Her
şeyden önce postkolonyalizm, Batı düşüncesinde tüm toplumsal-tarihsel
deneyimleri, genel kapitalist modernite başlığı altında toplamaya yönelik
girişimlere karşı geliştirilmiş özel bir tepkidir. Dolayısıyla bu türden
genellemeci değerlendirmeler sıkıntılıdır, zira bunlar, farklılık meselesini
yanlış okurlar, daha da kötüsü, onu görmezden gelirler. Chakrabarty, bu
yaklaşımı “tarihsicilik” olarak adlandırır ve bu eğilimin farklılığı hem kabul
hem de nötralize eden bir tür tarih yazma yöntemi olduğunu söyler. Ona göre, bu
yazım dâhilinde “tarihler arasındaki farklılıklar” uzun vadede sermaye
tarafından aşılır.[1] Tarihsicilik, kapitalizmi tarihsel farklılığı karşıya
atan bir güç olarak takdim eder. Bu güç, söz konusu farklılıkla mücadele
içerisindedir, nihayetinde onu olumsuzlar veya kendi mantığının yayılması için
gerekli olan farklı araçlara tarihsel düzlemde dâhil eder.[2]
Bu
türden bir yaklaşım, politikleştirilmiş bir tür reçete içerir bünyesinde.
Avrupa, bu yaklaşım bağlamında, kapitalizmin, modernitenin veya Aydınlanma’nın
ilk oluştuğu saha olarak takdim edilir ve Avrupalı olmayanlar “başka bir yer”e
fırlatılıp atılır.[3] Devamında tarihsel gelişmeler, Avrupa’ya has bir norma
göre, özel olarak değerlendirmeye tabi tutulurlar. Bu norma uymayan veya denk
düşmeyen tarihlerse “sapma” veya “eksik” denilerek çöpe atılırlar. Farklılıklar
ise öze yerleştirilmiş ikilikler aracılığıyla ve onlar üzerinden
dillendirilirler ve ilga edilirler. Bu ikilikler, prekapitalizm-kapitalizm,
arkaik-çağdaş, dünya imparatorlukları-dünya sistemi olarak özetlenebilir.
Eksiklik
anlayışı ise kendi içerisinde sömürgecilikte mevcut olan hiyerarşileri
barındırır (bu hiyerarşiler, barbarlık, medeni olmama, geri kalmışlık,
yetersizlik gibi kavramlarla ifade edilir). Sonuçta tarihsicilik, kültürel
mesafeye dayalı bir ölçü belirler. “Bu, Batı ile Batı dışı dünya arasında
mevcut olan bir ölçüdür”[4] ve “Avrupalı olmayanlara onların özerklik ve kabul
görme çağrıları karşısında ‘daha değil’ diyebilmek için gerekli bir yöntem
olarak kullanılır.”[5] Bu olgu, en net biçimde “köylü” veya “madun”u incelerken
açığa çıkar. Örneğin Eric Hobsbawm’ın Hint köylüsünü tarih bağlamında “politika
öncesi” ve “arkaik” olarak tanımlamasının sebebi, onun Avrupa dışı dünyadaki
gelişmeleri “eksik” olarak anlamasıdır.[6] Bu tür unsurlar, prekapitalist ilişkilerin
bakiyesi veya artığı olarak görülür. Chakrabarty’ye göre, benzer bir strateji,
“eşitsiz gelişme” anlayışında karşımıza çıkar. Bu türden anlayışlar, “tarihsel
gelişmeye (bütünlük değilse de) en azından önemli bir yapısal birlik atfeder.
Bu yaklaşıma göre, zamanla belirli unsurların “anakronik” veya “modası geçmiş”
olarak tanımlanması mümkün hâle gelir.[7]
Özellikle
modernitenin oluşumu dâhilinde köylünün merkezî konumunu dikkate alırken,
tarihsiciliğin sorunlu olduğu net olarak görülür. Köylü denilen fail burjuva,
seküler olmamasına, tarihsel düzlemde sömürgecilik öncesinde varolan
pratiklerle bağlantılı olmasına karşın, hâlen daha, hem politik hem de
moderndir.[8] David Washbrook’un dile getirdiği biçimiyle, (modern dönemin
aksine) toplumdaki geleneksel veya gerici katmanların yaygınlığı, Güney Asya’da
sömürgeciliğin yol açtığı bir husustur.[9] Dolayısıyla köylü denilen faili,
premodern, prekapitalist veya prekapital başlığı altında toplamak, madunları
elitlerin rasyonalist bilincine ait kalıba zorla oturtmaktan, bunu da onları
sömürgecilerin ve burjuva milliyetçilerin idrak edebileceği birer unsur hâline getirerek
yapmaktan başka bir şey değildir.[10] Sonuçta başka şekilde önemli bir fail
olarak görülebilecek olan köylülük, tarih yazımı üzerinden lâl edilir, yanlış
tanıtılır veya kıyıya köşeye atılır.
Bu
sebeple Partha Chatterjee, ekonomiye ait genel bir kategori olarak sermayenin
tarihsel planda gerçekleşmesinin sınırlarının izah edilmesi suretiyle, Avrupa
dışı dünyadaki moderniteye dair tarihsel soruyu yeniden dile dökmeye
çalışır.[11] Chakrabarty ise esas olarak Avrupa’nın dünyanın merkezi olmaktan
çıkartılması [provincialize] ile ilgilidir. Ona göre bu çaba,
genellemeci düşüncenin belirli tarihler tarafından her zaman ve zaten değişime
nasıl tabi kılındığını göstererek ortaya konulmalıdır.[12] Başka bir ifadeyle,
söz konusu yaklaşımın amacı, genelmiş gibi görünen kavram ve kategorilerin her
zaman kendi içinde genel, evrensel olmayana ait izler taşıdığını ortaya
koymaktır.
Chakrabarty,
bu işlemi iki şekilde gerçekleştirir: öncelikle o, politik moderniteye ait
“genel” kavramların önceden varolan kavram, kategori, kurum ve uygulamalarla
çatıştığını göstermeye çalışır. Ona göre, politik moderniteye ait kavramlar,
bahsi geçen unsurlar eliyle tercüme edilir ve belirli bir yapıya
kavuşturulurlar.[13] İkinci olarak Chakrabarty, genel kategorilerin esasında
parçalı ve dar olduğunu gösterir. Ona göre, bu kategoriler Avrupa’ya ait özel
bir deneyimin ürünüdürler.[14] Aynı şekilde Chatterjee de Avrupa’ya ait
toplumsal formların sözde genelliğinin ancak özel bir kapitalizm tarihine bağlı
olarak genelleşen özel bir tarihsel deneyimi maskelediğini söyler.
Avrupa’ya
ait parçalı bir düşünceyi genel felsefeye dönüştüren, Avrupa’nın dar ve sınırlı
tarihini evrensel tarih hâline getiren önemli bir moment varsa, o da sermaye
momentidir. Sermaye, toprak bağlamında ulaştığı menzille ve kavramsal
hâkimiyetiyle genelleşmiştir. Ticaretin, savaşın, soykırımın, fethin ve
sömürgeciliğin şiddetini genel bir ilerleme, gelişme, modernleşme ve özgürlük
tarihine dönüştüren şey, sermayeyi merkeze alan anlatıdır.[15]
Vivek
Chibber, Madun Çalışmaları’na karşı son saldırısında[16] esas olarak sermayenin
evrenselleşme eğilimini kabul etmeyenleri eleştirir. Chatterjee, Chakrabarty ve
Ranajit Guha gibi isimleri içeren ve madun çalışmaları yapan akademisyenler,
esasında sermayenin evrenselleşme eğilimine sahip olduğunu inkâr etmezler.
Bilâkis bu isimler, aslında başka bir şey söylerler: sermayedeki evrenselleşme
eğilimi sınırlıdır, bu eğilim, her zaman ve her yerde kısmîdir ki bu hususlara
Chibber’ın kendisi de işaret eder. Örneğin Chakrabarty, Marx’ın “sermayeye
karşı direnişin sermayeye içkin bir şey olduğuna” dair sözü üzerinde durur. Bu
açıdan Chakrabarty’nin de dile getirdiği biçimiyle, “sermayenin kendisini
yeniden üretmesi”, akla Marx’ın başka bir sözünü getirir:
“Sermayenin kendisini
yeniden üretmesi, sürekli aşılan ama her daim açığa çıkan çelişkiler
içerisinde gerçekleşir. Bunun sebebi, Marx’ın da dile getirdiği biçimiyle,
sermayenin ideal planda karşısına çıkan sınırları gerçekte aşamadığı
ulusal sınırlar ve önyargılarla aşar.”[17]
İlginç
olan şu ki Marx’ın Grundrisse’sinden alınan bu pasajı Guha da alıntılar.
Guha devamında şu tespiti yapar: “Sermayenin evrenselliği iddialarına dair bu
eleştiriden daha açık ve daha yıkıcı bir tespit yapılamazdı”[18] Bunun dışında
Guha, evrenselci ve karşı-evrenselci eğilimlerin çelişkili birliğinin Doğu ve
Batı (özellikle Avrupa) içerisinde işlemeye devam eden bir şey olduğunu söyler.
Guha’nın dile getirdiği biçimiyle, Marx’a göre:
“ideal olarak sermayenin
evrenselleşme eğilimi ile bu eğilimin gerçekte kırılması arasındaki uyuşmazlık,
ilgili dönemde Batı’daki burjuva toplumların çelişkilerine ait bir
ölçüdür, o ölçüye özgüllük katansa farklılıklardır.”[19]
Guha’nın
ifadesiyle, “burjuvazinin tarihsel projesindeki yapısal fay hattı[20] Hint
burjuvazisi ile Avrupa’daki ecdadı arasında değildir.[21] Burada esasen tüm
dünyayı boydan boya kesen, daha kapsamlı bir uzamsal-zamansal fay hattı söz
konusudur: Bu fay hattı, İngiltere ve Fransa’daki “ilk dönem” burjuva
devrimleri ile Elbe Nehri’nin doğusuna, Avrupa ötesine uzanan sonraki burjuva
devrimleri arasındadır.
Alexander Anievas
Kerem Nişancıoğlu
[Kaynak:
How The West Came To Rule, Pluto Press, 2015, s. 33-35.]
Dipnotlar:
[1] Chakrabarty, Provincializing Europe, s. 47-8. Aynı şekilde,
kapitalizmin genişlemesi meselesinin her şeyi içeren bir kategori altında
toplanması, Batı dışı toplumların Avrupamerkezci ve sorunlu tarihine yol
açmaktadır.
[2]
Chakrabarty, Provincializing Europe, s. 48.
[3]
Chakrabarty, A.g.e., s. 7-8.
[4]
Chakrabarty, A.g.e., s. 7. Dolayısıyla tarihsicilik, tarihsel geçiş
anlatısına damgasını vuran bir husustur. Geçiş teorisinde tarih iki eş kutup
arasında asılı gibidir: despotik/anayasal, ortaçağ/modern, feodal /kapitalist.
Bu noktada sömürge tarihlerinde söz konusu geçiş anlatıları, şiddet ve fetih
konusunda emperyalistlerin sahip olduğu kapasite ve imkân küstah bir dille
övülür (A.g.e., s. 32).
[5]
Chakrabarty, A.g.e., s. 8; ayrıca bkz. Partha Chatterjee, ‘A brief
history of Subaltern Srudies’, Empire and Nation: Selected Essays içinde
(New York: Columbia University Press, 2010), s. 296-7. Sömürge ideolojisi
dâhilinde bunun en açık örneği, muhtemelen John Stuart Mill’dir. Oysa
postkolonyalistler, söz konusu yaklaşımın izlerini nispeten daha radikal
düşünürlerin çalışmalarında da sürerler. Bunlardan biri de Karl Marx’tır.
Marx’a göre, “endüstriyel açıdan daha gelişkin olan ülke, azgelişmiş olan
ülkeye kendi geleceğine ait bir imajı gösterir. Bu tespit, Wallerstein’ın Dünya
Sistemi Teorisi’ni ve Robert Brenner’ın teorisini belirler.
[6]
Chakrabarty, A.g.e., s. 11-12.
[7]
Chakrabarty, A.g.e., s. 112, 47.
[8]
Postkolonyalizm teorisi, köylü denilen faili, o tarihsiciliği altüst ettiği,
tarihin ilerlediği ana güzergâha girişine izin verilmemesine rağmen girdiği,
burjuva öncesi değil de burjuva dışı, modern öncesi değil ama modern dışı oluşu
sebebiyle yere göğe sığdıramaz (Chakrabarty, A.g.e., s. 10-11).
[9]
David Washbrook, ‘South Asia, the world system, and world capitalism’, Journal
of Asian Studies, Cilt. 49, Sayı. 3 (1990), s. 479-82.
[10]
Chatterjee, ‘Subaltern Studies’, s. 292.
[11]
Partha Chatterjee, ‘Peasants, politics and historiography: a response’, Social
Scientist, Cilt. 11, Sayı. 5 (1983), s. 64-5.
[12]
Chakrabarty, A.g.e., s. xiv.
[13]
Chakrabarty, A.g.e., s. xii. İlginç olan şu ki Chakrabarty’ye göre bu,
modern tarihin genel bir kanunudur. “Eğer bu argüman Hindistan için doğru ise,
o vakit Avrupa dâhil diğer her yer için de doğrudur.” Ayrıca bkz. Chatterjee,
‘Subaltern Studies’, s. 294.
[14]
Chakrabarty, A.g.e., s. xii.
[15]
Partha Chatterjee, The Nation and Its Fragments: Colonial and Postcolonial
Histories (Oxford: Princeton University Press, 1993), s. 235.
[16]
Chibber, nihayetinde iddiasını daha da abartılı bir dille aktarır ve
postkolonyalistlerin Doğu’nun özgüllüğünü savunmaya çalıştıklarını, bunu da
sermayenin başarılı biçimde genelleştiği meselesini redde tabi tutup Batılı
teoriye ait evrensel kategorilerin uygulama imkânının bulunmadığını söyleyerek
yaptığını iddia eder. Bu suçlamaların yanlış bir zemine dayandığını söylemek
gerekir. Bkz. Chibber, Postcolonial Theory, s. 212. Chibber’ın yanlış
temellendirilmiş eleştirisine yönelik önemli cevaplar için bkz. Partha
Chatterjee, ‘Subaltern Studies and capital’, Economic and Political Weekly,
Cilt. 48, Sayı. 37 (2013), s. 69-75; Sanjay Seth, ‘Review of Vivek Chibber’s
Postcolonial Theory and the Specter of Capital’, American Historical
Review, Cilt. 119, Sayı. 4 (2014), s. 1.218-20; Alexander Anievas ve Kerem
Nişancıoğlu, ‘Chibber’s follies: the potentials and pitfalls of Postcolonial
Theory and the Specter of Capital’, yayınlanmamış makale, 2015.
[17]
Chakrabarty, Provincializing Europe, s. 85.
[18]
Ranajit Guha, Dominance without Hegemony: History and Power in Colonial
India (Cambridge, Mass.: Harvard University Press, 1997), s. 16.
[19]
Guha, Dominance without Hegemony, s. 16, vurgular bize ait.
[20]
Guha, A.g.e., s. 5.
[21]
Chibber’ın iddialarının tam zıttı için bkz., Postcolonial Theory, s. 39.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder