Ali Şeriati, yirminci yüzyılın en önemli Müslüman
aydınlarından birisidir. Sol İslam ve daha da geniş manada, devrimci İslamcılık
formülasyonlarını onsuz tartışmak mümkün değildir. Bir din sosyologu olarak Ali
Şeriati, Müslüman dünyasındaki toplumsal dönüşümün yüzleştiği birçok önemli
meseleyi ele almıştır. O, İslam Devrimi’nin en önemli ideologu olarak
düşünülmektedir. Şeriati, ilgili hareketler içinde İslam’ın sahip olduğu rol
konusunda yeterince kavrayış kudretine sahip bir isimdir.
Ortaya koyduğu eser Kurtuluş Teolojisi’ne benzer
biçimde, “Kurtuluş İslam’ı” olarak adlandırılabilecek anlayışın idrak edilmesi
noktasında epey eleştirel yüke sahiptir.
Şeriati, Gustavo Gutierrez ve Leonardo Boff gibi,
Kurtuluş Teolojisi’nin Latin Amerikalı liderleriyle çağdaştır. Eserlerinde bu
isimlerin ele aldığı teorik alanı Asyalı ve İslamî bir perspektiften
değerlendirmiştir. Ona göre, İslam, sosyal adalet ve etik bir nahda (uyanış)
ile ilgili acil ihtiyaç bağlamında, yeniden yorumlanmalıdır.
Şeriati’nin içinde olduğu yakın çevresindeki
kozmopolit İranlı göçmenlerden oluşan mahfilde bile bu yaklaşımın ne denli
devrimci olduğunu hatırda tutmak gerekir. Kendi kuşağına mensup zengin birçok
İranlı gibi Şeriati de eğitim için Paris’e gider. Doktorasını 1964 yılında
Sorbonne’dan alır. Burada en yakın ideolojik müttefikleri Tude üyeleridir:
sosyal değişime bağlı ve tutkulu olan, 1953 darbesi sonrası ülkeyi terk eden bu
insanlar, Marksist ortodoksiye bağlıdırlar. Şeriati hâlâ solcudur ancak iki
nedenden ötürü kendisini solculuktan ayrıştırmaya çalışır.
İlk neden, onun dindar olması ve dini doğası gereği
sorunlu gören her türden ham materyalizme karşı çıkmasıdır. Bu, Soğuk Savaş
süresince Müslüman solcular arasında hüküm süren ana meseledir. Bu kesime
mensup birçok insan İslam’ı gerici görmektedir.
Şeriati’nin kendisini solculuktan ayrıştırmasının
diğeri bir nedeni de İran’daki alt sınıflarda mevcut işçi dindarlığına hassas
olan şahsî dindarlığıdır. Ona göre, geleneksel solcu siyaset, işçi ve
emekçilerdeki dindarlığı kapı dışarı etmektedir.
Şeriati, Marksizmi İran toplumunu kurtarması mümkün
olmayan, başarısız olmuş bir deney olarak görmektedir. O, Marksizmin ideolojik
halefinin devrimci İslam’ın yenilenmiş bir versiyonu olacağını düşünmektedir.
Şeriati’ye göre, Marksizmin başarısız olduğu noktada, İslam’ın kullandığı
araçların yenilenmesi zorunludur. Onun İslam yorumu, görece daha otantik olan
ve aynı zamanda emekçi Müslümanlar arasında sınıf bilincini seferber etme
konusunda daha fazla şansa sahip post-Marksist, devrimci bir felsefe olarak görülebilir.
Altmışların sonunda ve yetmişler boyunca Şeriati’nin o
kadar popüler olmasının ana nedeni, bölgedeki birçok insanın özelde aynı
şeyleri düşünüyor olmasıdır. O dönemi hatırlarsak: Soğuk Savaş’ın seküler solu
Müslüman dünyada itibarsızlaşmıştır. Bunun birçok nedeni vardır: ekonomik
durağanlık, Cemal Abdul Nasır gibi diktatörlerin idaresi altında otokrasinin
sürüyor oluşu ve muhtemelen en önemlisi de, İsrail’in Altı Gün Savaşı’nda solcu
Arap milliyetçilere karşı büyük bir zafer elde etmesi itibarsızlaşmanın başlıca
nedenleridir.
Ayetullah Humeyni’nin de aralarında bulunduğu birçok
Müslüman, İslam’a alternatif politik seçenek olarak bakmaya başlar. Şeriati,
bölge genelinde ideolojik koordinatların gereğince hizalanması üzerinden,
ilgili dönemde fikirlerini yaymak için önemli bir fırsat yakalar.
Şeriati, tek bir makalede tümünden bahsetmenin
imkânsız olduğu, çok çeşitlilik arz eden bir yazı havuzuna sahiptir. Makaleler,
sanat, feminizm, dünya tarihi, sosyal sınıfların İslamî analizi ve Hac gibi
çeşitli konular üzerinedir.
Tüm bu çalışmaları birbirine bağlayanın ne olduğunu
tartışmak çok basit bir iştir. Şeriati’nin inancına göre, Müslüman dünyanın
kurtuluşu, İslam’ın modern mücadeleler bağlamında yeniden yorumlanmasına
bağlıdır. Bu türden bir revizyonizm, İslamî dinî söylemin en önemli kısmını
teşkil eder. Burada, İslam’ın aslî metinlerine dair anlayışın yenilenmesi
yoluyla kelâm ve içtihad alanında yeni gelişmelere kapı aralanır.
Şeriati, insanın ümitsizliğini dile dökme becerisini
İslam’a kazandırmaya çalışır. O, her türden hâkimiyete karşı çıkan bir İslamî
tarz üretmek niyetindedir. Ona göre dinî tutku bu üretim için hayatî önemdedir.
Şeriati, kendisini Müslüman sol olarak nitelememiştir.
Tarık Ramazan gibi düşünürlerin son dönemde yürüttükleri sol İslam tartışmaları
esas olarak İran Devrimi’nden beslenmektedir. Ne yazık ki Şeriati, 1977 yılında
Southampton’da vefat etmiştir, dolayısıyla biz ancak onun ilham verdiği devrime
dair yorumu konusunda spekülasyonda bulunabilmekteyiz.
Şeriati, İslam Devrimi’nin kendisini konsolide
etmesine neden olan, onun fikriyatındaki ana meseleye değinme fırsatı
bulamamıştır. Şeriati’nin en önemli eserlerinden biri olan Kara Şiiliğe
Karşı Kızıl Şiilik eseri bu meseleyle ilgilidir. Ona göre, tutkulu
dindarların sürdürdüğü şehitlerin halkçı dini, yani kızıl Şiilik, “kara Şiilik”
olarak etiketlediği, molla sınıfının taşıyıcısı olduğu kurumsallaştırılmış “yas
dini”ne ait yükten kurtulmak zorundadır.
Buradaki ana mesele, tutku ve öfkenin sosyal dönüşüm
için, kinik seçkinlerce yayılan suç ve matemi ezme zorunluluğudur. Şeriati’nin
sıklıkla Kurtuluş Teolojisi’ne bağlanmasının nedeni, onun kara Şiiliği
eleştirmesidir. Bu eleştiri pekâlâ Katolik Kilisesi’ne de tatbik edilebilecek
niteliktedir. Kurtuluş Teolojisi temelde Hristiyan bir vakadır; kızıl Şiilik de
Şiilik içerisinde belirli köklere sahiptir. Şeriati’nin yapısal eleştirisi,
diğer dinî kurumlara karşı geliştirdiği benzeri polemiklere de ilham vermiştir.
Mesele, bu tutku ve itirazın ille de solcu
olmamasıdır. Humeyni sonuçta söz konusu enerjiyi sağcı bir İslamî
cumhuriyetçiliğe doğru yönlendirmiştir. Devrim sonrası İran, devrimin
demokratik kazanımlarına karşı, yeni teokratik statükoyu destekleyen irrasyonel
siyasete doğru kayan tutkuyla tanımlanmaya başlanmıştır.
Şehadet kavramı konusunda Şeriati, bu fikrin ortak iyi
için kendini pozitif manada feda etmeyi anlattığını söyler. Onun “Her gün
Aşura, her yer Kerbela” cümlesi bugün hâlâ gösterilerde haykırılmaktadır ve
insanın haysiyetine değer vermeyen her türden politik duruma yönelik bir öfke
ifadesi olarak, Kerbela’da kendisini feda eden Hz. Hüseyin’e duyulan hürmeti
anlatır. Ancak şehadet kurumu, ulusun müdafaa edilmesi için gerekli bir aygıt
olarak kurumsallaştırılmıştır. Bu da İran-Irak Savaşı esnasında yıkıcı etkilere
yol açan, Besic isimli paramiliter örgütün oluşturulmasıyla sonuçlanmıştır.
Eğer Şeriati’nin post-Marksist bir güç olarak ortaya
koyduğu sol İslamcılığı fiiliyata dökülecekse, bunun Jean François Revel’in
tabiriyle, “totaliterlik iğvası”dan kaçınacak biçimde değerlendirilmesi
zorunludur.
Ancak bu noktada “post-Marksizm” teriminin de
eleştiriye tutulması gerekir. İran Devrimi, İslamcılığın Marksizmin alternatifi
olabileceğine dair fikirle harekete geçmiştir. Bu yaklaşım da “ne Doğu ne Batı,
İslam Cumhuriyeti!” sloganında ifadesini bulmuştur.
Mesele bu kadar basit değildir. Bugün ortalıkta
“post-Marksist” olduğunu iddia eden çok sayıda felsefeci var ama aslında bunlar
“post-sovyetik”. Şeriati ve çağdaşlarının önemli bir bölümü Marksizmin
hatalarını tartışırken, Sovyetler’deki devlet kapitalizminin ortaya koyduğu
sonuçları kastediyorlar. Sovyetler’in etik konumunu ve ateist yaklaşımını
eleştirirken, geç döneminde Marx’ın ortaya koyduğu çapraşık “bilimsel
sosyalizm”e odaklanıyorlar.
İronik olan şu ki, Marksizmden kopmak için bu
yazarlar, esasında ilk dönem Marx’ın geliştirdiği benzer noktaların önemli bir
bölümünü İslamîleştiriyorlar. Şeriati’nin kızıl Şiiliği bunun güzel bir örneği.
Marx da bu yaklaşımı, Hegel’in Hukuk Felsefesinin Eleştirisine Katkı’daki
ünlü din tanımına muhtemelen yakın bulacaktı:
“Din,
aynı zamanda hem gerçek ıstırabın ifadesi hem de gerçek ıstıraba karşı
protestodur. Din, mazlum varlığın iç çekişi, kalpsiz dünyanın kalbi ve ruhsuz
koşulların ruhudur. Din halkın afyonudur.”
Bu noktada Şeriati Marx’tan kopuyor mu? Ben pek emin
değilim. Her şeyin ötesinde onun dinî pratiğin tutkulu yanını ortaya çıkarma
arzusu, “mazlum varlığın iç çekişi”ne epey benziyor. Dahası, onun kara Şiilikle
esas derdi, kara Şiiliğin Şii İslam’ını “halkın afyonu”na doğru çarpıtmasıdır.
Bu, önemli bir teorik meselesidir zira ilgili husus,
devrimci İslam’ın en etkileyici yönlerinden birisidir. Devrimci İslam
dairesindeki birçok insan, Marx’ın asla öngöremeyeceği bir biçimde, hümanist
Marx’ın tartıştığı konuları İslamî bir müdahaleyle tartışmaktadır.
Bilal Ahmed
Nisan 2014
Kaynak
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder