Demokratik Modernite dergisi
editörü bir TV kanalında, dergiyi “ulusötesileştirmek” istediklerini, bu amaçla
onu İngilizce yayımlayacaklarını söylüyor. Editörün zihin dünyasında
İngilizcenin ulusötesinin anadili olduğuna dair bir önkabul var ama Kürdî ve
Kürtçe olmasına dair bir sonkabul yok. Çünkü derginin kabul edilmesinin
istendiği yer orası değil.
Bu dergiyi işlev açısından kendi zamanının Toplumsal
Kurtuluş’una bağlamak mümkün. TK’nin, hapiste ve dışarıda olan
devrimcilerin belirli bir kanala sokulması gibi bir işlevi vardı. Muarızı
olduğu Birikim dergisinin transpoze hâli, negatifi gibiydi. Derginin
partiye dönüşmesine ilişkin ham hayali paylaşanlar, bugün hâlâ siyaset alanının
belirli yerlerindeler ve söz konusu hayali diri tutmaktan başka bir şey
yapmıyorlar. Hepsi de Yalçın Küçük’ün davayı sattığını düşünüyorlar. Satılan
bir şey yok oysa. Küçük, görevini ifa etti, başka görevlere yelken açtı, olan
bu. Özünde, burada sayılan üç dergi de sol içine dönük bir hamle.
AKP iktidarı ile birlikte YK’nin sağın otuzlardan beri
getirip bıraktığı Mason-Sabetayist-Yahudi komplosu hikâyelerini sivriltip bu
sefer AKP’ye doğrulttuğuna tanık olduk. Hoca, esas olarak küçük burjuvaziye,
onun mülkiyet ve rekabetle yoğrulmuş ruhuna, buradan neşet eden hasedine
seslenip durdu. Özünde Hoca, “onca çaba sarfediyorsunuz, kitap okuyorsunuz, ama
bu cahil sürüsü köşebaşlarını ele geçiriyor, izin vermeyin.” diyordu. Hoca’nın
sol tarihi kendisinin Mülkiye’deki ilk eyleminden başlatması, tutarlı. Zira
bugüne miras kalan hâliyle, sol gibi kendisi de bu hasedi örgütlemekten ve bu
hasede örgütlenmekten başka bir şey yapmadı. Sol, kendisini var eden rekabet ve
mülkiyet ilişkilerini pratikte sorgulayanların irili ufaklı mezarlıklarıyla
dolu.
Şimdilerde ise CHP var. CHP, özünde HDP dolayımıyla
var. Herkes bir bakıma “bu ülkeyi biz kurduk, burası bizim, bu yabani, cahil
sürüsü her şeyi elimizden aldı” hasedine örgütlenmek isteniyor. Dolayısıyla her
şey AKP’ye muhtaç, tüm gerçeklik onun etrafında döndürülmek zorunda. Küçük
burjuva, herkesi ve her şeyi kendisine mecbur etmek zorunda olduğundan, AKP’yi
büyütmek ve onsuz bir dünyanın da ancak kendisi ile mümkün olduğuna herkesi
inandırmaya mecbur. Siyasetini salt güvenliğe doğru daraltmış bir ordu kendi
CHP’sini çağırıyor. Tayyip ise, “devletin ülkenin her karış toprağında olduğunu
göstereceğiz.” diyor. Tayyip karşıtları “Suriye’nin devrim yaşadığını” söyleyen
ve o “devrim”i savunan DSİP çizgisine koşuyorlar. Baas ve Kemalizm birlikte
gerilerken geriliyor, mikro alanları tutacak hamleler yapıyor. Sosyalist, Kürd
ve Müslüman, tüm hasımlarına aynı gün saldırıp kendi biricikliğini güncelliyor.
Liberalizm faşizmle kol kola ilerliyor. Haset siyaseti üzerinden bu ilerleyiş,
içeride ve dışarıda kendi yol arkadaşlarını buluyor.
* * *
Seçimden önce Tendürek saldırısında ordu ile AKP
arasında yarık oluştuğunu, genelkurmay başkanının Tayyip’ten farklı bir tavır
aldığını söyleyenler, bugün yaşanan çatışma ortamını “öngörmüş” olmalılar.
Seçime endeksli siyaset genelkurmay başkanının o günkü tavrına seviniyor,
bugünkü tavrına ise dolayısıyla kızamaz hâle geliyor. En fazla üst
komutanlarına, NATO’ya çağrıda bulunabiliyor, dünyada savaşın ana öznesine bu
çağrıyı yapanlar, bir yandan da “barışı biz kuracağız” diyorlar. Gönüllü “barış
gücü” oluyorlar.
Aslında son sürece dair doğru sözü Kenan Çamurcu
söyledi: “Beştepe, 90'ların karanlığını özleyen vesayetçi mihraklarla ittifak
yapıp 28 Şubatçıları en iyi bildikleri işi yapmak üzere sahaya sürdü.” Daha
doğrusu, Tayyip ve efrâdı, 28 Şubat’a örgütlenmiş eski İslamcılar. Eski
İslamcılara sürekli İslamcı muamelesi çekmekse, cümleyi CHP’ye örgütlüyor.
CHP’deki dönüşüme sevinenler, toprağın alttan kaydığını hissetmiyorlar bile.
Artık en ufak bir gerilimde CHP milletvekillerini yardıma çağıran devrimcilere,
sosyalistlere rastlanıyor. Bu hükümeti “birlikte sallarken”, yaşanan depremin
karşı-devrimci bir kuruluşu tetiklediği görülmüyor.
Demokratik Modernite, Toplumsal
Kurtuluş, Birikim gibi Charlie Hebdo da bir (mizah) dergisi.
Eylemi gerçekleştiren gençlere yönelik operasyondan önce serbest bırakılan
rehinelerden biri, gençlerin “biz sivillere dokunmayız” diyerek kendisinin
gitmesine izin verildiğini söyledi. Demek ki Kuaşi Kardeşler nezdinde dergi,
devletin uzantısı bir ideolojik aygıt olarak görülüyor. Onca zaman Althusser
vs. üzerinden ideolojik aygıtlar ve devlet gibi başlıklarda kalem oynatıp
akademide köşe kapmış birçok ismin de içinde olduğu bir kesim, bu göstergeye
hiç bakmadı. Derginin, solcu-anarşist niteliğine karşın 1994’te Fransa’nın
Cezayir’deki iç gelişmelere müdahale etmesi sonrası yaşanan göçün ardından
devlet çizgisine girdiği üzerinde hiç durulmadı. Orada İslam’a saldırmanın,
yoksul ezilenlere (yeni) saldırıyı örgütleyen devlete örgütlenmek olduğu hiç
anlaşılamadı. Aslında şefler anlama noktasında netlerdi; şarlicilikle verilen
mesaj, yeni örgütlenen içteki devlete yönelikti.
Saldırı sonrası yazdığımız yazılar ve yaptığımız
çeviriler üzerinden Kenan Çamurcu bize mesaj yolluyor, biraz bizi mimlemek
biraz da marjinalleştirmek derdiyle, “Ama siz de o mahfillerde dolaşıyorsunuz”
diyor, kendisinin o günlerde AKP övgüsü üzerine kurulu hattını işaret ediyordu.
Ama ne zaman ki Tayyip Erdoğan Yemen’e yapılan saldırıya ortak oldu, o gün “tüm
desteğimi çekiyorum” deyiverdi, mevcut mahfili çöktü. Bizse o gün Kuaşi
Kardeşler’in, başka bir momentte Husilerin ama başka bir durumda da örgülü saçlarından
tutulup başı kesilen Kürd kadınının namlusuna kendisini sürmüş devrimcilerin
safında olabilme imkânlarına bakıyorduk. Çamurcu, mealen, “İçinizde birileri
Müslüman’mış gibi görünebilir. Bunlar sonrasında size haset ediyorlar,
öfkelerinden parmak uçlarını yiyorlar. Siz onlara ‘kininizden kahrolup ölün’
deyin.” buyuran Ali İmran 119’a hiç müdrik değil. O ve sol muadilleri
“geberin” diyemiyorlar, o hasede örgütlenmeyi ve o hasedi örgütlemeyi iş
zannediyorlar. Çamurcu, Tayyip’teki, ağababalardan miras, İran’a yönelik hasedi
esasta bu yüzden göremiyor. İran’a bakıp Türkiye’yi, Türkiye’ye bakıp İran’ı
görmekten, olan biteni, ortadakini hiç anlamıyor.
* * *
Evet, bugün de söylüyoruz: Hacı Bayram’dan, Darıca’dan
ya da Adıyaman’dan IŞİD’e akmış fukaraların öfkesini, o öfkenin ortaklaşmasını
anlamak, görmek gerek. O öfkeyi birilerinin haset üzerine kurulu sığ siyasetine
kurban etmemek gerek. “Tam da bizim örgütleyeceğimiz kesimlerdi ama ne yapalım,
bize öğretilen şuydu: ‘orada bir köy var uzakta. Gitmesek de gelmesek de o köy
bizim köyümüz.” diyen bir solun bize kızması anlaşılır. O köyün sahibi,
muhtarı, ihtiyar heyeti olmayı kentte bulunulmasına karşın mümkün kılan
ideolojiden beriyiz biz. O köyden çıkıp oradaki köylüye çıkışın cakasını satmak
da.
Birileri Baas çizgisinin “bu ülke bizimdi” diyen
hasedine El-Kaide birikimini örgütleyip IŞİD’i doğurdu. Türkiye’de AKP denilen
kurgu da buydu: ordu denilen parti, 28 Şubat’ın kılıç artıklarıyla iş tuttu.
Hasede hasetle cevap üretmek siyaset değil. Siyaset imkânları, bireysel
sınırlarımızın ötesinde.
Dolayısıyla, bugün çeşitli ağızlardan çıkan sözlerde
salt AKP’ye işaret etmek ama öte yandan orduyu perde arkasında tutmak, yanlış.
NATO’nun bir parçası olan orduyla yaşanan çatışma ortamında, NATO’ya seslenip,
ondan “AKP’yi durdurması”nı rica etmekse siyasi körlük. Bu yönelimler, en ufak
rahat-huzur çağrısına kul-köle olacak bireylere seslenmekten başka bir şey
yapmazlar.
NATO Sovyetler’in dağılması ile ölmüş, Srebrenitsa
Katliamı’nda yeniden doğmuştur. Katliama işaret edip ona böylesi bir çağrı
yapmak, NATO’ya can katmaktır. Oysa o ölecekse Ortadoğu’da ölecektir. Bu tip
yönelimler, Ortadoğu’ya has bir NATO’ya payanda olmaktan başka bir işe
yaramazlar.
Sanırım Spinoza’nın lafıydı: “haset kindir”. Bu kini
sınıfsal kinle karıştırmak aymazlıktır. Bireysel olan hasedi örgütlemeyi ve ona
örgütlenmeyi siyaset zannetmekse çıkmaz sokaktır.
“En güzel binalarda, yerlerde bu Kemalistler
oturuyorlar” diyenler o binalara ve yerlere sokulmuşlardır. “Mecliste, balo
salonlarında, uluslararası mekânlarda hep bu Türkler var” diyenler o mekânlara
alınmışlardır. Artık sorgulanması gereken, hasede örgütlenmek ve hasedi
örgütlemek meselesidir.
Haset siyaseti, mülkiyete ve rekabete dairdir. Onun
dışı, bizim ait olmamız, oluşmamız gereken yerdir.
Eren Balkır
9 Ağustos 2015
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder