Michel Foucault, bir kitap yazıp yayınevine götürüyor.
Editör, “bu kitap, gayet anlaşılır olmuş, basmam” diyor. Genel manada,
özellikle Fransa’da, anlaşılmaz metinlerin rağbet gördüğü iddia ediliyor. Bu
metinleri, gerekli ve yeterli felsefî birikimi olmayan genç tercümanlar, dile
ve metne hâkim olmaksızın, Türkçeye çeviriyorlar. O herkesçe anlaşılmaması için
yazılmış kitaplar, daha da anlaşılmaz bir hâl alıyorlar. Bazı siyasetten ve
devrimcilikten düşmüş isimler de bugünlerde o kitapları anladıklarını satmak,
anladıklarına dair poz kesmek, akademide imza yaldızlamak için bol alıntılı
yazılar yazıyorlar.
O yaldızlı cümleler, alıntılar silkelendiğinde, geriye
sadece şu cümle kalıyor: “Sınıflar mücadelesi devri bitti, devrim olacaksa onu
da orta sınıflar yapacak.” Tuhaf olan, bu kesimlerin, ezilen bir milletin
önderi olmuş bir kişinin onca yazdığı içerisinden Delöz, Spinoza, Fuko, Negri, Bukşin
vb.’ye benzeyen cümleler bulmaya çalışmaları. Anladıklarından değil,
kafalarının içinde kurdukları özel dünyaya özel bir kitle bulduklarını
sandıkları için bu gayret. Gerçekteki kitleye ise tepeden tırnağa düşmanlar.
Bugün sandıkları, sandığa kilitli. Özel orta sınıf
âlemlerinden bu coğrafyanın çileli, dertli, öfkeli halklarını
anlayabileceklerini sanıyorlar. Kendi hocaları, Avrupa’da mültecilere
küfrediyor, fukaradan kaçıyor. Buradakiler de mazlumdan ve onun şiddetinden
nasıl kurtuluruz hesabı yapanlara bağlanıyor. Kürd sevdası, ondan, o beladan
kurtulmak için. Yoksa Ayşe Erdem niye HDP’ye başkan olsun?
Bildirgeleri, seçim konuşmalarını, reklâmları, tanıtım
filmlerini onlar hazırlıyorlar.
Gezi günlerinde Samanyolu’na çıkan Ömer
Laçiner, Mehmet Altan ekibi, “Bu Tayyip nobran, kaba. O gitsin, mevcut kurgu
kalsın, demokratik burjuva devrimi devam etsin” diyordu. O günlerde AKP’li
Muhsin Kızılkaya, “beni AKP’ye Birikimciler örgütledi” itirafında bulunuyordu.
Bugün Gezi ile ilgili çekilmiş Cennetin Düşüşü belgeseli, nedense Ahmet
İnsel ile açılış yapıyor. Oysa bu isimler, o günlerde AKP’yi korumaya alıp
Tayyip’i çöpe atıyorlardı. Tüm meseleleri şahsîleştiriyorlardı. Bu dönem
etlenmiş orta sınıf, kendisine yakışmayan gömleği çıkartıp onu yırtıp atmak
istedi. Olan bu.
Söz konusu kesimin HDP adına yazdıkları metinlerde de
hedef salt Tayyip olarak gösteriliyor. Tayyip’siz AKP içerisinde oluşacak
çatlaklara göz kırpılıyor. Esasında herkes, Fethullahçılaşıyor. Gezi’nin tek
bakiyesi bu.
Tayyip, şahıs olarak hedef alınınca tüm meseleler
şahsîleştiriliyor, bu da belirli şahısların yıldızının parlatılması adına
yapılıyor. Ama o meseleler, ortalık yerde duruyorlar. HDP seçim bildirgesi, öz
itibarıyla, salt Tayyip’in altını oymak için kaleme alınıyor. Başka bir
politik-ideolojik anlamı bulunmuyor.
Dolayısıyla Birikimci siyaset algısı, Fethullahçı
taarruzla ortaklaşa, sol-sosyalist âlemi işgal ediyor. Eskiden MİT’e karşı
hasbelkader devrimci istihbarat teşkilatı kurmuş koca koca örgütler, gıdasını Fuat
Avni ve Fethullah basınından alır hâle geliyorlar.
Tüm bunlar, şu veya bu biçimde burjuvazinin düşürdüğü
bayrağı kaldırdığını düşündükleri proletarya, halk ya da ezilenler adına
yapılıyor. Yaşananların gerisinde burjuvazi ve devletin müdahaleleri, seyri
asla görülmüyor. Meselelerin tek bir şahsa kapatılmasını ve o şahsa
saldırılmasını emredenlerin asıl derdi, imkânları ve bağları yok etmek.
Temel ayrışma, çatışma, aidiyetle mülkiyet arasında.
Orta sınıflar, aidiyet meselesine yönelik her türden saldırıya nefer oluyorlar.
Mülk kavgasında aidiyet ve ortaklık meselesini tasfiye etmek istiyorlar.
Tekillikten, tek tek bireylerin tek bir etkinin nedeni olmasından bu sebeple
bahsediyorlar. Ancak bireylere seslenebiliyorlar. Onca bireyin nasıl olup da
bir araya geldiğini anlamaya çalışmak için uğraşıyorlar. Burjuvazinin ideolojik
âlemde kurguladığı bireye bakıyorlar. Bireyse ancak “mülk sahibi insan” olarak
tarif ediliyor. O imkân ve ehliyet de sadece burjuvazide ve burjuvaziyle
mümkün. Hâsılı, birey olmak, burjuvazinin eşiğine yüz sürmeden mümkün değil.
Bunu çok iyi biliyorlar.
Her şeyi Tayyip’e kapatmak, onu günah keçisi yapıp
uçurumdan aşağı atmayı istemek, eşiğe yüz sürmek için yapılan bir eylem.
Birikimcilere, Fethullahçılara, efendilerine “Ben öyle olmayacağım” sözünü
veriyorlar. Halkla, milletle, ezilenle, işçiyle hiç ilgilenmiyorlar.
Tarihi burjuvaziyle başlatanların bu eşikte boncuk
misali dizilmelerinin, bunlara bir imame bulunup tespih yapılmasının manası
yok. Süphan olana iman yoksa bu yan yanalık değersiz.
Kürdistan var diyedir birilerinin ellerini ovuşturarak
baktığı kitle. Engels’in bir ifadesini yorumlarsak, “Avrupa gerçeğinde, ayakta,
devlete karşı, mücadele içerisinde bir sınıf var diye var proletarya.” En
alttaki, mazlum, o olduğu için biz proletarya dedik” diyor Engels. Bugün Kürd
de böyle.
Sağ siyasetin meselesi, din, millet gibi ortak olan
birikimi efendilerin hizmetine sunmaktır. Sol siyasetse, kendisini ortak olana
düşmanlıkta kurar. En fazla, ortak olandaki kırılma, sıçrama ve dönüşüm
momentine oturuyorsa, başarılı olur. Ortak olan, efendilerin dünyasına açılmak
istiyorsa, sol vardır.
Bugün sol, tüm aczini, zafiyetini, çerini çöpünü
gizlemek için bu Kürd denilen halıyı kullanmaktadır. Sol, New York Times’ın
“ABD ve Türkiye'nin diğer NATO müttefikleri, onu [Türkiye’yi] bu yıkıcı yoldan
geri döndürmeye çalışmalı” diyen yazısından medet umar hâlde. “NATO’yu da
AKP’yi de yıkacağız” diyen yok!
Çünkü sadece kişisel olana, bireysele bakılıyor.
Bakılması isteniyor. Kolektif, ortak olanın hükmü ortadan kalkıyor. Geçmişte
proletaryayı burjuva Batı’nın sunağında kurban edenler, bugün Kürd’ü ortaklığa
dair bir im, imge olması sebebiyle, katletmek derdindeler.
Kürd’ü taklid ederek yol alabileceklerini zannedenler,
Afro-Amerikanların blues müziğini birey ölçüsünde deforme ederek rock müziğini
icad eden İngiliz gençlerine benziyorlar. Pazar, bunu emrediyor. Pazar,
parmakları, yüreği, derisi kara, nasırlı zenciyi görmeden, göstermeden, o mavi
notaları satmak istiyor.
Dolayısıyla, bugün geçmişin Sünni bir fakihini
gerçeğinden ayırıp sözlerini yaldızlamanın bir manası yok. Şeyh Bedreddin’deki
komünizmi, örgütlerin ortasına pimi çekilmiş bir bomba gibi bırakmak gerekiyor.
Meslekî ideolojilerinin ağırlığına, sakinliğine kapılmış, küçük burjuva
dükkânlarını beklemekten başka bir şey yapmayan yapılar, ortaklığı ondan
öğrenmeye mecburlar. “Yapraksız bir dalda sallanan şeyhin çırılçıplak eti”,
bayrak olmalıdır.
Ortak olana bakmamak, buranın ortak olanını da
görmemeye, sadece kendi öznelliğine bakılmasına mecbur eder. Bedreddin, bu
nedenle bayrak değildir. O, sadece geri bir döneme, geri bir halka, geri
ideolojiye yakıştırılmayan cümleleri kazara sarfetmiş, o cümleleri gasp edilmek
zorunda olan bir gafildir.
Bedreddin, 1730’da İstanbul’u ve sarayı bir süreliğine
ele geçirmiş Patrona’nın kızıl bayrağıyla birleştirilmeyi bekliyor. Şeyh,
hançerini doğuya sallayan Osmanlı’ya karşı, Timur, Selçuklu, tarikatlar vs.’nin
ortaklığına örgütleniyorsa, Patrona da Nevşehirli İbrahim Paşa liderliğinde
sarayın doğuya saldırmasına, lalelerin gölgesinde süren zulme karşı tüm
mazlumların ortak çığlığına dâhil oluyor.
Patrona, iktidarı döneminde, isyan esnasında kendisine
yardımcı olmuş bir kasabı Boğdan’a voyvoda (vali) tayin ediyor. Adamlarından
birkaçı halktan haraç kesmeye kalkınca, halka “sizden haraç alanı öldürün” emri
veriyor. Birilerinin ortak olana, aidiyete olan öfkesini ve nefretini
buralarda, solun uzaklaştığı, kaçtığı yerlerde aramak gerekiyor.
Eren Balkır
30 Mayıs 2015
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder