Birçok Batı Marksisti, derin bir öfkeden muzdarip.
Öfkenin kaynağı, açıklanması mümkün olmayan bir dizi sebepten ötürü, tüm o
başarılı devrimlerin Doğu’da gerçekleşmiş olması: Rusya, Bulgaristan, Romanya,
Yugoslavya, Macaristan, Çekoslovakya, Polonya, Çin, Vietnam vd. Finlandiya’dan
Almanya’ya yaşanan birkaç devrim girişimi de başarısız oldu. Tek istisna Küba,
o da söz konusu kuralı doğruluyor, Küba Devrimi, yüzünü komünizme dönüyor ve
devrim sonrasında Rusya’nın desteği geliyor.
Batı Marksistlerinin başarılı Doğu devrimlerine yönelik öfkesi, karşılığını ret ve tahammül edilemez bir romantizmin karışımında buluyor. Romantizm bahsinde bu Marksistler, mükemmel devrimin henüz gerçekleşmediğini, ileride, şimdiden tanımlanamayacak ütopik bir momentte yaşanacağını söylüyorlar. Böylesi bir romantik momenti neyin teşkil edeceğine dair ölçüt de alınan konuma göre sürekli değişiyor ama bu devrimler her daim geleceğe tahvil ediliyorlar.
Henüz gerçekleşmediğine inanılan devrim, tahayyül
edilmesi imkânsız bir değişime denk düşüyor ve kesinlikle bir orduya ihtiyaç
duymuyor. Tüm o başarılı Doğu devrimlerinin sınavı geçemediğini söylemeye bile
gerek yok. Hepsi kaçınılmaz olarak başarısız oluyor, gözden düşüyor, ihanete
uğruyor, romantik devrimci ideallere sırtını dönüyor. Hâsılı, hepsi de
“başarısız oluyor.” Söz konusu başarısızlığın şifresi de Stalin. Bir devrim
Stalinist olur olmaz ki hepsi de Batılı Marksistlere göre böyledir, gerçek bir
devrim olmaktan çıkıyor. Başarısızlığın tohumları, devrim momentinde saklı
zaten.
Ben devrimci romantizmi üç düzeyde ele alıyorum.
Birincisi Çin’le ilişkili yakın dönemde yaşanmış bir olaya, ikincisi Norveç’le
alakalı bir tartışmaya, üçüncüsü de ilk başarılı komünist devrimle, yani Rus
Devrimi’yle bağlantılı anlatılan “düşüş” hikâyelerine dair.
Çin Komünizmi
Eğitim, seyahat ve bitmek bilmez Marksizm tartışmaları
için yaptığım Çin ziyaretleri boyunca endişelerimin önemli bir kısmının ortadan
kalktığını gördüm. Çinli muhataplarım da benim gibi, Batılı Marksistlerin Çin
konusunda derinleşmeleri gerektiğini düşünüyorlardı. Ben de üretken bir dergi
ve kitap dizisi olan Historical Materialism ile temasa geçtim. Aklımda,
bir dizi konferans dâhilinde “Bugünkü Çin’de Komünizm” başlıklı bir-iki panel
düzenlemek vardı. Bu sayede Çin’deki Marksizmle ilgili ayrıntılı bir tartışma
yürüten birkaç Çinli uzmanı bir araya getirmek mümkün olabilecekti.
Bu isteğe gösterilen tepki hayal kırıklığına uğrattı
beni ama gene de öngörülebilir bir tepki olduğunu eklemem gerek: “Çin gerçekten
komünist mi ki?” “Çin’de hiç Marksist kaldı mı?” “Kaldıysa, ne hakkında
konuştuklarını bilmiyorlardır.” “Özgürlüklerden, demokrasiden, işçilerden ne
haber?” Konferans önerim reddedildi, Çin’de Marksizm, bu ülke imkânsız bir
ideale ihanet etmemiş bile olsa, yüzeysel bir meseleydi onlar için. Bu derginin
böylesi bir tartışmaya açık olabileceğini düşünmüştüm. Geçmişe ait önyargılardan
kurtulabileceklerini, meseleleri ele alabileceklerini zannettim. Aslında
verilen tepki öngörülmesi imkânsız bir tepki de değildi, zira birçok Batılı
Marksist’ten benzer tepkiler aldım: “Çin gerçekten komünist değil, bu yüzden
dikkate almaya değmez.” Bazen bu cevapları veren kişiler, Çin’in “kötü”
olduğunu bile söylüyorlar, dünya hâkimiyetinin dışında olduğu üzerinde durarak
Çin İmparatorluğu’nu korkutmak gerektiğinden bahsedebiliyorlardı. Biraz
üstelesem, muhatabım olan kişi neredeyse Washington Post, New York
Times ya da başka bir Batılı gazeteyi kanıt olarak getirecekti karşıma. Ben
bir Çin kaynağına atıfta bulunsam, bu kişi kusurlu veya güvenilmez diye bu
atfımı kenara atıyordu. Bu tür meselelerde Batı Marksistlerinin Çin’i eleştiren
burjuvalardan hiçbir farkı yoktu.
Norveç’in Burjuva Sosyalizmi
İkinci örnek daha çarpıcı.[1] Norveç’teki kimi
kaynaklara göre bu ülke sosyalizme devrim yapmadan geçmiş. Doğu’nun o pis ve
“başarısız” devrimlerini unutun gitsin, Norveç’te sosyalizme barışçıl yollardan
geçilmiştir. Buradaki argüman, en iyi, şu aşağıdaki önermeler bağlamında tarif
edilebilir:
Bugün burjuvazi kesin olarak hâkim.
Bu sınıf kesinlikle solda.
Norveç’te mevcut olan refah devletini destekliyor.
İşçi sınıfı büyük ölçüde sökülüp atıldı, çünkü tüm
istekleri karşılandı.
İşçi sınıfına ait kalıntılar ise kesinlikle sağcı.
Sonuç: Norveç sosyalist bir ülkedir.
Bu kadar çelişkili ifadelere nasıl bir anlam
verebiliriz? Bir an için sunulan argümanı kabul edelim. Diyelim ki Norveç,
devrimci olmayan bir yoldan sosyalizme geçti. Yani bu ülke, burjuvazinin
sosyalizmin faydalarına ikna edilmesi gerektiğini ve bu sınıfın ışığı
göreceğini söyleyen (on dokuzuncu yüzyıl sonunda Alman sosyal-demokratlar
arasında önemli bir isim olan) Bernstein’a ait argümanın artık net bir
tezahürü. O vakit Bernstein, sosyalist hareketin dışına düşmüş ama onun günü
nihayet gelmiş. Bizden bu argümana inanmamız isteniyor.
Sizi temin edebilirim ki Norveç ziyaret edebileceğiniz
en burjuva yerlerden birisi, bu ülkede burjuva projenin başarısı her yana nüfuz
etmiş durumda. Sorun şu ki bazı Norveçliler “sosyalizm” denilince akıllarına
özgün ifadesi dâhilinde şu (feminizmi, eşcinselleri, göçmenleri vb. savunmaya
yönelten) iyilik meleği eski-liberalizm geliyor. Dolayısıyla şu soru hâlâ baki:
Norveç gerçekten de Bernştayncı bir istisna durumu mu, dünyanın geri kalan
kısmı için de istisnaî olan bu ülkede “şarap gibi” bir sosyalist devlet mi var?
Elbette yok, çünkü bu ülke, Doğu’nun başarılı devrimlerine karşı öfkenin başka
bir tezahürü aslında. Bu insanlar, mükemmel bir Batılı devrimin paradoksal
biçimde komünist bir devrim yaşanmaksızın gerçekleştiğini söylüyorlar.
Rus Devrimi: “Düşüş” Hikâyesi
Tahammül edilemez romantizmin üçüncü örneği, benim
“düşüş” hikâyeleri dediğim şeyde karşılığını buluyor. Bu noktada Yaratılış
2-3’teki hikâyeye, Âdem ile Havva’nın yasak elmayı (iyi ve kötünün bilgisi)
yemesine ve sonrasında Tanrı tarafından Cennet’ten kovulmalarına atıfta
bulunuyorum. Bu hikâye, Doğu devrimlerini analiz eden (hepsi de zorunlu olarak
Marksist kabul edilmeyecek) Batılıların farkında olmadan devreye soktukları bir
hikâye. Rusya’daki ilk başarılı komünist devrimi burada bir örnek olarak ele alıyorum.
Batılı analizcilere göre, ihanet veya düşüş ne zaman
gerçekleşti? Gönlü en az zengin olanlar, “devrimden önce” diye cevap veriyorlar
ve bunun Lenin’in alengirli entrikaları üzerinden ve Menşevikler ile (her iki
sol ve sağ kanadıyla birlikte) Sosyalist Devrimciler gibi diğer sosyalist
gruplarla işbirliğine gitmeyi reddetmesi sonucu yaşandığını söylüyorlar. Bu
yaklaşımın bir örneği Armageddon’dan Geçiş ve Kızıl Zafer isimli
iki hacimli kitap kaleme almış olan Bruce Lincoln’da bulmak mümkün.[2] İkinci
kitap, “Devrim Evlatlarını Yer” başlığını taşıyan bir bölümle sona eriyor.
Burada Stalin’in iktidara gelip devrimi bir komediye dönüştürmesi ele alınıyor.
Oysa yazara göre, düşüşün koşulları önceden, zaten komünizmin doğasında yoksa
bile, (ABD, Britanya, İtalya, Yunanistan, İtalya, Japonya, Almanya, Avusturya,
Fransa ve Türkiye’den gelen 160.000 askere ve Beyaz Ordu’ya verilen sınırsız
ekipman, para ve lojistik desteğine karşı yürütülen) “iç” savaşta mevcut.
Lincoln’a göre, komünizm doğası gereği ihanete yol açıyor. Wrangel komutasında
Kırım’da savaşan Beyaz Ordu’ya sempati duyduğunu ifade ettiği noktada gerçek
rengini ortaya koyuyor yazar. Wrangel isimli bu aristokrat, Lincoln’a göre, iyi
bir taktisyen ve örgütçü, ayrıca adil bir rejim kurmaya çalışan bir isim.
Kitapta Wrangel’in yenilmesinden sonra 150.000 beyazın Kırım’dan çıkması büyük
bir kayıp olarak değerlendiriliyor.
Batılı Marksistlere göre, düşüş momenti devrimin
sonrası değil, Ekim Devrimi’nin bizatihi kendisi. O momentten sonra parti ile
işçi sınıfı ayrışıyor; Bolşevikler “dönek”leşiyorlar; Lenin’in düşüncesi
tutarlılığını kaybediyor; işçi sınıfının muzaffer sosyalist devrimine dair
anlatısı dağılmaya başlıyor; bürokrasi her yere nüfuz ediyor; parti demokratik,
esnek ve açık olmaktan çıkıp, modern tarihin en merkezî ve en otoriter
örgütlerinden birine dönüşüyor; proletarya diktatörlüğü sekreteryanın
diktatörlüğü hâline geliyor; devrim aşağıdan devrim olmaktan çıkıp yukarıdan
gerçekleştirilen bir devrim hâline geliyor; demokratik sovyetler, merkezî ve
diktatöryel parti karşısında tuz buz oluyorlar.[3] Bu türden düşüş
hikâyelerindeki sorun şu: bu hikâyelerde genel eğilim, (cennetten düşüş
türünden) teolojik olma yönünde ve genelde tarihin derin ve karmaşık yapısını
ele alma konusunda başarısız.[4] Tamara Prosic’in de ifade ettiği biçimiyle[5],
bu hikâyeler ayrıca komünistlerin “günah” işlememesi gereken mükemmel insanlar
olduğunu varsayıyorlar. Dahası, Lenin’in de tekrar tekrar dile getirdiği üzre,
devrimin kolay bir iş olmadığını görmüyorlar; üstelik komünizmin inşası
nispeten çok daha karmaşık bir süreç. Sonuçta devrime en fazla sempati duyan
Marksistler bile düşüşün Ekim’den, yani Bolşeviklerin kitlesel destekle
iktidarı ele geçirdikleri devrim momentinden önce yaşandığını düşünüyorlar.
Bazıları da kaçan fırsatlara hayıflanıyor ve Şubat
Devrimi’nde kurulmuş o kapsamlı, kırma bir partiye dayanan sosyalist hükümetin
ideal hükümet olduğunu düşünüyorlar.[6] Bazıları ise devrimin kısa bir süre
devam ettiğini, geçerliliğini koruduğunu ama “iç” savaşın tüm kazanımları silip
süpürdüğünü söylüyorlar, bunun da merkezî kontrol, sert önlemler, Çeka ve
“savaş komünizmi” gibi hepsi birden devrime ihanet etmiş unsurlar yüzünden
gerçekleştiğini iddia ediyorlar.[7] Çözümü Trotskiy’den yana saf tutmakta
bulanlar da eğer Stalin’e karşı mücadele zafere ulaşmış olsaydı durumun çok
farklı olacağını söylüyorlar. Bu ise “keşke”den başka bir şey demeyen
hikâyelerin klasik bir örneği aslında.
Tüm bunlar düşüş hikâyeleri, hepsi de komünist
devrimin ihanete uğradığını söylüyorlar. Batılı Marksistler daha çok,
kendilerini buldukları Ekim öncesi döneme odaklanıyorlar. Bense Ekim sonrası
dönemi tercih ediyorum. Neden? Çünkü orada insanı hayretler içerisinde bırakan
bir hayatta kalma ve tüm o mahvedici ihtimaller karşısında başarıya ulaşmış bir
devrim hikâyesi var. Rusya’da o dönemde yaygın kanı, Sovyet hükümetinin birkaç
gün içinde düşeceği yönünde. Devrim anında durum hiç iç açıcı değil, çünkü üç
yıl boyunca Almanya ve Avusturya ile savaşılmış, yiyecek, ısınma için yakıt,
ulaşım, endüstriyel üretim noktasında durum çok kötü, tüm bunlara bir de
ordunun terhis edilmesi eşlik etmiş. Dünya Rusya’ya ekonomik abluka uyguluyor,
dört yıl da kuzey, doğu ve güneyde cereyan eden “iç” savaşla geçmiş. Denikin,
Kolçak, Yudeniç ve Wrangel Beyaz Ordular’a komuta ediyorlar, üstelik işgal
ettikleri topraklarda yeni devletler kurduklarını ilân ediyorlar. Lehler,
batıda bir cephe daha açmış, yeni Sovyet devletinden kalana saldırıyorlar. Tüm
bu güçler, Sovyetler’e düşman kapitalist güçlerce, hararetle destekleniyor,
devrim düşmanlarına asker, para, ekipman ve cihaz temin ediliyor. Ransome’ın
kısa süre önce gayet iyi bir biçimde kaleme aldığı değerlendirmenin de
gösterdiği üzere, Ruslar dışarıdan yardım almaksızın bu yıkım sürecini aşmaları
gerektiğini biliyorlar.[8] Komünistler, büyük bir cesaret, kararlılık ve
maharetle başarılı oluyorlar.
Hem durumun ne denli ümitsiz olduğuna hem de Kızıl
Ordu’nun zaferinin ne kadar büyüleyici bir zafer olduğuna, ayrıca komünist
devrimin devasa güçler karşısında o müthiş başarıyı nasıl elde ettiğine dair
belirli bir anlayış geliştirmek için insanın yeni arşiv belgelerine[9]
bakmasına gerek yok. Lenin’in o dönem kaleme aldığı, metinlerini,
konuşmalarını, telgraflarını ve telefon konuşmalarını içeren ciltler dolusu
yazılarını okuyup devrimin neyle boy ölçüştüğünü ve bu durumun epey bir zaman
aldığını görmesi kâfi.[10] Ama tabii bunların hiçbirisi romantik Batılı
Marksistleri ilgilendirmiyor, çünkü onların tek derdi, devrimin nasıl gözden
düştüğünü göstermek.
Roland Boer
8 Ekim 2011
Kaynak
Dipnotlar:
[1] Aşağıdaki kısım bir Norveçli aydınla yapılan sohbetten.
[2] W. Bruce Lincoln, Passage through Armageddon:
The Russians in War and Revolution 1914-1918 (New York: Simon and Schuster,
1986), W. Bruce Lincoln, Red Victory: A History of the Russian Civil War
(New York: Simon and Schuster, 1989).
[3] Moira Donald, Marxism and Revolution: Karl
Kautsky and the Russian Marxists, 1900-1924 (New Haven: Yale University
Press, 1993), s. 221-46, Neil Harding, Lenin's Political Thought (Şikago:
Haymarket, 2009), Cilt. 2, s. 283-328, Lars T. Lih, Lenin (Londra:
Reaktion Books, 2011), Tony Cliff, Lenin 1917-1923: The Revolution Besieged
(Londra: Bookmarks, 1987), Theodore H. von Laue, Why Lenin? Why Stalin? A
Reappraisal of the Russian Revolution, 1900-1930 (Londra: Weidenfeld and
Nicolson, 1964), Oskar Anweiler, The Soviets: The Russian Worker, Peasants,
and Soldiers Councils, 1905-1921 (New York: Pantheon, 1974 [1958]).
[4] Roland Boer, In the Vale of Tears: On Marxism
and Theology V, Historical Materialism Book Series (Leiden: Brill, 2012).
[5] Şahsen bana aktardığı bir söz bu.
[6] Alexander Rabinowitch, The Bolsheviks in Power:
The First Year of Soviet Rule in Petrograd (Bloomington: Indiana University
Press, 2007).
[7] Cliff, Lenin 1917-1923: The Revolution Besieged.
[8] Arthur Ransome, The Crisis in Russia (New
York: Dodo, 2011 [1921]).
[9] Rabinowitch, The Bolsheviks in Power: The First
Year of Soviet Rule in Petrograd.
[10] V. I. Lenin, Collected Works, 47 Cilt (Moskova: Progress Publishers, 1960), 23., 26-33., 36., 42. ciltler.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder