Pages

24 Nisan 2017

Sayfiye Sınıfı


Yukarıdan bakılınca sadece şekil görülüyor. Kendi şekline önem verenler, sadece şekil görmek derdindedirler. Yapılan analizler, herkes açısından bir tezahürdür. Nasıl görülmek istiyorsanız onu görüyorsunuzdur; tersi de doğrudur.

Bu açıdan AKP 2010, en erken 2007’den beri solun radarındadır. Bunu sorgulayan tek bir kişiye bile rastlanılmamaktadır. 2010’daki haritaya bakıp “işte bizim kitlemiz bu yüzde 42” demişlerdir. Şimdi aynı cümle, yüzde 49, hatta daha fazlası için dillendiriliyor. Buradan da sağ toplamın erimeye başladığına dair ümitvar analizler yapılıyor. Sağın da solun da sahipleri sınıfsal analize tabi tutulmuyor.

* * *

Orhan Gökdemir gibi isimler, referandum günü TV ekranlarında gördüğü, renkli haritayı gerçek ve kerteriz kabul ediyorlar.[1] Bu nedenle, kısa vadede emek-sermaye, ezen-ezilen ayrımı üzerine kurulu teori ve siyaset, doğalında gerici ve yanlış kabul ediliyor. Bu isimlere göre aslolan, sahil kesimi ile iç kesimler arasındaki kavgadır.

Bu tür yüksek teorisyenlerin ve siyasetçilerin analizlerinin gerçekte bir karşılığı yoktur. Onlar, kendilerinin tanrı olduğu yanılsamasıyla mutlu mesut yaşama derdindedirler. Ve asla aşağı inmezler. Teorik zeminleri Grek-Elen panteonudur, siyaset, felsefe, oradan sorulur. Batı gibi tarih de oradan başlar. Ama hiçbirisi, Atina ve Sparta arasındaki ayrıma bakma gereği bile duymaz, çünkü onlar için asıl düşman Perslerdir.

Bugün İslamî kesimdeki Pers-İran-Şia düşmanlığı da bu Batı çizgisiyle karındaştır. Liberal tezvirat, bu çizgi üzerinden biçimleniyor. Söz konusu düşmanlığa dair tüm tespitler, örtük olarak Batı’ya yaranmaya dair sözler içermek durumundadır. Pers’in karşısına Osmanlı, İran’ın karşısına Türkiye, Şia’nın karşısına bir tür Saray Sünniliği çıkartılıyor, Osmanlı, Türkiye ve Saray Sünniliği, Batı’nın suyuna daldırılıyor.

* * *

Referandum sonrası oluşan ve ekranlarda sergilenen haritaya bakıp değerlendirmede bulunmak, şekle kilitlenip arka planı görmezden gelmek, artık kesinlikle tesadüfi, kazara, yanlışlıkla değildir. Bu görmezlik hâli, kastidir ve esas olarak Omerta kanunlarına tabidir. Mafyalaşan düzende birilerine de Omerta kanunlarına uymak, bile bile susmak düşmektedir. “Rumeli ürünü cumhuriyet”, bunu emretmektedir.

Görülmeyen, gösterilmeyen bir boyut da herkesin 23 Nisan’a, o çizgiye örgütlendiği koşullarda, küçük çocukların olduğu, onları asker olmaya özendiren kliplerin, kamu spotlarının çekilmesidir.

Bugün Kur’an kursu gericiliğinden kurtarmaya çalıştıkları, bisiklet öğretmek istedikleri çocukları asker, pilot vs. yapmak istiyorlar. Geri kalan da holifest gibi burjuva eğlence dünyasına örgütleniyor. Veya Shell emperyalizminin reklâmında görüldüğü üzere, tuvaletleri bile “sıcak ve samimi” olan bir dünyaya çağrılıyor.

Ama o tuvalette Aylan Kurdi’ye yer yoktur. Çünkü onun yurdunu cehenneme çeviren, Shell’dir. Shell, LGBT çalışanlarına destek sunan, kapsayıcılık ve çeşitliliğe önem veren, “ilerici ve çağdaş” bir kuruluştur.[2]

Omerta da burada devreye girer. Shell’in kirinin gizlenmesi şarttır. Çünkü o, Ortadoğu halklarını özgürleştirmek için gelmiştir.

Doksanlardan itibaren reklâm, promosyon, halkla ilişkiler, insan kaynakları literatürü ile sol-sosyalist literatür arasındaki ayrım, silikleşmiştir. Kadrolar, bu bilip de susma dünyasına uygun bir eğitimden ve pratikten geçiriliyorlar. Ölen ölür, kalan sağlar onlarındır.

* * *

Orhan Gökdemir, TV ekranında gördüğü haritaya bakıp analiz kasarken, görmemizi istemediği, o haritayı kimin çizdiği, altta neyin yattığı, gizlenen çatlaklardır. Burjuvazinin seçiminde ortaya çıkan iki üç renge göre siyaset yapmak; işte asıl burjuva siyaseti budur. Gökdemir’e göre sağcı Anadolu, “Balkan Harbi boyunca Balkanlardan göçüp bu bölgeye yerleşen, yığılan kitle”dir.

Yazının sonunda ise Gökdemir, insanlara “gâvurluk, gayrimüslimlik” yapacağını, yapmak gerektiğini söylüyor, Balkanlar’da olduğu gibi o sağcı kitleyi kıyımdan geçirmeyi telkin ediyor. Gökdemir, hem gerici olan Balkan göçmenlerinden söz ediyor hem de cumhuriyetin Rumeli ürünü olduğunu söylüyor. Bu saçmalığı izah edecek gevezelik, onun dilinde illaki vardır.

* * *

Oysa mesele, devlet ve burjuvazidir. Bir mafya bir mekâna çöker, idaresini bir gence bırakır ve o gencin tüm hayatı o mekânı koruma çabasından ibaret hâle gelir. O genç, bir taş üstüne taş koymaz.

Sivas, Malatya, Kayseri gibi yerlerde, özellikle gayri Müslimlerden çalınan mal-mülkle insanların ilişkisi budur. Ve devlet, bu şehirlerdeki halkı her daim o malı geri almakla tehdit etmiştir.

Altmışlarda Muğla’da bir Alevi aileye sulak arazi vermiş, sonra onu alıp Sünni aileye teslim etmiş, iki aile birbirine düşmüş, “sulhu sağlamak” (gene) devlete düşmüştür. Devlet, bazen kedi-fare oyunu oynar, bazen herkesi birbirine düşürür, gerçeğin tek hâkimi olduğunu anımsatır.

Bir araştırmaya göre, seksenlerde bile Ermenilerin bir gün gelip mallarını geri alacakları korkusu hâkimdir Sivas gibi yerlerde. Bu bölgelerde hâlâ Ermeni gömüleri, altınları ile ilgili masalların anlatılması da buradadır. Bugün Ermeni, bir hayalet gibi aramızda dolaşıyor hâlâ. Devlete de buradaki düzeni sağlamak için elindeki sopayı sallamak düşüyor.

* * *

Solun dinle ve milletle ilgili eleştirileri, özünde devletin sopası olabilme iradesiyle alakalıdır. Oralardaki politik çatlakların görülmemesinin, görülmek istenmemesinin, “SDP Yozgat” diye oralarda olma hâliyle dalga geçilmesinin sebebi buradadır. Sol, dindeki ve milletteki sınıf mücadelesinden kaçma ihtimalidir.

Devletle, devletin sopasıyla düşünüldüğü, solculuk körü körüne din ve millet düşmanlığı olarak kurgulandığı sürece, sonuç hep bu olacaktır.

Asıl mesele, her yerde ve her şeyde çatlağı, zayıf halkayı bulmak, sınıf mücadelesiyle hareket edebilmektir. Bu mücadele, solu da, dinî, millî kesimleri de keser. Bu kesimleri mücadeleden bağışık kılmaya çalışanlar, devlete hizmet ediyorlardır.

* * *

Mehmet Ali Aybar, altmışlarda Kürd illerinde Barzani çizgisiyle ilişki kurar, üç beş miting kalabalık geçer, seçimlerde yüksek oy alınır, o havayla batıya gelir, sosyalizm, parti gibi konularda çark etmeye başlar. Aybar, geniş kitle söz konusu olunca kitap ve eğitim meselesinin geri plana atılmasını söyler. Bu talimat, parti içerisinde tartışmaya neden olur.

Tartışmaların yaşandığı dönemde bir arkadaşı Can Yücel’e şunu söyler: “Aybar hoca öyle demek istememiş. ‘Benim ailemin bir tarafı ilmiye, diğeri seyfiye sınıfından, ben nasıl böyle bir şey söyleyebilirim, teori önemsiz nasıl derim?’ diyor”. Aybar’a kızgın olan Can Yücel arkadaşına şu cevabı verir: “Evet, Aybar’ın annesi ilmiye, babası seyfiye sınıfından, ama kendisi de sayfiye sınıfından”.

Bugün gelinen noktada hâkim olan, işte bu sayfiye sınıfıdır. Burjuva siyasetinin ürettiği renkli haritalara bakıp analiz yapanlar, bu haritaları diledikleri gibi yorumluyorlar. Hayalleri, o komünizm tasavvuru bile bir sahil kasabasında yaşamakla alakalıdır. Onların kendilerine verilmiş üç kuruşluk malın bekçiliğini yapmanın çilesini, oradaki asli yoksulluğu anlamaları mümkün değildir.

Mülkün ortaklaşması iradesi, o görmedikleri, “gitmesek de gelmesek de bizim” dedikleri bölgelerde de mevcuttur. Devletin bu iradeye karşı sallayıp durduğu sopası olmak isteyenlerin o Anadolu’ya düşmanca bakmaları, görevleridir.

Referandum sonrası sağın eridiği analizini yapanların görmediği gerçek budur. Sırf sopa sallansın diye Ermenicilik vs.cilik yapanların derdi, ne Ermeni, ne Süryani, ne Rum’dur. Halk düşmanlığıdır.

Devletin Kafkas ve Balkan göçmenlerine salladığı sopa olmak değil, o göçmen, mülteci halkların sopası olmaktır anlamlı olan. Yeter ki su aksın, çatlağını bulacaktır.

Eren Balkır
24 Nisan 2017

Dipnotlar:
[1] Orhan Gökdemir, “Fırtınadan Önce”, 22 Nisan 2017, Sol.

[2] “Shell’de LGBT Çalışanlarımıza Verilen Destek”, Shell.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder