Pages

02 Aralık 2014

Ekonomizmle Terörizm Arasındaki Ortak Yan Nedir?


Son dipnotta, kazara, uzlaşma içerisinde olduklarını göstermiş bulunan bir ekonomistin ve sosyal demokrat olmayan bir teröristin görüşünü alıntılamıştık. Ancak genel anlamda ifade edersek, iki kesim arasında, devrimci eylem için eğitim meselesiyle bağlantılı olarak burada belirtmemiz, sonrasında hakkında konuşmamız icap eden, kazara değil, zorunlu ve fıtrî bir bağlantı mevcuttur. Ekonomistler, kendiliğindenliğe kölece bağımlıdırlar. Bir önceki bölümde söz konusu kökü genel bir olgu olarak ele almıştık, bu bölümde ise ekonomistlerin bağlı oldukları bu kökün politik faaliyet ve politik mücadele üzerindeki etkisini inceleyeceğiz. Bireylerin kendilerini feda ettikleri mücadele için çağrıda bulunanlarla “gündelik monoton mücadele”ye vurgu yapanlar arasındaki fark o kadar büyüktür ki ilk bakışta bizim iddiamız paradoksalmış gibi görünebilir. Ama ortada bir paradoks söz konusu değildir. Ekonomistler ve teröristler, yalnızca kendiliğindenliğin farklı kutuplarına boyun eğmektedirler; ekonomistler, “saf ve basit emek hareketi”ne ait kendiliğindenliğe; teröristlerse, işçi sınıfı hareketi ile devrimci mücadeleyi bütünsel manada birleştirme becerisinden veya imkânından mahrum olan aydınların tutkulu öfkesine ait kendiliğindenliğe boyun eğmektedirler. Haddizatında imanlarını yitirmiş ya da aslında hiç iman etmemiş olanların öfkelerini ve devrimci enerjilerini ortaya dökecek bir çıkış yolu bulmaları güçtür, bu, ancak terör yoluyla mümkündür. Bu sebeple, yukarıda bahsettiğimiz, kendiliğindenliğe boyun eğmenin iki biçimi ünlü Credo programının uygulanmaya başlanmasından başka bir şey değildir: İşçiler “işverenlere ve hükümete karşı ekonomik mücadele” versinler (Credo’nun yazarından onun görüşlerini Martinof’un kelimeleriyle ifade ettiğimiz için özür diliyoruz. Biz bunu bu şekilde ifade etmeye hakkımız olduğunu düşünüyoruz, zira Credo da işçilerin ekonomik mücadele dâhilinde “politik rejimle karşı karşıya geldiğini” ve aydınların da kendi gayretleri üzerinden, elbette terörün yardımı ile, politik mücadele vermeleri gerektiğini söylemektedir.) Bu, her ne kadar bu programı uygulamaya başlayanlar bile kaçınılmaz olduğunu fark etmiyor olsalar da, söz konusu kesimin ısrarla üzerinde durmak zorunda olduğu, mantıksal ve kaçınılmaz sonuçtur.

Politik faaliyetin, en iyi niyetlerle, ya terör çağrısında bulunanların ya da ekonomik mücadelenin kendisine bir politik nitelik kazandırmaktan söz edenlerin bilincinden çok ayrı olan belirli bir mantığı vardır. Cehenneme giden yol iyi niyet taşlarıyla örülüdür, dolayısıyla bu durumda, iyi niyet, insanı saf manada burjuva olan Credo programının çizgisine, “en az direniş çizgisine” kendiliğinden savrulmaktan kurtaramayacaktır. Hiç kuşku yok ki birçok Rus liberalinin, ayan beyan liberal olanların ve Marksizm maskesi takan liberallerin, tüm kalpleriyle teröre sempati duymaları ve günümüzde ortalığı kaplamış olan terörist ruh durumlarını beslemek istemeleri tesadüf değildir.

İşçi hareketini her yoldan destekleme görevini benimseyen ama programına terörü ve deyim yerindeyse sosyal demokrasiden kurtuluşu da almış olan devrimci sosyalist Svoboda [Özgürlük] Grubu’nun oluşumu, sosyal demokratlardaki tereddütlü hallerin söz konusu sonuçlarını ta 1897’nin sonunda (“Bugünün Görevleri ve Taktikleri”) “iki bakış açısı”nı yazdığı sırada, kelimesi kelimesine önceden ifade etmiş olan P. B. Akselrod’un takdire şayan ileri görüşlülüğünü bir kez daha doğrulamıştır. Rus sosyal demokratları arasında daha sonradan ortaya çıkan tüm tartışmalar ve ihtilaflar, tıpkı bitkinin tohumun içinde bulunması türünden, bu iki bakış açısında mevcuttur.[1].

Bu bakış açısı üzerinden ayrıca ekonomizmin kendiliğindenliğine karşı direnememiş olan Raboçeye Dyelo’nun [“İşçilerin Davası”] aynı şekilde neden terörizmin kendiliğindenliğine karşı direnemediğini anlamak mümkündür. Svoboda’nın terörizmi savunmak için geliştirdiği belirli argümanları burada belirtmek hayli ilginç olacaktır. Svoboda, terörizmin caydırıcı rolünü “tümüyle reddediyor” [“Devrimciliğin Yeniden Canlanması”, s. 64] ama bunun yerine onun tahrik etmede sahip olduğu öneme vurgu yapıyor. Öncelikle bu, terörizmde ısrar eden geleneksel fikir mahfilindeki kırılma ve çöküş aşamalarını temsil etmesi bakımından karakteristik niteliktedir. Bugün hükümetin terörle “yıldırılamayacağı”nı ve bu yüzden de alt üst edilemeyeceğini teslim etmek, terörü, bir mücadele sistemi, programın öngördüğü bir eylem alanı olarak tümüyle mahkûm etmek demektir. İkinci olarak da “devrimci eylem için eğitim” bakımından sahip olduğumuz acil görevlerimizi anlamama hatasına bir örnek olarak, daha da tipik bir yaklaşımdır. Svoboda, terörü, işçi sınıfını “tahrik etme”, ona güçlü bir itki verme aracı olarak savunuyor. Kendi kendisini bu kadar kapsamlı bir biçimde çürüten başka bir argüman tahayyül etmek gerçekten güç. Rusya’daki hayat dâhilinde yer alan haksızlıklar yeterli değil midir ki özel “tahrik edici” araçların icat edilmesi gereksin? Diğer yandan şurası gayet açıktır ki, Rus zorbalığının bile tahrik etmediği, edemediği kimselerin, kollarını kavuşturarak hükümetin bir avuç teröristle düellosunu kenardan seyredecekleri besbelli değil midir? Gerçek şu ki Rusya’daki hayat dâhilinde tanık olunan toplumsal kötülükler, emekçi kitleleri tahrikin en üst zirvesine çıkartıyor ama biz, Rusya’daki hayat koşullarının düşündüğümüzden çok daha geniş boyutlara ulaştığı ve gürül gürül akan tek bir sel hâline getirilmesi gereken, halkın tüm bu öfke damlacıklarını ve dereciklerini, deyim yerindeyse, bir araya getirip yoğunlaştıramıyoruz. Bunun başarılabileceği, işçi sınıfı hareketindeki muazzam büyüme ve yukarıda değinildiği biçimiyle, işçilerin politik yazına dönük taleplerindeki şevkin giderek artmış olması üzerinden, kanıtlanmaktadır. Diğer yandan terör çağrıları ve ekonomik mücadelenin kendisine bir politik nitelik kazandırma talepleri, şu anda, Rus devrimcilerinin omuzlarına yüklenen acil görevden, yani kapsamlı politik ajitasyonu örgütleme görevinden kaçmanın iki farklı biçiminden başka bir şey değildir. Svoboda’nın arzusu, terörü ajitasyonun yerine ikame etmektir, bu noktada da “terörün tahrik etme işlevi, kitleler arasında ajitasyon faaliyeti başlar başlamaz sona erecektir” demektedir. (Devrimciliğin Yeniden Canlanması, s. 68). Bu, öncelikle hem teröristlerin hem de ekonomistlerin, kitlelerin devrimci faaliyetini, Bahar’da[2] meydana gelen olaylar, bu faaliyetin delilini insanın gözüne sokmuş olmasına karşın, hafife aldıklarını, bir grubun suni “tahrik ediciler” peşinde koşarken, diğer grubun ise “somut talepler”den dem vurduğunu kanıtlamaktadır. Ama her iki grup da politik ajitasyon ve düşmanın politik manada teşhir edilmesini sağlayan olayların örgütlenmesine dönük faaliyetlerine yeterince dikkat gösterememektedir. Oysa bugün ya da başka bir zaman, bu görevin yerini alabilecek başka bir çalışma mevcut değildir.

Demokrasi Mücadelesinin Öncüsü Olarak İşçi Sınıfı

En geniş politik ajitasyonun ve bunun sonucu olarak da düşmanın her yönden teşhir edilmesinin, eylemimizin, eğer bu eylemimiz gerçekten sosyal demokrat bir eylem olacaksa, mutlak olarak zorunlu ve başlıca görevi olduğunu gördük. Ama biz bu sonuca, sadece işçi sınıfının en acil ihtiyaçlarından, politik bilgi ve politik eğitime dönük ihtiyacından hareket ederek vardık. Oysa sorunun bu hâliyle sunulması oldukça dardır, zira böylelikle burada sosyal demokrasinin, özellikle bugünün Rus sosyal demokrasisinin genel demokratik görevlerini göz önünde bulundurmamış oluruz. Sorunu daha somut olarak açıklayabilmek için, konuyu, ekonomistlere “en yakın” bir yönden, pratik yönden ele alacağız. İşçi sınıfının politik bilincinin geliştirilmesinin zorunlu olduğu konusunda “herkes görüş birliği içerisindedir.” Mesele, bu işin nasıl yapılması gerektiği ve bunun için nelere ihtiyaç duyulduğu ile ilgilidir. Tek başına ekonomik mücadele, işçileri hükümetin işçi sınıfına yönelik tavrını anlamaya “sevk eder”. Ancak sonuçta biz, “ekonomik mücadeleye ne kadar politik bir nitelik kazandırmak” amacıyla uğraşırsak uğraşalım, işçi sınıfını oldukça dar olan ekonomik mücadele çerçevesi içerisinde tutmak suretiyle, işçilerin politik bilincini (sosyal demokrat bir politik bilince doğru) geliştirmemiz asla mümkün olmayacaktır. Martinof’un formülü, onun meseleleri karıştırma eğiliminde olduğunu gösterdiği için değil, tüm ekonomistlerin yaptığı temel hatayı, yani ekonomik mücadeleyi özel (ya da en azından, ana) temel kılarak, söz konusu mücadeleyi özel (ya da en azından, ana) başlangıç noktası hâline getirerek, işçilerin sınıfsal politik bilincini işçilerin içerisinden geliştirmenin mümkün olduğuna ilişkin kanaatlerini ortaya koyduğu için, bizim açımızdan belirli bir değere sahiptir. Böylesi bir görüş, derinlemesine yanlıştır. Kendilerine karşı yürüttüğümüz polemiklerden gücenen ekonomistler, aramızdaki anlaşmazlıkların kökeni konusunda köklü bir düşünme pratiği içerisine girmeyi reddetmektedirler ve bu, farklı dillerden konuştuğumuz için, birbirimizi anlayamama sonucunu doğurmaktadır.

Sınıfsal politik bilinç işçilere ancak dışarıdan, yani sadece ekonomik mücadelenin, işçilerle işverenler arasındaki ilişkiler yüzeyinin dışından verilebilir. Bu bilginin temin edilmesinin mümkün olduğu tek yüzey, tüm sınıflar ile katmanların devlet ve hükümetle aralarındaki ilişkilerinin oluştuğu yüzey, tüm sınıflar arasındaki karşılıklı ilişkiler yüzeyidir. Bu sebeple işçilere politik bilinç vermek için ne yapılması gerektiğine dair sorunun cevabı, birçok durumda, pratik işçilerin, özellikle ekonomizme meyyal olanlarının, yani çoğunlukla “işçilerin arasına gitmekle” yetinenlerin verdiği cevap olamaz. İşçilere politik bilgi vermek için sosyal demokratların tüm halk sınıfları arasına gitmeleri gerekir; onların elindeki ordu birliklerini tüm yönlere sevk etmeleri zorunludur.

V. I. Lenin

[Kaynak: Collected Works, Moskova-1977, Cilt 5, s. 417-22.]

Dipnotlar:
[1] Martinof, “daha gerçekçi(?) başka bir ikilem tasarlamaktadır.” [Sosyal Demokrasi ve İşçi Sınıfı, s. 19]: “sosyal demokrasi ya proletaryanın ekonomik mücadelesinin doğrudan önderliğini üzerine alır ve bununla(!) söz konusu mücadeleyi devrimci sınıf mücadelesine dönüştürür. […]” “Bununla”, yani açıkçası ekonomik mücadelenin doğrudan önderliğiyle, Martinof, sendikal mücadeleye önderlik etmenin, tek başına, sendikacı bir hareketi devrimci bir sınıf hareketine dönüştürmeyi başarabildiği tek bir örnek gösterebilir mi? Böyle bir “dönüşüm”ü gerçekleştirmek için her yöne dönük politik ajitasyonun “doğrudan önderliğini” etkin olarak üzerimize almamız gerektiğini anlayamıyor mu? […] Ya da diğer bakış açısı: sosyal demokrasi, işçilerin ekonomik mücadelesinin önderliğini üzerine almaktan kaçınır ve böylece […] kendi kanatlarını yolmuş olur. […] Yukarıya aktarılan Raboçeye Dyelo’nun görüşüne göre, “kaçınan” İskra’dır. Ama gördük ki İskra, ekonomik mücadeleyi yürütmede Raboçeye Dyelo’nun yaptığından çok daha fazlasını yapmaktadır, ama dahası bununla kendisini sınırlamaz ve ekonomik mücadelenin hatırı için politik görevlerini dar sınırlara hapsetmez.

[2] 1901 Bahar’ında başlayan büyük sokak gösterileri. [Yazarın 1907 baskısına notu.]

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder