Pages

05 Mayıs 2013

1 Mayıs, Taksim, Tarih ve Mekân

5 Mayıs itibarıyla Ankaragücü 2. Lig’e düştü. Onurlu bir mücadelenin genç savaşçıları, hilenin, ayak oyunlarının, rantın, şikenin ve kayırmacılığın kol gezdiği futbol kuyusunun dibine gönderildiler.

Ankaragücü, bizzat işçilerin kurduğu bir futbol takımı. Belediyelerin, şirketlerin takımı olamadığı için düştü. AKP’nin ipine tutunmadığı için ipi çekildi. Başındaki “MKE” ise sadece MKE işçilerini simgelediği, takım onlara ait olduğu için orada. Bu ülkede 1 Mayıs’ları ilk kez kutlayan işçilerin toprak sahalarda inşa ettikleri bir mevzi o. Önce bürokrasinin, sonra sermayenin kuklası olmanın cezasını çekiyor şimdilerde. İşçilerin takımı, emekçi yoksul taraftarın ve gecekonduların omuzlarında hâlâ taşınmaya devam ediyor.

Yirmilerde bu devletin başları, takımın da parçası olan bir işçiyi işten çıkarttıklarında, komünistlerin de müdahalesiyle, kapsamlı bir grev örgütleniyor. Ankaragücü kitlesinin güç verdiği bu grev, Cebeci’de yürüyüş kolu olup 1 Mayıs kutluyor. İmalat-ı Harbiye işçileri, komünistlerin eksik ve cılız varlığına ses veriyorlar o günlerde.

Ey işçi…
Bugün hür yaşamak hakkı seninken
Patronlar o hakkı senin almışlar elinden.

Burjuvazi ve devlet, AKP şahsında bu tarihi silmeye ahdetmiş. “Ak” sözcüğü, egemenler için yolu temizlemekten gayrı bir anlama sahip değil. Ankaragücü’nün Melih Gökçek operasyonuna kurban edilmesi bu yüzden. Futbol âlemi, bir işçi takımına asla tahammül edemiyor, şirketleri seviyor. Bugün solcular, Ankaragücü’nün işçi takımı olduğunu unutmuş olabilirler, ama sermaye asla unutmuyor. İşten atılan işçi için Ankara’yı sallayan o fabrika işçilerini, işçilerle beraber yemek yiyen futbolcuları hafızasından hiç çıkartmıyor.

Sa’yınla edersin de “tufeyli”leri zengin
Kalbinde niçin yok ona karşı yine bir kin?

1977 1 Mayıs’ının da kaderi bu. Taksim Meydanı, Futbol Federasyonu başkanı Demirören’in İstiklâl’deki AVM’sine uygun bir içeriğe ve biçime kavuşmak zorunda. Topuklu ayakkabılar ve para çantalarına yakışan bir mekânın örgütlenmesi zorunlu. Uluslararası sermaye kuruluşlarına takdim edilecek bir vitrin olarak Taksim’e artık “çer çöp”ün girmemesi gerek. Nasırlı eller, yırtık pabuçlar, öfkeli yüzler istenmiyor bu mekânda. O yüzleri artık sol da görmek istemiyor. O da istek ve emir üzerine başka yerlere, başka semtlere göç ediyor. Taksim’in anlamını ve değerini en önce o unutuyor.

Ankara’da Çankaya Belediyesi başkanının karısı, geçmişte “ben Konur’da, Karanfilde ve Yüksel’de rahatça yürüyemiyorum” demesi üzerine zabıtanın oradaki işportacılara saldırmasında da aynı nefret ve tiksinti gizli. Bu işportacıların eylemini örgütleyen sol ise yazdığı bildiride, “sokakları asıl kirleten mendilci çocuklar, tinerciler” diye hedef gösteriyor. Böyle bir solun bugün Taksim’de ve civarında kopan fırtınayı anlaması ve buna uygun adım atması zor.

Rahat yaşıyor, işçi onun emrine münkâd;
Lâkin seni fakr etmede günden güne berbâd.

Ali Ağaoğlu, bir ölüm orucu şehidinin de olduğu mezarlığı, rant sevdasına, dümdüz etmiş. Buna ses çıkarmayan bir “devrimcilik” çağındayız artık. Plazalar, lüks gettolar, yaşam alanları Taksim’i gasp etmeye kararlı. Çukur bahane, asıl dert, solun ve işçi sınıfının tarihini silmek, mekânını düzlemek. Zamanımızı liberaller, mekânımızı muhafazakârlar çalıyorlar. O yüzden muktedir oluyorlar. Faşizm, Taksim’e uzanan liberal yolu temizliyor. İşi bu.

Zenginlere pay verme, yazıktır emeğinden.
Azm et de esaret bağı kopsun bileğinden.

Esaret bağının kopartılmasına dair her emarede, her işarette devlet, sermaye adına tepki geliştiriyor. “Ben, örneğin 15-16 Haziran’dan beri aynı devletim” diyor ve gene köprüleri kesiyor. Ama devrimci güçler, her seferinde daha fazla dağınık olduğunu beyan etmekle yetiniyorlar. Devlet, güçlü ve diri olduğunu ortaya koyuyor, devrimcilerse kendi ideolojik esaret bağlarına takılıp düşüyorlar. Ama direnenler hâlâ var ve hâlâ zulme eğilmeyen boyunlara kızıl fularlar sarılıyor.

Sen boynunu kaldır ki onun boynu bükülsün.
Bir parça da evlatlarının çehresi gülsün.

Evlâdımız Dilan… Devlet ve burjuvazi uşaklığı ile İslam olmayı karıştıran bir yazar, zalimle, sömürenle imzaladığı akit gereği, onu bizden almak istiyor. Dilan, aylardır direnen tekstil işçilerinin kızı. Emeğimizi çaldıkları yetmiyormuş gibi, kızımızı da çalmaya cüret ediyorlar. “Diri diri toprağa gömülen o kız çocuklarının günahı neydi?” diye soran Kur’an’ı yırtıp atanlar, bugün müstekbirler adına diri diri gaza boğuyorlar onları, kafalarını parçalıyorlar. Gayrinizamî, kendi burjuva hukuklarının dahi dışında kuralların işlediği bir günde, emekçinin direnme ve savaşmaya dair devrimci hukukunu işletmesine mani oluyorlar. Kendi mezarlarını kazıyorlar.

Ey işçi…
Mayıs birde bu birleşme gününde
Bişüphe bugün kalmadı bir mani önünde…

Böylesine direşken evlâtlarımız, kardeşlerimiz varken örgütler, hâlâ birer flama olarak gezinmeyi tek çare sayıyorlar. Tek bayrakla tek bir hedefle düşmana yüklenmenin önündeki mani, örgüt zihinlerindeki şüpheler. Gaz bombalarının sisini iradeyle dağıtmak kolay, ama bu şüphe bulutunu dağıtmak hâlâ çok zor. “Taksim fetişi” diyenin ağzına terlikle vurulmalı.

Baştanbaşa işte koca dünya hareketsiz;
Yıllarca bu birlikte devam eyleyiniz siz.

Gelecek sene 1 Mayıs’ta o koca dünya hareketsiz kılınmalı demek ki. Bir ya da birkaç gün öncesinden grevler örgütlenmeli. En geniş kitlesel katılımla bizden gasp edilen geri alınmalı. Tarih silinirse mekân düzlenir, mekân düzlenirse zamanın çarkları asla bizim lehimize dönmez. Dönmeyecek.

Patron da fakir işçilerin kadrini bilsin
Ta’zim ile, hürmetle sana başlar eğilsin.

Patronun kadir bilmesi mümkün değil. Hele ki sinmiş bir işçiye hürmetle yaklaşması imkânsız. Solun başının eğilmesi şart ama. O, sınıfın örgütlülüğüne biat etmeyi bilmeli. Bir işçi eyleminde işçiler saldırı anında kenetlenirlerken, küçük burjuva, çil yavrusu gibi dağılıveriyor. Bu direşkenlikte pişmek, o yoldaşlıkta yanmak zaruri.

Dün sen çalışırken bu cihan böyle değildi.
Bak fabrikalar uykuya dalmış gibi şimdi.

“İktidara karşı mücadele hafızanın nisyana, unutmaya karşı mücadelesidir” diyor Milan Kundera. Vaktiyle kendisi, unutturanların safında yer almışsa da, laf yerinde. Sahibi hain diye söz değerinden bir şey yitirmiyor. Sınıfa 15-16 Haziran ya da Taksim 1977 unutturulmak zorunda. 1977, bizim için hem yenilgi hem de büyük bir zafer. Taksim’de ısrar etmenin, bu yenilgi edebiyatını sürdürmek veya söz konusu zaferi putlaştırmak, oraya kazık çakmak, nostaljiye gömülmek gibi tehlikeli bir yanı var. Bu momentte ise, Taksim bayrağını yükseltmek, sömürü ve zulme karşı mücadelenin hafızadaki yerini belirginleştirmek gibi bir öneme sahip.

Herkes yaya kaldı, ne tren var, ne tramvay
Sen bunları hep kendin için şan-ü şeref say…

İnternet kesilip Twitter ya da Facebook’suz kalınca, ancak o vakit, öfkelenecek olanların bu hafızayla bir işi yok. Geçmişe ait unsurlar, onlar için vitrin süsünden ibaret. Şan ve şeref sayılacak bir pratiğin dışında emeğin gücünü görecek ve örgütleyecek irade, siliniyor. Bugünün çaresizliğinde tüketim ideolojisinin kuklaları olmaya terk ediliyoruz. Taksim, su gibi, mücadelenin kanını taksim ediyorken, bugün kanalizasyona, rögara akıtılıyor kanımız. Üzerimize kanalizasyon suyu sıkılıyor. Düzenin bekçileri, kendilerini boğacak lağımı bize karşı silâha çeviriyor. Bizse hâlâ Marx’ın tabiriyle, “öküz derimiz”in derdindeyiz. Onu yırtmadan bir olamayacak, bir olarak ilerleyemeyeceğiz.

Birgün bırakınca işi halk şaşkına döndü.
Ses kalmadı, her velvele bir mum gibi söndü.

İktidar, her zamanki gibi yalan söylüyor. Yalana örgütlendiği için ağzından çıkan söz, mecburen hakikate savaş açıyor. Müslümanlık ve besmele bile ağızda tüm hakikatini yitiriyor. Sakıza dönüşüyor. Millet oyalanıyor böylelikle, yalandan bir kitle inşa ediliyor. Yalanın mumu “inşaat çukuru” değil, ideolojik gerekçelerle Taksim’i yasak ettiğini söylediğinde sönüveriyor. O velvele, dindirilmeyi bekliyor.

Sayende saadetlere mazhar beşeriyet;
Sen olmasan etmezdi teali medeniyet.

Bunların medeniyeti tek dişli. Afakı sarmış çelik zırhlı duvarsa delik deşik. Proleter bir iradeye bakar yıkılması. Tek mesele, bayrak ve flama için daha az, aklımızı, yüreğimizi ve bileğimizi güçlendirmek için daha fazla emek harcamak. Artık örgütlerin bekasından daha fazla önem arz eden bir mesele var karşımızda. Bir iki sendika ağasına ya da reformiste ipotek ettirilecek bir dert değil bu. Silinen bizim tarihimiz, kesilen bizim nefesimiz. Her eylemde bize acımalarını istediklerimizin hissiyatı iktidara tabi.

Boynundan esaret bağını parçala, kes, at!
Kuvvetedir hak, hakkını haksızlara anlat.

[Yaşar Nezihe -Mayıs 1923]

Neticede Vali’den aferin alan partinin şefi, Kadıköy’deki konuşmasında doğru söylüyor: “İşçi sınıfının biraz aklı olsa…” diyor şef. Evet, işçi sınıfının aklı, yüreği ve bileği komünist partidir ve böyle bir parti maalesef yok. Boynumuzdaki esaret bağlarını koparmadan da olmayacak. Taksim ve Ankaragücü gibi o da tarihle birlikte silinip gidecek. Herkes boyunduruk altında yaşamakta eşit, o boyunduruğu hissetmemekle özgür olduğunu zannetmeyi sürdürecek.

Erhan Baltacı
5 Mayıs 2013

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder