Pages

10 Ekim 2017

Müslüman Komünizm Vaadini Ne Öldürdü?


1917’de yaşanan Bolşevik isyanlarından kısa bir süre sonra devrimin komünizm ve İslam’ın ortak bayrağı altında ilerleyeceği görüldü.

Pan-İslam, Sultan Abdülhamid’in Müslümanların halifesi olduğunu ilân etme girişimleri ile birlikte, Osmanlı İmparatorluğu’nun son yirmi-otuz yıllık döneminde ortaya çıktı. Arap dünyasında ve diğer coğrafyalarda yeni İslamî okullar ve dernekler açıldı. Mısır’dan Irak’a, oradan Hindistan ve Endonezya’ya dek uzanan alanda İslam Avrupa sömürgeciliği ve emperyalizmine karşı kitleleri bir araya getiren müşterek çağrı hâline geldi.

İslam’ın kitleleri seferber etme noktasında edindiği güç 1910’larda ve 1920’lerde komünist aktivistleri de cezbetti. Eski Rus imparatorluğunda geniş bir alana hâkim olan Müslüman coğrafyasında örgütlenme konusunda gerekli altyapıdan mahrum olan Bolşevikler söz konusu bölgedeki Müslüman reformcularla ittifak kurdu. Bolşevikler Tatar Bolşevik Mirsaid Sultan Galiyev liderliğinde Müslüman İşleri Komiserliği’ni kurdular ve Kafkasya ile Orta Asya özelinde “Müslüman Komünizm” fikri geliştirmeyi vaat ettiler. 1920’de Bakû’de düzenlenen Doğu Halkları Kurultayı’nda Komintern başkanı ve Ukrayna Yahudisi Grigory Zinovyev Batı emperyalizmine karşı “kutsal savaş” (cihad) yürütülmesi çağrısı yaptı.

Ama bildiğimiz gibi, komünizm ve İslam kalıcı bir ittifak dâhilinde cem olmayı başaramadı. Soğuk Savaş’ın başlamasıyla birlikte her ikisi karşıtmış gibi görünmeye başladı. Komünizme dair farklı görüşler Asya, Afrika ve Ortadoğu’da 20. Yüzyılın ikinci yarısı boyunca bağımsızlık ve kurtuluş mücadelesi vermekte olan Müslümanları böldü. Seksenlerde Afganistan’da komünizm karşıtı cihad yürütüldü ve El-Kaide’nin doğuşu ile yeni bir İslamcı terörizm formunun ortaya çıkışı için gerekli zemini sağladı.

Oysa Rus Devrimi’nin yaşandığı dönemde komünizm ve İslam’ın güçlerini birleştirmesi daha canlı bir ihtimaldi. Bu ihtimal asıl olarak Endonezya’da güçlüydü. Hollanda idaresi altında olan takımada 1918-21’de solcu işçi örgütlerinin Müslüman âlimlerle ve dindar tüccarlarla birlikte yürüttüğü çalışmalara tanıklık etti ve bu birliktelik Güneydoğu Asya’da görülen en büyük kitle hareketini meydana getirdi.

On yıl boyunca faaliyet yürütmüş olan Endonezyalı işçiler Cava ve Sumatra’daki geniş plantasyon ekonomisine hizmet eden, kapsamlı bir demiryolu ağında çalışan işçileri temsil eden güçlü bir sendika kurdular. 1914’te Hint Adaları Sosyal Demokrat Birliği [Indische Sociaal-Democratische Vereeniging] demiryolu işçileri sendikası olmaktan çıkıp sömürgeciliğe karşı mücadele yürüten politik hareketin ve toplumsal eylemliğin yeni biçimine dönüştü.

Birliğin üyeleri süreç içerisinde Sarekat İslam’a katıldılar. Örgüt 1912’de Müslüman batik tüccarları tarafından bir tür dernek olarak kuruldu. Zamanla halk hareketine dönüşen Sarekat İslam Cava genelinde kitlesel yürüyüşler ve grevler örgütledi. Örgüt içerisindeki sosyalist etki 1916’daki kongrede daha da belirgin hâle geldi. Kongrede Hz Muhammed’in “sosyalizmin babası, demokrasinin öncüsü” olduğu söylendi ve “sosyalist” olduğu üzerinde duruldu.

Sarekat İslam’a asıl ilham veren, Rus Devrimi idi. 1917’nin sonlarında Hint Adaları Sosyal Demokrat Birliği üyeleri Hollanda ordusundaki düşük rütbeli askerler arasında ajitasyon ve örgütlenme çalışmalarına başladılar. Rusya’da Bolşeviklerin başvurduğu başarılı taktikleri devreye sokan sosyalistler yüzlerce gemiciyi ve askeri ayaklanma ve isyan girişimi adına örgütlemeyi başardı. Sömürge güçleri kısa süre sonra bu eylemcileri tutuklayıp hapse attı ve bu insanların Hint Adaları’ndan sürgün edilmelerini emretti.

1920’de Sosyal Demokrat Birlik Hint Adaları Komünist Birliği adını aldı ve Asya’da Komintern’e katılan ilk komünist parti oldu. Cava ve Sumatra’da yeni sendikalar kuruldu. Köylüler toprak ağalarına karşı isyan ettiler. Demiryollarında gerçekleştirilen bir grev Doğu Sumatra’daki plantasyonları felç etti.

Efsanevi bir isim olan Tan Malaka işte bu bağlamda ortaya çıktı. Batı Sumatralı aristokrat bir aileden gelen Tan Malaka I. Dünya Savaşı esnasında Hollanda’da öğrenciydi. Sosyalistlerle ve sosyalist fikirlerle temas kuran Tan Malaka 1918 sonunda kısa ömürlü olan ve Almanya’da devam etmekte olan devrimci ayaklanmayı taklit etmeye çalışan Hollandalı sosyal demokratların gerçekleştirdikleri Troelstra Devrimi’ne tanıklık etti. 1919’un sonlarında Tan Malaka Endonezya’ya döndü ve işçi örgütlenmesi çalışmalarına katıldı. Henüz rüşeym hâlinde olan komünist partiye girdi, hızla lider kadronun parçası hâline geldi. Sonrasında sömürgeci hükümeti onu 1922 başlarında Hollanda’ya sürgüne gönderdi.

Komünizmle İslam’ı bir araya getirme çabasındaki devrimci potansiyel ilk olarak Tan Malaka tarafından, Komintern’in 1922’de Moskova ve Petrograd’da düzenlenen dördüncü kongresinde dile getirildi. Kongrede Tan Malaka Pan-İslamizm ile komünizm arasındaki benzerliklerle ilgili olarak, unutulması mümkün olmayan bir konuşma yaptı. Ona göre Pan-İslamizm dini bir hareket değildi, aksine “Pan-İslamizm günümüzde tüm Müslüman halkların kardeşliğini, dahası sadece Arapların değil, Hindistanlıların, Cavalıların ve tüm mazlum Müslüman halkların kurtuluş mücadelelerini ifade ediyor”du. Tan Malaka devamında şunu söylemekteydi:

Bu kardeşlik, pratikte sadece Hollanda kapitalizmine değil, İngiliz, Fransız ve İtalyan kapitalizmine, dolayısıyla tüm dünya kapitalizmine karşı kurtuluş mücadelesi anlamına geliyor.

Kongre tutanaklarına bakılırsa Tan Malaka’nın komünizmle Pan-İslamizm arasında ittifak kurulması talebi kongre katılımcıları tarafından “alkışlarla” karşılanmıştı. Ama hatıratında aktarıldığına göre, konuşma sonrası üç gün süren hararetli tartışmaların ardından kendisi sonraki oturumlara katılmasına yasak getirildi. Dördüncü kongrenin “Doğu Sorunu Üzerine Tezler”i de içeren resmi sonuçları Pan-İslamizm meselesine muğlak yaklaşmakta, Endonezya ile ilgili gelişmeleri suskunlukla geçiştirmekteydi. Oysa oradaki hareket o dönemde Doğu’da diğer tüm komünist faaliyetlerden daha başarılı sonuçlar üretmişti.

Komünizmle İslam arasında kurulması muhtemel ittifak ne Endonezya’da ne de başka bir yerde kurulabildi. Bir hareket olarak komünizmin sahip olduğu güç işçileri sendikalar aracılığıyla daha iyi ücretler ve çalışma koşulları için harekete geçirebilme becerisine dayanıyordu. Yeni gelişen Bakû’de ve Cava ile Sumatra’daki plantasyonlarda benzer bir model uygulandı. Bir yönetim biçimi olarak komünizm tek parti iktidarını, kolektifleştirilmiş tarımı içeren bir komuta ekonomisini ve toplumsal hayatın din de dâhil tüm yüzeyleri üzerinde partinin kontrolü elinde bulundurmasını ifade ediyordu.

İslamcılık ise daha kapsamlı, daha açık uçlu ve politik katılım konusunda muğlak bir zemin teşkil eden bir hareketti. Cava ve diğer yerlerde İslam Müslüman olmayanların ekonomiyi gasp etmesine karşı Müslüman tüccarların ihtiyaç duyduğu bayrak hâline gelebilmekte, taşradaki örgütlenme süreci için gerekli altyapıyı oluşturabilmekteydi. Bu iş de ağırlıklı olarak medreseler gibi dinî okullar aracılığıyla yürütülmekteydi. Politik açıdan İslam’ın esnek bir anlayış kazandırdığı âlimler ve eylemcilerin sömürgecilik, komünizm veya kapitalizmden yana olabilmeleri mümkündü.

Endonezya’da komünistlerle Müslüman liderler arasındaki gerilimler yirmilerin başında Sarekat İslam’ı bölmeye başladı. Komünistler grev ve gösterileri daha yoğunlaştırmayı isterken Müslüman liderler Hollanda sömürgeciliği ile uzlaşma yolları aranmasını savunmaktaydı. Sarekat İslam 1926-7’de yaşanan başarısız isyan girişimleri ardından sömürgecilerin yürürlüğe soktuğu baskı politikası sonucu dağıldı.

Kırkların sonunda İslamî partiler bağımsızlık mücadelesi sürecinde Endonezya Komünist Partisi’ne [Partai Komunis Indonesia] karşı çıktılar. Bu partiler, komünistlerin bağımsızlık mücadelesinin aristokrasinin elindeki imtiyazları ortadan kaldırması ve ülkede toprak ile sanayideki mülkiyet ilişkilerini sosyalist bir içeriğe kavuşturması gerektiği üzerinde ısrarla durmasından rahatsızlardı. Bu çatışma bağımsızlık sonrası dönemin ilk yıllarında daha da yoğunlaştı. İslamî örgütler 1965-66’da yaşanan anti-komünist katliamlara katıldılar. Bu katliamlar EKP’yi yok etti, ülke genelinde yüz binlerce insanın ölmesine neden oldu.

Bu dönemde söz konusu çatışma tüm Müslüman âlemine sirayet etti ve Soğuk Savaş süresince varlığını kordu. Komünizm ile İslamcılık kendilerine has kurumsal ve ideolojik sınırlar çizdi, bu sınırlar zamanla daha da pekiştirildi ve politik ittifak konusunda yeni denemelerin yapılmasına dair tüm ihtimaller hükümsüz kılındı.

Sovyetler Birliği içerisindeki Müslüman bölgelerde parti-devlet İslamî ibadet, eğitim, örgütlenme ile ilgili kurumları kapattı, hac engellendi, tüm bu unsurlar toplumun komünist çizgiye uygun olarak dönüştürülmesi önünde önemli birer ideolojik engel olarak görüldüler. Müslüman devletlerin kurulduğu yerlerde ise sol siyaset dine küfür olarak görülüp yasaklandı. Sudan, Suriye, Yemen, Irak ve İran gibi ülkelerde komünistler ve diğer sol partiler iktidar mücadelesinde karşılarında en önemli rakip olarak İslamcıları buldular.

Devrimci güçlerin komünizm ve İslam bayrağı altında harekete geçirilememesi sonucu Müslümanlar bölündü, yirminci yüzyılın ilk yarısında sömürgecilikle mücadele kapasitesi zayıfladı, ardından da Müslüman dünya genelinde otoriteryanizmin doğuşuna karşı direnme imkânları ortadan kalktı. Diğer bir sonuç da Soğuk Savaş süresince ABD destekli, Sovyet karşıtı İslamcı hareketliliğin yeni formlar dâhilinde açığa çıkmasıydı. Bazı formlar zamanla evrilerek bugün dünyada etkili olan Batı karşıtı terörist gruplara dönüştüler.

2011’de Cumhurbaşkanı Hüsnü Mübarek iktidarının yıkılması sonrası Mısır’da solcular ve İslamcılar arasındaki ayrışma, 2013 ortalarında askerî idareye dönüş için gerekli zeminin oluşmasına katkı sundu. Benzer gerilimler Suriye’de Beşar Esad’a yönelik muhalefeti de böldü ve ülkenin altı yıldır uğraştığı iç savaş süreci için gerekli yolu açtı. Rus Devrimi sonrası yüz yıl boyunca komünizmle İslam arasında kurulamayan ittifak, Müslüman dünyasında siyaseti hâlen daha biçimlendirmeye devam ediyor.

John T. Sidel
9 Ekim 2017
Kaynak

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder