Pages

08 Eylül 2015

Ekim’den Önce: Batı Marksizminin Tahammül Edilemez Romantizmi

Birçok Batı Marksisti, derin bir öfkeden muzdarip. Öfkenin kaynağı, açıklanması mümkün olmayan bir dizi sebepten ötürü, tüm o başarılı devrimlerin Doğu’da gerçekleşmiş olması: Rusya, Bulgaristan, Romanya, Yugoslavya, Macaristan, Çekoslovakya, Polonya, Çin, Vietnam vd. Finlandiya’dan Almanya’ya yaşanan birkaç devrim girişimi de başarısız oldu. Tek istisna Küba, o da söz konusu kuralı doğruluyor, Küba Devrimi, yüzünü komünizme dönüyor ve devrim sonrasında Rusya’nın desteği geliyor.

Batı Marksistlerinin başarılı Doğu devrimlerine yönelik öfkesi, karşılığını ret ve tahammül edilemez bir romantizmin karışımında buluyor. Romantizm bahsinde bu Marksistler, mükemmel devrimin henüz gerçekleşmediğini, ileride, şimdiden tanımlanamayacak ütopik bir momentte yaşanacağını söylüyorlar. Böylesi bir romantik momenti neyin teşkil edeceğine dair ölçüt de alınan konuma göre sürekli değişiyor ama bu devrimler her daim geleceğe tahvil ediliyorlar. 

Henüz gerçekleşmediğine inanılan devrim, tahayyül edilmesi imkânsız bir değişime denk düşüyor ve kesinlikle bir orduya ihtiyaç duymuyor. Tüm o başarılı Doğu devrimlerinin sınavı geçemediğini söylemeye bile gerek yok. Hepsi kaçınılmaz olarak başarısız oluyor, gözden düşüyor, ihanete uğruyor, romantik devrimci ideallere sırtını dönüyor. Hâsılı, hepsi de “başarısız oluyor.” Söz konusu başarısızlığın şifresi de Stalin. Bir devrim Stalinist olur olmaz ki hepsi de Batılı Marksistlere göre böyledir, gerçek bir devrim olmaktan çıkıyor. Başarısızlığın tohumları, devrim momentinde saklı zaten.

Ben devrimci romantizmi üç düzeyde ele alıyorum. Birincisi Çin’le ilişkili yakın dönemde yaşanmış bir olaya, ikincisi Norveç’le alakalı bir tartışmaya, üçüncüsü de ilk başarılı komünist devrimle, yani Rus Devrimi’yle bağlantılı anlatılan “düşüş” hikâyelerine dair.

Çin Komünizmi

Eğitim, seyahat ve bitmek bilmez Marksizm tartışmaları için yaptığım Çin ziyaretleri boyunca endişelerimin önemli bir kısmının ortadan kalktığını gördüm. Çinli muhataplarım da benim gibi, Batılı Marksistlerin Çin konusunda derinleşmeleri gerektiğini düşünüyorlardı. Ben de üretken bir dergi ve kitap dizisi olan Historical Materialism ile temasa geçtim. Aklımda, bir dizi konferans dâhilinde “Bugünkü Çin’de Komünizm” başlıklı bir-iki panel düzenlemek vardı. Bu sayede Çin’deki Marksizmle ilgili ayrıntılı bir tartışma yürüten birkaç Çinli uzmanı bir araya getirmek mümkün olabilecekti.

Bu isteğe gösterilen tepki hayal kırıklığına uğrattı beni ama gene de öngörülebilir bir tepki olduğunu eklemem gerek: “Çin gerçekten komünist mi ki?” “Çin’de hiç Marksist kaldı mı?” “Kaldıysa, ne hakkında konuştuklarını bilmiyorlardır.” “Özgürlüklerden, demokrasiden, işçilerden ne haber?” Konferans önerim reddedildi, Çin’de Marksizm, bu ülke imkânsız bir ideale ihanet etmemiş bile olsa, yüzeysel bir meseleydi onlar için. Bu derginin böylesi bir tartışmaya açık olabileceğini düşünmüştüm. Geçmişe ait önyargılardan kurtulabileceklerini, meseleleri ele alabileceklerini zannettim. Aslında verilen tepki öngörülmesi imkânsız bir tepki de değildi, zira birçok Batılı Marksist’ten benzer tepkiler aldım: “Çin gerçekten komünist değil, bu yüzden dikkate almaya değmez.” Bazen bu cevapları veren kişiler, Çin’in “kötü” olduğunu bile söylüyorlar, dünya hâkimiyetinin dışında olduğu üzerinde durarak Çin İmparatorluğu’nu korkutmak gerektiğinden bahsedebiliyorlardı. Biraz üstelesem, muhatabım olan kişi neredeyse Washington Post, New York Times ya da başka bir Batılı gazeteyi kanıt olarak getirecekti karşıma. Ben bir Çin kaynağına atıfta bulunsam, bu kişi kusurlu veya güvenilmez diye bu atfımı kenara atıyordu. Bu tür meselelerde Batı Marksistlerinin Çin’i eleştiren burjuvalardan hiçbir farkı yoktu.

Norveç’in Burjuva Sosyalizmi

İkinci örnek daha çarpıcı.[1] Norveç’teki kimi kaynaklara göre bu ülke sosyalizme devrim yapmadan geçmiş. Doğu’nun o pis ve “başarısız” devrimlerini unutun gitsin, Norveç’te sosyalizme barışçıl yollardan geçilmiştir. Buradaki argüman, en iyi, şu aşağıdaki önermeler bağlamında tarif edilebilir:

Bugün burjuvazi kesin olarak hâkim.

Bu sınıf kesinlikle solda.

Norveç’te mevcut olan refah devletini destekliyor.

İşçi sınıfı büyük ölçüde sökülüp atıldı, çünkü tüm istekleri karşılandı.

İşçi sınıfına ait kalıntılar ise kesinlikle sağcı.

Sonuç: Norveç sosyalist bir ülkedir.

Bu kadar çelişkili ifadelere nasıl bir anlam verebiliriz? Bir an için sunulan argümanı kabul edelim. Diyelim ki Norveç, devrimci olmayan bir yoldan sosyalizme geçti. Yani bu ülke, burjuvazinin sosyalizmin faydalarına ikna edilmesi gerektiğini ve bu sınıfın ışığı göreceğini söyleyen (on dokuzuncu yüzyıl sonunda Alman sosyal-demokratlar arasında önemli bir isim olan) Bernstein’a ait argümanın artık net bir tezahürü. O vakit Bernstein, sosyalist hareketin dışına düşmüş ama onun günü nihayet gelmiş. Bizden bu argümana inanmamız isteniyor.

Sizi temin edebilirim ki Norveç ziyaret edebileceğiniz en burjuva yerlerden birisi, bu ülkede burjuva projenin başarısı her yana nüfuz etmiş durumda. Sorun şu ki bazı Norveçliler “sosyalizm” denilince akıllarına özgün ifadesi dâhilinde şu (feminizmi, eşcinselleri, göçmenleri vb. savunmaya yönelten) iyilik meleği eski-liberalizm geliyor. Dolayısıyla şu soru hâlâ baki: Norveç gerçekten de Bernştayncı bir istisna durumu mu, dünyanın geri kalan kısmı için de istisnaî olan bu ülkede “şarap gibi” bir sosyalist devlet mi var? Elbette yok, çünkü bu ülke, Doğu’nun başarılı devrimlerine karşı öfkenin başka bir tezahürü aslında. Bu insanlar, mükemmel bir Batılı devrimin paradoksal biçimde komünist bir devrim yaşanmaksızın gerçekleştiğini söylüyorlar.

Rus Devrimi: “Düşüş” Hikâyesi

Tahammül edilemez romantizmin üçüncü örneği, benim “düşüş” hikâyeleri dediğim şeyde karşılığını buluyor. Bu noktada Yaratılış 2-3’teki hikâyeye, Âdem ile Havva’nın yasak elmayı (iyi ve kötünün bilgisi) yemesine ve sonrasında Tanrı tarafından Cennet’ten kovulmalarına atıfta bulunuyorum. Bu hikâye, Doğu devrimlerini analiz eden (hepsi de zorunlu olarak Marksist kabul edilmeyecek) Batılıların farkında olmadan devreye soktukları bir hikâye. Rusya’daki ilk başarılı komünist devrimi burada bir örnek olarak ele alıyorum.

Batılı analizcilere göre, ihanet veya düşüş ne zaman gerçekleşti? Gönlü en az zengin olanlar, “devrimden önce” diye cevap veriyorlar ve bunun Lenin’in alengirli entrikaları üzerinden ve Menşevikler ile (her iki sol ve sağ kanadıyla birlikte) Sosyalist Devrimciler gibi diğer sosyalist gruplarla işbirliğine gitmeyi reddetmesi sonucu yaşandığını söylüyorlar. Bu yaklaşımın bir örneği Armageddon’dan Geçiş ve Kızıl Zafer isimli iki hacimli kitap kaleme almış olan Bruce Lincoln’da bulmak mümkün.[2] İkinci kitap, “Devrim Evlatlarını Yer” başlığını taşıyan bir bölümle sona eriyor. Burada Stalin’in iktidara gelip devrimi bir komediye dönüştürmesi ele alınıyor. Oysa yazara göre, düşüşün koşulları önceden, zaten komünizmin doğasında yoksa bile, (ABD, Britanya, İtalya, Yunanistan, İtalya, Japonya, Almanya, Avusturya, Fransa ve Türkiye’den gelen 160.000 askere ve Beyaz Ordu’ya verilen sınırsız ekipman, para ve lojistik desteğine karşı yürütülen) “iç” savaşta mevcut. Lincoln’a göre, komünizm doğası gereği ihanete yol açıyor. Wrangel komutasında Kırım’da savaşan Beyaz Ordu’ya sempati duyduğunu ifade ettiği noktada gerçek rengini ortaya koyuyor yazar. Wrangel isimli bu aristokrat, Lincoln’a göre, iyi bir taktisyen ve örgütçü, ayrıca adil bir rejim kurmaya çalışan bir isim. Kitapta Wrangel’in yenilmesinden sonra 150.000 beyazın Kırım’dan çıkması büyük bir kayıp olarak değerlendiriliyor.

Batılı Marksistlere göre, düşüş momenti devrimin sonrası değil, Ekim Devrimi’nin bizatihi kendisi. O momentten sonra parti ile işçi sınıfı ayrışıyor; Bolşevikler “dönek”leşiyorlar; Lenin’in düşüncesi tutarlılığını kaybediyor; işçi sınıfının muzaffer sosyalist devrimine dair anlatısı dağılmaya başlıyor; bürokrasi her yere nüfuz ediyor; parti demokratik, esnek ve açık olmaktan çıkıp, modern tarihin en merkezî ve en otoriter örgütlerinden birine dönüşüyor; proletarya diktatörlüğü sekreteryanın diktatörlüğü hâline geliyor; devrim aşağıdan devrim olmaktan çıkıp yukarıdan gerçekleştirilen bir devrim hâline geliyor; demokratik sovyetler, merkezî ve diktatöryel parti karşısında tuz buz oluyorlar.[3] Bu türden düşüş hikâyelerindeki sorun şu: bu hikâyelerde genel eğilim, (cennetten düşüş türünden) teolojik olma yönünde ve genelde tarihin derin ve karmaşık yapısını ele alma konusunda başarısız.[4] Tamara Prosic’in de ifade ettiği biçimiyle[5], bu hikâyeler ayrıca komünistlerin “günah” işlememesi gereken mükemmel insanlar olduğunu varsayıyorlar. Dahası, Lenin’in de tekrar tekrar dile getirdiği üzre, devrimin kolay bir iş olmadığını görmüyorlar; üstelik komünizmin inşası nispeten çok daha karmaşık bir süreç. Sonuçta devrime en fazla sempati duyan Marksistler bile düşüşün Ekim’den, yani Bolşeviklerin kitlesel destekle iktidarı ele geçirdikleri devrim momentinden önce yaşandığını düşünüyorlar.

Bazıları da kaçan fırsatlara hayıflanıyor ve Şubat Devrimi’nde kurulmuş o kapsamlı, kırma bir partiye dayanan sosyalist hükümetin ideal hükümet olduğunu düşünüyorlar.[6] Bazıları ise devrimin kısa bir süre devam ettiğini, geçerliliğini koruduğunu ama “iç” savaşın tüm kazanımları silip süpürdüğünü söylüyorlar, bunun da merkezî kontrol, sert önlemler, Çeka ve “savaş komünizmi” gibi hepsi birden devrime ihanet etmiş unsurlar yüzünden gerçekleştiğini iddia ediyorlar.[7] Çözümü Trotskiy’den yana saf tutmakta bulanlar da eğer Stalin’e karşı mücadele zafere ulaşmış olsaydı durumun çok farklı olacağını söylüyorlar. Bu ise “keşke”den başka bir şey demeyen hikâyelerin klasik bir örneği aslında.

Tüm bunlar düşüş hikâyeleri, hepsi de komünist devrimin ihanete uğradığını söylüyorlar. Batılı Marksistler daha çok, kendilerini buldukları Ekim öncesi döneme odaklanıyorlar. Bense Ekim sonrası dönemi tercih ediyorum. Neden? Çünkü orada insanı hayretler içerisinde bırakan bir hayatta kalma ve tüm o mahvedici ihtimaller karşısında başarıya ulaşmış bir devrim hikâyesi var. Rusya’da o dönemde yaygın kanı, Sovyet hükümetinin birkaç gün içinde düşeceği yönünde. Devrim anında durum hiç iç açıcı değil, çünkü üç yıl boyunca Almanya ve Avusturya ile savaşılmış, yiyecek, ısınma için yakıt, ulaşım, endüstriyel üretim noktasında durum çok kötü, tüm bunlara bir de ordunun terhis edilmesi eşlik etmiş. Dünya Rusya’ya ekonomik abluka uyguluyor, dört yıl da kuzey, doğu ve güneyde cereyan eden “iç” savaşla geçmiş. Denikin, Kolçak, Yudeniç ve Wrangel Beyaz Ordular’a komuta ediyorlar, üstelik işgal ettikleri topraklarda yeni devletler kurduklarını ilân ediyorlar. Lehler, batıda bir cephe daha açmış, yeni Sovyet devletinden kalana saldırıyorlar. Tüm bu güçler, Sovyetler’e düşman kapitalist güçlerce, hararetle destekleniyor, devrim düşmanlarına asker, para, ekipman ve cihaz temin ediliyor. Ransome’ın kısa süre önce gayet iyi bir biçimde kaleme aldığı değerlendirmenin de gösterdiği üzere, Ruslar dışarıdan yardım almaksızın bu yıkım sürecini aşmaları gerektiğini biliyorlar.[8] Komünistler, büyük bir cesaret, kararlılık ve maharetle başarılı oluyorlar.

Hem durumun ne denli ümitsiz olduğuna hem de Kızıl Ordu’nun zaferinin ne kadar büyüleyici bir zafer olduğuna, ayrıca komünist devrimin devasa güçler karşısında o müthiş başarıyı nasıl elde ettiğine dair belirli bir anlayış geliştirmek için insanın yeni arşiv belgelerine[9] bakmasına gerek yok. Lenin’in o dönem kaleme aldığı, metinlerini, konuşmalarını, telgraflarını ve telefon konuşmalarını içeren ciltler dolusu yazılarını okuyup devrimin neyle boy ölçüştüğünü ve bu durumun epey bir zaman aldığını görmesi kâfi.[10] Ama tabii bunların hiçbirisi romantik Batılı Marksistleri ilgilendirmiyor, çünkü onların tek derdi, devrimin nasıl gözden düştüğünü göstermek.

Roland Boer
8 Ekim 2011
Kaynak

Dipnotlar:
[1] Aşağıdaki kısım bir Norveçli aydınla yapılan sohbetten.

[2] W. Bruce Lincoln, Passage through Armageddon: The Russians in War and Revolution 1914-1918 (New York: Simon and Schuster, 1986), W. Bruce Lincoln, Red Victory: A History of the Russian Civil War (New York: Simon and Schuster, 1989).

[3] Moira Donald, Marxism and Revolution: Karl Kautsky and the Russian Marxists, 1900-1924 (New Haven: Yale University Press, 1993), s. 221-46, Neil Harding, Lenin's Political Thought (Şikago: Haymarket, 2009), Cilt. 2, s. 283-328, Lars T. Lih, Lenin (Londra: Reaktion Books, 2011), Tony Cliff, Lenin 1917-1923: The Revolution Besieged (Londra: Bookmarks, 1987), Theodore H. von Laue, Why Lenin? Why Stalin? A Reappraisal of the Russian Revolution, 1900-1930 (Londra: Weidenfeld and Nicolson, 1964), Oskar Anweiler, The Soviets: The Russian Worker, Peasants, and Soldiers Councils, 1905-1921 (New York: Pantheon, 1974 [1958]).

[4] Roland Boer, In the Vale of Tears: On Marxism and Theology V, Historical Materialism Book Series (Leiden: Brill, 2012).

[5] Şahsen bana aktardığı bir söz bu.

[6] Alexander Rabinowitch, The Bolsheviks in Power: The First Year of Soviet Rule in Petrograd (Bloomington: Indiana University Press, 2007).

[7] Cliff, Lenin 1917-1923: The Revolution Besieged.

[8] Arthur Ransome, The Crisis in Russia (New York: Dodo, 2011 [1921]).

[9] Rabinowitch, The Bolsheviks in Power: The First Year of Soviet Rule in Petrograd.

[10] V. I. Lenin, Collected Works, 47 Cilt (Moskova: Progress Publishers, 1960), 23., 26-33., 36., 42. ciltler.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder