Emperyalist tekellerin Ortadoğu’da estirdikleri
“demokrasi ve özgürlük” rüzgârının bu bölgenin mazlum halklarına bir hayrı var
mıdır? O halklara öncülük eden, ettiği iddiasında olan örgütlerin yelkenlerini
bu rüzgârla şişirmelerinin bir anlamı var mıdır? Sınıfsal-politik ve devrimci-politik
açıdan sorgulanmamış bir “demokrasi” ve “özgürlük” kimin demokrasisi ve
özgürlüğüdür? Bu süreç, kendisini özel zanneden şeflerin özel olma hâllerini
korumaya dönük çırpınışları ile geçiştirilebilir mi?
CHP liderinin bulunduğu konvoya Artvin’de saldırı tertipleniyor. PKK, gelen istihbarata göre hareket edildiğini, oradaki jandarma birliğine saldırıldığını söylüyor. O istihbaratın nereden geldiğini söylemesi, o istihbaratı sorgulaması gerekmiyor mu?
Ergun Babahan, “faşist CHP bu
saldırıyı hak etti” diyor ardından.[1] CHP ile “demokrasi cephesi” hesapları
yapanların, o Babahan’dan ve bağlı olduğu güçten aldıkları feyzi sorgulamaları
gerekmez mi? Babahan’ın “faşist”iyle, bizim “faşist”imiz nasıl bir olabilir?
HBDH, “Uzun süredir AKP ile DAİŞ'in birlikte
çalıştığını, AKP iktidarının DAİŞ'i her bakımdan desteklediğini, hatta Türk
MİT'i ve JİTEM'inin DAİŞ'i örgütlediğini devrimci ve demokratik güçler [i.b.a.]
ifade ediyorlar ve somut belgeler ortaya koyuyorlardı.” diyor. Bu “devrimci ve
demokratik güçler” Can Dündar ve onun istihbarat kaynağı batı tekelleri ve o
tekellerin güttüğü Fethullahçılar olabilir mi? DAİŞ’in ABD eliyle kurulduğu
tezleri HBDH müktesebatında neden yankılanmıyor? Ve HBDH neden işine gelen
eylemi sahipleniyor, kendisini lağv ve tasfiye edip bu harekete dâhil olan
örgütler, neden işine geldiği yerde kendince, kendi adına eylemler
gerçekleştiriyorlar? Tekellerin ve devletin hamlelerine heba edilecek bir
birikim ve miras kaldı mı ortada? O “güçler” ne vakit “devrimci” ve
“demokratik” olmuş?
HBDH, şu şekilde devam ediyor:
“Açık
ki Suriye’deki savaş, çok daha karmaşık ve sert hâle gelmiştir. Türk ordusunu
Suriye’ye sokmaya çalışan güçler ateşle oynamaktadır. Başta ABD olmak üzere söz
konusu dış güçler, bu politikadan derhal vazgeçmelidir. Türk ordusu, Cerablus
işgaline hemen son vermeli ve Suriye topraklarından çekilmelidir.”
ABD’ye karşı sertleşmeyen, basit bir uyarı ile yüklü
olan bu dil neden devlete değil de AKP’ye karşı sivriltiliyor? Hangi ata
oynanıyor? “Başı kapalı eşi olan biri cumhurbaşkanı olamaz” diyenlere
askerî-politik destek sunmak, payanda olmak komünistlik midir? “En zayıf halka
AKP, ona saldıralım” diyenler, bu hamleleriyle güçlü halkayı perçinliyor
olabilir mi?
Aynı dil, ABD’nin Suriye halkının hilafına iktidarı
yıkma girişimine zerre laf etmiyor. Aksine “kara gücü” olmaya da karşı çıkmıyor
ve üstelik “rejimi biz yıkacağız” diyor. Suriye’ye dışarıdan gelen güçlerle
aradaki fark, dildeki “sosyalizm” mi? “Alevi diktatörlüğü” yalanı mı kucaklanacak
yılan? Bu kadar Kürd’cülük, emperyalist tekellerin “demokrasi ve özgürlük”
mücadelesine asker olmanın kılıfı olabilir mi?
“Eski bir Ermeni kenti olan ve BAAS rejiminin
Araplaştırma politikası ile Ermenilerden arındırılan Cerablus kenti” konusunda
neden “bu topraklar bizim, TSK çık dışarı” deniliyor? O kasaba Kürd’ün mü
Ermeni’nin mi?
Ziya Ulusoy şu tespiti yapıyor:
“Yurtta
Sulh karşı darbesinin başarısızlığı, hatta bazı acemilikleri ve ardından
diktatör Erdoğan’ın tasfiye hamlesi bu darbe mi mizansen mi tereddüdünü
akıllara getirdi. Sanıyorum yaygın. Yapanların askeri kurmay yeteneğiyle
kıyaslanmayacak acemilikte. Planlayanlar, anlaşılan kuvvet komutanlarını askeri
darbe anında ikna ederek katmaya, olmuyorsa etkisiz bırakmaya çok zaman
harcarken, hedeflerindeki Erdoğan’ı ele geçirmek ve tutsak etmek için çok geç
hareket ettiler. Ayrıca basına el koymada hem çok geç hem de yetersiz güç
seferber ettiler.”
Bu örgütlerin liderlerinin darbe değil devrim
konusunda ustalıklarını göstermesi gerekiyor. Marksist-Leninist Komünistler
burjuvalara darbe nasıl yapılır dersi veremezler.
Darbe girişimlerinden medet uman bir partiye komünist
parti denilebilir mi? O solu o medeti umacak kıvama getirmek olabilir mi o
operasyonun “gayesi”? “Silâhlı DSİP birlikleri” olmanın kime hayrı olacak?
Bu sahnede silâhın temel bir ayıraç olarak görülmesi
bir illüzyon olabilir mi? Misal, Metin Çulhaoğlu her daim ordunun elindeki
silâha, kamuculuk adına iman etmiş bir solcu.[2] 2010’daki referandumda oluşan
aritmetik toplama göre siyaset yapılması gerektiğini söylüyor. Kafasında teşkil
ettiği, gerçekten uzak, azade denklemlerle bakıyor siyasete. Üç akıldan biri
olan Toplum Aklı, “bir toplumda sınıfları kesen ortalama aklın ülkeyi,
yaşanılan süreçleri nasıl gördüğü, Devlet Aklına ve Siyasal Akla nasıl baktığı”
olarak tanımlıyor. Yazısını aslolanın, bu aklın yarısını örgütlemek olduğunu
söyleyerek bitiriyor. Buradan örgütünün “sınıfları kesene bakıp devlet aklını
ve siyasal aklı eleştirme” derneği olduğunu ikrar etmiş oluyor.
Sınıfsal-politik ve devrimci-politik bir eylem içerisinde olmayacağına söz
veriyor. Aynı şekilde, “toplum” denilen kurgunun siyasal akıl ve devlet aklı
ile yoğrularak şekillendiği gerçeğini perdeleyeceğini söylemiş oluyor. Her
solcunun zihin dünyasındaki demokrasi ve özgürlük lafzı, bu sınıfsızlık ve
devrimsizlik gerçeğinde yaldızlanabiliyor. AKP düşmanlığının bu konuda muazzam
bir fırsat sunduğu düşünülüyor.
2010 referandumu ile ülkenin ikiye bölündüğü tespiti
üzerinden hareket etmek, bir komünistin temel politik dayanağı olabilir mi?
Yoksa komünist, başka gerilim, çelişki ve çatışma düzlemlerine mi bakar?
Burjuva siyasasının sunduğu aritmetiğe mi örgütlenmeli yoksa devrimci halkın ve
sınıfın maddî diyalektiğine mi? Türk ve Müslüman’daki devleti görenlerin
oradaki devrimi de görebilmeleri gerekmez mi?
Bu aşamada toplumsal solculuk için, AKP’nin uzaydan ya
da feodal ve gerici geçmişten yanlışlıkla bugüne sızmış bir bakteri olarak
gösterilmesi gerekiyor. Toplumsal aklın yarısını örgütlemek, ancak bu sayede
mümkün oluyor.
O nedenle, Erdoğan’ın laiklere, sosyalistlere ve
Alevilere saldıracak özel birlikler kurduğundan bahsediliyor. Böylece her
örgüt, bu kesimleri ortalığa salınan bu korku ile kendisine örgütleyebileceğini
düşünüyor. Bu ortalığa salınan korkunun ardında devletin ve emperyalist
tekellerin olduğunu görmek gerekiyor. Kitlelerle aritmetik kafasıyla ilişki
kurulamadığı artık görülmeli.
Bizi kim kime ve neye kul etmeye çalışıyor,
sorgulanması gereken mesele bu. Çulhaoğlu örneğinde bu kul edilmek istenen yer,
bu “aydın”ın adam yurduna sokulmasını, “özne” olabilmesini koşullayan,
kamuculuk meselesidir.
Teorideki kesin hatlarla çizilen ayrımların gerçekte
bir karşılığı yoktur. Çulhaoğlu’nun “Sovyetler’in dağılması öncesi ve sonrası
dünya” tespiti, hepimizi Sovyetler’in dağılması öncesi dönemin sınıf ve iktidar
ilişkilerine örgütlemek içindir.
Bu zihniyet, seksenlerde en fazla, ABD’nin izniyle,
Sovyetler’in açtığı nefes alma alanıyla CHP ile birlikte hükümet olmayı hedef
hâline getirmiştir. PKK’nin CHP’nin yerini almasına dönük hesaplar da bu açıdan
temelsizdir. Bunun için PKK’nin CHP’lileştirilmesi gerekir.
Çünkü artık solcular, Aslı Aydıntaşbaş’ın ağzından
çıkan cümleleri sahiplenmekte, onun devlete yaptığı “Suriye’nin kuzeyini PYD
ile birlikte özgürleştir ve burayı kendine kat” önerisinde hikmet
bulabilmektedir.[3]
Emperyalist tekellerin demokrasisini ve özgürlüğünü 20 yıldır sorgulamayan, sorgulayamayacak hâle gelen sol öznelerin ezilenlere
verebileceği bir şey yoktur. Öznelerin kendi nefslerini gıdıklayan herkesin
kucağına koşmamaları gerekir. Bu bağlamda sol, Fransız sahillerinde çekilen yandaki
fotoğrafta yer alan polisin rolünü oynuyor olmaktan utanmalıdır.
Emperyalist tekelleri ucu açık, dokunulmaz, akmaz
kokmaz bir nesnellik alanına atıp, onların ideolojik ve politik talimatlarına
örgütlenmek çıkışsızdır. Son yirmi yılın sol içi ideolojik ve politik
tartışmaların tamamı TKP ve DSİP eksenindedir. Biri devlet; diğeri demokrasi
kurgusunun ideolojik ajanları/ failleridir. Bu ikisi arasındaki rekabete
takılmak yanlıştır; bizim işçilerin ve ezilenlerin bu kurguları dikine kesen
kudretine ve iradesine bakmamız gerekir.
Eren Balkır
27 Ağustos 2016
Dipnotlar:
[1] Ergun Babahan, “İşte Faşizm Budur!”, 27 Ağustos 2016, Evrensel.
[2] Metin Çulhaoğlu, “Üç Akıl ve Türkiye”, 27 Ağustos
2016, İleri.
[3] Aslı Aydıntaşbaş, “Cerablus Gerçekleri”, 26
Ağustos 2016, Cumhuriyet.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder