Syriza’nın
elde ettiği seçim zaferinin Türkiye’deki siyasal hayata tesir etmesi gayet
doğal. Bir seçim ittifakının yaşanan krize yerinde müdahaleler gerçekleştirerek
iktidara gelişi, bizdeki sol yapılara da belirli bir ufuk ve ümit kazandırmış
görünüyor. Ama ortada iki rakip yapı olunca, havaya atılan “Syriza” isimli
gelin tacının kimin elinde kalacağına dair de bir tartışma baş gösterdi ve
Birleşik Haziran Hareketi ile Halkların Demokratik Partisi, kendilerince bir
yarış içerisine girdiler. Syriza lideri Çipras’ın gençliği Demirtaş’a bağlandı,
“milliyetçi ve gerici” olmayan sol yapıların birlikteliği, hemen BHH’yle
ilişkilendirildi.
“Türkiye’nin
Syriza’sı kim?” sorusu, Erdal Erzincan’ı dinleyen gencin “aynı Steve Vai!”
demesi, Neşet Ertaş’la tanışan kişinin onun müziğini “bozkırın blues’u” olarak
tanımlamasındaki mantığı paylaşıyor. Burada “ben böyle müzik yapmayacağım”
demek var. Meseleye böyle yaklaşan, dinlediği müziğe ancak batı dolayımıyla
tahammül edebildiğini söylemiş, “onların pratiğine hiç girmeyeceğim, o pratikle
zerre ortaklaşmayacağım” demiş oluyor.
Yani
“Türkiye’nin Syriza’sı kim?” tartışması, meseleyi münferitleştirme,
talileştirme ve savuşturma, burada bir gerçek bir tesir yaratmasına mani olma
teşebbüsü. Böylelikle, Syriza’nın seçim zaferinin yarattığı tesir, belirli
şefler şahsında azaltılmış oluyor. “Buranın Syriza’sı kim? sorusu, “o dertle ve
öfkeyle hiç buluşmayacağım”dan gayrı bir anlama sahip değil. Zaten bu soruyu
soranlar, artık “Peki oranın HDP’si kim?” diye soruyorlar.
Ama
burada, derinde başka bir süreç de işliyor. Bu soruyu soranlar, Syriza’nın
bağlı ve ait olduğu bağlamı kendilerince yüceltmiş oluyorlar. O bağlamın genel
adı, Avrupa. Syriza denilen gelin tacına gözler, o sebeple kilitleniyor.
* * *
Avrupa
Birliği, fikren “Yunanistan”a dair imge ve bilgi üzerine kurulu. Birliğin
coğrafî sınırlarının ilk başta Yunanistan, şimdilerde Sırbistan olarak tespit
edildiği söyleniyor. Avrupa, gene oradan çözülüyor. Çözülmeye karşı direncin
adı, aslında Syriza. Parti, bu çözülüşe dair bir tartışma ve pazarlık süreci
olarak devreye giriyor. Genel eğilim, Syriza’nın AB’nin pekiştirilmesine dair
bir koza dönüştürülmesi yönünde. Orta sınıflar çözülmeyi istemiyorlar, ama bu
hâliyle gidemediğini görüyorlar.
Sungur
Savran da 100 yıl sonra Avrupa Birleşik Devletleri’ne itiraz eden Lenin’den
intikam alarak, “Avrupa Sosyalist Birleşik Devletleri”nden dem vuruyor.[1]
Bunun nedeni, Avrupa bağlamından hiç kopulamaması. Savran gibiler, işgalcilerin
solcusu olmayı içlerine sindiriyorlar.
Kopuşu
teorik ve politik planda imkânsızlaştıran ciddi bir birikim var. “Tek ülkede
sosyalizm” ve “geri kalmış topraklarda sosyalizm inşası”na dair tüm tartışma,
kopuşu anlamsızlaştırıyor. Avrupalılar, sol, postmarksist, liberal aydınlar
aracılığıyla, devrimi ve sosyalizmi ilkel, geri kalmış toprakların elinden
almak istiyorlar. Bizdeki ileri, liberal, özgürlükçü ve batılı aydınlar da mal
bulmuş mağrıbî gibi atlıyorlar ve bu yönelimi fırsata çevirmek istiyorlar. Orta
sınıfın proletaryanın elinden çalmak için uğraştığı sosyalizmle Avrupa’nın Ekim’den
ve Sovyetler’den çalmak için çabaladığı sosyalizm birbirine benziyor.
İşte
bu nedenle, Syriza’nın merkez komite üyesi ve partideki Sol Platform’un üyesi
Statis Kuvelaki, “İspanya’daki Podemos’un Laklaucu; Yunanistan’daki Syriza’nın
da Palanzasçı olduğunu” söylüyor.[2] Parti’de Negri’den daha çok Almanya’daki
Die Linke isimli partinin ve ona bağlı Rosa Luxemburg Vakfı’nın kilit rol
oynadığını ifade ediyor. Bu çevreler, “AB’nin iç reforma tabi tutulmasına,
krize ve esas olarak ondan çıkış için gerekli bir yol anlamında, yeniden
dağıtım meselesine dair bir anlayış geliştirilmesine odaklanıyorlar.”[3] Yani
Avrupa Birliği, mutlak ve baki; mesele, üretime değil, servetin orta sınıflar
lehine dağıtımına odaklanmakta.
Kuvelaki,
son dönemde herkes gibi fazla Gramsci okuduğunu anlatıyor ve Gramsci’nin “mevzi
savaşı” teorisine atıfla, partisinin uzun soluklu bir çatışma durumunda
mücadeleye dâhil edecek alt sınıf tabanından ve tabana ait güçlü, istikrarlı
örgütlerden mahrum olduğundan, esas olarak partinin eski Yunanistan Komünist
Partisi’nden kalma sendikal harekete yaslandığından, bu hareketin de kriz
sebebiyle eridiğinden, bu nedenle, partinin güçlü bir örgütlülüğe sahip,
hegemonya karşıtı bir güç kurup ilerleyemeyeceğinden dem vuruyor. Ama alt
sınıflar içerisindeki bağların eksikliğinin sebebine nedense hiç değinmiyor.
* * *
Bizdeki
Negricilerin “sosyalizm demokratik cumhuriyetten geridir” demeleri[4], Die
Linke’ci Murat Çakır[5] gibi isimlerin HDP’ye ne türden vizyon sunmaya
çalıştığı, “Buranın Syriza’sı HDP’dir” demelerinden belli oluyor. Avrupa’da
fazla kalmış olmanın ceremesi, buranın fukarasına ve mazlumuna, AB’ci
gevezeliklerin ısıtılıp sunulmasıyla ödetiliyor.
“Siz
geri ve cahildiniz, o yüzden sizde olmadı, geri verin bakalım şu sosyalizmi
bana” diyen Avrupa ve orta sınıf, kendi solcularını yetiştiriyor. Bu aydınlar,
özellikle seksenlerde, zaten basit nicel bir olgu olarak gördükleri halkı ve
işçi sınıfını sırf nicel gerekçelerle kenara ittiler. Seçim meselesine
odaklandıkça nicelik başatlaştı; Mario Tronti[6] şahsında halk ve işçi sınıfı
tartışması da bu minvalde: “halk, hem dinî hem millî bir olgu, ‘işçi sınıfı’
ise laik ve ulusötesi, kendimizi buradan kurmak, bütünsel siyaset yürütmek
zorundayız” deniliyor. Bu cümleler, sadece Avrupa ve onun birliği bağlamında
tanımlı.
Sonuçta
Avrupa, kendisini bölecek bir sınıflar mücadelesi istemediğinden, yol temizliği
talep ediyor. Bu nedenle, “İşçi sınıfı sayıca azaldı” yalanına kanan isimleri
öne çıkartıyor. Podemos Laklaucu, Syriza Palanzasçı oluyor. Marksizm
dinleşiyor, sayıca az olan işçi sınıfından müphem “ezilenler veya halk”
kavramsallığına kaçılıyor. Bunu, yıllarca işçiyi nicel bir olgu ve değer olarak
anlamış olanlar yapıyorlar. Basit manada iktidara gelmek için buradan orta
sınıfların, teknokratların ve eğitimli işçilerin ağırlığı üzerine kurulu küçük
burjuva stratejiler geliştiriliyor.
* * *
Syriza,
2004’te seçim ittifakı olarak kuruluyor. En büyük ortağı, Sinaspismos. Buna
YKP’den ayrılanlar, kimi Maoist ve Troçkist ekipler dâhil oluyor. Kuvelaki’ye
göre parti, esas olarak orta sınıfa ve aydınlara yaslanıyor. YKP’den özellikle
1991’de Sovyetler’in çözülüşü sonrası ayrılanlar, önemli bir ağırlığı
oluşturuyorlar. YKP, bu kesimi “hain” olarak gördüğü için Mayıs 2012 sonrası
hükümet olma konusunda Syriza ile ittifak kurmuyor.
“Syriza,
seçim ittifakları ve aşağıdan gerçekleştirilecek kitlesel seferberlik ve
mücadele ile oy sandığında başarı elde etmenin diyalektiğine vurgu yapan
antikapitalist bir koalisyon” [Kuvelaki] hâline geliyor. Syriza’nın bir ayağı
Yunan komünist hareketinde, diğer ayağı son süreçte oluşan (gençlik)
radikalizm(in)de. Bu yönde değerlendirmeler yapan Kuvelaki, işçi iktidarını
“mitik ve hayali” buluyor. “Ne yani, avrodan çıkalım da rubleci mi olalım” diye
kendisini eleştirenleri alaya alıyor. Syriza içerisindeki ekiplerin Obama’yı
Merkel’e tercih ettiklerini, onu hayırlı bulduklarını söylüyor, bu nedenle,
NATO’dan çıkmak hayal. Ayrıca parti içerisinde “İsrail’le ilişkileri
geliştirelim, bunu Türkiye’ye karşı koz olarak kullanalım” diyenler de var. Bir
yandan da partide borçların denetlenmesi sürecinin halka açılması kararına
çoğunluk karşı çıkıyor. Syriza, Pasoklaşıyor.
Peki
tüm bunlara Türkiye’de kim benziyor? Aslında bu tartışmayı açanlar, belirli bir
fikrî-politik süreci tetiklemek istiyor olmalılar:
(1)
AB bağlamında düşünmeyi,
(2)
sınıf mücadeleleri gibi bölücü olguları kapı dışarı etmeyi,
(3)
orta sınıfların dağıtıma-mübadeleye dair sorunlarına merhem olmayı,
(4)
Die Linke bağlamında, ayrışmacı unsurların müesses nizama entegrasyonunu,
(5)
neoliberal batı siyaseti için gerekli stabil zemini sağlamayı kabul etmeleri
konusunda birileri ikna ediliyor.
Söz
konusu soruya “evet o benim!” diye cevap verenlerin dikkate alması gereken
başka hususlar da var: Syriza’da vitrinde Çipras gibi genç bir isim duruyor ama
parti, bugün altmışlarına ulaşmış, albaylar cuntasına karşı mücadele etmiş
isimlerin prestijine yaslanıyor. Türkiye’de eksik olan bu. “Buranın Syriza’sı
kim?” sorusuna “o benim!” diye cevap verenlerin meselenin bu boyutunu
düşünmeleri, yani geriye dönüp, 12 Eylül’le nasıl ve ne kadar mücadele
ettiklerine bakmaları şart.
* * *
Şeklen
Syriza ÖDP’ye benziyor. Ama şeklen!
ÖDP
aslolarak Kürd meselesine karşı, Türkiye’nin ana yönelimine içsel bir hat
üzerinde kuruluyor. Alper Taş’ın da bir TV programında[7] belirttiği üzere, ÖDP,
Syriza’nın karşılaştığı imkânlara benzer imkânlara kavuşuyor, ama ilgili
momentlerde akim kalıyor. Alper Taş, bu noktada 2001 krizinden bahsediyor. O
günlerde ülkeyi sarsan esnaf eylemleri yaşanıyor. Aslında o eylemlere solun
müdahale etmemesi ardından, milliyetçi kesimdeki İslamî harekete karşı oluşmuş
duvarlar yıkılıyor ve çatlaklardan Tayyibî hareket sızıyor, o çatlaklara
yerleşiyor.
Bugün
Tayyip’in esnafı “devletin bekasının bekçisi” ilân etmesi şaşırtıcı değil. ÖDP
ise o günlerde Avrupa Birliği sevdalısı, KOBİ’ciliğe meyilli, birkaç patron
lehine AB’den gelecek kredilerin ve AB destekli projelerin subaşlarına oturmak
isteyen bir parti ve bu yüzden, isyan eden esnafla rabıta kuramıyor. O nedenle
Alper Taş, “Bu toplum bizim istediğimiz toplum değil. Bizim iktidara gelmemizi
sağlayacak toplum oluşana dek bekleyeceğiz” diyor. Bunun da, bırakalım solu
molu, “siyaset” olduğu iddia ediliyor.
Yunanistan-Türkiye-İran
tarihinde koşutluk var. 2009’daki “Yeşil Devrim” çıkışı da bu minvalde
değerlendirilebilir. Orada hareketin yenilmesinde önemli bir nedenin “Mavi
Marmara katliamı” olduğu söyleniyor. Zira Yeşil Hareket liderleri, hep İran’ın
İsrail karşıtı siyasetini eleştiriyorlar. Böylesi bir saldırı da ülkedeki
muhafazakâr damarı besliyor. Kuvelaki’nin de ifade ettiği üzere, parti
programına yansıyan Filistin’e dair değerlendirmeler, bir boşlukta yüzüyor.
Gazze saldırısı sonrası “Yaşasın İsrail!” diyen HDP ve Kürd hareketi içi
çığlıkların Syriza ile benzerliğini kanıtlaması, doğalında güçleşiyor. Elde
sadece iki parti liderinin giydiği gömleklerin ve yaşlarının benzerliği
kalıyor. Onların da kitledeki karşılığı saman alevinden öteye geçemiyor.
* * *
Gene
aynı cümlenin ısıtılıp önümüze sunulduğu günlerden geçiyoruz: “Bu seçim çok ama
çok önemli!” Buradan HDP’ye dair tartışmalar alevleniyor ve CHP’den gelecek
oylara odaklanılıyor. Bir kesim de gerçekçi bir değerlendirmeyle, “Batı’da
bugüne dek AKP’ye oy vermiş Kürdlerden oy alınmadığı sürece barajı geçmek
hayal” diyor. Ayhan Bilgen, “Özetle takvimi sağlıklı işletmek parti
yönetimlerinin işi, adayı belirlemek halkın görevidir” diyor ama son belediye
seçiminde Kürd’e küfretmiş bir isme adaylık teklifi götürülüyor, sırf şehid
kardeşi diye! Aday belirleme meselesinde halka bir şey sorulmuyor.
Haziran
kıyamı, bu sofrada her yandan çekiştiriliyor, paylaşılamıyor. Adaylık teklifi
götürülen isimler şahsında esas olarak CHP tabanına odaklanıldığı anlaşılıyor.
Zaten Batı’daki AKP’li Kürdlerin gözden çıkartıldığı, çarşaflı kadınların
eskiden Afrika’dan getirilen yerlilerin sergilenmesi gibi sergilenmesinden
belli. Bu sanatsal girdiyle IŞİD’e işaret edildiği iddia ediliyor, ama çarşaflı
kadının küçük burjuva bir sanat pratiğine malzeme kılınmasına tek laf
edilmiyor. IŞİD’e kızıp batının yanına koşuluyor. YPJ üniforması giyen Rihanna
isimli şarkıcıyla düet yapma yarışına giriliyor. Kimse, “bu şarkıcı niye giydi
o üniformayı?” diye sormuyor.
YPG
heyeti, uluslararası muhataplık adına Fransa cumhurbaşkanı Hollande’ı ziyaret
ediyor. Bu, övünülecek bir şey olarak takdim ediliyor. Burjuva kadın
dergilerine kadın gerillaların “güzellikleri” yansıyor. Buna tek laf edilmiyor.
Bir halkın yiğit savaşçıları, Aydınlanma’nın, Batı’nın “enternasyonalist”
savaşçıları olarak sunuluyor. Burada neyin kazanıldığı, neyin kaybedildiği
üzerinde asla durulmuyor.
Syriza,
Kobanê ve Charlie Hebdo meselelerinde netameli bir yan da şu: devrimci
dinamikler ve çıkışlar batıya râm ediliyorlar. İçteki liberalizmin kazandığı
mevzilere uyum sağlamak, ona göre düşünüp hareket etmek, o liberal dünyanın
failleri olarak var olmak, tek seçenek olarak dayatılıyor. İtiraz edilmesi
gereken burası.
“Laiklik
düşmanı” AKP ve “özgürlük düşmanı” CHP odaklı siyaset, bizi daha çok düzen
içine çekiyor; devrimci bir huruc tam da burada somut, maddî zeminini
yitiriyor. Oysa AKP laik; CHP özgürlükçü bir parti. Burjuva partinin eksik
yanlarını yalan-yanlış bir yerden tespit edip, o partinin sahipleri adına o
eksik yanları tamamlama çabası, yüz yıldır sosyalist hareketi her momentte
helâk ediyor.
Bu
siyasete tav olanlar, laikliğin ve özgürlüğün tarihsel-toplumsal zemininin asla
sorgulanmasını istemeyenler. Bize lazım gelense, laiklik meselesinde devleti;
özgürlük meselesinde burjuvaziyi saklayan perdeyi yırtıp atmak.
Eren Balkır
11
Şubat 2015
Dipnotlar:
[1] Sungur Savran, “Syriza Tuzağı”, 17 Ocak 2015, Sendika.
[2]
Stathis Kouvelakis, “Greece: Phase One”, 22 Ocak 2015, Jacobin.
[3]
Kouvelakis, a.g.m.
[4]
Cengiz Baysoy, “Sosyalizm Kavramı ‘Demokratik Özerklik’ Kavramından Geri Bir
Kavramdır”, 21 Eylül 2014, Gün Zileli.
[5]
Bir eleştiri için bkz.: Eren Balkır, “Nuh’un Gemisi”, 12 Temmuz 2009, İştirakî.
[6]
Mario Tronti, “Popülizm Halk Olmadığı İçin Var”, 9 Şubat 2015, Köstebek.
[7]
“Ne Oluyor”, 27 Ocak 2015, CNN
Türk.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder