Pages

04 Haziran 2016

Kızıl Elma


En sevdiğim memleket yeryüzüdür.
Sıram gelince yeryüzüyle örtün üzerimi.

Nebil Özgentürk bu iki dizeyi okuyor, Nâzım Hikmet’in mezarı başında. Yanında Livaneli, Kardeş Türküler, başlarında Rus-Türk İşadamları Birliği. El ele kol kola, liberalizmin panteonunu inşa çabasında.

Birliğin başkanı, Rusya ile Türkiye arasında gerilen ilişkilerden dem vuruyor. Nâzım, yeni girilen momentte yumuşama için bir merhem niyetine kullanılıyor. Sanatçılar da mizansenin figüranı oluyorlar. Her zaman olduğu gibi. Bu oluşa “kültürel hegemonya” diyorlar, ona sahip olmakla boş yere övünüp duruyorlar. Efendilerinin dünyasına kenar süsü oluyorlar.

Devlet, bu şekilde tüm ideolojileri kendi iddialarından vuruyor. Onları iddialarından vazgeçmeye zorluyor. İddiayı boşa düşürüyor, kendi iddiasını konuşturuyor. Varolmak, hayatta kalmak için herkes, en uzağı haykırıp en yakın çözüme tav oluyor. Yaşamak, hep kudretliden, burjuvadan öğreniliyor. Gideni, gelmekte olanı anlamak, anlamsızlaşıyor. Anlam, bağlamından kopartılıyor.

En yakın çözüm önerileri, sol açısından, sivil toplum kuruluşları, odalar ve sendikalar düzleminde ortaya çıkıyor. Siyaset, bu alana doğru çekiliyor. Birer araç olan bu kurumlar, solun asli amacı hâline geliyorlar. Soluk, Nâzım resimlerinin olduğu bürolarda devrimci bir politikaya asla alan açılamıyor. Sol, ancak devlet ve sermaye kadar nefes alacağını düşünüyor. Avrupa ve Amerika’dan üflenen havayı can belliyor.

Zira teori, ideoloji ve politika, buralarda burjuvaziye öykünerek kuruluyor. Özel olanların girebildiği, zararlı olanların dışlandığı, kitlesel, kolektif olanın sürekli filtrelendiği bir gerçeklik kurgulanıyor. Laiklik, layık olmak üzerinden temellendiriliyor. Kimileri, sığ ateizmlerini laiklik kisvesine büründürüyorlar. Utangaç bir ateizm, laiklik diye yutturuluyor. “Toplumu bir arada tutan harç” diye yücelttikleri laiklikte buldukları kudret, devletin kudreti, onda gördükleri maharet burjuvaziye ait. Solun toplum ve laiklik gibi bir derdi yok.

Laiklik değil mesele; burjuvaziye göre, ona uygun olarak teşkil edilmiş siyaset alanı, tekil bireyleri aşan değerleri, imanı, kavgayı eşikte bırakmayı emrediyor. Dövüşen kitlelere “o silâhları yere bırakın” deniliyor. “Bayraklarınızı derleyip dürün” diye bağırılıyor. Kapitalizmin teorik yeri ile politika arasında kısa devre yapılıyor ve kapitalizmin taşıyıcısı olarak burjuvaziye her daim devrimcilik atfediliyor. Bu yüzden sınır tanımayan kapitalizmden kendi sığ komünizmlerine dair notlar devşiriyorlar. Sınırsız kapitalizmin komünizme evrildiğinden veya komünizm olduğundan bahsediyorlar.

Bu nedenle Marx öncesi komüncülüğün yerel uygulamalarının büyüsüne tekrar kapılıyorlar. Marx hiçbir şey değilse, o komünlerin atomun çekirdeğinin patlatılması gibi infilak ettirilmesi. Onca zaman “kapitalizm çok değişti” diyenler, ilk dönem kapitalizme yönelik itirazları bugünde tekrarlıyorlar. Burjuva siyaset kurgusu, bunu emrediyor. Ancak özel insanların girebildiği bir yer, başka bir teoriyi, ideolojiyi ve politikayı asla kabul etmiyor.

Nâzım’ın laisize, modernize edilmiş bir Bedreddin’i takdimini bu yüzden seviyoruz. Ötesi rahatsız edici, dikenli, çapaklı. Özel insanların özel muhayyileleri ve fikriyatı etrafında değil, kolektif kavganın sinesinde örgütlenmiş kitleler ve o kitlelerin öncü pratiği olarak Bedreddin, bugünle asla bağ kurmuyor. Nâzım, tarihten ve toplumdan kopartılmış Bedreddin kurgusuyla dövüşmek için yazıyor o şiiri. Ezilenlerin tarihine ve toplumuna ait kılmak için çabalıyor onu. Sol, onda kendi biricikliğini, özel ve yüce oluşunu, gerçekten kopuk oluşun sunduğu imajı buluyor, kendisini kandırıyor.

Nâzım da ancak Sovyetler’siz, Ekim’siz güzel geliyor. Dizeleri burada anlam ve değer kazanıyor. İşçi sınıfı, halk, ezilenler gibi kolektif Kâbe’lerin yokluğunda, Tiran, Moskova, Pekin gibi tekil merkezlerin yıkıntısı altında, tüm özneler, kendi varlıklarına gömülüyorlar. Onu var etmeyi iş ediniyorlar. Onu yaşatmayı siyaset zannediyorlar. Tüm teori, ideoloji ve politika, buna göre biçimleniyor. Devletin faşizm ve liberalizm başlığında devreye soktuğu şiddet, iki biçimiyle, solu kendisine gömüyor. Kendisi dışında olan, kendisinin mülk edinemediği, ait olduğu kolektif bir kavgaya ve ocağa göre örgütlenme ve mücadele, anlamını tümüyle yitiriyor. Nâzım’ın “fakir milletine ikrâm ettiği kızıl elma” içteki ve dıştaki kurtlarca kemiriliyor. Sol, devrim ve sosyalizme dair bir imge olarak “Kızıl Elma”yı çürütüyor.

Sömürü ve zulme karşı mücadele edenlerin burjuvazinin ölçü ve ölçeğini temel alması mümkün değil. Yakın çözümler için burjuvaziye göz kırpmak, işmar etmek, külliyen yanlış. Bizim yüreğimiz, aklımız, hayata başka dizeler kazımalı, kavgada başka adımlar atmalı. Nâzım gibi “açların gözbebekleri” ile bakabilmeli, “güneşin sofrası”na oturabilmeli, “bir barikatta dövüşerek ölebilmeli”.

Eren Balkır
3 Haziran 2016

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder