AKP devleti, tek dişi kalmış canavar, karşısında ise
iman dolu bir göğüs yok.
ABD’de demokratik başkanlık olduğunu da Kandil’den
öğreniyoruz. Ama ellerinde silâh var, kutsal. Laf edemiyoruz.
Rejim tartışmalarının 1923’te sona erdiğiniyse AKP’den
öğreniyoruz. Ama bir elinde bayrak, bir elinde Kur’an var. Laf edemiyoruz.
ABD’de başkanlığın demokrat olup olmadığını Siyahlara
sormak gerek. Doğu’nun beyazı olmaya çalışanların, beyaz maske takmayı
sevenlerin bu soruyu sormaları mümkün değil. “Sadece liderimizin bekası önemli,
onca insan ölmüş, bizi bağlamaz” diyenlerin bu soruyu sorma niyeti yok. Çünkü
onlar da biliyorlar, halkın çok fazla Siyahîleştiğini, kendilerinin çok fazla
Beyazlaştığını.
O yüzden iç güvenlik yasasına da laf etmediler
vaktiyle. Mecliste havaya kaldırılmış bir iki zafer ve metal işareti, o kadar.
Bugün o yasa atıyor kayyımı, yumruğu o indiriyor halkın yüzüne. Perde gerisinde
süren pazarlık, müzakere, anlaşma, adı neyse ne, bu momentte kitleleri de
dilsizleştiriyor.
1923’te biten, başlayacak olana mani. Her ideolojinin
müntesibi, o noktaya kazık çakmak zorunda. O yüzden mecazı gerçek, dolayımı düz
çizgi zannediyorlar. Herkes, iddiasından vuruluyor. Onlar da biliyorlar,
Müslümanlığın fazla beyazlaştığını.
Herkes bildiklerinin esiri. O bildikleri fısıldıyor,
“çaktırma, ses etme, bizim günümüz gelecek.” Tuzluklar seviliyor sadece, halk
değil. O yüzden hıyar bahçelerine dalıyorlar, bahçe sahiplerine bazen
kızıyorlar bazen de sırtlarını sıvazlıyorlar.
Belki de o yüzden Ayhan Bilgen, “Suriye’de rejim
değişikliği yapılmaması yönünde Rusya, İran ve Türkiye ortaklaşmış. Meclise
gelen taslak da zaten orayı model almış gibi” diyor. [Ayhan Bilgen -20.12.16]
Yani Bilgen’e göre, Erdoğan Esad’ı örnek alıyor. YPG Komutanı Polat Can “Halep
düştü” lafını bu bağlamda dile getiriyor. “Rejim değişikliği” derken, hepimiz
liberal olana kul edilmek zorundayız.
Koca bir coğrafyanın dönüşümü bu laflarla gizleniyor,
yaldızlanıyor ya da derinleştiriliyor. O ki İttihat-Terakki coğrafyası. Bu
çizgi, emperyal olanla tanımlı. Japonlar bile ondan feyz alıyorlar. Hint
coğrafyası buradan temas kuruyor. Cengelî isyancıları ondaki iradeyi
seviyorlar. Bugün İran Azerbaycan’ında bir futbol maçında “Türkiye” diye
tezahürat edildiğini söyleyip zafer naraları atıyorlar.
O İttihat-Terakki ki Kaddafi, Nasır ve Esad çizgisini
dahi kesiyor. İzzeddin Kassam’ın bu hatla rabıtalı olması muhtemel. Fatih
Tezcan, o nedenle “ben O. çocuğuyum aga!” diye bağırıyor. O noktalı o,
Osmanlı’yı ifade ediyor. Osmanlı, sermayenin pazar rekabetini ifade etmekten
başka bir anlam taşımıyor. Üç saatte Şam’a gireceklerini söyleyenlere, “ne
Rakka’sı, Şam’a gitmek lazım” diyen “enternasyonalist taburlar” eşlik ediyor.
Hepimiz, siyasetle ancak ittihat-terakki ile ilişki kurabiliyoruz zira.
İttihat, halkın zalime ve sömürücüye karşı birleşme
ihtimalinin ortadan kaldırılması; Terakki, efendilerin ordularının
ilerlemesinden ibaret. Siyasetle kurduğumuz ilişki biçimini efendiler tayin
ediyorlar. Bu belirlenim zincirini kıracak iradeye rastlanmıyor.
Halkı gazetecilikle birleştirebileceğimizi;
bulunduğumuz yeri akademisyenlikle ilerletebileceğimizi düşünüyoruz.
Gazetecilik ve akademisyenlikse, batıdan kuruluyor, batıya koşuyor, batıyla
varoluyor. İkisi de kolektife düşman. Kolektifin her tezahürüne bireysel
mızraklarla saldırıyorlar. Sadece düşman belledikleri şeyin kolektif yanını
hedefe koyuyorlar. Süreç, buradan örgütleniyor, itaat ve ittihatın zemini, bu
şekilde tesis ediliyor.
AKP açısındansa birlik (ittihat) güya Kur’an’a,
ilerleme (terakki) güya bayrağa dair.
Batılı stratejistler, dış siyaset için içerinin
itaatinin şart olduğunu söylüyorlar. O açıdan AKP elinde görüldüğü düşünülen
Kur’an’ın gerçek Kur’an’la bir alakası olmasa gerek. Terakki ise beton
dökmekten ibaret. Bayrak, onun süsü, örtüsü sadece.
Patricia Crone gibi İslam araştırmacıları, İslam’ın
diğer dinlerden farklı olduğunu, modern batılıların dini “Tanrı ile birey
arasındaki manevi sevgi”ye indirgediklerini, İslam’ın kolektife baktığını,
Ortaçağ ile birlikte İslam âleminde dinle devletin ayrıştığını, bu kolektifin
yerini birey-hükümdarın çıkarlarının aldığını söylüyor.
Dolayısıyla, bugün itaat, İslam’a ve Allah’a değil,
bireysel çıkarlara yöneliktir. Bu anlamda ittihat-terakkinin hem iktidar hem de
muhalefet nezdinde ikili olarak örgütlendiğini görmek gerekir. Muhalif dildeki
argümanların kolektife, eşitliğe düşman olan kesimlerin bilgi yekûnundan
beslenmesi, bu gerçeğin bir tezahürüdür.
Muhalif dilde, özellikle sosyal medya ile birlikte
türeyen günlük hezeyanlar, bu kolektife düşmanlıkla birlikte
biçimlenmektedirler. “Cumhuriyet elden gidiyor”, “biz de laikiz”, “kahrolsun bu
cahil Müslüman halk” türünden öfke nöbetleri, zaten varolduğu düşünülen birlik
hâlinin korunması ile ilgilidir. Onlardaki devrimcilik, en fazla, ucuz bir
silâh edebiyatıdır, o da zaten hükümsüz olduğu düşünüldüğü için başvurulan bir
yalandır. Çünkü Türkiye solu, onlara göre, çoktan “post-devrimcilik dönemi”ne
girmiştir. Karikatür olmak, marksizmi falcılık zannetmek, Karl Popper’cı yalana
örgütlemektir. Terakki için mevcut birlik hâli korunmalıdır. Üretici güçler
dizginsiz ilerlemeli ki bize layık bir dünya şekillensin!
Gazeteciliğin ve akademisyenliğin dili ve mevcut
mevkileri eleştirilmelidir. Devletteki ittihat ve terakki, kendisini bu iki
alanda örgütlemektedir. Bu örgütleme pratiği, eldeki kırıntı düşünce ve
bilgileri, kutsal bir mülk olarak sandığına kilitlemeyi beraberinde getirmektedir.
Herkesi kendisi gibi bireysel çıkarı peşinde koşan mahlûkat zannedenlerin tek
yapacağı, tek tek herkesi kendisi gibi kılmaya çalışmaktır. İlerlemeyi
akademiden, birliği gazetecilikten öğrenen solun bu topraklarda yol alması
mümkün değildir.
Devlet, muhalefetini de örgütlemek zorundadır. Bunun
için herkesi kendisine mecbur etmelidir. “TV kanallarında ben niye yokum” diye
ağlamak da bu örgütleme pratiğinin bir parçasıdır. Meclisten çekilme kararı
üzerine, “artık halkımızla birlikte olacağız” diyenler, örtük olarak o âna
kadar halkla birlikte olmadıklarını da itiraf etmektedirler. Zaten birlik,
ilerleme yoksa anlamsızdır.
Cahil halkla birlik olmamak için onca edebiyat
parçalamanın anlamı yoktur. Akademinin rolü buradadır. Herkes, farklı birçok yerde
yazısını yayınlama, şöhret sahibi olma, imzasını mülk edinme derdindedir.
Söylenen sözün hiçbir hükmü yoktur. İttihadı tarumar edecek, terakkiye mani
olacak bir güç örgütlemek, kimsenin umurunda değildir. Sol, yüz yıl önce
Lenin’i liberallerin ilerleticiliğine inanmadığı için eleştiren Axelrod’un
yanına dizilmiştir. Yüz yıl sonra o terakkicilik, devletle birleşmiştir. Bize
lazım gelen, halkın mevzilerindeki ilerleme, halk güçlerinin o mevzilerle
birliğidir.
Eren Balkır
27 Aralık 2016
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder