Ali Şeriati’nin (1939-1977) tuttuğu yol, Mutahhari’nin yolundan çok farklıdır.[1] Şeriati, ilahiyat enstitüsünde değil, Tahran Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’nde eğitim görmüştür.
Yurtdışında hiç eğitim görmemiş olan
Mutaharri’den farklı olarak Şeriati, Paris’te sosyoloji ve din tarihi eğitimi
almıştır. İran’a döndüğünde Mutaharri gibi politik duruşu sebebiyle
üniversiteden dışlanmıştır. Gençlik yıllarında Musaddık’ın başını çektiği
milliyetçi harekete katıldığı dönemde Şeriati, aynı zamanda İslamî yenilenme
hareketinin parçası olan Sosyalist Hüdaperver Partisi’nin de üyesidir.
O
günden itibaren Şeriati, kendisini İslamcılıkla devrimci milliyetçiğin bir tür
sentezi üzerinden tanımlar. Altmışlarda ve yetmişlerde İran gençliği içinde
radikal sol İslamcılığın bir temsilcisi hâline gelir. Politik faaliyetleri
sonucu mahkûm olur, işkence görür, sürgüne gönderilir. 1977 yılında
İngiltere’de henüz 44 yaşında iken şüpheli bir biçimde ölmesi, hâlen daha
çözüme kavuşturulamamış olan bir meseledir. Birçok isim, bu ölümün ardında
şahın gizli polis teşkilâtı Savak’ın olduğunu düşünmektedir. İran Devrimi
esnasında yaşanan tartışmaları etkileyen politik konumu göz önüne alındığı
takdirde, ölümü İran’daki İslamî tecdid hareketi, daha geniş mânâda kurtuluş
hareketi için önemli bir kayıp olarak değerlendirilmelidir.
Yola
anti-emperyalist ve milliyetçi bir devrimci olarak çıkan Şeriati, Soğuk
Savaş’ın iki tarafından bağımsız bir yaklaşımı geliştirmeye imkân verecek
ilhamı İslam’da bulur. Daha Fransa’ya gitmezden önce anti-kapitalist direnişe
ilham verecek, Marksizm ve varoluşçuluk gibi önemli felsefî akımları öğrenir.
Bu akımların iç çelişkilerini, İslamî dünya anlayışı ile uyumsuzluklarını
görmesine karşın metodolojik yöntemi, hatta belirli toplumsal ve politik
olguların biçimlendirdiği analizi ödünç alma konusunda zerre tereddüt etmez. O,
sadece önemli Avrupalı yazarlarla değil, sömürgecilik, sömürgecilikten kurtuluş
deneyimlerinin belirlediği Fanon gibi yazarlarla da ilgilenir. Fanon’un
yazılarını Farsçaya bizzat çevirir.
Şeriati’ye
göre, “ister dindar olsun ister seküler, hakiki bir aydın, devrimci değişime
dönük düşünsel, toplumsal ve politik mücadeleye giren aydındır.”:
“Eğer mücadele içerisinde değilseniz, ha meyhaneye gitmişsiniz
ha camiye, fark etmez.”
Şeriati’nin
eserlerinde kurtuluş, dinî düşüncenin yaşayacağı dirilişe dayanmaz. Asıl
mesele, “İslamî-İranî kimliğin yeniden inşasıdır”. Din ve medeniyet denilen
unsurlar, İran toplumunun ve milletinin diğer kurucu unsurları ile sıkı bir bağ
içerisindedir.
Onun
Müslüman-seküler aydına devrimci değişim sürecinde dindar aydın ve molla kadar
önemli bir rol bahşetmesinin sebebi, işte bu yaklaşımıdır. Zira bu aydın
geleneği, modernizmin hâkim olduğu sistemle Müslüman İran toplumu arasındaki
çelişkinin merkezinde yer almaktadır. Müslüman-seküler aydın, Müslüman toplumun
arzularını dile getirmeli ve modern kapitalist sistemin baskıcı yanlarıyla
bilinçli bir şekilde mücadele etmelidir.
Bu
bilinç üzerinden Şeriati, kurtuluş mücadelesinin kültür ve din gibi temel
faktörleri göz ardı etmemesi gerektiğini söyler. Bu yaklaşım üzerinden ilahiyat
kapısından içeri girer. Bu konuyla ilgili olarak John Esposito şunu
söylemektedir:
“Şeriati, Müslüman
inancına dair yeni bir yorumu modern sosyo-politik düşünce ile bir araya
getiren bir tür kurtuluş teolojisinden bahsetmektedir.”[2]
Mutaharri’nin
girişimi ile Şeriati, Hüseyniye-i İrşad’a girerek buradaki eğitim-araştırma
faaliyetlerine katılır. Ancak onun enstitüye girişi, kendi özgün konumunu
savunmasına mani olmaz, hatta kimi noktalarda o Mutaharri’ye de karşı çıkar.
Şeriati’nin
ilahiyat alanındaki özgünlüğü, Kur’an’ın tarihsel değerlendirmesine sosyal
bilimlerden ödünç alınmış belirli metodolojik yaklaşımları dâhil etmesi ile
ilgilidir. Onun Mutaharri’yle arasındaki teolojik ve ideolojik farklılıklar,
ikili arasındaki dostluğa ve enstitüdeki işbirliğine asla halel getirmez.
Şeriati’nin sahip olduğu açıklık, salt yöntemle alakalı meselelerle sınırlı
değildir.
Onun
modernite ve Batı ile ilişkisi, Mutaharri’nin seçmeci yaklaşımına benzer. Buna
göre, Müslümanların yaşayacağı diriliş, Batı modernitesinin katkısı olmaksızın
mümkün değildir. Bu modernite, onu başlatan ülkelerle sınırlı olmayan, evrensel
bir olgudur:
“Günümüz medeniyeti, tüm
insanî medeniyetlerin en görkemlisidir.[…] Apollo sadece Amerika’ya, beyazlara
ya da siyahlara ait değildir, tüm insanî medeniyete aittir.”[3]
Bağımsızlık
ve millî diriliş, ülkenin kendisini dünyadan tecrit etmesi demek değildir.
Avrupa ve Batı, yekpare bir öğretiyi temsil etmezler, dolayısıyla ikisi de bir
bütün olarak redde tabi tutulamaz:
“Bir aydının toplumundaki
Batılılaşmayı mahkûm etmesi, ancak o Avrupa kültürüne, medeniyetine ayrıca
oranın tarihine, toplumuna, kültürüne ve dinine dair derin bir bilgiye sahipse
meşrudur.”
Modernleşme
ile Batılılaşma arasında ayrım yapan Şeriati, okurlarını Batı’yı körü körüne
taklit etmenin sahip olduğu cazibeye karşı uyarır. Ona göre, modernleşme teknik
bir ürün değildir. Bu nedenle o, salt ithal edilen bir işlem olarak görülemez:
“Medeniyet ve kültür ithal
ürünler değildir. Onlar, elektrik sayesinde bir yerden bir yere taşınan
televizyon, radyo veya buzdolabı gibi bir yerden başka bir yere taşınamaz.
Onlar için zeminin hazırlanması, toprağın işlenmesi gerekir, bu işleri
yapanların sabretmesi, araştırma yapması, bilgi toplaması ve dikkat göstermesi
şarttır. Medeniyet ve kültür, insanın, düşüncenin ve koşullara dair bilginin
dönüştürülmesine ihtiyaç duyar.”[4]
Şeriati,
Müslüman reformizminin yaptığı, Batı modernitesine dönük eleştiriyi geliştirir,
onun ürettiği “materyalist” medeniyeti eleştirir ve onun Rönesans’tan beri
hümanizmle çatıştığını söyler. Bir Marksistin kaleminden çıkmış gibi görünen şu
satırlar ona aittir:
“Güçlülerin ve köle
sahiplerinin zulmünden kurtulmak isteyen insan, yüzünü büyük dinlere dönüyor ve
peygamberlere kulak veriyor. Ama o, bu sefer savaşın çilesini çekiyor ve
büyücülerin, halifelerin, brahma rahiplerinin, hatta ortaçağ kilisesinin aman
vermeyen o karanlık ve kargaşa dolu günlerinin kurbanı oluyor. […] Birçok
nesil, din adına çilesini çekmek zorunda kaldığı şeyden kurtulmak ve dirilişi
yaşamak adına, insanlığı bilimi ve özgürlüğü fethetmek amacıyla harekete
geçirmek için dövüştü ve öldü. […] Liberalizmin ele geçirdiği insanlık,
özgürlüğün kapısını açacak anahtar olarak, teokrasiyi kaldırıp attı ve
demokrasiyi seçti. Bu sefer de insanlık demokrasinin teokrasi kadar hayal
kırıklığı yaratan bir şeye dönüştüğü kapitalizmin eline geçti. Liberalizmin,
efendilerin birbirleriyle yağma konusunda yaptıkları yarışta galip gelmeye
çalıştıkları bir rejim olduğu görüldü. Bu rejimde özgürlük sadece efendiler
için vardı.”[5]
Temellerini
sömürü mantığında bulan günümüz kapitalizmindeki insanlıktan uzaklaşma süreci,
toplumsal hayatta dinin kıyıya köşeye neden atıldığını izah eden bir gelişme
olarak kültürel kimliğin kayboluşuna tanık olduğumuz tarihsel süreçten
ayrıştırılamaz:
“Sömürgeci güçler,
bağnazlığa saldırma bahanesiyle ta ilk günden beri dinle mücadele ettiler. […]
Onlar, tarihsiz, köksüz, kültürsüz, dinsiz, her türlü kimlikten azade bir halk
meydana getirmek adına geleneğe saldırılar düzenliyorlar.”[6]
Dolayısıyla
Şeriati’ye göre, kapitalizmdeki sömürüye dönük genel eğilimle kültürel kimlik
kaybı ve maneviyat eksikliğine dönük eğilim arasında doğrudan bir bağ
mevcuttur. Bu, tümüyle tarihsiz ve kültürsüz insanların daha kolay
sömürülebilmesiyle alakalı bir durumdur.
Michael
Amaladoss, aradaki ilişkiyi şu şekilde kurmaktadır:
“Fakir, güçsüz kitlelerle
bir avuç güçlü insan arasındaki adaletsizlik ve eşitsizlik üzerine kurulu
ilişki, her çağda toplumun temel yapısını verir, ama bu hâkimiyet ilişkisinin
araçları ve ifade yolları her dönem değişir. […] Şeriati, insanları basit birer
tüketiciye dönüştürme çabası ve ekonomik hâkimiyet üzerinden işleyen
emperyalizmde hüküm süren zulme dair detaylı bir anlayış geliştirir. Bahsi
geçen süreç, maddiyatçı ve tek biçimli bir kültürün yayılmasına dönük kapsamlı
bir kampanya ile başlar. Bununla bağlantılı olarak halkın kendi geleneği
içerisindeki kültürel ve dinî kökleri sökülüp atılır. Şeriati, insanların
kültürel köklerinden kopartılmasının, onların kimliklerini ve insanlığını inkâr
etmeye nasıl hizmet ettiğini gösterir. Köklerin kopartılmasında amaç, sömürü
sürecinde işe yarar nesneler üretmektir.”[7]
Şeriati’nin
kurtuluş teolojisi, hümanizmin insanı tanımlayan manevi boyut olmaksızın
imkânsız olduğunu söyleyen İslamî yaklaşıma ait merkezî unsur üzerinde durur.
“Gerçek hümanizm, insanın
özünde bulunan ve onun ahlâkî, kültürel ve dinî mirasını biçimlendiren ilahi
değerler kümesidir.”
Dinle
kurtuluş arasında çelişki olduğunu düşünenler, İslam’daki tevhid diyalektiğini
anlamayanlardır: Tek olan Allah’a kulluk, her türden şirkin, dolayısıyla
Allah’tan başka herhangi bir şeyin, para, mal ve güç gibi unsurların
idealleştirilmesinin reddedildiğini ifade eder. Allah’la insanların ilişkisi,
radikal eşitliğin de temelidir. Müslüman kurtuluş teolojisi, eşitlikçi politik
söylemini işte bu temel üzerine kurmalıdır.
Almadoss,
Şeriati’nin asarında bu tevhid diyalektiğini doğru bir biçimde tarif
etmektedir:
“Eşitlik ve adalet çatısı
altında birleşmiş bir toplum tevhidin tasdik edilmesidir. Bu toplumsal birlik
farklı sınıf ve gruplara ayrıştığında, dinin her yüzeyinde çoktanrıcılık baş
verir. Bu da dünyada eşitliğin ve adaletin bulunmadığı koşullarla mücadelenin
dinî bir yükümlülük olduğu anlamına gelir, çünkü İslam, özünde çoktanrıcılıkla
ve putperestlikle mücadeleyi üstlenmektir.”[8]
Gelgelelim
çoktanrıcılık ve onun günümüzdeki formlarını reddetmesi, Şeriati’nin sırtını
maddiyatçı medeniyete ve modernleşmeye dönmesine neden olmaz.
İslam,
insanın dünyaya kafa tutmasına imkân verir, ama o dünya ne kadar adaletten uzak
ne kadar zalim olursa olsun, insana ondan kaçma şansı bırakmaz. Gerçekçilik ve
maneviyat İslam’da birbirini asla dışlamaz. Şeriati, şu gerçeği etkili bir
dille hatırlatmaktadır:
“İslam gerçekçi bir
dindir: O, doğaya, kudrete, güzelliğe, zenginliğe, bolluğa, ilerlemeye ve
insanî ihtiyaçları giderme gayretine sevdalıdır. […] Metafizik ve ölümle meşgul
olmak yerine O’na ait edebî üretim, doğa, hayat, dünya, toplum ve tarihle
alakalıdır.”[9]
Muhammed Tahir Bensaada
İngilizceye çeviri: Karen Wirsig
Kaynak
Ek
okumalar:
Münir Şefik’in Kurtuluş Teolojisi
Murtaza Mutaharî’nin Kurtuluş Teolojisi
Ebu’l Âlâ Mevdudî’nin Kurtuluş Teolojisi
Dipnotlar:
[1] Murtaza Mutaharri (1920-1979) İran İslam Devrimi’nde önemli bir ideolojik
rol oynamasına karşın, geleneksel değil, politik-teolojik bir çaba içerisinde
olmuştur. O özünde klasik bir ilahiyatçıdır. Mutaharri, Meşhed ve Kum’da
bulunan İslam üniversitelerinde felsefe ve fıkıh eğitimi almış, sonrasında tüm
hayatını resmi üniversite görevinden kovulması ardından gittiği okullarda
verdiği İslamî eğitime adamıştır. Kum’dan mezun olduktan sonra başını İmam
Humeyni’nin çektiği İslamî harekete katılmış, onun en yakın refiklerinden biri
olmuş, yeraltında kurulan “din adamları konseyi”nin başına geçmiştir.
[2]
Aktaran: N. Yavari-D’Hellencourt, Modernisation autoritaire en Turquie et en
Iran, Paris, L’Harmattan, 1989, s. 89.
[3]
A.g.e., s. 97.
[4]
A.g.e., s. 98.
[5]
Shariati, Ali, Marxism and other Western fallacies, Mirzan Press,
Berkeley, 1980.
[6]
Shariati, Ali, What is to be done?, s. 31.
[7]
Amaladoss, Michael, Vivre en liberté, Bruxelles, Lumen.
[8]
A.g.e., s. 188.
[9]
Shariati, Ali, What is to be done?, s. 43.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder