Son dipnotta, kazara, uzlaşma içerisinde olduklarını
göstermiş bulunan bir ekonomistin ve sosyal demokrat olmayan bir teröristin
görüşünü alıntılamıştık. Ancak genel anlamda ifade edersek, iki kesim arasında,
devrimci eylem için eğitim meselesiyle bağlantılı olarak burada belirtmemiz,
sonrasında hakkında konuşmamız icap eden, kazara değil, zorunlu ve fıtrî bir
bağlantı mevcuttur. Ekonomistler, kendiliğindenliğe kölece bağımlıdırlar. Bir
önceki bölümde söz konusu kökü genel bir olgu olarak ele almıştık, bu bölümde
ise ekonomistlerin bağlı oldukları bu kökün politik faaliyet ve politik
mücadele üzerindeki etkisini inceleyeceğiz. Bireylerin kendilerini feda
ettikleri mücadele için çağrıda bulunanlarla “gündelik monoton mücadele”ye
vurgu yapanlar arasındaki fark o kadar büyüktür ki ilk bakışta bizim iddiamız
paradoksalmış gibi görünebilir. Ama ortada bir paradoks söz konusu değildir.
Ekonomistler ve teröristler, yalnızca kendiliğindenliğin farklı kutuplarına
boyun eğmektedirler; ekonomistler, “saf ve basit emek hareketi”ne ait
kendiliğindenliğe; teröristlerse, işçi sınıfı hareketi ile devrimci mücadeleyi
bütünsel manada birleştirme becerisinden veya imkânından mahrum olan aydınların
tutkulu öfkesine ait kendiliğindenliğe boyun eğmektedirler. Haddizatında
imanlarını yitirmiş ya da aslında hiç iman etmemiş olanların öfkelerini ve
devrimci enerjilerini ortaya dökecek bir çıkış yolu bulmaları güçtür, bu, ancak
terör yoluyla mümkündür. Bu sebeple, yukarıda bahsettiğimiz, kendiliğindenliğe
boyun eğmenin iki biçimi ünlü Credo programının uygulanmaya
başlanmasından başka bir şey değildir: İşçiler “işverenlere ve hükümete karşı
ekonomik mücadele” versinler (Credo’nun yazarından onun görüşlerini
Martinof’un kelimeleriyle ifade ettiğimiz için özür diliyoruz. Biz bunu bu
şekilde ifade etmeye hakkımız olduğunu düşünüyoruz, zira Credo da
işçilerin ekonomik mücadele dâhilinde “politik rejimle karşı karşıya geldiğini”
ve aydınların da kendi gayretleri üzerinden, elbette terörün yardımı ile,
politik mücadele vermeleri gerektiğini söylemektedir.) Bu, her ne kadar bu
programı uygulamaya başlayanlar bile kaçınılmaz olduğunu fark etmiyor olsalar
da, söz konusu kesimin ısrarla üzerinde durmak zorunda olduğu, mantıksal ve
kaçınılmaz sonuçtur.
Politik faaliyetin, en iyi niyetlerle, ya terör
çağrısında bulunanların ya da ekonomik mücadelenin kendisine bir politik
nitelik kazandırmaktan söz edenlerin bilincinden çok ayrı olan belirli bir
mantığı vardır. Cehenneme giden yol iyi niyet taşlarıyla örülüdür, dolayısıyla
bu durumda, iyi niyet, insanı saf manada burjuva olan Credo programının
çizgisine, “en az direniş çizgisine” kendiliğinden savrulmaktan
kurtaramayacaktır. Hiç kuşku yok ki birçok Rus liberalinin, ayan beyan liberal
olanların ve Marksizm maskesi takan liberallerin, tüm kalpleriyle teröre
sempati duymaları ve günümüzde ortalığı kaplamış olan terörist ruh durumlarını
beslemek istemeleri tesadüf değildir.
İşçi hareketini her yoldan destekleme görevini
benimseyen ama programına terörü ve deyim yerindeyse sosyal demokrasiden
kurtuluşu da almış olan devrimci sosyalist Svoboda [Özgürlük] Grubu’nun
oluşumu, sosyal demokratlardaki tereddütlü hallerin söz konusu sonuçlarını ta
1897’nin sonunda (“Bugünün Görevleri ve Taktikleri”) “iki bakış açısı”nı
yazdığı sırada, kelimesi kelimesine önceden ifade etmiş olan P. B. Akselrod’un
takdire şayan ileri görüşlülüğünü bir kez daha doğrulamıştır. Rus sosyal
demokratları arasında daha sonradan ortaya çıkan tüm tartışmalar ve ihtilaflar,
tıpkı bitkinin tohumun içinde bulunması türünden, bu iki bakış açısında
mevcuttur.[1].
Bu bakış açısı üzerinden ayrıca ekonomizmin
kendiliğindenliğine karşı direnememiş olan Raboçeye Dyelo’nun [“İşçilerin
Davası”] aynı şekilde neden terörizmin kendiliğindenliğine karşı direnemediğini
anlamak mümkündür. Svoboda’nın terörizmi savunmak için geliştirdiği
belirli argümanları burada belirtmek hayli ilginç olacaktır. Svoboda,
terörizmin caydırıcı rolünü “tümüyle reddediyor” [“Devrimciliğin Yeniden
Canlanması”, s. 64] ama bunun yerine onun tahrik etmede sahip olduğu öneme
vurgu yapıyor. Öncelikle bu, terörizmde ısrar eden geleneksel fikir
mahfilindeki kırılma ve çöküş aşamalarını temsil etmesi bakımından
karakteristik niteliktedir. Bugün hükümetin terörle “yıldırılamayacağı”nı ve bu
yüzden de alt üst edilemeyeceğini teslim etmek, terörü, bir mücadele sistemi,
programın öngördüğü bir eylem alanı olarak tümüyle mahkûm etmek demektir.
İkinci olarak da “devrimci eylem için eğitim” bakımından sahip olduğumuz acil
görevlerimizi anlamama hatasına bir örnek olarak, daha da tipik bir yaklaşımdır.
Svoboda, terörü, işçi sınıfını “tahrik etme”, ona güçlü bir itki verme
aracı olarak savunuyor. Kendi kendisini bu kadar kapsamlı bir biçimde çürüten
başka bir argüman tahayyül etmek gerçekten güç. Rusya’daki hayat dâhilinde yer
alan haksızlıklar yeterli değil midir ki özel “tahrik edici” araçların icat
edilmesi gereksin? Diğer yandan şurası gayet açıktır ki, Rus zorbalığının bile
tahrik etmediği, edemediği kimselerin, kollarını kavuşturarak hükümetin bir
avuç teröristle düellosunu kenardan seyredecekleri besbelli değil midir? Gerçek
şu ki Rusya’daki hayat dâhilinde tanık olunan toplumsal kötülükler, emekçi
kitleleri tahrikin en üst zirvesine çıkartıyor ama biz, Rusya’daki hayat
koşullarının düşündüğümüzden çok daha geniş boyutlara ulaştığı ve gürül gürül
akan tek bir sel hâline getirilmesi gereken, halkın tüm bu öfke damlacıklarını
ve dereciklerini, deyim yerindeyse, bir araya getirip yoğunlaştıramıyoruz.
Bunun başarılabileceği, işçi sınıfı hareketindeki muazzam büyüme ve yukarıda
değinildiği biçimiyle, işçilerin politik yazına dönük taleplerindeki şevkin
giderek artmış olması üzerinden, kanıtlanmaktadır. Diğer yandan terör çağrıları
ve ekonomik mücadelenin kendisine bir politik nitelik kazandırma talepleri, şu
anda, Rus devrimcilerinin omuzlarına yüklenen acil görevden, yani kapsamlı
politik ajitasyonu örgütleme görevinden kaçmanın iki farklı biçiminden başka
bir şey değildir. Svoboda’nın arzusu, terörü ajitasyonun yerine ikame
etmektir, bu noktada da “terörün tahrik etme işlevi, kitleler arasında
ajitasyon faaliyeti başlar başlamaz sona erecektir” demektedir. (Devrimciliğin
Yeniden Canlanması, s. 68). Bu, öncelikle hem teröristlerin hem de
ekonomistlerin, kitlelerin devrimci faaliyetini, Bahar’da[2] meydana gelen
olaylar, bu faaliyetin delilini insanın gözüne sokmuş olmasına karşın, hafife
aldıklarını, bir grubun suni “tahrik ediciler” peşinde koşarken, diğer grubun
ise “somut talepler”den dem vurduğunu kanıtlamaktadır. Ama her iki grup da
politik ajitasyon ve düşmanın politik manada teşhir edilmesini sağlayan
olayların örgütlenmesine dönük faaliyetlerine yeterince dikkat
gösterememektedir. Oysa bugün ya da başka bir zaman, bu görevin yerini
alabilecek başka bir çalışma mevcut değildir.
Demokrasi Mücadelesinin Öncüsü Olarak İşçi Sınıfı
En geniş politik ajitasyonun ve bunun sonucu olarak da
düşmanın her yönden teşhir edilmesinin, eylemimizin, eğer bu eylemimiz
gerçekten sosyal demokrat bir eylem olacaksa, mutlak olarak zorunlu ve başlıca
görevi olduğunu gördük. Ama biz bu sonuca, sadece işçi sınıfının en acil
ihtiyaçlarından, politik bilgi ve politik eğitime dönük ihtiyacından hareket
ederek vardık. Oysa sorunun bu hâliyle sunulması oldukça dardır, zira
böylelikle burada sosyal demokrasinin, özellikle bugünün Rus sosyal
demokrasisinin genel demokratik görevlerini göz önünde bulundurmamış oluruz.
Sorunu daha somut olarak açıklayabilmek için, konuyu, ekonomistlere “en yakın”
bir yönden, pratik yönden ele alacağız. İşçi sınıfının politik bilincinin
geliştirilmesinin zorunlu olduğu konusunda “herkes görüş birliği
içerisindedir.” Mesele, bu işin nasıl yapılması gerektiği ve bunun için nelere
ihtiyaç duyulduğu ile ilgilidir. Tek başına ekonomik mücadele, işçileri
hükümetin işçi sınıfına yönelik tavrını anlamaya “sevk eder”. Ancak sonuçta
biz, “ekonomik mücadeleye ne kadar politik bir nitelik kazandırmak” amacıyla
uğraşırsak uğraşalım, işçi sınıfını oldukça dar olan ekonomik mücadele
çerçevesi içerisinde tutmak suretiyle, işçilerin politik bilincini (sosyal
demokrat bir politik bilince doğru) geliştirmemiz asla mümkün olmayacaktır.
Martinof’un formülü, onun meseleleri karıştırma eğiliminde olduğunu gösterdiği
için değil, tüm ekonomistlerin yaptığı temel hatayı, yani ekonomik mücadeleyi
özel (ya da en azından, ana) temel kılarak, söz konusu mücadeleyi özel (ya da
en azından, ana) başlangıç noktası hâline getirerek, işçilerin sınıfsal politik
bilincini işçilerin içerisinden geliştirmenin mümkün olduğuna ilişkin
kanaatlerini ortaya koyduğu için, bizim açımızdan belirli bir değere sahiptir.
Böylesi bir görüş, derinlemesine yanlıştır. Kendilerine karşı yürüttüğümüz
polemiklerden gücenen ekonomistler, aramızdaki anlaşmazlıkların kökeni
konusunda köklü bir düşünme pratiği içerisine girmeyi reddetmektedirler ve bu,
farklı dillerden konuştuğumuz için, birbirimizi anlayamama sonucunu
doğurmaktadır.
Sınıfsal politik bilinç işçilere ancak dışarıdan, yani
sadece ekonomik mücadelenin, işçilerle işverenler arasındaki ilişkiler
yüzeyinin dışından verilebilir. Bu bilginin temin edilmesinin mümkün olduğu tek
yüzey, tüm sınıflar ile katmanların devlet ve hükümetle aralarındaki
ilişkilerinin oluştuğu yüzey, tüm sınıflar arasındaki karşılıklı ilişkiler
yüzeyidir. Bu sebeple işçilere politik bilinç vermek için ne yapılması
gerektiğine dair sorunun cevabı, birçok durumda, pratik işçilerin, özellikle
ekonomizme meyyal olanlarının, yani çoğunlukla “işçilerin arasına gitmekle”
yetinenlerin verdiği cevap olamaz. İşçilere politik bilgi vermek için sosyal
demokratların tüm halk sınıfları arasına gitmeleri gerekir; onların elindeki
ordu birliklerini tüm yönlere sevk etmeleri zorunludur.
V. I. Lenin
[Kaynak: Collected Works, Moskova-1977,
Cilt 5, s. 417-22.]
Dipnotlar:
[1] Martinof, “daha gerçekçi(?) başka bir ikilem tasarlamaktadır.” [Sosyal
Demokrasi ve İşçi Sınıfı, s. 19]: “sosyal demokrasi ya proletaryanın ekonomik
mücadelesinin doğrudan önderliğini üzerine alır ve bununla(!) söz konusu
mücadeleyi devrimci sınıf mücadelesine dönüştürür. […]” “Bununla”, yani
açıkçası ekonomik mücadelenin doğrudan önderliğiyle, Martinof, sendikal
mücadeleye önderlik etmenin, tek başına, sendikacı bir hareketi devrimci
bir sınıf hareketine dönüştürmeyi başarabildiği tek bir örnek gösterebilir mi?
Böyle bir “dönüşüm”ü gerçekleştirmek için her yöne dönük politik
ajitasyonun “doğrudan önderliğini” etkin olarak üzerimize almamız gerektiğini
anlayamıyor mu? […] Ya da diğer bakış açısı: sosyal demokrasi, işçilerin
ekonomik mücadelesinin önderliğini üzerine almaktan kaçınır ve böylece […]
kendi kanatlarını yolmuş olur. […] Yukarıya aktarılan Raboçeye Dyelo’nun
görüşüne göre, “kaçınan” İskra’dır. Ama gördük ki İskra, ekonomik
mücadeleyi yürütmede Raboçeye Dyelo’nun yaptığından çok daha fazlasını
yapmaktadır, ama dahası bununla kendisini sınırlamaz ve ekonomik
mücadelenin hatırı için politik görevlerini dar sınırlara hapsetmez.
[2] 1901 Bahar’ında başlayan büyük sokak gösterileri.
[Yazarın 1907 baskısına notu.]
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder