Charlie Hebdo olayına verilen karşılık, Fransız
cumhuriyetçiliğinin yapısal ırkçılık karşısındaki körlüğünün göstergesi
Charlie Hebdo dergisinin bürosuna yapılan ve bir koşer
süpermarketinde ve Paris’in sokaklarında 17 kişinin öldüğü korkunç saldırıdan
birkaç gün sonra Fransa Başbakanı Manuel Valls “terörizm, cihatçılık ve radikal
İslam”a savaş ilan etti.
Ulusal Meclise hitaben 13 Ocak’ta yaptığı coşkulu
konuşmasında, bu savaşın üç cephede verileceğini belirtiyordu: Fransa’nın
“teröre karşı küresel savaş”a özellikle Mali ve Irak’ta katılımını güçlendirmek
suretiyle uluslararası planda, potansiyel radikallerin özellikle internette,
okullarda ve hapishanelerde takip altında tutulması için güvenlik ve denetim
donanımını pekiştirmek suretiyle ulusal planda ve “Cumhuriyet”i ve “onun
değerleri”ni her zamankinden daha da fazla el üstünde tutmak suretiyle ideolojik
planda açılacak cephelerdi bunlar.
“Laïsite, laïsite, laïsite” diyordu Valls,
“aydınlanmanın ruhu” olan özgürlüğü, eşitliği ve kardeşliği ve evrenselin
tecessümü Fransa’yı karakterize eden “onur, başeğmezlik ve incelik karışımı”nı
övdüğü konuşmasında.
Valls’a göre bu travmatik saldırılara verilecek ilk
karşılık, hem mecazî hem de gerçek anlamında, sınır denetimiydi. Belirttiği
üzere, “istisnai durumlar istisnai önlemleri gerekli kılıyor”du ki bunların
çoğu çoktan uygulamaya konmuş ve bir dizi tutuklama ve soruşturmaya yol
vermişti.
Ne var ki Valls’ın konuşması aynı zamanda Fransa’da
son iki hafta içinde gelişen belli bir entelektüel korumacılığın da örneğini
oluşturuyordu. Mesaj açıktı: bu teröristler, Cumhuriyete ve onun en yüce
değerlerine -sekülerizm ve Aydınlanmaya- saldırdılar, o hâlde biz de onlarla
aynı aşkın ve kıymetleri apaçık olan vasıtalarla savaşmalıyız: daha çok
sekülerizm, daha çok evrenselcilik, daha çok cumhuriyetçilik.
“Kutsal ittifak”a katıl ve -hiçbiri pek de ifade
özgürlüğü için verilen savaşın önderlerinden sayılamayacak olan- Sergei Lavrov,
Ali Bongo, Benjamin Netanyahu ve Viktor Orban’la beraber yürü. Çok soru sorma,
kurcalama: ya Cumhuriyetçisindir ya da ona karşısındır, ya fanatiksindir ya da
fanatizme karşısındır, ya özgürlükten yanasındır ya da ona karşı. Ve her şeyden
önemlisi Charlie ol.
Geçen iki hafta içinde bu fikrî yönlendirmeler
medyada, bloglarda ve sosyal ağlarda muhtelif biçimler aldılar. Beni özellikle
rahatsız eden, bu olaylar hakkında yorumda bulunmak için elzem kabul edildiği
anlaşılan ulusal otantiklik yönünde yapılan sayısız çağrı oldu. Bu pozisyonun
pek çok örneği var; işte onlardan birkaçı: “Letter to my British friends”
(“İngiliz arkadaşlarıma mektup”[1]); “The Globalization of Moral and
Intellectual Confusion” (“Ahlaki ve Düşünsel Kafa Karışıklığının
Küreselleşmesi”[2]); “On not understanding Charlie: Why so many smart people
are getting it wrong” (“Charlie’yi Anlamamak Üzerine: Neden Birçok Zeki
İnsan Yanlış Anlıyor”[3]); “Unmournable Frenchies” (“Yasları Tutulamayan
Fransızlar”[4]); “What everyone gets wrong about Charlie Hebdo and Racism”
(“Herkesin Charlie Hebdo ve Irkçılık Hakkında Yanlış Anladığı Şey”[5]).
Bu yazıların iddiaları birbirinin aynı olmamakla
birlikte, hepsi birtakım ortak temaları paylaşıyorlar. Eleştirmenlerin çoğu,
“Anglosakson basını”nın (böyle bir şey varsa eğer) aslî ikiyüzlülüğü olarak
gördükleri şeye karşı öfkeliler; ikiyüzlülükten kasıt, ifade özgürlüğü
önemsendiği hâlde Muhammed karikatürlerinin basılmasından imtina edilişi.
Fransız yazar Caroline Fourest, Obama’yı “büyük
cumhuriyet yürüyüşü”nü kaçırdığı ve Fransa’daki Müslümanların topluma
entegrasyonu meselesini gündemleştirdiği için eleştiriyor. Benzer biçimde Jon
Stewart’a da Yahudi karşıtı olduğunu gizlemeyen komedyen Dieudonné’nin
geçenlerde tutuklanmasının Fransa’nın ifade özgürlüğü politikasındaki
tutarsızlıkları ortaya koyduğunu belirttiği için çatıyor.
Belki de en dikkat çekici olan şey ise bu yorumcuların
Amerikalıların ya da İngilizlerin Charlie Hebdo’nun içeriğinin gerçekten de
ırkçı olarak görülebileceğini ve dolayısıyla cinayetlerin Valls ve diğerlerinin
propagandasını yaptığı tanımlayıcı evrenselciliği sahiplenmeden de
kınanabileceğini ima etmelerine bozulmuş olmaları.
Bir insanın Fransa üzerine konuşma hakkına sahip
olması için hangi yeterliliklere sahip olması gerekiyor acaba? Fransız olmak
kâfi mi yoksa bu olayların Fransa’daki bağlamını mı anlıyor olmak lazım? Eğer
birincisiyse, Fransa’daki din ve ırk meselelerinin karmaşıklığı ile boğuşmayı
göze aldıkları için “Anglosakson tutarsızlığına ve sinsiliğine sahip” olmakla
suçlananlar bilsinler ki bu suçlamalar ilk kez onlara yöneltilmiyor.
Hatırlansın, Robert Paxton da Vichy rejiminin Alman
baskısı karşısında direnmemesi gibi bir şeyin söz konusu olmadığını, rejimin
doğrudan doğruya ve etken bir biçimde Nazilerle işbirliğine girdiğini
söylediğinde Fransız sağının tarihini anlamamakla suçlanmıştı. Todd Shepard
Cezayir savaşını incelediği çalışmasında cumhuriyetçi evrenselciliğin
sınırlarını serimlediğinde Fransız tarihine bir Amerikalı gibi bakmakla, Joan
Scott ise “Dominique Strauss-Kahn olayı”nı Fransızların geleneksel olarak
cinslerin eşitliğine direne gelmiş olmalarına bağladığı için “Fransız
feminizmine kulaklarını tıkamak”la suçlanmıştı.
Ama şimdilik ulusal korumacılık meselesini paranteze
alıp bu Fransız yorumcuların Amerikalı eleştirmenlerden sadece Charlie Hebdo’yu
tartışırken bağlama daha duyarlı olmalarını talep ettiklerini varsayalım.
Charlie Hebdo, hiç şüphesiz, tek parçalı bir yapı
değildi, politik duruşu ise 1960’lardan bugüne dikkate değer ölçüde
evrimleşmişti. Ayrıca Fransa’nın politik kültürünün, tarihinin ve toplumunun
özgüllüklerinin hesaba katılması çok önemli; özellikle saldırının ardından
yazılan George Packer’ınki gibi tarihdışılaştırıcı yazılar göz önüne alınırsa.
Peki o zaman Charlie Hebdo’yu hangi bağlamda ele
alacağız? Çözümlemeler, elbette bahane bulmaya ya da failleri aklamaya yönelik
olmamalı ve kesinlikle kurbanları suçlu çıkarmamalı; yapılması gereken -en
azından elden geldiği kadarıyla- hepsi de Fransa’da doğmuş ve büyümüş olan bu
üç genç adamın (Said Kuaşi, Şerif Kuaşi ve Amedi Kolibali) neden özellikle bu
yayını hedef seçtiğini anlamaya çalışmak.
Örneğin Olivier Tonneau, “bir Fransız ve radikal solcu
bir militan olarak” konuştuğu iddiasıyla üç bağlamsal etkenden bahsediyor.
Charlie Hebdo’nun ana hedefinin Ulusal Cephe ve Le Pen ailesi oluşu dolayısıyla
ve bütün dinlere, Katoliklere, Yahudilere ve Müslümanlara “aynı sert tonda”
saldırdığı ve “Fransızların yergi geleneğine tam anlamıyla uyduğu” için -“ne de
olsa derginin muhatabı Fransızlardır”- ırkçılıkla suçlanamayacağını iddia
ediyor.
Şu sonuca varıyor Tonneau:
“Saldırı,
bu noktanın apaçık oluşu dolayısıyla daha da trajik ve absürt hâle geliyor: iki
Arap kökenli Fransız Müslüman Fransa’da sayıları hayli çok olan ve durmadan
Arap Müslümanlara ve köktencilere çatan (Minute, Valeurs Actuelles
gibi) aşırı sağcı gazetelerden birine saldırmadı da tutup ırkçılıkla en çok
mücadele eden dergiye saldırdı. Bana kalırsa bu olayın tetiklediği soru şu: bu
gençlerin kafaları nasıl bu kadar karıştı ve nasıl bu ölçüde çıldırdılar?”
Tonneau’nun iddiasının üzerinde durmamın nedeni
Fransız solunun -cumhuriyetçi solu, Charlie Hebdo’nun ve Valls’in sahip çıktığı
solu kastediyorum- büyük bölümünü ve bu solun ırk konularında düşünmekteki
büyük yeteneksizliğini temsil ettiğini düşünmem. İşte Atlantik ötesindeki kafa
karışıklığının temelinde yatan, ırkı Ulusal Cephe’nin yaptığı gibi biyolojik ya
da kültürel bir realite olarak değil de güç ilişkilerini aydınlatabilecek bir
analitik kategori olarak almaktaki bu yeteneksizlik ya da belki de isteksizlik.
Irk ve etnisite Fransız politikasında tanınan öğeler
değil, zira cumhuriyetçilik hepimizin yasa önünde eşit olduğumuzu, (ırk, din ya
da cinsel yönelime dayalı) bütün tikelciliklerin kamusal alandan
soyutlanmasının, özelleştirilip nötralize edilmesinin mümkün ve gerekli
olduğunu varsayar. Tekrar tekrar Voltaire’den alıntı yapmak yerine, bu
cumhuriyetçi modelin taraftarları aslında Rousseau’ya gönderimde bulunmalılar.
Bu çerçevede özel çıkarlar her daim mimli, genel irade ise her daim evrensel ve
iyidir. Fransa’nın intégration politikasının temelinde işte bu soyut
evrenselcilik yatmaktadır.
Soyut evrenselciliğin burada listelenemeyecek denli
çok pratik ve politik sonuçları oldu. Örneğin bu politika devlet okullarının
yansız ve seküler alanını açıkça ihlal ettiği düşünülen “şüpheli dinsel
semboller”i yasaklayan 2004 tarihli yasanın meşrulaştırılmasında önemli rol
oynadı. Bu semboller (hicap da bunlara dâhil) özel çıkarlarla bağlantılı kabul
edildi ve ortak yaşama ya da Fransızca tabirle le vivre-ensemble’ye
katılmak üzere farklılığını askıya almamakta inatla diretmenin örneği sayıldı.
Mesele elbette kimlerin özel hayatının dışarıda
tutulup kimlerinkinin galebe çalacağı meselesiydi. Birçok akademisyenin
(Mayanthi Fernando, Paul Silverstein, John Bowen) işaret ettiği gibi
Müslümanlar, yıllardır Fransız sekülerizminin çelişkilerinden mustaripler.
Fransız cumhuriyetçiliği bağlamında denebilir ki
sistemsel bir bozukluk olarak ırkçılık hakkında konuşmak tamamen meşrudur ancak
ırk hakkında konuşmak öyle değildir. Kavramların kafa karıştırıcı bir hal
aldığı ve ek bir bağlamsal açıklamaya ihtiyaç hissettiren nokta işte burasıdır.
Tonneau’nun ve başkalarının işaret ettiği gibi Charlie Hebdo sahiden de
“ırkçılık karşıtı”dır, tabii eğer bundan ırksal farklılıkları ve deneyimleri
kamusal alana asimile olunması lehine ısrarla tanımamayı anlıyorsak.
Irkçılık karşıtlığının bu türlü anlaşılışı ayrımcılığa
karşı mücadele etmek üzere kurulmuş birçok örgütün politikalarını
biçimlendiriyor; Ligue des droits de l’homme, LICRA, MRAP ve
SOS Racisme bunlardan bazıları. Örneğin SOS Racisme, 1983’teki
ünlü “marche des beurs”ün (15 Ekim ve 3 Aralık 1983 tarihinde Fransa’da
gerçekleştirilen Eşitlik İçin ve Irkçılığa Karşı Yürüyüş’e basının verdiği ad.
‘Beur’ Fransız argosunda ataları ya da ebeveyni Kuzey Afrika göçmeni
olan Fransa vatandaşlarını anlatmak üzere kullanılıyor. -ç.n.) ardından
Ulusal Cephe’nin açık ırkçılığı ile mücadele edip göçmenlerin ve onların
çocuklarının Fransız toplum sözleşmesine daha iyi entegre olmasını sağlamak
üzere kurulmuştu.
Genellikle bu eylemciler devlet için çalışıyorlardı,
kimisi solcu, kimisi ise sağcıydı. Murat edilen şey, cumhuriyeti mesele etmek
ya da onun sömürgeci tarihinin Fransa’daki ırksal ilişkilerin mevcut haline
etkisi olup olmadığını soruşturmak değildi.
Ne yazık ki Fransa’da ırkçılık yalnızca Ulusal Cephe
ve Le Pen ailesine has değil; beyaz olmayan Fransız vatandaşlar okullarda,
işyerlerinde ve barındıkları mahalleler bağlamında sistematik olarak
ayrımcılığa maruz kalıyorlar ve hapsedilme oranları beyazlara oranla çok daha
yüksek.
Ancak ırka dair istatistikler toplamak yasadışıyken,
ırk meselesi her gündeme geldiğinde derhal “Amerika’dan ithal” diye
damgalanırken, Fransa’da böyle bir şeyin olmadığı savlanırken, yapısal
ırkçılıkla mücadele etmek üzere somut önlemler önermek çok zor elbette.
ABD’de buna “renk körlüğü” deniyor ve bu felsefenin
birçok yerel destekçisi olsa da (Yargıtay’ın çoğu üyesi gibi), en azından
1970’lerden bu yana bu tutum sol siyasetle özdeşleştirilebilir nitelikte değil.
Derdim Charlie Hebdo’nun ırkçı olup olmadığı değil,
ben daha ziyade yakın zamanda gerçekleşen olaylara ilişkin tartışmalardaki ırk
konusuna (ve toplumsal cinsiyete ve onun ırkla olan karmaşık kesişim
noktalarına) yönelik şok edici körlükle ilgiliyim.
Evet, Katoliklerle, Yahudilerle ve Müslümanlarla alay
etmek arasında, bu grupların tarihte ve bugün iktidara nispetle farklı
konumlanışlarını düşünürsek, fark var. Hayır, ırk ve din birbirinden o kadar
kolay ayrıştırılamaz.
Fransız tarihi, bu iki kategorinin özellikle de kriz
anlarında genellikle örtüştüğünü gösteren birçok örnek sunuyor. Örneğin Fransa,
bu soyut evrenselcilik modeli ile kendi Yahudilerini “özgürleştiren” ilk ülke
olmuştu. Clermont-Tonnerre kontunun 1789 tarihinde söyledikleri malum:
“Yahudileri bir ulus olarak kabul etmeyi reddetmeliyiz ve onlara tekil birey
muamelesi yapmalıyız.”
Yine de on dokuzuncu ve yirminci yüzyıllar boyunca
rutin olarak bu soyutlamanın “içi dolduruldu”; Yahudiler, Panama skandalı
sırasında, Dresyfus Olayı’nda ve elbette Vichy rejimi döneminde ırk olarak
muamele gördüler ve şeytanlaştırıldılar. Karikatürler bu süreçte önemli bir
vazife gördüler. La Libre Parole’ün kurucusu ve editörü, -çoğu kez
“anarşist olarak anılmakla beraber- kendi deyişine göre sosyalist olan Édouard
Drumont da entelektüellerle, politikacılarla, Almanlarla, Masonlarla ve
“özgürleşmiş kadınlar”la alay ediyordu. Yine de hiç kimse Dreyfus Olayı
bağlamında Yahudileri hedef almanın “eşit muamele” meselesi olduğunu
söyleyemez.
Bana kalırsa bu tarihi yorumlamanın iki yolu var. İlki
bu olayların (ayrıca sömürgeciliğin, kadınlara oy hakkı vermeyi reddetmenin,
eşcinsel evliliğini yasaklamanın) Fransız cumhuriyetçiliğinin “kara dönemleri”
olduğunu ve ihtiyacımız olanın mütekâmil ve daha kapsayıcı bir evrenselcilik,
adaleti el üstünde tutup gerçek eşitliği garanti edecek bir evrenselcilik
olduğunu iddia etmektir. Bu, Valls’in, ırkçılık karşıtı Fransız solunun ve
Charlie Hebdo analizlerine saldıran “bizi anlamıyorsunuz”cuların çoğunun tutumu.
Diğer yaklaşımsa soyut evrenselcilik denen şeyin
-tarihsel olarak değil yapısal olarak- tikelliklere daima muhtaç olduğu ve
belki de artık iktidarı daha genel olarak ele almanın ve aslında hiç varolmamış
bir cumhuriyetçi birlik fantezisini bir kenara bırakmanın zamanının geldiği.
Eleştirel konumdaki solcuların çoğu bunu talep ediyor: farklılıkları
bastırmayan ve Fransız toplumunun bugün yaşadığı karmaşıklıkları, çatışmaları
ve bölünmeleri gündeme alabilen bir demokrasi.
Bu, Amerikalı akademisyenlerin dayattığı bir hareket
değil. Göstermelik bir siyaseten doğruculuk davası da değil. Fransa’da yaşayan
ve tümellerin şantajını reddeden ve uzun yıllardır sözcüklerin (ve
görüntülerin) önemli olduğunu, stratejik özcülüğün siyaseten faydalı
olabileceğini ve cumhuriyetçi ırkçılığın artık son bulması gerektiğini savunan
akademisyenlerin ve eylemcilerin çağrısı bu.
Camille Robcis
26 Ocak 2015
Kaynak
Dipnotlar:
[1] Olivier Tonneu, “Charlie Hebdo: A Letter to My British Friends”, 13 Ocak
2015, Guardian.
[2] Caroline Fourest, “Violence Against Charlie Hebdo:
The Globalization of Moral and Intellectual Confusion”, 20 Ocak 2015, HP.
[3] “On not Understanding Charlie”, 11 Ocak 2015, Daily Kos.
[4] John Dolan, Charlie Hebdo: Unmournable Frenchies”,
13 Ocak 2015, Pando.
[5] Max Fisher, “What Everyone Gets Wrong About
Charlie Hebdo ve Racism”, 12 Ocak 2015, Vox.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder