Pages

04 Ocak 2016

Masa


Devletle alakalı teoriler iki hat izliyor. Biri, devletin burjuvazinin kontrolündeki pasif bir yürütme komitesi olduğunu; diğeri de onun belirli bir özgüllükle, aktif ve göreceli bir yapı olarak hareket ettiğini söylüyor. Bu iki hattın karşı karşıya getirilmesi meselesi ise esas olarak orta sınıfların siyaset alanındaki ağırlığına verilen payeye dair tartışmaların güdümünde. Yani orta sınıfların ağırlığına göre iki hattan biri seçiliyor ve kitleler, bu ara kesit üzerinden belirli bir hizaya çekiliyorlar. Bu tartışma, orta sınıfların siyasetteki ağırlıklarına dair yürüttükleri bir münakaşa esasında.

Devletin azınlık niteliği, Marx’ta devrimin azınlık niteliği ile karşılanıyor. Marx, “bu zamana kadarki devrimlerin belirli bir azınlığın başka bir azınlıkla yer değiştirmesinden ibaret olduğunu” söylüyor. Marx, Fransız Devrimi’nin pilinin bittiği momentte varoluyor. Azınlıkçı tüm yaklaşımlara kılıç sallıyor. Bu azlık-çokluk nicel değil, nitel bir yaklaşımla alakalı.

Dolayısıyla Marx, “Fransız Devrimi bir daha olmasın” diyenlerle ve “Fransız Devrimi’nden ötesi mümkün değil” diyenlerle kavga edip duruyor. Lenin’in Devlet ve Devrim ve Nisan Tezleri isimli eserleri ise uzun süreli teorik çalışmanın ürünü olan Komün derslerine dayanıyor. Lenin, Ekim Devrimi’nin 72. günü bu nedenle dans edip sevinç naraları atıyor. “Devrimimiz Komün’den daha uzun yaşadı” diye seviniyor. Ölçüyü ve hizayı egemenlere göre değil, kavganın müşterek doğasına göre belirliyor. Bu, Nelson Mandela’nın “bir şey yapılana dek imkânsızmış gibi görünür” sözüyle ilgili. İmkânsızmış gibi gösteren göz, egemenlerin gözü ve onu mücadele içerisinde kör etmek gerekiyor, bu da müşterek olanla görmekle mümkün.

Kızıl Meydan’ın orta yerinde dans eden Lenin şahsında sevinen, kendisinin olmayan topraklar için kan döken asker, o topraklara köle gibi ter döken köylü, topraklarda işleyen çarklara etini kurban veren işçidir. Düşmanın ya da dostun, bu gerçeği görmemesi, onun azınlığın diktasına payanda olmasının bir sonucudur.

* * *

Masadır sallanır, ayağı kısa kalmışsa altına bir parça kâğıt ya da eskimiş bir kitap konulur. Devlet, azınlık hâlini çoğul ve çok göstermek demektir. Orta sınıflara verilen rol, her zaman kısa gelen ayağın altına konmak, masadaki sallantıyı durdurmaktır.

Sekülerlik, fukara Hristiyan’ın mesuliyetini artık taşımak istemeyen para babası piskoposların ideolojisi ise, laiklik, azınlık devletinin o mesuliyeti dünyevî manada ilga etme pratiğidir. Halk çitlenir, sınırlar çekilir, pazar belirlenir. Fukara Hrıstiyan’ın Pazar’ını zenginlerin pazarı fetheder. Cennete girme olasılığı devenin iğne deliğinden geçme olasılığı kadar olan zengin, herkesi kendi “cennet”ine ikna etmeye çalışır. Fukaranın bir şarap açması, bir dilim ekmek yemesi bile o zenginin yanına oturması ile mümkündür. O zengin, bu hakikati her fırsatta anımsatır.

John Ball örneğinde görüldüğü üzere, o zenginlere bir “dur” diyen hep çıkar.[1] Marx buradan, “üretim güçleri müşterek, ortak bir nitelik kazanırken, bu üretim araçları neden özel ellerde?” diye sorar. Çelişkinin nerede ve nasıl çözüleceğine bakar. O araçlara sahip olanlarsa, nasırına basılmış gibi, bağırmaya başlarlar: “Bunlar tüm mallarınızı elinizden alacaklar!” Onun kudreti kendi günahını herkesin sırtına yükleme becerisinden kaynaklanır.

Kolektif, müşterek olana yönelik bu saldırı, milliyetçi, İslamcı veya sol-sosyalist çevrelerde karşılık bulur. Belirli bir kesimi ortak düşmanın lafına göre hizalanır. Sallanan masaya payanda olurlar. Devlet, ihtiyaç duyduğu çoğunluğa, meşruiyete, hatta köke orta sınıflar sayesinde kavuşur. O masada milliyetçi, İslamcı veya solcu olma lütfuna nail olmuş kişiler, kendi hâllerini, imkânlarını, dolayısıyla efendilerini korurlar.

Masadır, oturmaya meftun olana cazip görünür. Orta sınıflar içinden bir kesim burjuvaziyle oturmak için liberal; devlet geleneğiyle oturmak için demokrat olur. Hemen “ezilenlerden yana olmak en azından demokrat olmanın şartıdır” denilir. Bir çırpıda ezilenlerin dışına düşülür, bir lütufkârlıkla ezilenlere destek verilir. O masa oradadır, sallanmasın diye ezilenlere ihtiyaç vardır. Esasında demokrat olmak için ezilenlere yan’daş olunur, ona dışsallaşılır. Ezilenin demokrasi diye bir derdi var mı diye sorulmaz bile. O, masanın bir yerinde olmak için basit bir araçtır sadece, sıradan bir hesap kalemidir. Yana, dışarı düşmek, ezilenin öfkeli aklından, sıkılı yumruğundan korunmak içindir.

Mekanizma burada işlemeye başlar. Ezilenden yana olan, ezilen olmama hâlini örgütler. Ezilene, “bu hâlin yüzünden eziliyorsun, benim gibi olursan ezilmezsin” masalları anlatılır. İşçici için de benzer masallara başvurulur. İşçi olmak istemeyenlere bir bir payeler dağıtılır. Cumhuriyetçi veya demokrat ayakları sallanıyorsa devletin, bunlar hemen devreye girerler.

* * *

1967 savaşında Sina Yarımadası’nı işgal eden askerlerden biri ağlayarak şunu söyler: “Artık Yahudi olmayacağımız bir yurdumuz var.” Onu kameraya çekense bir Amerikalı gazetecidir. Onun, hatta Sovyetler’in görmediği, İsrail’in tüm ortaklaşma dinamiklerinin tasfiye edilmesi istendiği için kurulduğudur. İşçinin işçi, ezilenin ezilen, Kürd’ün Kürd olmadığı her yer, soyut devletin masasına payandadır. Emrin kaynağı odur. Devlet ve burjuvazi, bu “özgürlük” imkânlarını sopa-havuç geriliminde sunarak varolur.

Bu sebeple “halka ve Allah’a nispet edilmemiş her şey eleştiriyi hak eder.” Halk da Allah da bu coğrafyada müşterek olana dairdir. Onları kendi özgürlük yurdu için birer kale duvarına çevirenlerin de sürekli eleştirilmesi gerekir. Her tür kapanma, her tür mülk savunusu, her tür dışsallaştırma, eleştiriyle karşılanmalıdır. Bunlar, ortak olandan kaçış emareleridir.

Egemenler, ortak olana düşmanlık etmek zorundadırlar. Geçmişte Kürd’ün batıyla olası ilişki kanalı olan Alevilere Sivas-Madımak üzerinden operasyon çeken devlet, bugün AKP aracılığıyla Kürd’le Müslüman’ı ayrıştırmak derdindedir. Devlet, Şeyh Said kıyamı ile mücadelesinin hâlâ bitmediğinin farkındadır. Devletin hafızasında Şeyh Said kadar Pir Sultan da derin bir çentiktir.

Dolayısıyla, kendinden menkul bir devlet, iktidar ve Kürdlükte boğulmuş bir mücadele, tüm nüfuzunu yitirmeye mahkûmdur. Barikatlarda hâlâ dilinde Allah olan gençler çarpışmaktadır. Ezilenlerin tüm isyanları kardeş, isyanın tüm hâlleri müşterektir.

* * *

Müslüman Kürdlerin devletin sallanan masasına destek/payanda olması yanlıştır. AKP, hep Sünni-Türk kesimi çözüm sürecine sadece kendisinin ikna edebileceğini söylemiştir. AKP parasıyla doğudaki medreseler batıya kaydırılmıştır. Dernekler, vakıflar bu yönde faaliyet yürütmüşlerdir. Ama devletin ihtiyacı kalmadığı aşamada bunlar bir bir ıskartaya çıkartılmaktadırlar. Hâlen bu dönemin sağladığı ekmekten olmak istemeyenlerin Kürd’e küfür korosuna katılmaları hiçbir sonuç üretmeyecektir. Kürd’e sıkılan kurşunlara mani olunmuyorsa, söylenen her laf o kurşunlardan bir kurşundur.

Genelkurmay, “şeriatçı” olduğu söylenen bir gazetenin (Akit) başındaki ismin ölümü üzerine ondaki “dik duruş”u takdir eden bir açıklama yayınlıyorsa, bilinsin ki o kişi muhabir değil, muhbirdir. Devlet, kendi memuruna sahip çıkmaktadır. Daha buradan dine saldırı malzemesi çıkartmaya çalışmak anlamsızdır.

Bu saldırıların hepsi devletindir, devlettendir. O muhbir neden yerleştirilmiş, kime karşı o mevzi tahkim edilmiş, asıl ona bakmak gerekir. Laikliğin yerleştiği momentte “ben senin sınırını tanımıyorum” diyen fukara Hristiyan’a kılıç sallamak, solcuya verilmiş bir görevdir. Devleti parantez içine alan, onu kendi uhdesinde gören hiçbir ideolojik-politik yönelimin anlamlı bir sonuç elde etmesi mümkün değildir.

Kendi özel mülkü ile devlet arasında rabıta kuranlar, büyük bir yanılgı içerisindedirler. Bu yanılgı, devletin masallarına, iğvasına aldanmakla alakalıdır. Siyaseti yerin bir karış altına çekmek zaruridir. Yukarıda, özel, biricik olmak, bu yanılgının ağlarına düşmeyi kolay kılmaktadır.

Üretim araçlarının mülkiyeti konusunda ortakçı yaklaşım terk edildiğinden, herkes, devletin/burjuvazinin bahşettiği özel mülkiyet alanlarına sarılmıştır. Bu durum, döne dolaşa devletin/burjuvazinin hâkimiyetini perçinlemektedir. Masa orta yerde durmakta, herkes, bir vesileyle o masanın bir yerinde olmaya bakmaktadır. Devrimcilik, o masayı kırmakla ilgilidir.

ABD’de yapılan bir sosyal deneyde âmâ taklidi yapan bir genç yoldan geçenlere, “annem bu piyango biletine 300 dolar çıktığını söyledi, bunu nereden alabilirim?” diye sorar. Deney uyarınca genç, bu soruyu hem yoksullara hem de orta halli veya zenginlere yöneltir. Zenginler, gencin elindeki bileti alıp kaçarken, yoksullar, onunla birlikte sevinip gence yardım ederler. Mücadelemizin örüleceği yer, işte bu duygu, bu yaralı yürektir, efendilerin verdiği her lütfu Allah bilenlerin aklı değil...

Eren Balkır
4 Ocak 2016

Dipnot:
[1] John Ball, “Halka Vaaz”, 30 Aralık 2015, İştirakî.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder