“Harami var diye korku verirler
Benim ipek yüklü kervanım mı var.”
[Karacaoğlan]
Eskiden “kapitalizme ve emperyalizme özel/has bir
Marksizm vardı. Şimdi ilerlemek lazım, artık küreselleşme çağındayız. Bunun
için gene özel bir Marksizm kurgulamak gerek” diyorlardı. Solculuk, hep
kendini, kendi zaman ve mekânını yüceltmek olarak algılanıyordu, o yüzden bu
tarz cümleler kuruluyordu. Dertleri ne sömürü ne zulümdü. Tek meseleleri, solcu
olmakla kazandıkları “özne” vasfını yitirmemek, bu imkânları kaybetmemekti.
Özne ise nesnenin, nesnel güçlerin bir tabisinden ibaretti. Solculuksa her
duruma ve döneme uyum sağlama becerisi idi.
Önce işçilere, “siz çoksunuz, burjuva gibi sizin de
mülkünüz var, onlar sizi politik manada engelliyorlar, o engelleri yıkmaya
geldik” dediler. Dertleri burjuva siyaset dünyasında, işçi dolayımı üzerinden,
pay kapmaktı. Kapitalizm nesneldi, kaçınılmazdı, onun insanın ufkunu açmasına
odaklanmak gerekirdi. Amerikan işçi sendikaları, ülkenin emperyalizme
örgütlenmesine bu zeminde destek oldular.
Sonra emperyalizm döneminde halklara seslendiler:
“çoksunuz, emperyalistler sizin mülkünüze göz koymuş, onlar gibi olabilirsiniz,
biz bunun için geldik.” Emperyalizm nesneldi, ülke insanına, ama özellikle üst
tabakaya, “ülkenin önünü açacağız” dediler. Nesnelliğin tabisi oldular.
Kapitalist olmayan yol üzre, üçüncü dünya liderleri buradan neoliberal sürece
payanda oldular.
Ardından küreselleşme veya neoliberalizm olarak
niteledikleri aşamada ezilenlerin kulağına “çoksunuz, bu iktidarlar sizin
kendinizi aşmanıza izin vermiyor, biz bunun için varız” diye fısıldadılar.
Neoliberalizm nesneldi, ezilme nedenlerini ortadan kaldıracak, onların birer
mülk ve güç kaynağı olarak devreye sokulmasını sağlayacak bir süreçti. Önemli
olan, ona tabi olmaktı. Tekeller ve emperyalist ordular onlarla yol aldılar.
Bugün toplamda işçileri burjuvalardan, halkları
emperyalistlerden okuyan, oradan anlayan kesim, “ezilen” analizleri yapıyor.
Bedenin sömürge hâline gelmesinden, kimliğin emek gücü gibi üstünlük sağlayacak
bir mülk olmasından söz ediyorlar. Alman işçisi Bernstein’ın ne kadar umurunda
ise ezilenler de bunların o kadar umurunda. Ezilen, bazı özel bireylerin sınır
aşırılığına, hareket serbestiyetine dair bir mecaz. Başka da bir anlamı yok.
Bu özel bireyler, kendilerini seslendikleri yerden
kuruyorlar. Yüce Türkiye’nin mülk sahibi halkına sınırları gösteriyorlar,
böylece kendilerinin sınırların ötesinde olduğu imasında bulunmuş oluyorlar.
Cinsiyet, milliyet ve iktisatla ilgili atıfları, hep bununla alakalı.
Geçmişte Ford işçilerine diyor ki, “sizin de üretim
aracınız var, kolunuz. Ben de makine var, bu konuda eşitiz. Hep birlikte
ülkenin refahı için çalışalım”. Bu söz, ezilenciler nezdinde farklı biçimlerde
güncelleniyor. Feministler, Imelda Marcos’tan Çiller ve Hillary’ye kadar birçok
isim ve Boğaz Köprüsü’nde intihar eden adama “atla” diye bağıran kadın
karşısında susuyorlar. Esasında eserleri ile övünmeleri gerekiyor. Sınırın
ötesinden konuşanlar onlar. Mülk ve güç onların. İnsan olmayı onlar hak ediyor.
Mülksüzlere ve güçsüzlere bu durumun çizdiği sınırı aşmaya çağırıyorlar. Fukara
bir emekçi ailenin kızına uygulanan şiddet, o ekonomik, coğrafî ve biyolojik
sınırları aşmak için kullanılacak bir bahaneden, sopadan ibaret. Gerisi boş.
Zira tüm bu işçi, halk ve ezilenler üzerinden
dillendirilen siyaset, teorik açıdan burjuva siyasetin bir tezahürü. Onlar,
burada ve şimdide kalması gereken bireyler imal ediyorlar. Cem Uzan’ın “açın
Türkiye’nin önünü” sözü bireylere dek sirayet ediyor. Devletin ayağa düştüğüne
sevinenler, onun her yana, bireyler şahsında nüfuz ediyor oluşunu gizliyorlar.
Görevleri bu. Devlet sirayet ettikçe kendilerinin de sirayet edeceklerini
zannediyorlar. Kısa günün kârı için vazgeçilen tarih ve gelecek bugünde tabiyeti
daha da koyultuyor.
Bu nedenle “Allah’ı öldürelim, burjuvazinin İnsan
denilen tanrısına tapalım” diyorlar. İnsan Hakları Beyannamesi ile tespit
altına alındığı biçimiyle, İnsan mülk sahibi, rekabete açık, ileri
Batı bireyidir. Egemenlerin “bu nesnel süreç sizin zincirlerinizi kıracak”
telkinlerine inananlar, bizi işte bu tanrıya kul olmaya davet ediyorlar. Sadece
kendilerini düşünmeyi politik bir boyaya daldırıyorlar.
Öznellik de bu tanrıya göre inşa ediliyor. Bu süreçte
AKP sağı; Fethullah solu örgütlüyor. Hangisinin melek, hangisinin şeytan
olduğunun bir önemi yok, ikisi de öznelliğini aynı yere borçlu. Yeni Osmanlı,
bir masal. Fukara Müslüman’ın ağzına çalınmış bir parmak bal. Bunun karşısında
tek tek her bireye kimlikler üzerinden bu türden masallar anlatmanın bir anlamı
yok. Önce o İnsan tanrısı ile hesaplaşılmak zorunda. Üryanın ipek yüklü kervana
örgütlenmemesi için o kervan sahiplerinin, bekçilerinin, rehberlerinin
fikrinden kopması gerekiyor.
O insan-birey, “şimdi neoliberalizm çağı, öyle
kapitalizme ve emperyalizme karşı olmanın anlamı yok. Bugün önümüzü kim açıyor,
ona koşalım” diyor. Buna karşı öznel varlığı korumanın kendisi bir siyaset
değil. Onlar kime yanaşıyorsa, kendilerine ev kölesi bulmak için geliyorlar.
Sadece kendi öznelliğini görmek, ikna için kapı aralıyor.
Bu körleşme, yıllardır Latin Amerika edebiyatı
yapanların bu kıtanın üzerinden kendisini inşa etmiş bir emperyalizmin
Ortadoğu’ya sarkmasına tek bir laf etmemesini beraberinde getiriyor. Hemen
varolan, üstün ve yüce olduğunu düşündüğü imkânlarına sarılıyorlar. Sonra
mevcut iktidarın o burjuva İnsan dininin önünde engel olduğunu söylüyorlar.
Esasen iktidarın dini de aynı kaynaktan besleniyor.
Özel olayım diye neoliberalizmin emperyalizm ve
kapitalizmle bağını kesmenin manası yok. İnsan tanrısına ibadet etmek adına,
işçiyi, halkı ve ezileni o hizaya çekmek, nafile. Onların burjuvaziyle
yürütülen pazarlığın masasında istismar edilmesine izin vermemek gerek.
Bildiğimiz ekonomi, coğrafya veya biyoloji onların kavgasından neşet etmiyor.
Politika, egemenlerin bilgisi etrafında tavaf ediyor. Kıyamı bir yandan da
burada örgütlemek gerekiyor.
Eren Balkır
4 Nisan 2016
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder