1 Ocak 1965’de Filistinliler, Asifa [“Fırtına”]
güçleri olarak bilinen silâhlı mücadele birlikleriyle İsrail’e bir saldırı
gerçekleştirirler. Bu saldırı, Filistin Devrimi’nin (savra) fitilini
ateşler. Milliyetçi bir nitelik arz eden Filistin mücadelesi, 1967 6 Gün
Savaşları sonrası ideolojik bir kırılma yaşar.
Merkezi Beyrut’ta olan Arap Milliyetçileri Hareketi,
1967 sonrası kendilerini Marksizmle tanımlayan FHKC, FDHKC, FHKC-GK ve KEÖ gibi
alt örgütlere bölünür. Örgütlerde hâlâ varlığını sürdüren Arap milliyetçiliği,
Enver Sedat’ın İsrail ile barış görüşmeleri yapması ile iyiden iyiye çözülür.
Marksizmle, özellikle Maoizmle kurulan ilişki de 1979
İran Devrimi ve Çin’in Mao’nun ölümü sonrası Filistin’e yönelik yaklaşımının
değişmesiyle kırılma yaşar. Maoist kökenli Filistinli devrimcilerin bir bölümü,
bu momentte İslamcılaşırlar. Kitle çizgisinin (hattü’l cemahir)
genişlemesi gerekmektedir, bu sebeple, eski kavramlar yerlerini İslamî
terimlere bırakırlar. Böylelikle fedainin yerini mücahid alır. Corc Habeş gibi
isimler bile, Müslüman Kardeşler ve kimi FKÖ savaşçılarının bir cihad örgütü
kurmalarını desteklerler. Zâlime karşı, varolan tüm imkânların seferber
edilmesi şarttır.
Maoizmin Fetih içerisinde güç kazanmasının önemli bir
nedeni, Arafat çizgisinin Sovyetler’in tezlerine yakın durması, Ürdün’de güç ve
konum elde etmek isterken, yaşanan bu ayrışma sonrası gerillaların 1970’te
bölgeden kovulmalarıdır. Sovyetler’in güttüğü “ne savaş ne barış” siyaseti
yaralara merhem olmaz.
Kitle çizgisinin genişlemesi noktasında İran Devrimi
önemli ipuçları sunar ve hareket giderek İslamîleşir. Maoistlerin kimi
örgütlerinden İslamî Tevhid Hareketi türünden yapılanmalara ciddi kaymalar
yaşanır. Örneğin Maoistlerin kurduğu Jarmaq Birliği üyesi Enis Nakkaş, İran’ın
Fransa ile yaşadığı mesele üzerine, Şah’ın son başbakanı Bahtiyar’a karşı
Paris’te düzenlenecek suikastı gerçekleştirecek timin içinde olan bir isimdir.
Yoldaşlarından İmad Mugniye, sonrasında Hizbullah’ın önemli isimlerinden biri
olur.
İslamî Cihad’ın fikir babalarından olan Münir Şefik,
1965’e kadar Ürdün Komünist Partisi üyesidir. 1968’de Fetih’e katılır. Bir süre
Maoist siyasete bağlı kalan Şefik, 1979’da İslamcılaşır. Yaptığı genel bir
değerlendirmede, kitleler zemininde hareket etmenin, kitlelerin ruhuna ve
nabzına yabancı olmamanın, kitlelerin üzerinde yükseldiği mirası temel almanın
üzerinde durur. Marksizmden uzaklaşmasını, onun batılı niteliğine, kitleleri
görmemesine, İslamî olanın devrimciliğine ve kitleselliğine değer vermemesine
bağlar. Zira ona göre, Filistin “Tevhid’in adı hâline gelmiştir.”
Silâh, meseleleri sadeleştirir, çok daha kısa sürede
anlamlı ve derinlikli hamleler yapmayı gerektirir. Bu yüzden silâhlı mücadele
verenlerin kitleleri görmediğini, önemsemediğini düşünmek, düşman güçlerin
içeride yürüttüğü kara propagandadan başka bir şey değildir.
Yukarıda anlatılan kısa hikâye de Filistinli direniş
gruplarının her daim kitlelere akan küçük dereler misali hareket ettiklerini
göstermektedir. Lafla, bir tepeye ya da rahat bir koltuğa kurulup, kitleleri
gördüğünü söyleyenlerin anlamadığı husus budur.
Silâh, şahsî bir tercih değil, mücadelenin emrettiği
bir olgudur. Onca zulme karşı, mazlumların karşı koyma hakkını onlardan çalmak
isteyenler, mazlumları, kendilerini ölçü alarak, şahıslara bölmek ve o şahıslar
içinden kendilerine uygun olanlarını yanlarına almak niyetindedirler.
Bu solun son Sarıgazi vukuatı da liberalizmin aynı
düzlemde dışavurumudur. Savaşan bir örgütün savaşçılığına dil uzatamayanlar,
savaş kaçkınlığını liberal güzellemelerle örtbas etmek istemektedirler. Burada
temelde savaşın ve silâhın tasfiye edilmesi teşebbüsü söz konusudur.
“Uyguladığın şiddet, düşmanı güçlendiriyor, mücadeleyi eziyor” feveranının
kopartılmasının nedeni de söz konusu liberalizmdir.
Düşman, devrimciyle doğrudan konuşup ona laf
geçiremediğinden, sahaya bu tip ajanlarını sürmektedir. Bugün soldaki PKK
düşmanlığının bir boyutu da budur: “Senin yüzünden bu devlet bu kadar güçlü ve
muhkem!” Oysa uygulanan şiddete suç bulmak yerine, düşmanın güçlenmesine karşı
adımlar atmak elzemdir.
Filistin kurtuluş hareketinin bütün olarak başarı
kazanamamasını doğrudan doğruya silâha bağlayanlar da aynı mahfillerin
mensuplarıdır. Filistin, Kozo Okomato’dan (Japonya) Patrick Argüello’ya
(Nikaragua) kadar birçok gencin, uluslararası tugaylar bünyesinde bölgeye
geldiği, izcilik veya tracking yapıp eğlendiği bir yer değil, genel devrimci
çemberin merkezidir. O, halkın, sınıfın, milletin veya dinin kurtuluşu için bir
arayışı olan herkesin dönüp bakacağı devrimci bir kıbledir.
Filistin’siz bir dünya özlemi, burada antisemitizm
eleştirileriyle dile getirilmektedir. Avrupalı efendilerin antisemitizmiyle
Filistinlilerin direnişini yan yana getirerek, Filistin’i
değersizleştireceklerini zannetmektedirler. O nedenle Foti Benlisoy gibi
“update” edilmiş bir reformizmin şampiyonları, önce mahalledeki cepheye
küfretmekte, sonra da Yahudilere sahip çıkmayı görev bilmektedirler. Onun
Türkiye’de milyonlarca Yahudi işçinin sendikalarda ve fabrikalarda verdiği hak
mücadelesine öncü ve akıl hocası olmak istemesi, dolayısıyla onları korumaya
niyetlenmesi tabii ki doğaldır. Daha Gazze’ye ilk bomba düşer düşmez,
“antisemitizm” yazıları yazması da anlaşılır bir durumdur. Kitleleri
görmemekle, anlamamakla eleştirdiği devrimciler, halkın değerlerini
sahiplendiğinde gerici ve faşist olmakta, ama kendisi şu lafı ettiğinde
sosyalist olmaktadır:
“Filistin
mücadelesinin en güçlü olduğu an, kitlesel mücadelenin başrolde olduğu,
direnişin esas itibariyle halka dayandığı 1. İntifadaydı.”
Burada açık bir silâhlı mücadele düşmanlığı söz
konusudur. Filistin’de halka dayanmayan bir intifadanın gerçekleşme ihtimali
sıfırdır. Foti’nin bu sözü etmesinin nedeni, onun hep popüler olana bakması,
bugün de popüler gördüğü bir konunun, Filistin intifadasının kendisindeki
reformizmi boşa düşürmesinden korkmasıdır. Onun izlediği filmleri, okuduğu
romanları, dolayısıyla rahat ve huzurlu ortamını yazarken kaçırdığı, rahatsız
ve huzursuz olanların böylesi savaş momentlerinde daha da kitleselleştiğidir.
Foti, muhtemelen 24 Temmuz’da, Siyonistlerin ve
işbirlikçilerinin Gazze’den ayırmaya çalışmasına rağmen, Batı Şeria’da yürüyen
on binlerce Filistinliyi görmüştür, ama o kitle Foti’ye göre, halk sıfatına
layık değildir. Bunun nedeni, muhtemelen, o kitlenin “bu can bu kan sana feda
ey Kassam!” diye bağırmasıdır.
Foti’nin güçten anladığı, batılı, modern ve laik
olmaktır. Bugün intifadanın halka dayanmadığını söylemek, Filistinli
direnişçilere edilmiş bir küfürdür.
Foticiliğin kalemini sivrilten, devrimci
düşmanlığıdır. O, bir yılbaşı günü sevgilisi olduğu hâlde gönül eğlendirdiği
kadından “tokat” yediğinde, bu kadar liberal ve pro-feminist değildi. Ama
devrimciler, bir mahalle savunmasını kendi halk anlayışı uyarınca
gerçekleştirdiğinde, hemen “IŞİD, faşizm” etiketlerini yapıştırmayı bildi. Ona
göre, devrimciler “ülkücü”, yani “bir fikrin dünyayı değiştirebileceğini
zanneden ahmaklar”. Hâlbuki devrimciler, mücadelenin kolektif, pratik
gereklerini yerine getirme noktasında, “uyuşturucuya ve fuhşa” savaş açıyorlar.
Yani kafalarında bir ideal olarak böylesi bir savaş fikri var da bunu kitlelere
dayatıyor değiller. Bu liberalizmi Filistin üzerinden buraya da öğütleyen Foti,
bir tasfiye işlemine ortak oluyor. Sansürcülerin ve tasfiyecilerin tek yaptığı,
devrimciliğe karşı hamle yapmak.
Bir liberal, kurulduğu tepeden veya koltuktan, savaş
alanına bakıyor: “Sizin silâhınız karşı tarafı güçlendiriyor” diyor. Tek
görebildiği bu. Siyaseti kendisinden doğru kurduğu için, o, rahatın ve huzurun
siyasetini öğütlemekten başka bir şey yapmıyor. Dolayısıyla bu orta sınıf
siyaseti, bir anda, Fetoculuğun yanına düşüveriyor. Zira Fethullah Gülen,
Filistin’le ilgili şunu söylüyor: “Filistin’deki işgalin bitmemesinin sebebi,
Yahudilerin değil, Arab silâh tüccarlarının menfaatlerinedir.” Ve Feto devam ediyor:
“O bombaların altında endişe duyan Yahudi çocukları karşısında yüreğimin yağı
erir. Yahudi çocukların başında patlayan bombalar içimde patlıyor gibi.”
Filistinli çocuklar için gıkını çıkartmaz ama. İsrail’in olduğu bir gerçeklikte
rahat ve huzurlu yaşamanın reçetelerini sunar, Foti kardeşi gibi. O da Feto
hocasının izinden giderek, silâh tüccarlarına, İsrail’in güçlenen ordusuna,
Yahudi çocuklarına kilitlenir. Öbür tarafa ise ancak yıllar sonra çekilen bir
film, yazılan bir roman vesilesi ile bakabilecek anlaşılan. “Bugün burada olan
savaştan rahatsız olanları örgütlemeyi istemek ne zamandır sosyalistlik?”
sorusunun cevabı o romanlarda, filmlerde yok maalesef.
“Orta sınıf” denildiğinde, hemen ekonomi ve sosyoloji
notlarına sarılanların anlamadığı husus, burada ideolojik-politik bir yönelime
işaret edildiğidir. Filistin’de ya da Sarıgazi’de olan biteni ekonomi ve
sosyoloji notlarıyla anlamaya çalışmak, aslında söz konusu ideolojik-politik
yönelimi gizlemek içindir.
Filistin kurtuluşuna örgütlenmiş bir silâhın, silâha
örgütlenmiş bir kitlenin emrettiğini soyut ve boş ekonomi-sosyoloji notları ile
savuşturmak mânâsızdır. Bu, o notların sahiplerini işaretlemekten başka bir işe
yaramaz.
İşaret edilecek olansa, kolektif mücadele, o
mücadelenin tüm araçlarıdır. Sömürüye ve zulme karşı mücadele, kesinlikle
kendimize işaret etmeye indirgenemez.
Bugün Filistin davası, dinî, millî ve sınıfî bir
kopuşun alametidir. Kendi varlığını dinin, milletin, sınıfın ya da devrimin
bizatihi varlığı zannedenlerin anlamadığı esas husus budur.
İçimizdeki ve dışımızdaki Siyonistlere, fetoculara,
bilcümle reformiste inat, yaşasın 3. İntifada!
Eren Balkır
25 Temmuz 2014
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder