Özel davetiyeli konferans, Ankara’da bir otel
salonunda gerçekleştirildi. Kürd’ün mücadelesi silâhsızlaşınca, geri kalan
varlık, liberalizmin öncülüğüne kul edildi. Mason localarının özel insanları,
özel davetiyeleriyle, “halkın dertlerini ve öfkesini nasıl etkisizleştiririz?”i
tartıştılar.
Düşmanın toplu, kütlesel, genel ve yaygın saldırısı
karşısında birileri, benlikleri ve öznellikleri ile var olabilecekleri kişisel
kovuklar oluşturabileceklerini zannettiler. Düşmana birey noktasından karşı
konulmasını önerenler, düşmana teslim olduklarını verili olarak kabul
etmişlerdi aslında.
“Kurtuluş yok tek başına, kurtuluş hep birlikte”
sloganı da bu bireyciliğin ve liberalizmin yansıması. Zira slogan, çağırdıkları
ile var. Bu söz, yoldan geçenleri önce bireylere bölüyor ve sonra o bireylere
sesleniyor. Böldüğü ve seslendiği bireyi, kurtuluşun kendisinden geçtiğine ikna
etmeye çalışıyor. İkna gayreti, ister istemez, sözün ve eylemin yoğunluğunu
düşürüyor. Tersten, sözün ve eylemin yoğunluğu düştüğü için ikna etmeye ve
bireye bakılıyor. Temelde sol, zaten ezilen, halk ve işçi olmak istemeyenleri
örgütlemenin adı oluyor.
Kürd’ün birey derekesine indirilmesi de buradan
anlaşılmalı. Toplu, kütlesel, genel ve yaygın saldırıda bireyin esamisi
okunmuyor. Bireyin ismini öne çıkartmak, altını çizmek ise sola düşüyor. Bu,
temel, aslî direnç ve direniş biçimi olarak yüceltiliyor. Oysa farkında değil
kimse ama öne çıkartılan, altı çizilen de düşmanın birey tasarımı. Bu klasik
fil avcılarının kullandığı yöntem: birileri tuzağa düşmüş fili bir güzel
dövüyor, sonra başka renkte kıyafetler içindeki ekip gelip, filleri o tuzaktan
kurtarıyor ve besliyor.
Kurtulduklarını ve artık iyi beslendiklerini
zannedenler, kimlere hizmet ettiklerini asla görmüyorlar. Yani kimse, bir
otobüste yanına biri gelir diye oturma şekline dahi dikkat etmiyor. Sinemada
birileri rahatsız olur mu diye düşünmüyor. Kendi bireysel projelerini herkese
dayatıyor. Bu bireyci varoluşun "özgürlük" gibi büyülü, tılsımlı bir
adı da var üstelik. Faşizm vurdukça, en liberal yerlerimiz kabarıyor. Onun
ahlâkını ve hukukunu bireyin ahlâkı ve hukuku ile yenebileceğimizi
zannediyoruz. Kürd olmaktan sıkılmış, “tüm çelişkilerin kaynağı benim, ben
olmasam bu dertler de olmaz” deyip Kürdlüğünü intihara sürükleyen yeni liberal
bireyler kaplıyor ortalığı. “Bu zamana kadar bize yüz çevirdiniz, şimdi siz
görürsünüz” diyen bir kin bileyleniyor sosyalistlere karşı Kürd çevrelerinde.
Aynı rezil kin, sosyalist çevrelerde hep vardı, daha da keskinleşecek gibi
görünüyor bundan sonra. Belki de sosyalistlerin meseleleri için kılını
kıpırdatmayacak bir Kürd siyaseti örgütleniyordur, kimbilir.
Bu keşmekeş içinde örgütler, bireysel acıma
duygularına hitap ediyorlar. Bireyin önemsenip önemsenmemesi üzerine kuruyorlar
teorilerini, ideolojilerini, politikalarını. Toplumdan en fazla söz eden,
aslında bireyin altını çiziyor. Sınıf, mazlumlar vs. “toplum” sözcüğü kadar
ikna edici gelmiyor artık. Bireyle muhatap olmak, kendi bireyliğimizin muhatap
alınmasını amaçlıyor. O bireyliğin de kolektif devrimci mücadelenin konusu
olduğu günleri nihayet geride bıraktık, şükür! Yani Kürd, çektiği Bahoz filminde
özeleştiri mekanizmasını tiye alıyor mesela. Bireyin ezilmesi düzeyine
indirgeniyor tüm sömürü ve zulüm.
Kürd kadar kadın da işçi de birey derekesinde ele
alınıyor. Bireyi imleyen birer metafordan öte bir anlamları yok bunların. O
nedenle özel davetiyeli localara doluşmayı maharet sayıyoruz. Bu localarda adam
yerine konulmak, iş zannediliyor. Biri bildiride “inanç” kelimesine, diğeri
“halk önderi” kelimesine hapsolmayı, o kelimeyle vücut bulmayı yeterli sayıyor.
Bireylerarası muhataplık düzeyinde kelimeler, altın değerinde oluyorlar.
Her para, altın karşılığında değer kazanıyor. Para
gibi olmak isteyen bireylerin altın rezervi, kelimelerden oluşuyor. Düşmanın
kelimeleri… Kelime olup cümle içinde kullanıldığında, uyduruk bir anayasa
metninde geçtiğinde, her şey hallolmuş oluyor. Tüm bunlar, yenilmişliğimizin
birer sonucu aslında. O kelimeler, neden yenildiğimize ve nasıl kazanacağımıza
dair sözden ve eylemden kaçırılıyor artık.
Düşmanı belli açıdan geri adım attırmaya çalışmak
mümkün. Bu ise devrimci mücadelenin kolektifleşmesi, kütleselleşmesi ve
kökleşmesi bağlamında anlamlı. Kendi öznelliğimizin altını çizmek için değil.
Bu öznelliğin altını çizmek, bireyin birer metaforu olarak Kürdlüğün,
İslamlığın, solculuğun, liberalliğin ya da Alevîliğin korunması için yapılmış
bir hamle. Bunların tek tek, kendi bütünlükleri içinde korunması noktasında
herkes zorunlu olarak liberal oluyor. Liberalizm, bunlar arasındaki etkileşim
kanallarını tıkıyor. Mısır’ın ve İsrail’in Gazze tünellerini kesmesi misali… Bu
koruyucu politika, belirli bir muhafazakârlığın tecessümü oluyor aslında.
Bunlar, bu ülkenin değerlerini, varlık nedenlerini, payandalarını, çıkarlarını
korumayı iş edinenleri daha iyi anlıyor. Yani “düşmanla mücadele etme ki ona
benzemeyesin” diyenler, daha fazla düşmana benziyorlar. Bu sözü sarf edenler,
düşmana değmeyecek, özel yasalar, özel mekânlar ve özel bir hayat tasavvuru
satmayı seviyorlar. “Özerklik” diye diye en fazla bireye sesleniyorlar.
Sömürünün ve zulmün kalelerini yıkıp geçecek o halkın coşkun akan selinden
korktukları için bu tür tasfiyeci adımlara meylediyorlar. Korktukları ve
milleti korkuttukları o düşman konuşuyor onların dilinde.
Kürd silâhı bırakınca, ortalığı böylesi bir liberalizm
sarıyor. Zaten liberal olanlarla liberal olmayı tek kurtuluş görenler, otel
köşelerinde kulis yapma imkânına kavuşuyorlar. AKP’nin liberal dayanağı, Kürd
siyaseti üzerinden apartılmaya çalışılıyor. Bu dayanağın sınıfsal olandan
azade, bireysel tercihlerden ari bir yanı yok. Yani liberaller, kurt misali,
puslu havayı seviyorlar ve sınıfsal varoluşları gereği, nereye gideceklerini
içgüdüsel olarak iyi biliyorlar. Nereye gidiyorlarsa, oraya saldırmak gerekiyor.
Kulisin başında, Apo’ya da özel selâmı iletilen ve
yıllardır liberalizmin şampiyonluğunu yapmış olan bir “Yahudi” duruyor. Gelen
geçenden davetiye topluyor. Locaya giriş izni, ondan alınıyor yani. O
lütfediyor bu âleme giriş iznimizi. Para onda çünkü. Kürd’e, Rum’a ve Ermeni’ye
karşı bir iradeyle bu ülkeyi kendi çıkarları uyarınca kuran “Yahudi” ile
yoldaşlaşmak kalıyor. Onun ağzından dökülecek bir kelime olabilmek için
verilmiş oluyor onca şehid. O "Yahudi"nin gerçek Musevi ile ilişkisi
bulunmuyor ayrıca.
Bu tip localarda olup biten, düşman nezdinde değersiz
oysa. Altın rezervi, yani kelimelerin tüm bağlamı onun kudretinde. Bu kudrete
karşı liberalizm, “ona karşı mücadele etmeyin, yoksa ona benzersiniz” diye
korku salıyor. Bu sözün düşmanın sözü olduğu açık değil mi? Mücadeleyi
öldürmeyi kim ister başka? Kim eylemci, devrimci, militan kelimelerini tarihin
çöplüğüne atıp bireyselliği işaretleyen “aktivist” olmayı tercih edebilir?
Aktivist, bireysel tercihe, vicdanî bir yönelime, aklî bir meraka denk düşüyorken,
diğerleri tarihin tüm kirini yüklenmeyi göze almayı, yoldaşlaşmayı, başkalarına
göre kendini yıkıp kurmayı anlatıyor. Kürd’ün silâhı düştü diye tüm
silâhlarımız elimizden alınmak isteniyor, farkında olmadığımız bu.
Farkında olmadığımız, eylemci, devrimci ve militan
olarak düşmana göre ve ona karşı mücadele etmenin bile elimizden çalındığı.
Aktivist kılınarak, taçlandırılarak bize en fazla uzlaşma öneriliyor. Her şeyde
uzlaşma, önerdikleri bu. Zamanında Norveçli “bilim insanları”nın insan beyninde
komünistliğe neden olan bir yer bulmaları gibi, bunlar da bizi karşıt kılan,
mücadeleye sevk eden yerleri temizlemeye kararlı. Birinin söz konusu locada
çıkıp cinsel, “interracial” fantezilerini konuşturmasının nedeni de burada:
“Güney Afrika ziyaretimde gördüm ki hâlâ orada siyah ten beyaz tene değmiyor.”
Kendi teni, kendi hazzı için aktivist olduğu açık değil mi bu zatın?
Gencay Gürsoy ise “Hükümet, dağdan ovaya inilip
siyaset yapılmasını önermişti. Fakat mitingler, eylemler, hatta basın
açıklamaları bile çok abartılarak polis şiddetiyle önlenmeye çalışıldı. Bu,
gelecekte güçlük yaşayacağımıza dair işarettir” diyor. Loca faaliyetinin
çıkışsız ve anlamsız olduğu bu ifadelerde de karşılığını buluyor. Demek ki loca
faaliyeti, düşmana göre ve ona karşı değil, sol siyaset içine dönük bir hamle
olarak gerçekleşiyor. Hâlâ CHP’den medet ya da minnet umulması da bunun
göstergesi.
Onca edebiyattan sonra siyasete atılan Sırrı
Süreyya’nın Apo ile ilişkisi de bu bireylik düzeyinde gerçekleşiyor. İlişki,
ikbal ilişkisine dönüştüğünden, o, mevcut bireysel muhabbetin sınırlarını
aşamıyor. Ona altı boş bir “Apoculuk” kalıyor bu locada. Locanın sonuçlarını
“Apo’ya iletelim” önerisi, onun hanesine yazılıyor. Apo, Sırrı’ya “sen Türk ve
Sünnisin, oraya baksana” diyor, o ise Ankara’nın özel mekânlarından hiç
çıkamadığı için bu talimatı da anlamıyor. HDP başkanlığına indirgenmiş bir
ikbal, ona yeterliymiş gibi görünüyor.
Che’nin Jose Marti’den miras sözüne atfen: “yüzünü
bile görmediğin insanlar için ölebilen” Kürd’ün karşısında, bugün “başkasının
yüzüne bile bakamayanlar” duruyor. Yüz, yüzümüz, öfke ve dert haritası… Bu
haritayı yırtıp atanların yüzsüzlüğü siyaset, siyaseti yüzsüzlük zannetmeleri
kaçınılmaz görünüyor. “Kapansın el kapıları, yok edin insanın insana kulluğunu,
bu davet bizim” sözünün özel değil, genel bir çığlık olması gerekiyor. Özel
davetiyeli mason localarının söz konusu daveti anlaması mümkün değil.
Eren Balkır
27 Mayıs 2013
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder