Douglas Valentine Söyleşisi
Lars Schall
19 Eylül 2017
CIA’in
70. yıldönümü vesilesiyle Lars Schall, ABD’li araştırmacı Douglas Valentine ile
teşkilat hakkında bir röportaj gerçekleştiriyor. Valentine’e göre CIA, “ABD
devletinin örgütlü suç şubesi”, zenginlerin ve muktedirlerin kirli işlerini
yürüten bir kuruluş.
* * *
CIA,
70 yıl önce, 18 Eylül 1947’de Ulusal Güvenlik Kanunu üzerinden kuruldu. Sen
CIA’in “ABD devletinin örgütlü suç şubesi” olduğunu söylüyorsun. Neden?
CIA’in
yaptığı her şey yasadışı, devletin ona kalın bir gizlilik zırhı temin etmesinin
sebebi bu. İstihbarat sektörüne ilişkin efsaneler kaleme alıp duran kişilere
göre Amerika barışın ve demokrasinin kalesi, oysa CIA görevlileri dünya
genelinde mevcut olan bir dizi suç örgütünü yönetiyor. Örneğin CIA, ellilerde
ve altmışlarda Amerika’nın en önemli uyuşturucu kaçakçılarından birine, Santo
Trafficante’ye para verip Fidel Castro’yu öldürtmeye çalıştı. Bunun
karşılığında CIA, Trafficante’nin tonlarca uyuşturucuyu Amerika’ya sokmasına
izin verdi. CIA, kirli işlerini yürüten uyuşturucu kaçakçılığı üzerine kurulu
örgütlerin kolay hareket edebilmesi için silâh, taşımacılık ve bankacılık
alanında şirketler kuruyor. Mafya kaynaklı para, offshore bankalarındaki CIA
parasına karışıyor, ikisi iç içe geçiyor.
Uyuşturucu
kaçakçılığı sadece bir örnek.
CIA’i
anlama noktasında en önemli husus nedir?
Yakından
bakıldığında görülecektir ki mesele örgütün tarihidir, bu tarih, CIA’in
gizliliğini muhafaza etmeyi nasıl becerdiğini açıkça ortaya koyuyor.
Amerika’daki sorunların merkezinde duran asıl çelişki de bu meseledir: eğer bir
demokrasi isek ve ifade özgürlüğü gerçekten var ise bizim CIA’i inceleyip onun
hakkında konuşabilmemiz gerek. Kurumsallaşmış ırkçılık ve sadizmle yüzleşmemiz
şart. Ama bunları yapamıyoruz, dolayısıyla bireyler veya ulus olarak kim
olduğumuz hakkında hiçbir şey bilmiyoruz, tarih zaten hiç bilinemiyor.
Olmadığımız şey olduğumuzu düşünüp duruyoruz. Liderlerimiz, hakikate ait
kırıntıları biliyorlar ama CIA’in yaptığı kötülüklerden konuşmaya başlar
başlamaz liderlik vasıfları sona eriyor.
Sana
göre, CIA’yi izah eden terim “inandırıcı inkâr edilebilirlik”. İzah eder misin?
CIA
inkâr edemeyeceği hiçbir şeyi yapmıyor. Tom Donohue isimli emekli üst düzey bir
CIA görevlisi söylemişti bunu.
Kaynağımla
ilgili bir şeyler daha anlatayım. 1984’te eski CIA Direktörü William Colby Anka
Kuşu Programı isimli kitabımı yazmama katkı sunmayı kabul etti. 1985’te Colby
beni Donohue ile tanıştırdı. Donohue, 1964-66 arası dönemde Vietnam’da CIA
eliyle yürütülen “gizli faaliyetler”i yönetmiş, Anka Kuşu Operasyonu dâhilinde
bir dizi program geliştirmişti. Colby’nin kefil olduğu Donohue açık sözlüydü ve
CIA’in nasıl çalıştığı konusunda çok şey anlattı.
Donohue,
CIA görevlilerinin ilk kuşağına mensup, tipik bir isimdi. Columbia
Üniversitesi’nde Kıyaslamalı Dinler Tarihi okudu ve semboller düzeyinde yaşanan
dönüşümü gayet iyi idrak etti. Soğuk Savaş’ın “büyüme sürecinin parçası olan
bir endüstri” olarak görüldüğü dönemde Donohue, II. Dünya Savaşı sonrası CIA’e
duhul eden Cook County siyasetinin bir ürünü ve uygulamacısıydı. Sonrasında, kariyerinin
sonlarına doğru Filipinler’deki CIA istasyon şefi oldu, onunla konuştuğum
dönemde eski Filipin savunma bakanı ile iş yürütüyordu. Süreç içerisinde
kurduğu temasları kendi çıkarına kullandı. Üst düzey bürokratlar nezdinde
yozlaşma bu şekilde işliyordu.
Donohue’nün
dediğine göre, CIA bir eylem iki temel ölçüte uymuyorsa, hiçbir adım atmıyor.
İlk ölçüt “potensiyel istihbarat”. Program CIA’in lehine olmalı; burada bir
hükümetin devrilmesine, bir yetkiliye şantaj yapılmasına, bir raporun
gizlenmesine veya bir ajanın sınırdan geçirilmesine dair bir şeyler bulunmak
zorunda. “Potansiyel istihbarat”, işin CIA için faydalı olması anlamına
geliyor. İkinci ölçütse, yapılan eylemin veya atılan adımın inkâr edilebilir
olması. Eğer inkâr edemeyecekleri bir program veya operasyon
tasarlayamıyorlarsa, o işi yapmıyorlar. İnandırıcı ölçüde inkâr edilebilir bir
iş, askeri kılıfa sahip bir varlık veya memuru bulmak kadar basit bir iş
olabilir. O noktada CIA şunu söylüyor: “Ordu yaptı”.
İnandırıcı
ölçüde inkâr edilebilirlik, tümüyle dille alakalı. CIA’in Castro’ya ve diğer
yabancı liderlere yönelik suikast girişimleri ile ilgili olarak senatoda
yapılan oturumlarda CIA’in operasyonlar direktörü yardımcısı Richard Bissell,
“inandırıcı inkâr edilebilirliği”, “doğru tanımların gizli eylemleri ifşa
edeceği ve bunların sona ermesine neden olacağı tartışmalarda dolaylı ifade ve
örtmecelere başvurmak” üzerinden tarifliyordu.
CIA’in
yaptığı her şey inkâr edilebilir olmak zorunda. Kongrenin kendisine verdiği
emrin bir gereği bu. Kongre, CIA’in işlediği suçların sorumluluğunu üstlenmek
istemiyor. CIA’in yaptığı bir şey kazara veya sızma üzerinden ifşa olduğunda,
başkan ve kongre CIA’in yaptıklarını halkın bilmesine imkân sağlıyor ve
meseleleri psikolojik savaş üzerinden gerekçelendiriyor. İşkence bu konuda iyi
bir örnek. 11 Eylül sonrası, Irak işgaline dek ve işgal sürecinde Amerikan
halkının tek istediği, intikamdı. Halk Müslüman kanının akmasını istedi, bu
nedenle Bush yönetimi de kötülere işkence edildiğine dair bilgileri sızdırdı. Devlet,
kendisini sevimli gösterdi ve yapılanları “kapsamı genişletilmiş sorgu süreci”
olarak tanımladı ama herkes yaşananları sembolik düzeyde kavradı. Dolaylı
ifadeler ve örtmece devreye girdi, inandırıcı inkâr edilebilirlik kuralı hüküm
sürmeye devam etti.
CIA’daki
insanlar, ABD devletinin örgütlü suç şubesinin birer parçası olduklarını
biliyorlar mı? Geçmişte Anka Kuşu Programı ile ilişkili olarak şunu söylemiştin
örneğin: “CIA kompartımanlara ayrışıyor, bu nedenle ben, program konusunda
CIA’deki herhangi bir kişiden daha fazla şey biliyorum artık.”
Evet
biliyorlar. Örgütlü Suç Olarak CIA isimli kitabımda bu meseleyi uzun
uzun anlattım. Birçok insan, polislerin gerçekten ne yaptığını bilmez. Onlar,
polislerin aşırı hız cezası kesmekten başka bir iş yapmadığını düşünürler.
Polisler, insanlara göre, profesyonel suçlularla ilişki kurmazlar ve bu
süreçten para kazanmazlar. Genel kanaate göre, biri üzerine üniforma
geçirdiğinde, erdemli biri hâline gelir. Oysa karakola gidildiğinde başka
insanlar üzerinde iktidar tesis edildiği hemen görülür, bu anlamda onlar
korumakla ve hizmet etmekle yükümlü oldukları yurttaşlardan çok, sahtekârlarla
bağlantı kurarlar. Birilerini ezmenin yollarını ararlar, yolsuzluğa dibine
kadar batmışlardır. Emniyet tam olarak budur.
CIA
de bu tür insanlarla doludur, üstelik bunlara dayatılan tek bir engel bile
yoktur. Anka Kuşu Programı’nı hazırlayan CIA görevlisi Nelson Brickham, kendi
meslektaşları konusunda bana şunları söylemişti: “İstihbarat kuruluşunu suç
işleme eğilimini ifade etmeye dair, toplumsal açıdan kabul edilir bir yöntem
olarak tarif ediyorum. Suç işleme konusunda güçlü bir eğilime sahip bir adam,
korkak biri olsa da, eğitimi varsa CIA gibi bir yerde yükselebilir.”
Brickham’ın tarifine göre, CIA görevlileri “bu tür şeyleri kabul edilir bir
şeymiş gibi gören ve bunun karşılığında iyi para alan”, özenti birer paralı
askerdir.
Herkesin
de bildiği gibi, CIA, başka ülkelerdeki milisleri veya gizli polis birimlerini
yönetecek ajanlarını ve görevlendireceği kişileri seçerken, adaylarını
psikolojik düzlemde sıkı bir elekten geçirir. Mançurya Adayının Aranması
isimli kitabında John Marks, CIA’in üst düzey psikologu John Winne’yi Seul’a
göndermesinden ve ona Kore’deki CIA teşkilatının “ilk kadrolarını seçme
görevi”nin verilmesinden bahsediyor. Winne, Marks’a şunları söylemiş: “İçinde
iki çevirmenin olduğu bir büro kurdum ve Wechsler erişkin zekâ ölçeğinin Kore
versiyonunu kullandım.” CIA psikiyatristi, yirmi küsur asker ve polisi kişilik
değerlendirme testinden geçirmiş ve ardından “her bir kişinin güçlü ve zayıf
yanlarını içeren, yarım sayfalık bir rapor kaleme almış. Winne’nin tek isteği,
her bir adayın talimatlara uyma becerisi, yaratıcılık düzeyi, kişisel kusurlara
sahip olup olmaması, motivasyon kaynaklarını öğrenmek, işi neden istediğini
anlamak. Birçoğunun, bilhassa sivillerin asıl derdi ise para.”
Bu
yolla CIA, işgal altındaki Irak ve Afganistan gibi faaliyet yürüttüğü ülkelerde
örgütlediği gizli polis kuvvetlerini bir tür demirbaş olarak kendi safına
kazanıyor. Marks’ın ifadesiyle, Latin Amerika’da “CIA, terörizmle mücadele
seksiyonunun nasıl eğitileceğini gösterme noktasında, değerlendirme sürecini
çok faydalı görüyor. Elde edilen sonuçlara göre, bu adamların bağımsız ruh
hallerine sahip oldukları görülüyor ve güçlü yönlendirmeye ihtiyaç duydukları
anlaşılıyor.”
Bu
yönlendirmeyi CIA yapıyor. Marks, bir değerlendirmeyi kaleme alan kişiden şu
alıntıyı yapıyor: “Bir yabancının eğitimi için şirketin para harcadığı her
durumda asıl hedef, o kişinin bizim amaçlarımıza hizmet etmesidir.” CIA
görevlileri, “yabancı istihbarat kuruluşlarıyla sıkı bir ilişki içinde
çalışmaya rıza göstermiyorlar. Bunlar, o kuruluşlara nüfuz etmek istiyorlar, bu
noktada kişilik değerlendirme sistemi işe yarar bir katkı sunuyor.”
Pek
bilinmeyen bir husus ise CIA’in yürütmesinde görevli kadroların başka ülkelerde
çalışacak ajanların seçilmesi değil, asıl olarak CIA’e hizmet edecek doğru
adayların seçilmesiyle ilgileniyor olması. CIA bütçesinin önemli bir kısmını
işgücünü nasıl seçeceği, kontrol edeceği ve yöneteceği meselesini anlama
çabasına ayırıyor. İşe, körü körüne itaat edecek kişiler bulmakla başlanıyor.
Birçok CIA görevlisi, kendisini asker olarak görüyor. Teşkilât, ihlal edilmesi
mümkün olmayan, kutsal bir emir-komuta zincirinin işlediği, askeri bir örgüt olarak
kuruldu. Size ne yapacağınızı, kime selam vereceğinizi, ne işler çevireceğinizi
birileri söylüyor. Yapmazsanız atılıyorsunuz.
“Motivasyon
amaçlı, beyin yıkama programları” türünden başka kontrol sistemleri, CIA
görevlilerinin kendilerini özel kişiler olarak görmelerine neden oluyor. Bu tür
sistemler giderek kusursuzlaştırıldı ve son yetmiş yıl içerisinde görevlilerin
inançlarını ve tepkilerini biçimlendirmek amacıyla devreye sokuldu. Hukukî
haklarından feragat etmeleri karşılığı bu görevliler, ödüllendirme
sistemlerinden istifade ediyorlar. Daha da önemlisi CIA görevlileri,
işledikleri suçlar karşılığında, dava edilmeme hakkına kavuşuyorlar. Bunlar,
kendilerini koruma altındaki azınlık olarak görüyorlar. Hâkimiyet ve sömürü
kültürünü tüm yürekleriyle benimsedikleri noktada, emekli olunca özel sektörde
rahat işlere girebiliyorlar.
Yürütmedeki
kadro, muhtelif bölümler ve şubeler açarak tekil görevlilerin bağlarını
kopartıyor. Beyni yıkanmış bu isimler, “bilinmesi gerekenler” temelinde her
şeye itaat ediyorlar. Kişilerin kendilerine dayattıkları cehalet ve kendini
kandırma üzerine kurulu bu kurumsallaşmış sistem çarpıtılmış zihinlerde,
Amerika’nın haklı olduğu yanılsaması dâhilinde, varlığını sürdürüyor. Bu
insanlar, ulusal güvenlik adına her türden suçu işliyor ve bu güvenlik meselesi
üzerinden motive oluyorlar. Birçoğu sosyopattan başka bir şey değil.
Bu,
aynı zamanda kendi kendisini düzene sokan bir sistem. Bir FBN ajanı olan Martin
Pera’nın tespitiyle, “eğer yalan söyleyebildiğiniz, insanları kandırabildiğiniz
ve bir şeyleri çalabildiğiniz için başarılı iseniz, bu işler, bürokraside
kullandığınız birer araca dönüşüyor.”
“Ajanların
Evrensel Kardeşliği” derken neyi kastediyorsun?
Her
devlette yönetici sınıf, yönettiği halkı yönlendirilmesi, zulmedilmesi ve
sömürülmesi gereken, düşük seviyede varlıklar olarak görür. Yöneticiler,
sınıfsal imtiyazlarını güvence altına almak için, birer koruma şantajı olarak
işleyen bir dizi sistem geliştirirler. Her devlette ordu gerçek güçtür, ordu,
üstlerine körü körüne itaatin kutsal ve asla ihlal edilemez olduğu bir
emir-komuta zincirine sahiptir. Ajanlar erlerle kardeşleşmezler, çünkü onları
belirli noktalarda ölüme gönderirler. Her orduda bir subay sınıfı vardır, aynı
zamanda her bürokraside ve her yönetici sınıf içerisinde de subaylarla
ortaklaşan, bürokratlar ve yöneticiler mevcuttur. Ayak takımı giderek büyür ve
sürekli sömürülmek zorundadır.
Polisler,
evrensel ajanlar kardeşliğinin üyesidir. Bunlar hukukun üzerindedir. CIA
görevlileri, kardeşlik teşkilâtının tepesinde yer alır. Sahte kimlikler ve
koruma görevleriyle kutsanmış bu isimler, özel uçaklarla gezerler, villalarda
yaşarlar, en gelişkin teknolojiyle insanlar öldürürler. Generallere ne
yapacaklarını söylerler. Kongrede kurulan komiteleri yönetirler. Tek bir ceza
almadan, devlet başkanlarına suikastlar düzenlerler, masum çocukları öldürürler,
üstelik bunları soğukkanlılıkla yaparlar. Kendileri ama aslında patronları için
herkes harcanabilecek varlıklardır.
Sana
göre, ulusal güvenlik denilen müesses nizamın en derin ve en karanlık sırrı, bu
yapının küresel uyuşturucu ticareti işine bulaşmış olması. Bu iş nasıl başladı?
CIA’in
ve uluslararası uyuşturucu kaçakçılığı üzerindeki kontrolünün iki yönü var.
Teşkilât, bu işi Amerika’yı yöneten şirketlerin çıkarları adına yürütüyor.
Önemli olan ana husussa şu: ABD devleti, daha CIA yokken bulaştı uyuşturucu
kaçakçılığına. Burada amaç, devletleri kontrol etmek ve Amerika ile diğer
ülkelerdeki politik ve toplumsal hareketleri yönetmek. Bu işe doğrudan
bulaştığı süreç, uyuşturucu ticareti üzerinden Çin’deki Chiang Kai-shek’in
milliyetçi rejimine sunulan yardıma tanık olunan yirmilerde başladı.
II.
Dünya Savaşı süresince CIA’in halefi olan OSS, Japonlarla mücadele eden Kachin
gerillalarına afyon temin etti. OSS ve ABD ordusu, aynı zamanda savaş süresince
Amerika’daki yeraltı dünyasıyla bağlar kurdu ve sonrasında ülke içinde ve
dışında yürütülecek kirli işlerde çalışacak kaçakçılara koruma sağladı.
Milliyetçiler
Çin’den kovulduktan sonra CIA, bu kaçakçıları Tayvan ve Burma’ya yerleştirdi.
Altmışlarda CIA, Güneydoğu Asya genelinde uyuşturucu trafiğini yönetti ve kontrol
sahasını tüm dünyaya, bilhassa Güney Amerika ama aynı zamanda Avrupa’ya doğru
genişletti. CIA, Laos ve Vietnam’da faal olan uyuşturucu kaçakçılarını
destekledi. Hava Kuvvetleri’nde görevli general Nguyen Cao Ky, 1965’te Güney
Vietnam’ın ulusal güvenlik müdürlüğünün başında iken, CIA’e özel milislerin
örgütlenme işini verdi ve onun her şehirde gizli sorgu merkezleri kurmasını
sağladı, bunun karşılığında da epey para kazandıran uyuşturucu kaçakçılığı işi
üzerindeki kontrolü ele geçirdi. Diktatör General Loan üzerinden General Ky ve
kliği, hem politik aygıtı hem de güvenlik kuvvetlerini afyon satışı ile elde
edilen paralarla finanse etti. Tüm bu işler, CIA’in yardımlarıyla yürütüldü.
Kontrolün
ikinci yönü ise Güneydoğu Asya’daki kaçakçılarla kurulan bağların doğurduğu
risk. CIA, muhtelif ülkelerin istihbarat teşkilatlarına sızdı ve ele geçirdi,
bu kurumlar da uyuşturucu işlerine bulaştı. Üst düzey Amerikalı görevliler eski
narkotik bürosunu tasfiye ettiler, 1968’de ise adalet bakanlığı bünyesinde
Narkotik ve Tehlikeli Uyuşturucular Bürosu’nu (BNDD) kurdular. CIA, kısa süre
içerisinde BNDD’nin en üst kademelerine sızdı ve böylelikle Güneydoğu Asya’da
ve tüm dünyada uyuşturucu kaçakçılığı dâhilinde kurduğu müttefiklerini korumaya
çalıştı. CIA’e bağlı karşı istihbarat şubesi, bu işleri 1962’den itibaren,
James Angleton liderliğinde yürüttü, 1971’de ise Seymour Bolten, CIA
direktörüne bağlı, narkotik faaliyetleri koordinasyonu özel yardımcısı olarak
atandı. Bolten önce William Colby’nin danışmanı, ardından da George H.W.
Bush’un merkezi istihbarat direktörü oldu. 1973’te Uyuşturucuyla Mücadele
Dairesi’nin kurulmasıyla birlikte CIA, ülke dışında yürütülen tüm uyuşturucu
operasyonlarının kontrolünü ele geçirdi, ayrıca ABD içinde kaçakçıları koruma
imkânına kavuştu. 1990’da CIA, uyuşturucuyla mücadele merkezini kurdu ama bu
konuda kanun yaptırımına dair her türlü işlevi yerine getirmesine yasak
getirildi.
Uyuşturucuyla
mücadelenin aynı zamanda siyahlara karşı mücadele olduğunu söylemek mümkün mü?
Bu soruyu belirli bir bağlama oturtursak: Nixon’ın eski üst düzey
yardımcılarından biri olan John Ehrlichman’ın da kabul ettiği üzere, “Nixon’ın
1968’de yürüttüğü kampanya ve sonrasında Nixon’ın başına geçtiği Beyaz Saray,
iki düşman belirledi: savaş karşıtı sol ve siyahlar.” Ehrlichman, devamında
şunları söylemişti: “Ne dediğimi anlıyor musun? Savaş karşıtı veya siyah olmayı
yasadışı kılmayı becerememiştik. Bu yüzden kamuoyunda esrar içen hippiler ve
eroin kullanan siyahlarla ilgili bir algı oluşturduk, ardından bunları kriminalize
ettik. Bu toplulukları dağıtmayı bildik. Liderlerini tutukladık, evlerine
baskınlar düzenledik, mitinglerini dağıttık, her gün akşam haberlerinde bunları
kötüledik. Uyuşturucu konusunda yalan söylediğimizi biliyor muyduk peki? Tabii
ki biliyorduk.”[1] Bu bağlamda H. R. Haldeman’ın günlüklerinden de alıntı
yapmak mümkün. Başkanlığının ilk aşamalarında, bilhassa 28 Nisan 1969’da Nixon
kurmay heyetine stratejisini şu şekilde izah ediyordu: “Nixon’ın vurguyla dile
getirdiği biçimiyle, tüm sorunun siyahlar olduğu gerçeğiyle yüzleşmek
gerekliydi. Bu noktada söz konusu gerçeği kabul eden ama açığa çıkmayan bir
sistem kurmak şarttı.”[2] Buradan şu sorubilir: Nixon döneminde başlamış olan
uyuşturucuyla mücadele, aynı zamanda siyahlara karşı mücadele midir? Eğer
öyleyse, bu mücadele, ABD konusunda bize neler söylemektedir?
Amerika,
eskiden kölelik üzerine kurulu bir devletti ve ırkçı bir toplumdu. Dolayısıyla
evet, beyaz üstünlükçülerin yönettiği uyuşturucuyla mücadele, eskiden olduğu
gibi bugün de siyahlara ve diğer hor görülen azınlıklara yönelik bir
mücadeledir. Bu mücadelenin amacı, söz konusu kesimleri her türlü haktan mahrum
kılmaktı. Eskiden varolan Narkotik Bürosu da alabildiğine ırkçıydı: 1968’e dek
siyah Federal Narkotik Bürosu (FBN) ajanlarının grup denetçisi olmasına (13.
Dereceye gelmesine) ve beyaz ajanları yönetmesine izin verilmedi.
FBN
ile ilgili kitabım Kurdun Gücü için görüştüğüm eski FBN ajanı William
Davis, siyah ajanlarla ilgili açmazdan söz etmişti. 1950’de Rutgers
Üniversitesi’nden mezun olduktan sonra New York’a giden Davis, bir radyo
programında şarkıcı Kate Smith’in FBN ajanı Bill Jackson’a yönelik övgü dolu
sözlerini duymuş. “Kate, Jackson’ı federal narkotik ajanı olarak harika işler
çıkartan bir siyah avukat şeklinde tarif etmiş.” Davis’in anımsadığı kadarıyla,
gerekli ilhamı buradan almış. Narkotik Bürosu’na başvurmuş ve hemen işe alınmış
ama kısa bir süre sonra siyah ajanların saygın konumlara gelememesini öngören,
yazılı olmayan kurallarla yüzleşmiş. Siyahların grup lideri olamadığını,
beyazlara talimat veremediğini veya onları yönetemediğini görmüş. Acıyla
aktardığı değerlendirmesinde şunları söylüyor: “O günlerde az sayıda siyah ajan
vardı. Tüm ülkede sadece sekiz ajanın olması onur kırıcı bir durumdu.”
Davis,
otuzlarda FBN ajanı olarak çalıştığı dönemde Wade McCree’nin patentli bir ilâç
ürettiğinden de bahsediyor. Ama McCree, Eleanor Roosevelt’e mektup yazarak,
güneydeki savcıların siyah ajanlara “zenci” demesinden şikâyet ediyor. Bu
gafletin sonucunda FBN’in hukukçuları, McCree’yi FBN’in tesislerini patentli
ilâç üretmek için kullanmakla suçluyor. McCree kovuluyor ve bu işten
çıkartmanın etkisi dalga dalga yayılması umuluyor: böylelikle görevden
alınmasının siyah ajanlardan gelen her türden şikâyetin asla hoş
görülemeyeceğine dair açık bir mesaj vermesi sağlanıyor.
Kurdun
Gücü isimli kitabım için yaptığım röportajda, New Orleans’ta
faaliyet yürütmüş eski bir narkotik ajanı ve yetmişlerde polis şefi olarak
çalışmış Clarence Giarusso, bölgedeki hukuk pratiği açısından ırksal durumu şu
şekilde izah etmişti: “Siyah mahallelerinden dava konusu çıkartmak çok kolaydı.
Arama iznine ihtiyaç duymuyorduk, belirlenen kotaları karşılamak, bu mahalleler
üzerinden mümkün hâle geliyordu. Bir siyahın üzerinde uyuşturucu bulduğumuzda,
onu birkaç gün hapse atıyorduk, bu, kimsenin umurunda da olmuyordu. Adamın
avukat tutacak parası olmazdı, mahkemeler de onu suçlamaya çoktan hazırdı
zaten. Jüri, bizim iddialarımızı savunmamıza bile ihtiyaç duymuyordu. Adam
uyuşturucuyu kısa sürede bırakmak yerine muhbir oluyor, böylelikle mahalleden
daha fazla iş çıkartmak mümkün hâle geliyordu. Zaten bizim de asıl
ilgilendiğimiz konu da buydu. Ne Carlos Marcello ne de mafya umurumuzdaydı
bizim. Polisler, uyuşturucuyu kente kimin soktuğuyla ilgilenmiyorlardı. Bu,
federal ajanların işiydi.”
Bugün
işlerin başka türlü döndüğünü düşünen herkesin hayal dünyasında yaşadığını
söylemek lazım. Benim oturduğum Longmeadow’da polisler, komşu Springfield
kentindeki Porto Rikolulara ve siyahlara karşı ana savunma hattı olarak
görülüyor. Yaklaşık 15 yıl önce Springfield’daki İtalyan mahallesinde bir mafya
öldürülmüştü. O dönemde siyahlar ve Porto Rikolular mahalleye taşınmış, bu
yüzden ırk düzleminde ciddi bir gerilim yaşanmıştı. TV kanalının benimle
yaptığı röportajda öldürülen mafya lideri El Bruno’nun muhtemelen bir FBI
muhbiri olduğunu söylemiştim. Ertesi gün tanıdığım insanlar benimle
konuşmadılar. Bir dizi yorum dile getirildi. Bazıları bana Bruno’nun oğlunun
benim gittiğim sağlık kulübüne gittiğini söyledi. Springfield gibi bir kentte
ve varoşlarında herkes mafyayla ya ilişkilidir ya da içinde kimi arkadaşları
vardır.
Bruno
cinayetinden birkaç yıl önce, üyesi olduğum sağlık kulübünde çalışan bir
temizlik görevlisiyle arkadaşlık kurmuştum. Tesadüf şu ki bu kişi,
Springfield’da faal olan bir narkotik dedektifinin oğluydu. Temizlik görevlisi
ve ben havuza gider, barlarda takılırdık. Bir gün babasının kendisine aktardığı
bir sırrı verdi. Babasının anlattığı kadarıyla, Springfield’deki polisler mafya
liderlerinin kente uyuşturucu sokmasına imkân sağlıyor, bunun karşılığında
yeraltı dünyasındaki kişiler siyah ve Porto Rikolu müşterilerinin isimlerini
veriyordu. Bu sayede, daha önce bahsini ettiğimiz Giarusso gibi kimi polisler
kendilerine iş icat ediyor, buna bağlı olarak azınlıkların ev satın almaları
güçleşiyor, mahallelere beyazlar yerleşiyor. Bu, günümüzde ABD’nin her yerinde
yaşanan bir süreç.
Uyuşturucular
yasadışı olmasa, bugün tüm uyuşturucu ticaretinin varolamayacağını söylüyorsun,
oysa bu, tuhaf bir durum değil mi?
Uyuşturucuların
yasadışı ilân edilmesi, bağımlılığı “kamu sağlığı” meselesinden çıkartıp hukukî
bir meseleye dönüştürdü. Böylelikle uyuşturucu meselesi, polis kuvvetlerinin
artırılması, ceza meselesiyle ilgili hukukî zeminin yeniden örgütlenmesi ve hor
görülen azınlıkların politik ve toplumsal açıdan ilerlemesine mani olan sosyal
yardım sistemlerinin devreye sokulması için bir tür bahane olarak kullanıldı.
Sağlık hizmetleri endüstrisi, azınlıklar, yoksullar ve işçiler hilâfına, kâr
peşinde koşan patronların ellerine teslim edildi. Şirketler, bu baskıcı
siyaseti takdis etmek için sivil kurumlar teşkil etti. Kamudaki eğitimciler,
patron partisinin ırkçı hattını sevdirecek politik beyin yıkama faaliyetini
besleyen müfredat hazırladılar. Patron çıkarlarına uygun bir bürokratik yapı
kuruldu, öte yandan hukuk, eczacılık, tıp, ilâç üretimi konusunda gündeme gelen
politik ve toplumsal direniş bastırıldı.
Uyuşturucuyla
mücadelenin ekonomik temellerinin açıklanması için kütüphaneler dolusu kitap
kaleme alındı. Bu mücadeleden kâr elde eden sektörlerin Amerika’ya has “bırakın
yapsınlar”cı, liberal düzenlenme süreci için gerekçeler icat edildi. Kısaca
ifade edecek olursak, bu sektörler, mafya gibi söz konusu mücadelenin kaymağını
yiyorlar. Wall Street’deki uyuşturucu sektörlerine yatırım yapan kesimlerin
devleti ekonomik güçlerini politik ve küresel bir güce dönüştürmek ve bu gücü
devreye sokmak için kullandığını söylemek bu noktada yeterli olacaktır. Şu hiç
unutulmamalı: Amerika, afyon veya kokain üreten bir ülke değildir, ama ordu
gibi tüm bahsi geçen sektörlerin sırtını dayadığı ana stratejik kaynak,
uyuşturuculardır. Dünyadaki legal ve illegal tüm uyuşturucu arzını kontrol
altına almak, ulusal güvenlikle alakalı bir meseledir. Son yetmiş yıl
içerisinde bu sürecin nasıl işlediğine dair örnekler için kitaplarıma
bakılabilir.
Bugün
Afganistan’daki mesele, CIA’in afyon meselesindeki payı mıdır?
Afganistan’da
CIA görevlileri, bir yandan gölgedeki hamaklarında sallanırken, bir yandan da
uyuşturucu ticaretini yönetiyorlar. 2001-2’de Karzai hükümetinin kurulmasından
ve afyon kaçakçılığında rol oynayan, savaş ağası Gül Ağa Şerzai’nin devreye
sokulması ve “dost siviller”in kullanılması üzerinden Afgan direnişine
ajanların sokulmasından itibaren afyon üretimi zirveye ulaştı. Amerikan
kamuoyu, Taliban’ın Amerikan işgali sonrası silâh bıraktığını, Afgan halkının
CIA Şerzai’yi Kabil’e yerleştirdikten sonra silâhlandığını bilmiyor. Karzai
kardeşlerle birlikte hareket eden Şerzai, CIA’e Taliban’ı değil iş dünyasındaki
rakipleri hedef alan bir muhbirler ağı temin etti. Yaşayanlar Arasında Tek
Bir İyi İnsan Yok isimli kitabında Anand Gopal’ın açığa çıkardığı
biçimiyle, Şerzai’nin yardımları sonucu CIA, Anka Kuşu Operasyonu’nda görülen
baskınlarla bir dizi saygın lideri işkenceden geçirdi veya öldürdü. Sonuçta
Afgan halkı da zamanla radikalleşti. CIA, savaşı özünde uzun soluklu işgal ve
sömürgeleştirme pratiği için bir bahane olarak başlatmıştı.
Hizmetleri
karşılığı Şerzai, önemli uyuşturucu faaliyetleri yanında, Afganistan’da
kurulacak ilk ABD askeri üssünün taşeronluğunu üstlendi. CIA’in yaptığı
düzenlemelerle Afgan uyuşturucu kaçakçılığı yapan Afgan savaş ağaları,
Uyuşturucuyla Mücadele Dairesi listelerinden çıkartıldı. Gopal’ın kitabında tüm
bu isimler veriliyor. Görevdeki CIA ajanları, anne-babaları öldürülmüş,
zihinleri on beş yılı aşkın ABD saldırganlığı sonucu dumura uğramış genç
Afganlar arasındaki bağımlılık oranlarının tırmanmasını zevkle izlediler.
Yukarıda bahsi geçen ekonomik, toplumsal ve politik sebeplerden ötürü, aynı
uyuşturucunun Amerika’daki kentlere girmesi, bu ajanların hiç umurunda değildi.
Uyuşturucu
ticareti, aynı zamanda “istihbaratla alakalı bir potansiyel”e de sahiptir. CIA
ajanları, afyonu eroine dönüştürüp Rus halkına satan, koruma altındaki Afgan
savaş ağaları ile birlikte hareket ederler. Bunların Amerika’da mafyaya bağlı
torbacılarla iş tutan polislerden hiçbir farkı yoktur. Buradaki işbirliği,
yönetici sınıfın politik güvenliğini sağlayan bir düşmanla kurulmaktadır.
İşbirliği, temelde suçun kökünün kurutulmasının mümkün olmadığı, onun ancak
yönetilebileceği gerçeğine dayanır.
CIA’in
düşmanla müzakere yürütme yetkisi varsa da bu müzakere sürecinin ancak güvenli
ve inkâr edilebilecek kanallardan yürütülmesi gerektiği bilinmelidir. Ambargo
uygulanan İran’a satılan silâhlardan gelen paranın Nikaragua’daki
kontrgerillaya aktarılması üzerinden patlak veren Irangate Skandalı’nda Reagan,
Amerikan halkının sevgisini teröristlerle müzakere yürütmeme vaadiyle kazanmış
ama öte yandan da İranlılara füze satıp bu parayla uyuşturucu satan kontralara
yardım etmişti. Afganistan’da uyuşturucu işi yapan yeraltı dünyasıyla kurulan
ilişki, CIA’e Taliban liderlerine ulaşacak, güvenli bir kanal temin etmiş, bu
kanal üzerinden CIA, mahkûm takası gibi basit meseleleri müzakere etme imkânı
bulmuştu. Afganistan’da suçlu isimlere dayalı casusluk faaliyeti, her türden
uzlaşma için gerekli fikri zemini de sundu. Ateşkes için her zaman önceden bir
dizi müzakere yürütülür. Günümüzde Amerika’nın dâhil olduğu her çatışmada
müzakereler esasen CIA eliyle yürütülür. Görünen o ki Trump, işgal sürecini
belirsiz bir tarihe dek uzatacak.
Anlaşılan,
Afganistan’da faal olan 600 alt düzey Uyuşturucuyla Mücadele Dairesi ajanı, her
şeyin inandırıcı ölçüde inkâr edilebilir hâle getirmiştir.
ABD’nin
Anka Kuşu programının ana özelliklerine Afganistan’da da başvurduğunu söylemek
mümkün mü? Bu noktada ben, bilhassa Taliban liderlerinin ilk başta silâh
bıraktığı “Kalıcı Özgürlük Operasyonu”ndan bahsediyorum.
Afganistan,
Güney Vietnam’da geliştirilen iki ayaklı Anka Kuşu programına dair örnek teşkil
edecek bir çalışma alanı. Buradaki gerilla savaşı, “yüksek vasıflara sahip”
kadrolar eliyle yürütülüyor, adam kazanma ve suikast faaliyetlerinin altına bu
kişiler imza atıyor. Programın ilk ayağını bu gerçek oluşturuyor. Ayrıca sivil
halka karşı da psikolojik savaş yürütülüyor. Herkesin beynine, direnişe destek
verdikleri takdirde, kaçırılabileceği, tutuklanabileceği, işkence görebileceği,
tehdit edilebileceği ve/veya öldürülebileceği gerçeği kazınıyor. İkinci ayaksa,
ABD’ye bağlı kukla hükümeti desteklemeleri için sivillerin terörle
korkutulması.
ABD
ordusu, Vietnam Savaşı’nın ilk döneminde, (SS Einsatzgruppen tarzı özel
kuvvetler ile Gestapo tarzı gizli polis modeline dayanan) bu iğrenç savaş
tarzına bulaşmak istemedi ama Anka Kuşu programını teferruatlandırmak için
asker temin etti. CIA, alt düzey subaylar arasına işte bu noktada sızdı.
Vietnam Savaşı ile ilgili yayınlarıyla Ken Burns’ün revizyonist tarzı üzerinden
öne çıkartılan Ajan Donald Gregg ve onunla birlikte Anka Kuşu Programı isimli
kitabım için görüştüğüm Ajan Rudy Enders, bu programı 1980’de El Salvador’a ve
Orta Amerika’ya ihraç etti, bu dönemde CIA ve ordu, Anka Kuşu modelini
kullanarak, dünya genelinde “terörizm”le mücadele etmek için, birlikte Delta
Kuvvetleri’ni ve Ortak Özel Operasyonlar Komutanlığı’nı kurdu. Artık
konvansiyonel savaş söz konusu değildi, bu nedenle ekonomik ve politik
gerekçelere bağlı olarak ordu, yıllar önce CIA’in yerleştirdiği subaylarla
birlikte, dünya genelinde 700’den fazla üste faaliyet yürüten, Amerikan
imparatorluğu için çalışan bir fiilî polis kuvveti hâline geldi.
Anka
Kuşu programı, bugün Amerika’da nasıl ve hangi tarzda işliyor?
Karl
Marx, 150 yılı aşkın bir zaman önce, ülke içinde ve dışında kapitalistlerin
işçilere nasıl ve neden aynı tarzda muamele ettiğini izah etmişti. Kapitalizm
evrimleşip gücünü merkezileştirdiği, iklim bozulduğu, zenginle fakir arasındaki
uçurum derinleştiği, kaynaklar daha da kıtlaştığı ölçüde Amerikan polis
kuvvetleri de Anka Kuşu’na has tarza sahip, sivil halka karşı kullanılacak
“terörle mücadele” stratejilerini ve taktiklerini benimsedi. Devlet “idari
gözaltı” kanunları çıkarttı, bu kanunlar, Anka Kuşu tarzına uygun
operasyonların hukukî temelini teşkil ettiler, böylelikle sivillerin ulusal
güvenliğe tehdit teşkil etme şüphesi üzerine tutuklanması artık mümkün. Anka
Kuşu, kurumları koordine etmeyi öngören, bürokrasiye has bir yöntem aslında.
Burada “terörle mücadele” operasyonları yapılması yanında istihbarat da
toplanıyor. Ülke genelinde Ulusal Güvenlik Bakanlığı’nın ilgili modele
dayanarak, “kaynaşma merkezleri” kurmasının sebebi burada. Amerikan halkı
aleyhine işleyen muhbir ağlarına ve psikolojik operasyonlara 11 Eylül’den sonra
çok fazla tanıklık edildi. Tüm bu hususlar, Örgütlü Suç Olarak CIA isimli
kitabında ayrıntılarıyla izah ediliyor.
Ana
akım medya, kamudaki CIA algısı noktasında ne kadar önemli?
Bu,
işin en kritik yönü. Guy Debord’un dediği gibi, dünyaya hükmeden asıl unsur
gizlilik, en önde gelen husus, hâkimiyetin gizlenmesi. Medya, sizin size nasıl
hükmedildiğini bilmenize mani oluyor, bunu da CIA’e ait sırları kasasında
muhafaza ederek yapıyor. Medya ve CIA aynı şey.
FOX
ve MSNBC’nin ortak yönü şu: serbestçe hareket eden kapitalist toplumda haber,
metadır. Haber kanalları, bir ürünü satmak için belirli bir izleyici kitlesini
hedef alır. Yapılan tüm haberler yalandır, medya, haberi sunma biçimlerini
müşterilerini tatmin etmek için kendince çarpıtır. Ama CIA konusunda
söylenenler yalan değil, zehirdir. Demokratik kurumları altüst eden, CIA’dir.
Ülke
içerisinde tanık olunan, Anka Kuşu’ndan kaynak alan her türden örgütlenme veya
operasyon, laf salatasına ve inkâr edilme becerisine, ayrıca resmi gizlilik
düzeyi ile medyadaki sansüre dayanır. CIA’in istihbarat üzerinde kontrolü,
medyanın suç ortaklığına muhtaçtır. Vietnam’daki yenilgiden liderlerimizin
edindiği en önemli ders budur. Devleti ve medyayı yöneten, beyni yıkanmış,
yoğun biçimde ödüle boğulmuş yöneticiler, başka ülkelerdeki sivillere yönelik
katliamların kamuoyunun gözüne sokulmasına bir daha asla izin vermeyeceklerdir.
Amerikalılar, ABD’nin yağmacı paralı askerleri ve misket bombaları tarafından
katledilmiş Iraklı, Afgan, Libyalı ve Suriyeli çocukları hiçbir zaman
göremeyeceklerdir.
Diğer
yandan CIA eliyle gerçekleşen, insan kaçırma girişimleri, işkenceler ve
suikastlar TV’de ve filmlerde yüceltilmektedir. Ana mesele, uygun bir hikâye
bulup anlatmaktır. Medyanın suç ortaklığı sayesinde bugün Anka Kuşu programı,
Amerikalı liderlerin ülke içerisindeki politik güvenlikleri noktasında ana
şablon hâline gelmiştir.
CIA
Amerikan halkının düşmanı mı?
Evet.
CIA, kirli işlerini yürüttüğü zengin politik seçkinlere ait bir aygıttır.
Dipnotlar
[1] Dan Baum: “Legalize It All – How to win the war on drugs”, yayınlayan: Harper’s
Magazine, Nisan 2016: Harpers.
[2]
“Haldeman Diary Shows Nixon Was Wary of Blacks and Jews”, yayınlayan: The
New York Times, 18 Mayıs 1994: NYT.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder