Pages

15 Ekim 2014

Müslüman Olmanın Anlamı Üzerine


Cihadı Geri Kazanmak

IŞİD’in birçok hususta ifrata kaçması ve kamuoyunda bu örgüte karşı yükselen ve sıklıkla bir tür İslamofobi olarak cisimleşen protestolar sonucunda birçok Müslüman, bir tür savunma yöntemi olarak, cihadı imana dışsal bir şey olarak görmeye başlamış ya da cihadın köhnemiş bir olgu olduğunu düşünerek onu ufaltma yoluna gitmiştir. Bir kesime göre artık cihad, Hz. Muhammed zamanında gerekli olan ama artık çağdaş toplumlarda nadiren geçerlilik arz eden bir husustur. Başka bir kesim de hâlâ cihadı, neredeyse tümüyle mecazî manada resmetmeye çalışmakta, onu esas olarak içsel ve şahsî bir mücadele olarak görmektedir. Bu yorum ise Peygamber’in “büyük” ve “küçük” mücadeleye atıfta bulunduğu şüpheli bir hadise dayanmaktadır.

Tüm bu yöntemler, Müslüman toplum içinde veya toplumla geniş halk kesimleri arasında belirli bir anlayışa ön ayak olunması noktasında, zararlıdır. İslam’dan uzak duran birçok insan için bu manevralar ikiyüzlüdür, zira bu insanlar, büyük bir hevesle, Kur’an’ın açık biçimde farklı bir hikâye anlattığını söylemektedirler. Bu basit gerçeklikten kaçınmak yerine, Müslümanların bu gerçekliği sahiplenmeleri gerekir. Cihad kirli bir sözcük değildir ve o, İslam’ın diğer şartlarının dayandığı ana temeldir.

Mücadelenin Merkezîliği

Allah, mümine sadece iyi olma ve şahsî hayatlarında yanlıştan kaçınma değil, şeriatla uyumsuz olana karşı direnme veya onu yasaklama ve iyiyi destekleme görevini yükler:

Onlar, Allah’a ve âhiret gününe inanırlar; iyi ve doğru olanı önerir, kötü ve yanlış olandan sakındırırlar; ve hayırlı işlerde birbirleriyle yarışırlar: işte bunlar faal iyi insanlardır.” (3:114)

Tüm Kur’an boyunca tekrar tekrar yinelenen bu emir (örneğin: 7:157, 9:71), iki belirgin niteliğe sahiptir. İlk nitelik, bu emrin pasif olmaktan ziyade aktifliği (faal) öne çıkarıyor olmasıdır (yani bu emir, saf anlamda uzak durulması gerekenleri ya da neye izin verildiğini tasvir etmek yerine, müminlere eyleme geçmeye çağırır.) İkinci nitelikse, bu emrin şahsî olmaktan ziyade, toplumsal olmasıdır: burada tembih etmek ve yasaklamak, topluluklar bağlamında meydana gelen, başkalarınca üstlenilen ve başkaları yararına yapılan eylemleri ifade ederler.

İslam’ı savunan birçok kişinin iddiasının aksine, İslam “barış” demek değildir. İslam, Allah’a teslim olmak demektir. İslam, zulme, adaletsizliğe, yozlaşmaya, cehalete ve kendi aşağılık özelliklerimize karşı verilen mücadele aracılığıyla, o mücadele dâhilinde cevaplanan bir çağrıdır:

Hoşunuza gitmese de savaş size farz kılındı. Hem sizin hoşlanmadığınız bir şey sizin için hayırlı, sizin hoşlandığınız bir şey de sizin için şerli olabilir; Allah, sizin bilmediklerinizi de bilir, siz bilmezsiniz.” (2:216)

Size ne oluyor da, Allah yolunda ‘Ey Rabbimiz! Bizi halkı zalim olan şu beldeden kurtar ve rahmetinle bize sahip çıkacak bir koruyucu ve destek olacak bir yardımcı gönder!’ diye yalvaran güçsüz erkekler, kadınlar ve çocuklar için savaşmıyorsunuz?” (4:75)

Artık gevşemeyin, ama siz üstün durumdaysanız barışa davet edin! Çünkü Allah sizinle beraberdir; ve O sizin emeklerinizi asla zayi etmeyecektir.” (47:35)

Cihad çağrısı, sadece faal ve toplumsal değildir ayrıca o, kelimelerle, inançlarla ya da hislerle değil, insanın dünyada giriştiği eylemlerle ilgilidir. Bu da bir Hadis’ten:

Kim bir kötülük görürse, onu eliyle değiştirsin. Şayet eliyle değiştirmeye gücü yetmezse, diliyle değiştirsin. Diliyle değiştirmeye de gücü yetmezse, kalbiyle düzeltme cihetine gitsin ki, bu imanın en zayıf derecesidir.

Bu fikir tüm Kur’an’da yankılanır:

Müminlerden bir mazereti olmaksızın mücadeleden kaçınanlarla Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla çaba gösterenler bir olamaz: Allah mallarıyla ve canlarıyla elinden gelen çabayı sarf edenleri mücadeleden kaçınanlardan daha yüce bir mertebeye çıkarmıştır. Allah bütün müminlere nihai güzellikler vaad etmesine rağmen, yolunda üstün gayret harcayanları yerinde sayanlara muhteşem bir ödül vaadiyle üstün tutmuştur.” (4:95)

İman eden ve hicret edenler, Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla her türlü çabayı gösterenler, Allah nezdinde daha yüce bir makama sahiptirler; zira işte onlar başarının gerçek sahibidirler.” (9:20)

Siz ey iman edenler! Size ne oluyor da ‘Allah yolunda savaşa çıkın!’ denildiğinde yere çakılıp kalıyorsunuz? Öte dünyadan vazgeçip bu dünya hayatıyla mı tatmin oldunuz! Ama unutmayın ki, bu dünya hayatının sefası öte dünyaya kıyasla pek değersizdir. Eğer savaşa çıkmazsanız, size acı bir azap çektirir ve sizin yerinize başka bir toplum getirir de yokluğunuzla O’na hiçbir zarar açmış olmazsınız: Zira Allah her şeye kadirdir.” (9:38-9)

Gördüğümüz üzere cihad İslam’a dışsal bir şey değil, onun esasıdır. Cihad bir mecaz değil, emirdir.

Gücün Kullanımı Üzerine

Müslümanlara mücadeleye hizmet ederken gerekli her türden aracı kullanma yetkisi verilmişse de şiddet meselesinin meseleleri daha da kötü bir hâle soktuğu açıktır. IŞİD ve onun öncesinde, El-Kaide örneğinde görüldüğü üzere, şiddet daha fazla kaosa, adaletsizliğe yol açmakta ve insanları İslam’a düşman kılmaktadır. Bu, cihad değil, fitnedir.

Yani “cihadist” olduklarını iddia edenlerin yaptıkları yanlış şudur: onlar, yukarıda bahsedilen emri ifa etme noktasında fizikî şiddetin yegâne yol ya da en iyi yol olduğuna inanmaktadırlar. Esasında bir insanın hayatını, iradesini ve kaynaklarını mücadeleye vakfetmesinin sayısız ve daha etkili yolları mevcuttur. Kendilerini “ılımlı” olarak tarif edenlerin yanlışı ise kendilerine yönelik baskıdan imtina ediyor olmalarıdır.

Kur’an, dinde zorlama olmaması gerektiği hususunda gayet açıktır (2:256) ve sıklıkla barışın eğer kişi şerefli bir insanla mücadele ediyorsa, en iyi yol olduğunu vurgular (örneğin: 4:128) ama gene de ikna edilemeyen ya da güvenilemeyecek olan, durdurulmadığı takdirde büyük zararlara sebebiyet verecek çok sayıda kötü fail mevcuttur. Hakikatte seküler olanlar da dâhil tüm toplumsal düzenler bu gerçeği kabul ederler ve resmî makamlara söz konusu zehirli isimlere karşı muhtelif baskı biçimlerini devreye sokma yetkisi verirler. Ancak bazen bizzat resmî makamların kendisi sorundur ve bu sapıklık, kurumsal bir hâl aldığı ölçüde, insanların iktidarla anladığı dilden konuşmaları gerekir:

Onlar Câlût (Golyat) ve ordusuyla karşı karşıya geldiklerinde ‘Ey Rabbimiz! Üzerimize sabır boca et ve ayaklarımızı kaydırma ve kâfirler güruhuna karşı bize yardım et!’ diye dua ettiler. Bunun üzerine, Allah’ın izniyle onları bozguna uğrattılar. Ve Davud Câlût’u öldürdü, bunun ardından Allah da ona hükümranlık ve âdil hüküm liyakati verdi ve dilediklerini öğretti. Eğer Allah insanların bazısını diğer bazısıyla savunmamış olsaydı, yeryüzü fesada giderdi. Ve fakat Allah bütün varlıklara karşı sınırsız lütuf sahibidir.” (2:250-1)

Bunu, İslam’ı Müslüman olmayanlara dayatmadan yapmanın çeşitli yolları vardır: bu, bir yöntemler ve öncelikler meselesidir. Gerektiği takdirde, doğrudan şiddet uygulamaksızın, özellikle kolektif eylem aracılığıyla, sınırlayıcı eylem içine girmenin ve baskı uygulamanın binlerce yolu mevcuttur. Bu da bizi “cihadistler”in ikinci aslî yanlışına götürür: “Cihadistler”, müşterek noktaları öncelikli kılıp bu noktalara dayanarak, hüsnüniyet sahibi insanların olduğu dinî spektrum genelinde koalisyonlar kurmak yerine, bölünmeye neden olan meselelere odaklanmaya eğilimlidirler:

Ey (bu vahye) iman edenler! Allah’a karşı sorumluluğunuzun gereğini hakkıyla yerine getirin! Ölüm size gelip çatmadan evvel O’na kendinizi kayıtsız şartsız teslim etmeye bakın! Hep birlikte Allah’ın ipine sımsıkı yapışın ve birbirinizden ayrılmayın! Ve Allah’ın üzerinizdeki nimetini hatırlayın: Hani siz birbirinize düşman iken kalplerinizin arasını uzlaştırdı da, O’nun lütfu sayesinde kardeşler oldunuz; ve siz ateşten bir çukurun kenarındaydınız da, sizi oradan kurtardı! İşte bu şekilde Allah size mesajlarını açıkla ki doğruyu bulasınız. Öyleyse sizler hayra çağıran, meşru ve iyi olanı öneren, kötü ve yanlış olandan da sakındıran, (ümmet olmanın gereğini yapan) bir ümmet olun! İşte onlardır ebedi saadete erecek olanlar. Kendilerine hakikatin apaçık belgeleri geldikten sonra parçalanıp birbirine düşen kimseler gibi olmayın; işte bunlar için korkunç bir azap vardır.” (3:102-5. Ayet çevirileri noktasında Mustafa İslamoğlu’nun mealinden istifade edilmiştir -İştirakî.)

Elimizdeki emri bu şekilde anladığımızda, Müslümanları şeriatı kendi toplumlarında uygulamalarına mani olacak hiçbir kanun kalmaz, hiçbir güvenlik tedbiri bizi cihadımızı durduramaz:

Yozlaşmaya maruz kalıp onunla yüzleştiğimizde; fukaranın acil ihtiyaçlarına yardım ettiğimizde ve insanları fakirleştiren sosyo-ekonomik sistemleri yeniden yapılandırmak için çalıştığımızda, suçlu olanı cezalandırmak için mevcut kanunları istismar ettiğimizde ve masumu savunduğunuzda; Filistin’deki kardeşlerimize barış getirmek için Siyonizme ve aynı zamanda antisemitizme karşı direndiğimizde; Allah’a teslimiyetin çoğu zaman sivil itaatsizliği gerektirdiğini bilerek, zulme karşı dayanışma içine girdiğimizde de mücadele etmiş oluyoruz.

Çoğulcu toplumlarda ya da Müslümanların küçük bir azınlığı teşkil ettiği ülkelerde bile yumuşak başlılıkla mevcut cehaleti ve yabancı düşmanlığını sakinleştirmek veya ona uyum sağlamak yerine bizim toplumsal reformlar için can atan kesimin önünde olmamız gerekir. Bu, bizim vatandaşlar olarak hakkımız, Müslümanlar olarak da görevimizdir. Hz. İsa’nın sözüne atfen (Matta 11:15), “Kulakları olan işitsin.

Musa Garbî
15 Ekim 2014
Kaynak

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder