Genç
Marx
filmi, kimi sıkıntılı yanlarına rağmen, değerlendirmeyi hak eden bir film.
Ülkede iki kişiden üçünün Marksist olmasına karşın, bu filme dair tek bir
eleştiri kaleme alınmamış olması da düşündürücü. İlk mücadele döneminde Marx’ın
kavga ettiği kişileri o Marksistlerin kendilerine daha yakın görmeleri daha
büyük bir ihtimal. Bugün kim Weitling, kim Proudhon, belli değil. Kim nezaketle
mücadeleyi vazediyor, kim soyut kavramlar arkasına saklanıyor, tartışılmalı.
Yavan
da olsa filmde “tüm insanlar kardeştir” sözünün yerini “tüm ülkelerin işçileri
birleşin” sözünün alışı anlatılıyor. Burjuvazinin saldırısına soyut insan
kurgusuyla, sevgi, mutluluk gibi değerlerle ya da peygamber-mürit ilişkileriyle
karşılık verilemeyeceğine vurgu yapılıyor. Marx, saflık arayışının, kavganın
kirinden kaçma pratiğinin karşısına dikiliyor. Bunları esnaf-zanaatkâr pratiği
olarak yargılıyor.
Bizde
ise solcular başkalarını “kedi” zannediyorlar. Gündelik Hayata Direnmek adıyla
kitap yazan Süreyya Karacabey, “insan, kendisiyle ya da başkalarıyla konuşur,
tarihle konuşamaz. Hatta ilkin kendi ruhuyla konuşur, orada ayıklar bütün
fazlalıklarını sonra başkasının hayatına yönelir, bir ortaklık tesis edebilmek
için” buyuruyor.[1] Özellikle doksanlarda dile pelesenk olan, “önce kendinde
devrim yap” lafına ayet gibi sarılıyor. Siyasetin bireyden başladığı imasında
bulunuyor. Bu birey, teoriye gelmiyor. Marx’ın söylediği gibi, cehaletin
kimseye hayrı olmuyor.
Filmde
dile getirildiği biçimiyle, geleceğe dair bir teorik yapı olmaksızın kavga da
olmuyor. Teorik mücadele, öngereklilik olarak, kendisini her daim
hissettiriyor. O mücadele, bireyin saflığı noktasında fazlalık olarak
görülüyor. Dolayısıyla Karacabey gibiler, “bir yandan geleceği geçmişe havale
edenlerin yarattığı boğuculuk, öte yandan geçmişi geleceğe havale edenlerin
yarattığı müphemlik” diyerek[2], sadece kendisine ait olan bir gündelik hayat
mitine sarılıyorlar. Kendi bireysel varoluşunu ve her türden eylemini politik
zannetme gafletine düşüyor.
Şimdilerde
bu mitin fazla avamlaştığı kanaati üzerinden, direnişe geçtiğinden
bahsediliyor. Gezi günlerinde yazdığı yazıda “ne geçmiş ne gelecek” diyen hoca,
bugün gündelik hayata direnmekten söz ediyor. Direndiği ana husus, bir vakitler
bir panelde “solu ezberlerinden kurtaracağız” diyen Baskın Oran’ın aklındaki
mesele. “Boğuculuk ve müphemlik”ten kurtuluşsa, bireyin saflığına dönmekle mümkün.
Marx'ın açtığı kılıç yarasını sarmak, liberal bandajlara düşüyor. O
liberallerin tek derdi, o kılıcı kırmak.
* * *
O
hâlde Selim Temo haklı: “Eskiden taşra cahildi, şimdi merkez de cahil.”[3]
Karacabey,
Gezi’yi “birikmiş bir tepki, çok zorlanmış bir sabrın patlaması” olarak
değerlendiriyor. Bir akademisyen, bir olayı ancak bireysel alan ve duygular
kapsamında inceleyebiliyor. Sonra da “güç isteğine sahip değildik” diyor. Oysa
sahada “ait” olduğu “dostluk meclisi”nin o isteği, iradeyi kırmak için
uğraştığı biliniyor. Başsız, sonsuz, müşterek bir kavga yaşanırken, ona karşı
olanlar, kendi saflıklarını bileyliyorlar. Kirlenmek istemeyenleri
çağırıyorlar.
İrade,
buradan kırılıyor. Mesele, o gün de “ezberleri bozmak”tı. Kimse o lafı
ettiğinde bir devrimcinin ayağa kalkıp Oran’a, “biz, o ezberler için kan
döktük!” dediğini anımsamadı. Çünkü o devrimci, Karacabey’e göre, “artık
yaşamayan ölüleri referans alan ve şimdi burada olmayan bir hayat vaat eden”
biriydi. Kan kirliydi, ezberler onu anımsatıyordu. Burjuvaziye “temiz çocuk
olacağım” sözü verilmişti bir kez. Siyaset, sadece laiklik ve ilericilik
bağlamında, burjuvazi işini yapmadığı için ona kızıp devletin kucağına, “devlet
işini yapmıyor” diye burjuvazinin eteğinin altına sığınmaktan ibaretti.
Dolayısıyla,
“Nuriye ve Semih’i çekiştirdikleri” söyleşide “[onların] eylemi, aynı kaderi
yaşayan KHK’zedelerin çoğu tarafından marjinal göründü” demesi, bir gerçeği
ifşa ediyor olmalı. Karacabey de bir günlük katılım, “dostlar alışverişte
görsün eylemi” sonrası, aynı marjinallik tespitini yapıyor aslında, yani o da
eylemi marjinal görüyor.
Çünkü
o, “masumiyetini yitirmiş, ne için kavga ettiğini çoktan unutmuş, bütün
iktidarların negatif imgesi olarak kendini kurmuş insanlara ve örgütlerine” hiç
mi hiç inanmıyor. Tek derdinin masumluk, saflık, kirlenmemek, birey kalmak olduğu
anlaşılıyor. Hoca, iktidar mücadelesini eleştirirken, mücadelenin kudretini
ortadan kaldırıyor.
* * *
Son
dönemde sokaklarda başıboş bırakılmış, yığınla kediye rastlanıyor. Bunun
nedeni, küçük burjuvazinin o kedilere artık bakamaması ve hiç acımaması. Ondaki
ülkeden gitme hâli veya gitme arzusu, bu gerçeğin başka bir tezahürü. Yani okullarından
atılan hocalar, çok zahmetli bir iş olan, yabancı üniversitelere girmeye dönük
çalışmaları önceden başlatacaklarına, Nuriye ile Semih’e omuz verebilselerdi,
odalarını, öğrencileriyle ilişkilerini savunabilselerdi, uzun soluklu mücadele
yürüten bu genç devrimcilerin adlarını tam yazamayacak, onları “Nuse” diye
anacak kadar üşengeç olmasalardı, mücadeleyi nesnel ve kolektif bir niteliğe
kavuşturmak için uğraşsalardı, daha doğrusu, mücadelenin nesnel ve kolektif
gerçekliğine örgütlenebilselerdi, bugün çok farklı şeylerden bahsediyor olurduk.
O işten atılan farklı kesimden
insanlarla, suyundan, işinden, tarlasından olanlarla buluşmak, bu kadar zor
olmamalıydı.
Sosyal
medyada “faşizme karşı birleşmeyenler, zindanlarda birleşirler” türünden afili
cümleler yazmak bir anlam ifade etmiyor yani. “Laik müfredat” çığlıkları
atanlar, dün görmedi Nuriye ve Semih’i, bugün de görmeyecek. Herkes, kendi
bir’liğinden, bireyliğinden bakıyor dünyaya. Bu öğütleniyor. Eksik değil, tam
olduğu düşünülenden yola çıkılıyor ve yol, kendi’den başka hiçbir yere
çıkmıyor. Zaten istenen de bu. Dolayısıyla, eksiğin giderilmesi için verilecek
müşterek kavga, daha baştan anlamsızlaşıyor.
Bu
açıdan, kapağa kadınlara has, popüler bir Che figürü misali, Ulrike resmi
koymakla, başa eşarp sarmakla olmuyor. Gündelikçi kadınların çilesine ortak
olmayan, onu saflık mitosunu satmak için kullanan kişilerin o gündelikçi
kadınlara hiçbir hayrı dokunmuyor. Kitabını çevirmen emeğini gasp eden bir
yayınevinden çıkartanların kendilerine uygun bir yuva buldukları görülüyor. Ama
her şeye rağmen, gene de, gerçek gündelikçi Süreyya’lara örgütlenmek gerekiyor.
Gündelikçi
Süreyya, Ulrike değil. Onun kavgası, pazarda değer bulmuyor. Ulrike, ellilerde
Almanya’nın ABD eliyle Nazi artıklarını devlet kurumlarına yerleştirdiğinin,
altmışlarda bizatihi Amerikan sömürgesi olduğunun bilinci ve eylemi. Akademisyen
Süreyya arkadaşlarıyla birlikte antifaşizmi ilkel, antiemperyalizmi gerici
bularak geri çekildiler. Küçük burjuva malikanelerine yerleştiler. Oraya
temizliğe, çocuk bakmaya gelen emekçi Süreyya’lara düşmanlıklarını bileylediler.
Bize düşen, burjuva efendileriyle insanlıkta kardeş olmak isteyenlere karşı iki
sınıfın varlığını vura vura hatırlatmak.
Eren Balkır
12
Eylül 2017
Dipnotlar:
[1] Nida Dinçtürk, “Süreyya Karacabey Söyleşisi”, 31 Ağustos 2017, Duvar.
[2]
Süreyya Karacabey, “Haydi Buradan Gidelim”, 21 Eylül 2013, Taksim.
[3]
Selim Temo, “Başkasının Taşrası”, 13 Eylül 2017, Duvar.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder