Yukarıdan bakılınca sadece şekil görülüyor. Kendi
şekline önem verenler, sadece şekil görmek derdindedirler. Yapılan analizler,
herkes açısından bir tezahürdür. Nasıl görülmek istiyorsanız onu
görüyorsunuzdur; tersi de doğrudur.
Bu açıdan AKP 2010, en erken 2007’den beri solun
radarındadır. Bunu sorgulayan tek bir kişiye bile rastlanılmamaktadır.
2010’daki haritaya bakıp “işte bizim kitlemiz bu yüzde 42” demişlerdir. Şimdi
aynı cümle, yüzde 49, hatta daha fazlası için dillendiriliyor. Buradan da sağ
toplamın erimeye başladığına dair ümitvar analizler yapılıyor. Sağın da solun
da sahipleri sınıfsal analize tabi tutulmuyor.
* * *
Orhan Gökdemir gibi isimler, referandum günü TV
ekranlarında gördüğü, renkli haritayı gerçek ve kerteriz kabul ediyorlar.[1] Bu
nedenle, kısa vadede emek-sermaye, ezen-ezilen ayrımı üzerine kurulu teori ve
siyaset, doğalında gerici ve yanlış kabul ediliyor. Bu isimlere göre aslolan,
sahil kesimi ile iç kesimler arasındaki kavgadır.
Bu tür yüksek teorisyenlerin ve siyasetçilerin analizlerinin
gerçekte bir karşılığı yoktur. Onlar, kendilerinin tanrı olduğu yanılsamasıyla
mutlu mesut yaşama derdindedirler. Ve asla aşağı inmezler. Teorik zeminleri
Grek-Elen panteonudur, siyaset, felsefe, oradan sorulur. Batı gibi tarih de
oradan başlar. Ama hiçbirisi, Atina ve Sparta arasındaki ayrıma bakma gereği
bile duymaz, çünkü onlar için asıl düşman Perslerdir.
Bugün İslamî kesimdeki Pers-İran-Şia düşmanlığı da bu
Batı çizgisiyle karındaştır. Liberal tezvirat, bu çizgi üzerinden biçimleniyor.
Söz konusu düşmanlığa dair tüm tespitler, örtük olarak Batı’ya yaranmaya dair
sözler içermek durumundadır. Pers’in karşısına Osmanlı, İran’ın karşısına
Türkiye, Şia’nın karşısına bir tür Saray Sünniliği çıkartılıyor, Osmanlı,
Türkiye ve Saray Sünniliği, Batı’nın suyuna daldırılıyor.
* * *
Referandum sonrası oluşan ve ekranlarda sergilenen
haritaya bakıp değerlendirmede bulunmak, şekle kilitlenip arka planı görmezden
gelmek, artık kesinlikle tesadüfi, kazara, yanlışlıkla değildir. Bu görmezlik
hâli, kastidir ve esas olarak Omerta kanunlarına tabidir. Mafyalaşan düzende
birilerine de Omerta kanunlarına uymak, bile bile susmak düşmektedir. “Rumeli
ürünü cumhuriyet”, bunu emretmektedir.
Görülmeyen, gösterilmeyen bir boyut da herkesin 23
Nisan’a, o çizgiye örgütlendiği koşullarda, küçük çocukların olduğu, onları
asker olmaya özendiren kliplerin, kamu spotlarının çekilmesidir.
Bugün Kur’an kursu gericiliğinden kurtarmaya
çalıştıkları, bisiklet öğretmek istedikleri çocukları asker, pilot vs. yapmak
istiyorlar. Geri kalan da holifest gibi burjuva eğlence dünyasına örgütleniyor.
Veya Shell emperyalizminin reklâmında görüldüğü üzere, tuvaletleri bile “sıcak
ve samimi” olan bir dünyaya çağrılıyor.
Ama o tuvalette Aylan Kurdi’ye yer yoktur. Çünkü onun
yurdunu cehenneme çeviren, Shell’dir. Shell, LGBT çalışanlarına destek sunan,
kapsayıcılık ve çeşitliliğe önem veren, “ilerici ve çağdaş” bir kuruluştur.[2]
Omerta da burada devreye girer. Shell’in kirinin
gizlenmesi şarttır. Çünkü o, Ortadoğu halklarını özgürleştirmek için gelmiştir.
Doksanlardan itibaren reklâm, promosyon, halkla
ilişkiler, insan kaynakları literatürü ile sol-sosyalist literatür arasındaki
ayrım, silikleşmiştir. Kadrolar, bu bilip de susma dünyasına uygun bir
eğitimden ve pratikten geçiriliyorlar. Ölen ölür, kalan sağlar onlarındır.
* * *
Orhan Gökdemir, TV ekranında gördüğü haritaya bakıp
analiz kasarken, görmemizi istemediği, o haritayı kimin çizdiği, altta neyin
yattığı, gizlenen çatlaklardır. Burjuvazinin seçiminde ortaya çıkan iki üç
renge göre siyaset yapmak; işte asıl burjuva siyaseti budur. Gökdemir’e göre
sağcı Anadolu, “Balkan Harbi boyunca Balkanlardan göçüp bu bölgeye yerleşen,
yığılan kitle”dir.
Yazının sonunda ise Gökdemir, insanlara “gâvurluk,
gayrimüslimlik” yapacağını, yapmak gerektiğini söylüyor, Balkanlar’da olduğu
gibi o sağcı kitleyi kıyımdan geçirmeyi telkin ediyor. Gökdemir, hem gerici
olan Balkan göçmenlerinden söz ediyor hem de cumhuriyetin Rumeli ürünü olduğunu
söylüyor. Bu saçmalığı izah edecek gevezelik, onun dilinde illaki vardır.
* * *
Oysa mesele, devlet ve burjuvazidir. Bir mafya bir
mekâna çöker, idaresini bir gence bırakır ve o gencin tüm hayatı o mekânı
koruma çabasından ibaret hâle gelir. O genç, bir taş üstüne taş koymaz.
Sivas, Malatya, Kayseri gibi yerlerde, özellikle gayri
Müslimlerden çalınan mal-mülkle insanların ilişkisi budur. Ve devlet, bu şehirlerdeki
halkı her daim o malı geri almakla tehdit etmiştir.
Altmışlarda Muğla’da bir Alevi aileye sulak arazi
vermiş, sonra onu alıp Sünni aileye teslim etmiş, iki aile birbirine düşmüş,
“sulhu sağlamak” (gene) devlete düşmüştür. Devlet, bazen kedi-fare oyunu oynar,
bazen herkesi birbirine düşürür, gerçeğin tek hâkimi olduğunu anımsatır.
Bir araştırmaya göre, seksenlerde bile Ermenilerin bir
gün gelip mallarını geri alacakları korkusu hâkimdir Sivas gibi yerlerde. Bu
bölgelerde hâlâ Ermeni gömüleri, altınları ile ilgili masalların anlatılması da
buradadır. Bugün Ermeni, bir hayalet gibi aramızda dolaşıyor hâlâ. Devlete de
buradaki düzeni sağlamak için elindeki sopayı sallamak düşüyor.
* * *
Solun dinle ve milletle ilgili eleştirileri, özünde
devletin sopası olabilme iradesiyle alakalıdır. Oralardaki politik çatlakların
görülmemesinin, görülmek istenmemesinin, “SDP Yozgat” diye oralarda olma
hâliyle dalga geçilmesinin sebebi buradadır. Sol, dindeki ve milletteki sınıf
mücadelesinden kaçma ihtimalidir.
Devletle, devletin sopasıyla düşünüldüğü, solculuk
körü körüne din ve millet düşmanlığı olarak kurgulandığı sürece, sonuç hep bu
olacaktır.
Asıl mesele, her yerde ve her şeyde çatlağı, zayıf
halkayı bulmak, sınıf mücadelesiyle hareket edebilmektir. Bu mücadele, solu da,
dinî, millî kesimleri de keser. Bu kesimleri mücadeleden bağışık kılmaya
çalışanlar, devlete hizmet ediyorlardır.
* * *
Mehmet Ali Aybar, altmışlarda Kürd illerinde Barzani
çizgisiyle ilişki kurar, üç beş miting kalabalık geçer, seçimlerde yüksek oy
alınır, o havayla batıya gelir, sosyalizm, parti gibi konularda çark etmeye
başlar. Aybar, geniş kitle söz konusu olunca kitap ve eğitim meselesinin geri
plana atılmasını söyler. Bu talimat, parti içerisinde tartışmaya neden olur.
Tartışmaların yaşandığı dönemde bir arkadaşı Can
Yücel’e şunu söyler: “Aybar hoca öyle demek istememiş. ‘Benim ailemin bir
tarafı ilmiye, diğeri seyfiye sınıfından, ben nasıl böyle bir şey
söyleyebilirim, teori önemsiz nasıl derim?’ diyor”. Aybar’a kızgın olan Can
Yücel arkadaşına şu cevabı verir: “Evet, Aybar’ın annesi ilmiye, babası seyfiye
sınıfından, ama kendisi de sayfiye sınıfından”.
Bugün gelinen noktada hâkim olan, işte bu sayfiye
sınıfıdır. Burjuva siyasetinin ürettiği renkli haritalara bakıp analiz
yapanlar, bu haritaları diledikleri gibi yorumluyorlar. Hayalleri, o komünizm
tasavvuru bile bir sahil kasabasında yaşamakla alakalıdır. Onların kendilerine
verilmiş üç kuruşluk malın bekçiliğini yapmanın çilesini, oradaki asli yoksulluğu
anlamaları mümkün değildir.
Mülkün ortaklaşması iradesi, o görmedikleri, “gitmesek
de gelmesek de bizim” dedikleri bölgelerde de mevcuttur. Devletin bu iradeye
karşı sallayıp durduğu sopası olmak isteyenlerin o Anadolu’ya düşmanca
bakmaları, görevleridir.
Referandum sonrası sağın eridiği analizini yapanların
görmediği gerçek budur. Sırf sopa sallansın diye Ermenicilik vs.cilik
yapanların derdi, ne Ermeni, ne Süryani, ne Rum’dur. Halk düşmanlığıdır.
Devletin Kafkas ve Balkan göçmenlerine salladığı sopa
olmak değil, o göçmen, mülteci halkların sopası olmaktır anlamlı olan. Yeter ki
su aksın, çatlağını bulacaktır.
Eren Balkır
24 Nisan 2017
Dipnotlar:
[1] Orhan Gökdemir, “Fırtınadan Önce”, 22 Nisan 2017, Sol.
[2] “Shell’de LGBT Çalışanlarımıza Verilen Destek”, Shell.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder