme gelmişti. Toplumsal eşitsizliğe ve zenginle
fakir arasındaki uçuruma karşı savaşan bir öğreti getirmiş; zenginliklerin
paylaşılması gerektiğini söylemişti. Kısa bir süre sonra bu eşitlik ve
kardeşlik yuvası toplumsal eşitsizlik üreten yeni bir mecra hâlini aldı. İlk
havarilerin özel mülkiyete karşı verdiği mücadeleden vazgeçen ruhban sınıfı,
parsayı bizzat toplamaya başladı; emekçi sınıfın emeğini sömürerek yaşayan
hâkim sınıflarla ittifak kurdu. Feodal dönemde kilise, hâkim sınıf olan
soylulara aitti ve devrime karşı bu sınıfın iktidarını şiddetle savunuyordu. On
sekizinci yüzyılın sonu, on dokuzuncu yüzyılın başında Orta Avrupa halkları,
köleliği ve soyluların ayrıcalıklarını ortadan kaldırdı. Bu sırada kilise,
yeniden hâkim sınıflarla; sanayi ve ticaret alanında faal olan burjuva
sınıfıyla hemen ittifak kurdu. Bugün durum değişmiştir ve ruhban sınıfı artık
devasa mal varlığına sahip değil; ancak ticaret ve sanayi üzerinden insanları
sömürerek verimli hâle getirmeye çalıştığı bir sermayeye sahip; tıpkı
kapitalistler gibi.
Avusturya’daki
Katolik Kilisesi, kendi istatistiklerine göre, 813 milyon krondan[11] fazla bir
sermayeye sahipti; bunun 300 milyonu verimli arazilere ve mülklere
yatırılmıştı, 387 milyonu senet olarak elde tutuluyordu ve 70 milyonluk bir
tutar da fabrika sahipleriyle iş adamlarına faizle borç verilmişti. Kilise,
modern zamanlara uyum sağlayarak, feodal efendiden sanayi ve ticaretin
ağababasına işte bu şekilde dönüşmüştür. Eskiden olduğu gibi, kırsal kesimdeki
proletaryanın emeği üzerinden zenginleşen sınıfla işbirliği yapmaya devam
etmiştir.
Bu
değişim, manastırların durumuna bakıldığında çok daha çarpıcı bir şekilde
görünür. Almanya ve Rusya gibi bazı ülkelerde, Katoliklerin manastırları çok
uzun bir süredir faaliyet göstermemektedir. Ancak Fransa, İtalya ve İspanya
gibi manastırların hâlâ faal olduğu ülkelerde bütün kanıtlar, kilisenin
kapitalist rejimde ne denli büyük bir rol oynadığını göstermektedir.
Orta
Çağ’da manastırlar insanların sığınağıydı. Lordların ve prenslerin
zalimliğinden kaçıp sığındıkları yer orasıydı; aşırı yoksulluk hâlinde yemek ve
barınak bulabilmek için oralara giderlerdi. Manastırlar ve kiliseler karnı aç
olanlara ekmek ve yemek vermeyi reddetmezdi. Şunu unutmayalım ki Orta Çağ’da
günümüzde olağan hâle gelmiş olan ticarete dair hiçbir şey bilinmiyordu. Her
bir çiftlik, her manastır, kölelerin ve zanaatkârların emeği sayesinde bolluk
içinde üretim yapıyordu. Genelde din adamları, depolanan erzakları gönderecek
yer bulamazlardı. Rahiplerin tüketmesi için ihtiyaçtan fazla mısır, sebze veya
kereste üretildiğinde, geriye kalanın artı değeri olmuyordu. Bu fazla ürünlerin
alıcısı yoktu ve bütün ürünler de depolarda saklanamıyordu. Bu şartlarda
manastırlar yoksullara bakıyor, onlara, ne olursa olsun, kölelerinin
ürettiklerinin küçük bir kısmını sunuyorlardı (Fazla ürünleri bu şekilde
dağıtmak o dönemdeki yaygın gelenekti ve soylulara ait hemen hemen her çiftlik
aynı şekilde hareket ederdi). Esasında manastırlar, cömertliğin getirilerinden
epey faydalanıyorlardı; kapılarını yoksullara açmakla ün kazandıkları için,
zengin ve muktedir insanlardan hediyeler alıyor, onlardan gelen bağışları
kilise servetine katıyorlardı. Kapitalizmin ve alışverişe konu olan ürünün
ortaya çıkmasıyla beraber, her nesneye bir fiyat yüklendi ve bu nesne
değiş-tokuş edilebilir hâle geldi. Bu noktada, manastırlar, lordlar kamarası ve
papazlar ihsanlarını kestiler. İnsanların sığınacağı bir yer kalmadı. Diğer
bütün nedenler arasında bu durum, kapitalizmin başlangıcında, on sekizinci
yüzyılda, işçiler henüz çıkarlarını korumak üzere örgütlenmemişken, yoksulluğun
bu denli korkutucu boyutlara ulaşmasının sebebidir; öyle ki insanlık, Roma
İmparatorluğu’nun çöküş dönemlerine geri dönmüş gibi görünmekteydi. Ancak,
önceden Katolik Kilisesi komünizmi, eşitliği ve kardeşliği vazetmek suretiyle
Romalı proleterlere yardım etme görevini üstlenmişken, kapitalist döneme
geçince tamamen farklı davranmaya başlamıştır. O, her şeyin ötesinde insanların
yoksulluğundan yarar sağlamaya; ucuz emek gücünü kullanmaya çalışmıştır.
Manastırlar, kelimenin tam manasıyla, kapitalist sömürünün cehennemi hâline
gelmiş; gittikçe kötüleşerek kadınların ve çocukların emeğine el koymaya
başlamışlardır. 1903’te Fransa’da İyi Kılavuz Manastırı’na karşı açılan davada
bu istismarlara dair büyük yankı bulan örnekler verilmiştir. 12, 10 ve 9
yaşlarındaki küçücük kızlar berbat koşullarda, dur durak bilmeden çalışmaya
zorlanmışlar; bu süreçte gözleri ve bedenlerinin geri kalanı mahvolmuş, kötü
beslenmişler ve hücre cezasıyla disipline edilmişlerdi.
Şu
anda Fransa’da manastırlar tamamen işlevsizleştirilmiş, kilise de böylelikle
doğrudan kapitalist sömürüye katılma fırsatını kaybetmiştir. Kölelere eziyetin
bir diğer adı olan aşar vergisi de kaldırılmıştır. Tabii bu, ruhban sınıfının
işçi sınıfından başka yöntemlerle, bilhassa ayinler, düğün, cenaze ve vaftiz
törenleri aracılığıyla para almasının önünü kesememiştir. Din adamlarını
destekleyen yönetimler de halkı haraca zorlamaktadır. Dahası, ABD ve İsviçre
gibi dinin kişisel bir mesele olduğu yerler dışında kalan bütün ülkelerde
kilise, insanların ağır koşullar altında harcadığı emeğin üzerine çöreklenerek
devletten devasa değerde para sızdırmaktadır. Mesela Fransa’da din adamlarının
masrafları yılda 40 milyon franka kadar çıkmıştır.[12]
Özetlemek
gerekirse, kilisenin, devletin ve kapitalist sınıfın varlığını sürdürmesini
sağlayan şey, sömürülen milyonlarca insanın emeğidir. Avusturya’da kilisenin
gelirine dair istatistikler, geçmişte yoksulların sığınağı olan kilisenin
muazzam servetine dair bir fikir vermektedir. Bundan beş yıl önce (1900
yılında) yıllık gelirleri 60 milyon krona ulaşmış ancak masrafları 35 milyonu
geçmemiştir. Yani kilise, tek bir sene içerisinde, işçilerin kanı ve teri
üzerine yükselen bir 25 milyon “koymuştur kenara”. Bu meblağla ilgili biraz
ayrıntı verelim.
Yıllık
geliri 300.000 kron olan ve yıllık masrafları bu meblağın yarısını geçmeyen
Viyana Başpiskoposluğu, yılda 150.000 kronluk bir “birikim” yapabildi;
Başpiskoposluğun sabit sermayesi yaklaşık 7 milyona tekabül etmektedir. Prag
Başpiskoposluğu, yarım milyonun üzerinde bir gelirin tadını çıkarmakta ve
yaklaşık 300.000’lik bir kısmını da masraflara ayırmaktadır; sermayesi
neredeyse 11 milyon krona ulaşmıştır. Olomouc Başpiskoposluğu’nun geliri yarım
milyonun üzerindedir, masrafları 400.000 tutarındadır; serveti 14 milyonu
aşmaktadır. Sık sık yoksulları savunmaya soyunan daha düşük rütbeli din
adamları da halkı daha az sömürüyor değildir. Avusturya’daki kilise
papazlarının yıllık gelirleri 35 milyon kronu aşmıştır, yalnızca masraflar 21
milyondur; kilisenin serveti vaizlerin “birikimleriyle” toplamda 14 milyona
ulaşmaktadır. Papazların sahip olduklarının ederi 450 milyondan fazladır. Son
olarak da, beş yıl önce manastırlar, bütün masrafları düştüğümüzde, “net gelir”
olarak yılda 5 milyon elde ediyorlardı. Kapitalizm ve devlet tarafından
sömürülen emekçilerin fakirliği her yıl daha da artarken, kilisenin
zenginlikleri de artmaktadır. Bizim ülkemizde de, başka ülkelerde, durum aynı
Avusturya’da olduğu gibidir.
Altıncı Kısım
Kilisenin
tarihini kısaca gözden geçirdikten sonra, din adamlarının daha iyi bir gelecek
için mücadele eden devrimci işçilere karşı Çarlık rejimini ve kapitalistleri
desteklemesine şaşıramıyoruz artık. Sınıf bilincine sahip işçiler Sosyal
Demokrat Parti’de örgütlendiler, önceden Hıristiyanlığın hedefi olan toplumsal
eşitlik ve kardeşlik fikrini gerçekleştirmek üzere savaşıyorlar.
Fakat
eşitlik, ne köleliğe ne köylülerin esaretine dayalı bir toplumda
sağlanabilirdi; eşitliğin gerçekleşmesini sağlayacak zemin, ancak günümüzdeki
sanayi kapitalizmi rejiminde mevcuttur. Hıristiyan havarilerin zenginlerin
bencilliğine karşı ortaya koydukları ateşli söylemlerle başaramadıklarını
günümüzdeki proleterler, sınıf bilincine sahip işçiler yakın gelecekte
başarabilirler; bunu da bütün ülkelerde fabrikaları, toprağı ve mevcut üretim
araçlarını işçilerin ortak mülkü kılmak üzere siyasi gücü ele geçirmek
suretiyle yapabilirler. Sosyal demokratların tasavvurundaki komünizm, köleler
ve köylüler tarafından üretilen serveti dilenciler, zenginler ve fakirler
arasında bölüştürmek değildir; dürüst olmak gerekirse, birlikte çalışmak ve bu
çalışmanın ortak ürünlerinin tadını birlikte çıkarmaktır. Sosyalizm,
zenginlerin yoksullara cömert hediyeler vermesi değildir; zenginle fakir
arasındaki ayrımın tamamen kaybolmasıdır; bunu, insanın insan üzerindeki
sömürüsünü ortadan kaldırıp, herkesi kapasitesine göre çalışmaya zorlayarak
yapar.
Sosyalist
bir düzen kurmak için, işçiler bu hedefi takip eden Sosyal Demokrat Parti’de
örgütlenmektedir. Tam da bu yüzden sosyal demokrasi ve işçi hareketi, işçilerin
emeğine çöreklenerek rahatça yaşayan hâkim sınıfların azılı nefretiyle
karşılaşmaktadır.
Kilise,
tüm zenginlikleri emekçi insanları sömürüp yoksullaştırmak suretiyle, hiçbir
çaba sarf etmeden, istif etmektedir. Başpiskoposların ve papazların,
rahibelerin ve rahiplerin, fabrika sahiplerinin, tüccarların ve toprak
sahiplerinin malları, kentteki ve kırsal kesimdeki işçilerin insanlık dışı
şekillerde çalıştırılmasıyla elde edilmiştir. Zaten pek zengin lordların
kiliseye verdiği hediyelerin ve yaptıkları bağışın kaynağı başka ne olabilir
ki? O lordlar, bütün bu malı mülkü elbette kendi el emekleri ve alın terleriyle
değil, kendileri için çalışıp çabalayan işçileri sömürerek elde etmişlerdir;
dün köylüleri sömürüyorlardı, bugün ücretli işçileri. Ayrıca bugün devlet
yönetiminin din adamlarına verdiği maaş da devlet hazinesinden gelmektedir; bu
maaşın büyük kısmı halktan alınan vergilerle ödenmektedir. Kapitalist sınıf da
ruhban sınıfı gibi halkın sırtından geçinmekte; yozlaşmadan, halkın
cehaletinden ve baskı altında olmasından kazanç sağlamaktadır. Ruhban sınıfı ve
asalak kapitalistler, özgürlüğünü elde etmek için savaşan, haklarının
bilincinde olan, örgütlü işçi sınıfından nefret eder. Kapitalistlerin ve
kilisenin hüküm sürdüğü bu düzenin ortadan kalkması ve insanlar arasında
eşitliğin tesis edilmesi, yalnızca halkın sömürüsü ve yoksulluğu sayesinde mevcudiyetini
sürdüren ruhban sınıfına ölümcül bir darbe vuracaktır. Ancak hepsinin de
ötesinde sosyalizm, halklara yeryüzünde mevcut olabilecek dürüst ve gerçek bir
mutluluk yaşatmayı, insanlara mümkün olan en iyi eğitimi vermeyi ve toplum
içindeki yerlerini teslim etmeyi hedeflemektedir. İşte kilisenin
hizmetkârlarının da vebadan korkar gibi korktuğu şey de mutluluğun yeryüzüne
indirilmesidir.
Kapitalistler,
insanların bedenlerini fakirlik ve kölelik zincirlerine vurarak, çekiç
darbeleriyle şekillendirdiler. Buna koşut olarak, kapitalistlere yardımcı olan
ve kendi ihtiyaçlarına hizmet eden ruhban sınıfı da halkın zihnini zincirledi,
madunları kara cehalete mahkûm etti; çünkü o, eğitimin kendi iktidarının sonunu
getireceğini çok iyi anlamıştı. Evet, halka yeryüzünde mutluluk sağlamayı
kendisine amaç edinmiş olan Hıristiyanlığın ilk öğretisini saptıran din
adamları, bugün de, emekçileri katlandıkları sefaletin ve yozlaşmanın hatalı
bir toplumsal yapıdan değil de cennetten geldiğine, “Kader”in bir cilvesi
olduğuna ikna etmeye çalışıyorlar. Kilise, böylelikle işçilerdeki gücü, umudu
ve daha iyi bir gelecek isteğini öldürüyor, kendilerine duydukları inancı ve
özsaygılarını bitiriyor. Yanlış ve zehirli öğretileriyle bugünkü rahipler de
halkın cehaletini ve toplumsal yozlaşmayı durmaksızın devam ettiriyor. Şimdi
size bu konuyla ilgili su götürmez kanıtlar sunacağım.
Katolik
din adamlarının halkın zihnini fazlaca etkilediği ülkelerde, mesela İspanya’da
ve İtalya’da, insanlar cehaletin pençesine bırakılmış durumda. Sarhoşluk ve suç
oranları patlamış. Almanya’nın iki eyaletini, Bavyera ve Saksonya’yı,
kıyaslayalım. Bavyera, nüfusun ağır biçimde Katolik din adamlarının etkisi
altında olduğu bir tarım eyaletidir. Saksonya ise sosyal demokratların
işçilerin yaşamında önemli bir rol oynadıkları, sanayileşmiş bir eyalettir.
Saksonya’da sosyal demokratlar, neredeyse bütün grupların desteğini alarak
parlamento seçimlerini kazandılar; bu durum burjuvanın bu “kızıl” sosyal
demokrat eyalete gösterdikleri nefretin sebebini açıklamaktadır. Peki iki
eyaletin suç oranlarına baktığımızda ne görüyoruz? Resmî istatistikler,
ultra-Katolik Bavyera’da işlenen suçlarının sayısının “Kızıl Saksonya’da”
işlenenlerden çok daha fazla olduğunu ortaya koyuyor. 1898 yılında, her 100.000
kişi temel alınarak çıkarılan sonuçlar şu şekildeydi:
Tamamen
benzer bir durum, rahiplerle dolu Possen’le sosyal demokrasi etkisinin çok daha
fazla olduğu Berlin’i kıyasladığımızda da karşımıza çıkmaktadır. Sene boyunca
Possen’deki her 100.000 kişiden 232’sinin saldırı ve yaralama edimlerinde
bulunduğunu görüyoruz; bu sayı Berlin’de yalnızca 172’de kalıyor.
1869
yılında Papa’nın şehri Roma’da, tek bir ay içinde, 279 kişi cinayetten, 728
kişi saldırı ve yaralamadan, 297 kişi hırsızlıktan, 21 kişi de kundaklamaktan
hüküm giydi. İşte bunlar, yoksulluk mağduru halk üzerindeki ruhban sınıfı
hâkimiyetinin sonuçlarıdır.
Tabii
bu din adamlarının insanları doğrudan suç işlemeye teşvik ettiği anlamına
gelmiyor. Aksine, vaazlarında rahipler sıklıkla hırsızlığı, çalmayı ve
ayyaşlığı kınıyorlar. Ancak insanlar, hoşlarına gittiği için veya inat olsun
diye çalıyor, soyuyor veya sarhoş oluyor değillerdir. Bunların sebebi yoksulluk
ve cahilliktir. Dolayısıyla, insanları cahil ve yoksul bırakan, bu durumdan
çıkmak üzere eyleme geçme isteklerini ve enerjilerini öldüren, proleterleri
eğitmeye çalışan herkesin önüne her türlü engeli koyan kimse, bütün bu
suçlardan da o sorumludur; suç ortağı odur.
Yakın
zamana kadar Katolik Belçika’daki maden bölgelerinde de benzer bir durum söz
konusuydu. Sonra sosyal demokratlar gitti oraya. Mutsuz ve aşağılanmış işçilere
getirdikleri coşku ülkenin her yerinde duyuldu: “İşçi, topla kendini! Çalma,
sarhoş olma, ümitsizlik içinde öne eğme başını! Oku, öğren! Seninle aynı
sınıftan olan kardeşlerine katıl, suyunu çıkaran sömürgecilerine karşı savaş!
Yoksulluktan kurtulacak, insan gibi yaşayacaksın!”
Böylece
sosyal demokratlar, her yerde insanları ayağa kaldırmakta ve umudunu
kaybedenleri güçlendirmekte, zayıfları güçlü bir örgütlenmeye girmeye sevk
etmektedirler. Bu konuda herhangi bir bilgisi olmayanların gözlerini açmakta,
onlara eşitliğin, özgürlüğün ve kardeşlerini sevmenin yolunu göstermektedir.
Beri
yanda kilisenin hizmetkârları, halkı yalnızca aşağılayacak ve cesaretlerini
kıracak laflar etmektedirler. Eğer İsa bugün yeryüzüne gelecek olsaydı,
şüphe yok ki zenginleri savunan ve talihsiz insanları sömürerek yaşayan
rahiplere, papazlara ve piskoposlara saldırırdı; tıpkı daha önce, süfli
varlıklarıyla Tanrı’nın Evi’ni kirletmesinler diye tapınaktan kovduğu
tüccarlara saldırdığı gibi.
İşte
baskının ve zulmün destekçileri olan din adamlarıyla özgürlüğün sözcüsü olan
sosyal demokratlar arasında ciddi bir mücadelenin patlak vermesinin sebebi
budur. Bu kavga, karanlık geceyle doğan güneşin kavgası değil midir? Çünkü
rahipler, sosyalizme karşı akıl veya hakikat yoluyla savaşmaya kadir
değillerdir; bundan ötürü şiddete ve kötülüğe başvurmaktadırlar. Yaptıkları
Yehuda konuşmalarıyla sınıf bilinci yüksek işçilere iftira atmaktadırlar. Yalan
ve karalama aracılığıyla, işçiler için hayatını ortaya koyan herkesi lekelemeye
çalışmaktadırlar. Altın Buzağı’ya tapan ve hizmet eden bu insanlar, Çarlık
Rejimi’nin suçlarına destek çıkmakta ve alkış tutmakta; halka Neron gibi
zulmeden bu son zorbanın tahtını savunmaktadırlar.
Ancak
bize boşuna kara çalıyorsunuz, siz Neron’un hizmetkârları hâline gelmiş,
yozlaşmış Hıristiyanlar. Bizi öldürenlere, katillerimize boşuna yardım
ediyorsunuz; proleterleri sömürenleri haç işareti altında boşuna koruyorsunuz.
Önceden işlediğiniz zulümler ve karalamalarınız, Altın Buzağı’ya feda ettiğiniz
Hıristiyanlık öğretisinin zaferini engelleyemez; çabalarınız sosyalizmin
gelişini önleyemeyecek. Bugün yalanlarınız ve yaydıklarınızla putperestlerin
konumunda olanlar sizlersiniz; yoksullara ve sömürülenlere dalga dalga
kardeşlik ve eşitlik getirense biziz. Bir devenin iğne deliğinden geçmesinin
bir zenginin cennete girmesinden daha kolay olduğunu söyleyenin önceden yaptığı
gibi, dünyayı fethetmek üzere yürüyen biziz artık.
Yedinci Kısım
Son
birkaç kelimeyle laflarımı bağlayayım.
Din
adamları, elinin altında sosyal demokrasiyle savaşmak için iki araç
bulundurmaktadırlar. İşçi sınıfı hareketinin ülkemizde (Polonya’da) olduğu gibi
tanınırlık kazanmaya başladığı yerlerde, yani hâkim sınıfın hâlâ bu hareketi
ezip söndürme umudu taşıdığı yerlerde din adamları, sosyalistlerle vaazlar
aracılığıyla savaşıyorlar; onlara iftira ediyorlar ve işçilerin “açgözlülüğü”nü
kınayıp duruyorlar. Ancak siyasi özgürlüklerin tesis edildiği ve işçi
partisinin güçlü olduğu Almanya, Fransa ve Hollanda gibi ülkelerde, din
adamları başka araçları kullanmanın peşindeler.
Bu
ülkelerde din adamları, gerçek amaçlarını saklamakta ve artık işçilere açık bir
düşman gibi değil de sahte bir dost gibi yaklaşmaktadırlar. Dolayısıyla
rahiplerin işçileri örgütlediğini ve “Hıristiyan” sendikaları kurduklarını
görürsünüz. Söz konusu rahipler, bu şekilde işçiyi avlamaya, bu sahte
sendikaların tuzağına düşürmeye çalışmaktadırlar. Din adamları, bu sendikalarda
işçilere yapılan kötü muameleye karşı mücadele etmeyi ve savaşmayı tasavvur
eden sosyal demokratlar, sendikaların aksine, ezilen emekçilere mütevazı
olmaları gerektiğini öğretmektedirler.
Çarlık
rejimi, nihayetinde Polonya ve Rusya’nın devrimci proleterlerinin darbeleriyle
yıkıldığında ve ülkemizde siyasi özgürlük iklimi hüküm sürmeye başladığında,
bugün militanlara karşı esip gürleyen Başkpiskopos Popiel’in ve çevresindeki
din adamlarının o zaman, aniden, işçileri, yanlış yönlendirebilmek için,
“Hıristiyan” ve “Ulusal” birlikler içerisinde örgütlemeye başladıklarını
göreceğiz. Zaten şuan dahi, rahiplerle gelecekte kurulacak bir işbirliğini
garanti altına alan ve hâlihazırda sosyal demokratları lekeleyen bu yeraltı
“Ulusal Demokrasi” faaliyetinin başlangıcındayız.
Bu
yüzden de işçiler tehlikeden haberdar olmalıdırlar ki devrim zaferinin
şafağında işçileri öldüren Çarlık rejimini ve proleterlerin yoksulluğunun baş
müsebbibi olan baskıcı sermaye aygıtını kürsülerinden savunmaya cesaret
edenlerin tatlı sözlerine kanmasınlar.
İşçilerin,
din adamlarının, devrim esnasındaki düşmanlığına ve devrimden sonraki sahte
dostluğuna karşı kendilerini savunmak için Sosyal Demokrat Parti bünyesinde
örgütlenmesi şarttır.
Din
adamlarının bütün saldırılarına cevabımız şudur: Sosyal demokrasi hiçbir
şekilde dinî inançlarla savaşmamaktadır. Aksine, her şahsın vicdanen tamamen
özgür olmasını talep eder ve her inanca, her görüşe mümkün olduğu kadar saygı
duyar. Ama rahiplerin kürsülerini işçi sınıflarına karşı siyasi mücadele aracı
olarak kullanmaya başladıkları andan itibaren de işçilerin, kendi hak ve
özgürlüklerinin düşmanı olan bu sınıfa karşı savaşması gerektiğini söyler.
Sömürenleri her kim savunursa ve bu sefalet düzeninin sürmesine her kim sebep
olursa, işte o, proleterlerin bir numaralı düşmanıdır; üzerinde ister papaz
cübbesi, isterse polis üniforması olsun.
Rosa Luxemburg
İştirakî, Sayı: 5-6, s. 53-67
Tercüme: Fatma Büşra Helvacıoğlu
Kaynak
[İlk
kez 1905 yılında Polonya Sosyal Demokrat Partisi tarafından yayımlandı. –çn.]
Ayrıca
bakınız: “Sosyalizmin Ruhban Karşıtı Siyaseti”
Dipnotlar:
[1] Dönemin siyasi ve tarihsel koşulları göz önüne alındığında sosyal
demokratlar olarak anılan grubun komünistlere tekabül ettiğini söyleyebiliriz. –çn.
[2]
Papanın üstünlüğünü tanıyan Ortodoks Hıristiyanlar.
[3]
Markos 10:25; Luka 18:25; Matta 19:25.
[4]
Matta 25:40.
[5]
Rusya’da aynı zamanda Raskilniki (Bölücüler) olarak bilinen dini bir
mezhep, İncil’deki metinlerin revizyonu ve 1654’te Patrik Nikon’un ayinlere
reform getirmesi dolayısıyla hakiki inanca ters gibi görülmüştür.
[6]
Bkz: Mısır’dan Çıkış 32:1-8.
[7]
“Proles, çocuk, evlat anlamına gelen Latince bir sözcüktür. Dolayısıyla,
proleterler kendi bedenlerinden ve bedenlerinden gelen çocuklardan başka hiçbir
şeye sahip olmayanların oluşturduğu bir sınıftır.” Communist Journal [“Komünist
Dergi”], Sayı .1, Eylül 1847 (Londra).
“Modern
toplum proleterlerin sırtından geçinirken, Romalı proleterler toplumun emeği
pahasına yaşamaktaydı.” [Sismondi’nin On Sekiz Brumaire’de Karl Marx
tarafından alıntılanan sözü.]
Ayrıca
bkz: Engels: Komünizmin İlkeleri (2. soru)
[8]
Bkz. Tertullian (c. 160–230): “Bütün mallarımızı kardeşler olarak ortak
kullanıyoruz; mülk sahibi olmak, genellikle sizin kardeşliğinizi sona erdiren
bir şeydir. Zihinsel ve ruhsal açıdan birleşmiş olan birer kardeş olarak
bizler, mallarımızı ortak kullanma konusunda tereddüt etmiyoruz. Kadınlarımız
hariç her şeyi paylaşıyoruz. Yunan ve Romalı paganların ortak kullandığı tek
şeyde, kadınların paylaşımı konusunda, biz ayrılıyoruz.” Resullerin İşleri
1:39.
[9]
Abbé Barcille: Jean Chrycostome, Paris 1869, Sayı:7, s. 599–603.
[10]
Aziz Pavlus’un Mektuplar’ında ve Resullerin İşleri’nde görüldüğü üzere, yerel
papazlıklar mutlaka (amiyane tabirle) “intikam alır gibi” tek bir otoritenin
altında toplanmış görünüyordu. Seçilmişlerdi seçilmesine ama bu muhtemelen
yerel elçilerin, havarilerin, Paul ve Barnabas’ın onları tayin etmesiyle
olmuştu. Resullerin İşleri 6’nın ve Aziz Pavlus’un pastoral Mektuplar’ının
ortaya çıkardıklarına bakarak, bu tayinin duayla yapıldığından ve “kutsal”
olarak nitelendirildiğinden şüphe duymamız için bir gerekçemiz yoktur. Aziz
Pavlus yaşarken tayin edildikleri zaman, elbette ki yukarıdan bir yerlerden
denetleniyorlardı.” Gore: Dr. Streeter and the Primitive Church, (“Dr.
Streeter ve İlkel Kilise”), s. 12 ve 13.
[11]
1900 yılında bir kron bir frank veya 10d (peni) kadardı.
[12] Bu yazının 1905 yılında yazıldığı unutulmamalıdır. Sonrasında Fransa, kilisenin hâkimiyetini sarsmıştır ve devlet artık Cumhuriyetçi Fransa’nın, bilinmeyen bir sebepten ötürü, Emperyal Almanya ve İkinci Fransız İmparatorluğu’nun geleneklerini sürdürdüğü Haut-Rhin, Bas-Rhin ve Moselle gibi yerler dışında din adamı tayin etmemektedir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder