En sevdiğim memleket yeryüzüdür.
Sıram gelince yeryüzüyle örtün üzerimi.
Nebil Özgentürk bu iki dizeyi okuyor, Nâzım Hikmet’in
mezarı başında. Yanında Livaneli, Kardeş Türküler, başlarında Rus-Türk
İşadamları Birliği. El ele kol kola, liberalizmin panteonunu inşa çabasında.
Birliğin başkanı, Rusya ile Türkiye arasında gerilen
ilişkilerden dem vuruyor. Nâzım, yeni girilen momentte yumuşama için bir merhem
niyetine kullanılıyor. Sanatçılar da mizansenin figüranı oluyorlar. Her zaman
olduğu gibi. Bu oluşa “kültürel hegemonya” diyorlar, ona sahip olmakla boş yere
övünüp duruyorlar. Efendilerinin dünyasına kenar süsü oluyorlar.
Devlet, bu şekilde tüm ideolojileri kendi
iddialarından vuruyor. Onları iddialarından vazgeçmeye zorluyor. İddiayı boşa
düşürüyor, kendi iddiasını konuşturuyor. Varolmak, hayatta kalmak için herkes,
en uzağı haykırıp en yakın çözüme tav oluyor. Yaşamak, hep kudretliden,
burjuvadan öğreniliyor. Gideni, gelmekte olanı anlamak, anlamsızlaşıyor. Anlam,
bağlamından kopartılıyor.
En yakın çözüm önerileri, sol açısından, sivil toplum
kuruluşları, odalar ve sendikalar düzleminde ortaya çıkıyor. Siyaset, bu alana
doğru çekiliyor. Birer araç olan bu kurumlar, solun asli amacı hâline
geliyorlar. Soluk, Nâzım resimlerinin olduğu bürolarda devrimci bir politikaya
asla alan açılamıyor. Sol, ancak devlet ve sermaye kadar nefes alacağını
düşünüyor. Avrupa ve Amerika’dan üflenen havayı can belliyor.
Zira teori, ideoloji ve politika, buralarda
burjuvaziye öykünerek kuruluyor. Özel olanların girebildiği, zararlı olanların
dışlandığı, kitlesel, kolektif olanın sürekli filtrelendiği bir gerçeklik
kurgulanıyor. Laiklik, layık olmak üzerinden temellendiriliyor. Kimileri, sığ
ateizmlerini laiklik kisvesine büründürüyorlar. Utangaç bir ateizm, laiklik
diye yutturuluyor. “Toplumu bir arada tutan harç” diye yücelttikleri laiklikte
buldukları kudret, devletin kudreti, onda gördükleri maharet burjuvaziye ait. Solun
toplum ve laiklik gibi bir derdi yok.
Laiklik değil mesele; burjuvaziye göre, ona uygun
olarak teşkil edilmiş siyaset alanı, tekil bireyleri aşan değerleri, imanı,
kavgayı eşikte bırakmayı emrediyor. Dövüşen kitlelere “o silâhları yere
bırakın” deniliyor. “Bayraklarınızı derleyip dürün” diye bağırılıyor.
Kapitalizmin teorik yeri ile politika arasında kısa devre yapılıyor ve
kapitalizmin taşıyıcısı olarak burjuvaziye her daim devrimcilik atfediliyor. Bu
yüzden sınır tanımayan kapitalizmden kendi sığ komünizmlerine dair notlar
devşiriyorlar. Sınırsız kapitalizmin komünizme evrildiğinden veya komünizm
olduğundan bahsediyorlar.
Bu nedenle Marx öncesi komüncülüğün yerel
uygulamalarının büyüsüne tekrar kapılıyorlar. Marx hiçbir şey değilse, o
komünlerin atomun çekirdeğinin patlatılması gibi infilak ettirilmesi. Onca
zaman “kapitalizm çok değişti” diyenler, ilk dönem kapitalizme yönelik
itirazları bugünde tekrarlıyorlar. Burjuva siyaset kurgusu, bunu emrediyor.
Ancak özel insanların girebildiği bir yer, başka bir teoriyi, ideolojiyi ve
politikayı asla kabul etmiyor.
Nâzım’ın laisize, modernize edilmiş bir Bedreddin’i
takdimini bu yüzden seviyoruz. Ötesi rahatsız edici, dikenli, çapaklı. Özel
insanların özel muhayyileleri ve fikriyatı etrafında değil, kolektif kavganın
sinesinde örgütlenmiş kitleler ve o kitlelerin öncü pratiği olarak Bedreddin,
bugünle asla bağ kurmuyor. Nâzım, tarihten ve toplumdan kopartılmış Bedreddin
kurgusuyla dövüşmek için yazıyor o şiiri. Ezilenlerin tarihine ve toplumuna ait
kılmak için çabalıyor onu. Sol, onda kendi biricikliğini, özel ve yüce oluşunu,
gerçekten kopuk oluşun sunduğu imajı buluyor, kendisini kandırıyor.
Nâzım da ancak Sovyetler’siz, Ekim’siz güzel geliyor.
Dizeleri burada anlam ve değer kazanıyor. İşçi sınıfı, halk, ezilenler gibi
kolektif Kâbe’lerin yokluğunda, Tiran, Moskova, Pekin gibi tekil merkezlerin
yıkıntısı altında, tüm özneler, kendi varlıklarına gömülüyorlar. Onu var etmeyi
iş ediniyorlar. Onu yaşatmayı siyaset zannediyorlar. Tüm teori, ideoloji ve
politika, buna göre biçimleniyor. Devletin faşizm ve liberalizm başlığında
devreye soktuğu şiddet, iki biçimiyle, solu kendisine gömüyor. Kendisi dışında
olan, kendisinin mülk edinemediği, ait olduğu kolektif bir kavgaya ve ocağa
göre örgütlenme ve mücadele, anlamını tümüyle yitiriyor. Nâzım’ın “fakir
milletine ikrâm ettiği kızıl elma” içteki ve dıştaki kurtlarca kemiriliyor.
Sol, devrim ve sosyalizme dair bir imge olarak “Kızıl Elma”yı çürütüyor.
Sömürü ve zulme karşı mücadele edenlerin burjuvazinin
ölçü ve ölçeğini temel alması mümkün değil. Yakın çözümler için burjuvaziye göz
kırpmak, işmar etmek, külliyen yanlış. Bizim yüreğimiz, aklımız, hayata başka
dizeler kazımalı, kavgada başka adımlar atmalı. Nâzım gibi “açların
gözbebekleri” ile bakabilmeli, “güneşin sofrası”na oturabilmeli, “bir barikatta
dövüşerek ölebilmeli”.
Eren Balkır
3 Haziran 2016
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder