Mahmud Mamdani Söyleşisi
Vidya Venkat
15 Ocak 2015
Arka kapağına Hz. Muhammed karikatürü koyan Fransız
mizah dergisi Charlie Hebdo,
Paris’teki bürosuna yapılan ve editörü Stephane Charbonnier dâhil on
çalışanının hayatına mal olan saldırı sonrası İslamî köktencilerle kapışmaya
karar verdi. Vidya Venkat, Good Muslim, Bad Muslim: America, the Cold War,
and the Roots of Terror [İyi Müslüman, Kötü Müslüman: Amerika, Soğuk Savaş ve
Terörün Kökenleri] isimli kitabın yazarı Kolombiya Üniversitesi’nde
Antropoloji, Herbert Lehman’da Yönetim Profesörü olarak çalışan Mahmud Mamdani
ile eposta yoluyla bir röportaj gerçekleştirdi. Mamdani dini eleştirmekle onu
alaya almak arasındaki farkı izah ediyor. Dergide çıkan karikatürleri yeniden
yayınlamakla sansüre karşı çıkmanın farklı şeyler olduğu üzerinde duruyor.
* * *
Charlie Hebdo’ya
yönelik terör saldırılarından hemen sonra İslam’ı mahkûm eden bir harekât
başlatıldı. Örneğin New Yorker’da çıkan makalesinde George Packer
saldırılardan İslam’ı, sahip olduğu ilkeleri ve ona inananları sorumlu tuttu.
Acaba burada soruna ilişkin yanlış bir teşhiste mi bulunuyoruz?
Kanaatimce George Packer’ın yazısı, düşünmeden, sırf
tepki göstermek için kaleme alınmış bir yazı. Charlie Hebdo katliamı ile ilgili
yeni bir şey söylemiyor. Elimizdeki bilgiler, bu eylemin paramiliter bir
operasyon olduğunu ortaya koyuyor. Yereldeki bir birim eliyle
gerçekleştirilmiş, hem planlama hem de icra noktasında belirli bir merkezden
bağımsız yapılmış olsa da bu, karargâhın stratejisini hazırlayıp onay verdiği
bir saldırı.
Cinayetlerin stratejik ve örgütlü bir askerî saldırı
olarak görülmesi gerek. Bu hâliyle geçmişte Danimarka karikatürlerine verilen
tepkilerde tanık olduğumuz kitle gösterilerinden farklı bir niteliğe sahip.
Charlie Hebdo
mizahını ve hicvini savunanlar, “ifade özgürlüğü”yle ilgili kültürün
paylaşılmasından ve desteklenmesinden dem vuruyorlar. Sizin bu konudaki düşünceniz nedir?
Muhaliflerin bir hakkı olarak ifade özgürlüğü hakkını
destekleyenlerdenim. Ama bu, benim bu hakkın her özgül uygulama biçimini veya
her muhalefet tarzını desteklediğim anlamına gelmiyor. Herkesin de bildiği
üzere, ifade özgürlüğü tarihi çelişkilidir. Bu çelişkiyi “nefret söylemi” ile
diğer ifade özgürlüğü formları arasındaki ayrımda görmek mümkün. Bazı devletler
kanunen “nefret söylemi”ni yasaklarken, bazıları da kanunî bir yasaktan uzak
durmakta, politik ve ahlâkî açıdan nefret söyleminin alanını daraltma işini
topluma terk etmektedir.
Danimarka’da yayınlanan Hz. Muhammed karikatürleri ile
ilgili yorumu kendisine sorulduğunda Alman romancı Günter Grass, bu
karikatürlerin kendisine, geçmişte Almanya’da çıkan Der Stürmer’deki
antisemitik karikatürleri anımsattığını söyler. New York Times’da çıkan
mülâkatında Günter Grass devamında Der Stürmer’in yayıncısının
Nuremberg’de yargılanıp idam edildiğini aktarır. Ruanda Soykırımı sonrası
Aruşa’da yargılananlar arasında, radyoda çalışan bir gazeteci de bulunmaktadır.
Kenya’daki Rift Vadisi’nde yaşanan kitle katliamında Uluslararası Ceza
Mahkemesi, insanlığa karşı suç işleyenlerin listesini yayınlamıştır. Bunlardan
biri de radyoda çalışan bir gazetecidir. Üç vakada da gazeteciler, nefret
söylemini yaymakla suçlanmışlardır.
Ben şahsen politik ve entelektüel olanı hukukî olana
tercih ediyorum. Ben her türlü sansüre karşıyım. Sizin düşündüğünüz her şeyi
söyleme hakkınız olduğunu söylediğimde, sizin söylediğiniz veya yazdığınız her
şeyi desteklemiş olmam. Ayrıca size katılmama hakkımı da mahfuz tutarım.
Dolayısıyla, Charlie Hebdo’daki isimlerin çizdikleri karikatürleri
yayınlama hakkını savunmak bir şeydir, onları destek amacıyla yeniden
yayınlamak başka bir şeydir.
Charlie Hebdo’da
çıkan kimi karikatürlerde de görüldüğü üzere, cinsel temalar üzerine kurulu,
dine küfreden karikatürler Avrupa’da yeni bir olgu değil. Örneğin Britanya’da
Penguin Yayıncılık tarafından yayınlanan Siné’ye ait karikatürler nezaketen,
kanunî sınırlamaya tabi tutulup kaldırıldı. İslamî köktenciliğe karşı kolektif
öfkelerini kusan ve terör saldırılarını sert biçimde mahkûm eden Batı’da bu
türden bir taviz mümkün mü?
Batı toplumları, dayanıklı politik toplumlar inşa etme
gayreti dâhilinde kendi içlerinde bir dizi tavizlerde bulunmuşlardır. Bu
tavizlerin kapsamı ve niteliği politik açıdan tanımlanabilir. Nezaket gereği,
büyük tarihsel öneme sahip mücadelelerde ateşkes çağrısı yapılmıştır. Birçok
Batı ülkesinde dine hakarete mani olan kanunlar mevcuttur. Ama bunlar daha çok
Hristiyan tarikatlarla sınırlı kanunlardır. Örneğin Britanya’da dine hakareti
suç ilân eden kanunlar vardır, bu kanunlara başka Avrupa ülkelerinde de rastlanmaktadır,
ama bu kanunlar İslam’a asla tatbik edilmemektedir.
İkinci Dünya Savaşı öncesi Yahudiler özel tipte bir
hicvin alışıldık hedefleriydiler. Hicvetme hürriyetinin kurucu babası ve büyük
savunucusu olarak görülen Voltaire, sıkı bir antisemitistti. Kaleme aldığı
hicivlerin önemli bir kısmında hedef, Yahudiler ve Yahudilikti. Holokost
sonrası Yahudiler, Batı’nın politik alanına dâhil oldular. Batı’da
Yahudi-Hristiyan mirasından konuşmak bir alışkanlık hâlini aldı. Yahudilik ve
Hristiyanlık arasında eskiden varolduğu düşünülen uzun soluklu çatışmadan artık
eser kalmamıştı. Bugünse Fransa dâhil birçok Avrupa ülkesi, Holokostu inkâr
etme girişimlerini suç kabul ediyor. Ama önemli bir kısmı Fransız Müslüman’ı
olan Cezayir’deki kapsamlı sömürgeci katliamlar da dâhil, tüm bir sömürgeci
soykırımını inkâr etme girişimlerini suç kabul eden tek bir kanuna
rastlanmıyor.
Avrupa’daki politik ve toplumsal akit tarihsel planda
bir evrime uğradı. Devlet, ateşli Hristiyanlarla seküler Hristiyanlar
arasındaki çelişkiyi ılımlılaştırmak için kimi adımlar attı. Holokost sonrası
bu akde Yahudiler de dâhil oldu. Avrupa’daki Müslümanlar, hiçbir zaman bu akdin
bir parçası olmadılar. Avrupa’daki Müslüman azınlığın önemli bir kısmı
Fransa’da, bu ülkenin yüzde onunu teşkil ediyor. Akdeniz kıyısındaki
Marsilya’da bu oran yaklaşık yüzde otuz. Fransız toplumunun en zayıf ve
haklarından en fazla mahrum edilmiş kesimi. El-Kaide veya diğer terörist
hücrelerinde olandan daha fazla Müslüman var Fransız polis teşkilâtı ve
güvenlik hizmetlerinde. Ama bunu kimse bilmez. Aynı zamanda Fransız elitleri
içerisinde politik, ekonomik veya kültürel temsil düzeyleri de çok düşük. Bunun
tek istisnası, başını efsanevi futbolcu Zinnedine Zidane’ın çektiği Fransız
futbol takımı.
Müslümanları Fransa’daki toplumsal ve politik akde
dâhil etmek elbette ki mümkün. Ama bu, büyük bir politik, entelektüel ve
kültürel mücadeleyi gerekli kılacak. Ülkede güç merkezleri ve halk, Fransız ve
Müslüman olmanın imkânlılığını, dindar bir Müslüman kadının Katolik bir rahibe
gibi “hicab” giyebileceğini, örtünebileceğini kabul etmek zorunda. Bu türden
dindarlığa ait bir eylemin kamusal alana katılım noktasında yasaklanmaması
gerek. Başka bir deyişle, burada anlamlı bir yurttaşlık için verilecek politik
bir mücadeleden bahsediyoruz aslında.
Penguin Yayınları’nın Siné karikatürlerini
yayınlamasından bahsetmiştiniz. Danimarka karikatürleri tartışması ile ilgili
olarak ben de bu konuya dair bir şeyler yazmıştım. 1967’de Britanya’nın önde
gelen yayınevlerinden biri, Fransa’nın en ünlü karikatüristi Siné’nin
karikatürlerinin İngilizce versiyonunu yayınlamıştı. Penguin'in bu Katliam
edisyonunu takdim eden Malcolm Muggeridge’di. İçinde ruhban karşıtı, dine
hakaretler eden, cinsel temaları da içeren bir dizi karikatür vardı.
Hristiyanları gücendireceği gerekçesiyle şikâyetler artınca Allen Lane telaşla
bir adım attı: dört kişiyle birlikte Penguin’in Harmondsworth deposuna gitti,
bir römorka kitabın geri kalan nüshalarını doldurdu, götürüp yaktı. Ertesi gün
Penguin alım satım departmanı, kitabın “baskısının tükendiğini” duyurdu.
Aynı makalemde bu tartışmayla alakalı başka bir vakaya
da değinmiştim. ABD’deki Amos and Andy Show ile ilgiliydi. 1928’de radyo
programı olarak başlayan program, 1951’de prime time’da TV’de yayınlanmaya
başladı. 1953’te birkaç kanalda kendisine yer buldu. Her yıl Siyahi İnsanların
Gelişmesi İçin Ulusal Birlik isimli örgüt, şov siyahlara ait ırkçı bir
karikatüre yer verdi diye protestolar düzenledi. Karikatür “Siyahları aşağılık
yaratıklar, tembel, aptal ve sahtekâr kişiler” olarak sunuyordu. Gösterideki
tüm siyah karakterler “ya soytarı ya da dolandırıcıydı”. CBS, uzun zaman bu
tepkilere ses etmedi, ta ki 1965’teki Watts isyanlarına kadar. CBS, bu
isyanların ardından gösteriyi yayından kaldırdı. O günden beri CBS’e bağlı Amos
‘n Andy internet sitesinde “umarız Siyahlar kendilerine gülmeyi öğrenirler. Hep
birlikte aydınlanırız da bu kadar küplere binmeyiz ve kendimize biraz daha
fazla güleriz” yazıyor.
Bu “kendilerine gülmesini öğrenmesi gereken” insanlar,
çoğunlukla provokatif karikatürlerin yayıncıların da işaret ettiği insanlar
oluyor. Aynı cümlenin Danimarka karikatürlerini yayınlayanların ve Charlie
Hebdo’daki karikatüristlerinin ağzından çıkmış olması muhtemel. Öyle ya, sorun
hâlâ Müslümanlarda, mizah anlayışından yoksun olan onlar, demek ki tek çözüm
Müslümanların kendilerine gülmesini öğrenebilmelerinde. İyi ama bir insanın
kendisine gülmesi ile bir grubun kendisine gülmesi aynı şey değil. “Dine hakaret
eden karikatürler” bahsine gelince, bence onlar “geri kafalı karikatürler”.
Charlie Hebdo ile ilgili süregiden tartışmadaki sorun,
geri kafalılık ve bağnazlıkla dine hakaretin birbirine karıştırılması. Ben
şahsen dine hakaret edebilen şeylerden yana olabilirim, ama geri kafalılara
veya bağnazlığa ayıracak bir vaktim yok.
Dine hakaret, bir geleneği içeriden eleştirmeyi
kapsayan önemli bir tarihsel pratiğin parçasıdır. Bu türden bir özeleştiri,
kendine gülme becerisi, değişen gerçekler, âdetler ve zihinsel yapılar
karşısında geleneklerin ve kültürlerin devam eden reform süreci için hayli
gerekli. İslam’da geleneği içeriden eleştirme hakkı, içtihat olarak biliniyor.
Bunun epey uzun ve saygın bir tarihi var.
Genelde modernitenin ortaya çıkışıyla birlikte bir
toplumsal kurum olarak dinin insanların hayatları, genel manada tüm toplum
üzerindeki hâkimiyetini yitirdiği varsayılıyor. Ama IŞİD gibi kimi yenilenmiş
formları dâhilinde köktenci güçlerin ortaya çıkışı ile birlikte artık bizim
toplumsal olguları biçimlendirmede dinin rolünü yeniden düşünmemiz gerekmiyor
mu?
Sorunuzun öncülüne katılmıyorum, kusura bakmayın.
Durkheim, dini kutsal ya da dünyevî tüm nesneleri ve eylemleri tanımlayan bir
düşünce ve eylem tarzı olarak tarif ediyordu. Bu anlamda seküler dünya da aynı
ölçüde dindar olabilir: devlet, resmî bir dinin yerini alabilir, bir bayrak ya
da milli marş da kutsal birer nesne hâline gelebilir.
İkinci olarak, modernitenin barbarlık ve batıl
inançtan (modernite öncesinden) bizleri kurtararak dünyayı medenîleştireceği
anlayışının bizatihi kendisi bir batıl inanca dönüşmüştür. Modernite denilen
eğilim, modern öncesi pratikleri ve kurumları modern politik projelerinin
hizmetine koşmuş, ayrıca bu pratikleri ve kurumları politize etmiştir
(dolayısıyla modernleştirmiştir). Seküler manada hem din hem de gelenek
politikleşmiştir. Burada aklımıza Sovyet işgali esnasında Afgan cihadının
yürütülebilmesi için Pakistan’da CIA’in medreseleri nasıl militarize ettiği
gelsin.
Biz, politize olmuş dinin ve politize olmuş geleneğin
yeniden diriliş süreci içerisinden geçiyoruz. Bugün “Avrupa”nın göçmenlere
(esasta Müslümanlara) karşı savunulması noktasında örgütlenen partileri bir
düşünün. Hristiyanlığı ve ABD’deki önemli politik nüfuzunu bir düşünün. Sonra
hem İsrail hem de ABD’deki politik Siyonizme bakın. Hindistan Halk Partisi’ne
ve Hindu geleneğinin savunulması için en kesin güvence olarak bir Hindu devleti
tesis edilmesini isteyen sürüyle Sangh Sabha örgütü var, onlara bakın. Bir de
aklınıza, İslam’a geri dönmenin bir güvencesi olarak “İslam devleti” isteyen
radikal İslamcı gruplar gelsin.
Bence dünya genelinde nativizm, gelenek ve dinin
diliyle konuşan hareketlerin dirilişine tanık oluyoruz. Hepsi gerici de değil.
Bunların içeriğini hepsini bir çuvala atarak değerlendiremeyiz. Kanaatimce
gelenek ve din içerisindeki tartışma, seküler ve dinî gelenekler arasındaki
tartışma kadar önemli.
11 Eylül’den kısa bir süre sonra siz, “düşmanlardan
birinin şiddetini onun kültürüyle ilişkilendirmek ancak kişinin kendisine
hizmet eder. Bu da uzun vadede kişinin sorumluluklarından kurtulmasına yarar.”
demiştiniz. Sizce Avrupalıların göç ve azınlıkların asimilasyonu politikaları
(ya da bu yöndeki hataları) terörizme katkı sunuyor mu?
Fransızlar, kendilerini özgürlük, eşitlik, kardeşlik
geleneğinin vasileri olarak görmeyi severler. Bu doğrudur, ama tüm gerçeği
vermez. Fransızlar, aynı zamanda kendi geleneklerinin karanlık yanını,
Hindiçini ve Afrika’daki sömürgecilik geleneğini de düşünmelidirler.
Fransızlar, eski sömürgelerden gelen Cezayirlilerin, Kuzey Afrikalıların ve
Batı Afrikalıların Fransa’da birer göçmen olarak bulunduklarını kabul etmek
zorundadırlar. Bu göçmenler, esasında sömürgeciliğin yol açtığı sonuçlardan
kaçtılar. Eğer çözüm olarak görülen Fransa da surat asarsa bu insanlar nereye
gidecekler? Muhayyel bir İslam devletine mi? Kuzey Afrikalılar içerisinde
ikinci veya üçüncü nesil hâlâ Fransa’da göçmen kabul ediliyor ki bu, bize
sorunun gerçek niteliğine dair bir ipucu sunuyor? Sorun nerede, İslam devleti
vaadinde mi, bugün Fransa’da yaşayan göçmenlerin gerçekliğinde mi, yoksa her
ikisinde birden mi?
11 Eylül sonrasında bu ülkelerde İslamofobinin
yoğunlaştığını düşünüyor musunuz, bu cinayetler bu konuda bir gerekçe sunmuş
olabilir mi?
11 Eylül, merkezî olarak planlanmış, örgütlenmiş ve
icra edilmiş bir eylemdi. Buna karşılık Charlie Hebdo, strateji ve onaylama
süreci merkezî bir nitelik arz etse de, yerelde planlanıp icra edilmişti. Bu,
bizim kabul etmemiz gereken bir fark. Danimarka karikatürlerine verilen tepki,
kuşatıldıklarını ve bağnaz güçlerin saldırısına uğradıklarını düşünen sıradan
Müslümanların sokak düzeyinde ortaya koyduğu bir tepkiydi. Charlie Hebdo
katliamı ise bir askerî hücre eliyle gerçekleştirildi ve bir merkezden koordine
edilip yönlendirildi. Bu, stratejik bir darbeydi, kendiliğinden cereyan etmiş
bir gösteri değildi. Bu da görmemiz gereken ikinci farklılık.
Trajedi şu ki ne sol ne de merkez siyaset, verdikleri
tepkilerin çıkış noktası olarak bu farkları ele aldı. Bu nedenle düşünmeden,
sırf tepki olsun diye tepki göstermek, bugünün ana kuralı. Korkarım, hem
entelektüel hem de politik liderliği sağa teslim edeceğiz. Eğer bu gelenek
devam ederse İslamofobi, Fransa ve Avrupa’nın diğer kısımlarında muhtemelen
entelektüel bir eğilim olmaktan çıkıp bir nefret hareketine dönüşecek.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder