Sınıf, Ülke ve Beden
Örgütsel uzam ve zaman algıları 12 Eylül’e çarpıp
dağılan sol, dağılmanın etkisini kırmak adına, kendi bedeninin, ülkesinin ve
sınıfının gücünü, güzelliğini ve estetiğini fark etti. Marksist olmakta ısrar
edenler, bu öznel tutkularını da teoriye ve pratiğe yedirdiler. Tekil şahıslar
kendi beden algılarını, sınıfsal oluşları dolayımıyla, ülke coğrafyasına doğru
yaydılar. Örneğin Kürt Ayaklanması ülkenin parçalanabilirliğini kanıtladıkça,
bu şahıslar da farklı yönlerden bu parçalanmayı örtbas edecek şallar örmeye
başladılar. Bu ideolojik şallar parti meselesine, mücadeleye, politikaya,
iktidara, sınıflar mücadelesine dâir gerilimlerin, çatışmaların ve çelişkilerin
yanından kaçıp gitmek ya da üstünden atlamak için kullanıldı. Benzer bir
gerilim Leninizm noktasında da yaşandı. Siyasetin parçalanabilirliğini
çağrıştıran Leninizmi ideolojik düzeyde ezmek için türlü taklalar atıldı.
Dünya değerlendirmeleri açısından da benzer bir süreç
yaşandı. Seksenlerin sonunda ekonomik analizler coğrafî tanımlamalara bağlı
olarak biçimlendi. Bu yıllarda Kuzey-Güney etrafında dönen tartışmalarda
politikleşen ülke gündemleri ikincil plana atıldı ve politik mücadele ya
Kuzey’in ya da Güney’in hareketine bağlandı. Kuzey-Güney gerilimi, esasta
anti-kapitalizm bağlamında anlam kazanıyordu. Bu dönemde kapitalizmin ilk
“vahşî” aşamasından uzaklaştığı, Güney’in de kapitalist kalkınmayla tanışması
gerektiği iddia edildi. Kapitalizme teşmil edilen politika, Türkiye’nin
ekonomik gelişmelerini zorunlu, hattâ hayırlı olarak kabul etti. Doğu-batı
tartışması ise, ilk “vahşî” aşamasını emperyalizmle dönüştüren kapitalizmin iç
gerilimlerine baktı. Bu anlamda, siyasetini anti-emperyalizme bağlayan
çevrelerin yürüttüğü tartışmaların ana ekseni hâline geldi. Burada da batıya
göbekten bağlı olanlarla, doğuyu önemli görenler ayrıştı. Marksizmi batı icadı
olarak görenler farklı ideolojik eğilimlere kapıldılar. Batıda doğunun dişleri
çekilmiş felsefesine, siyasetine ve yaşam tarzına merak salan düşünürlerin
çalışmaları kitapçı raflarını doldurdu. Türk solu doğuyu batıdan tanıdı.
Ehlîleştirilmiş doğuyu batı gibi bir güç hâline getirmek için uğraşanların tek
teorik ve pratik dayanağı ise anti-emperyalizmdi.
Sınıfsal aidiyetleri herkesçe malûm olan sağcılar,
Türkiye’nin emperyalist olmasını engellediği; solcular kendi azametleri ve
kudretlerine uygun bir iktidar ortamını sunan Türkiye’nin gelişmesini önlediği
için emperyalizme cephe aldılar ve sonrasında da farklı momentlerde biraraya
geldiler.
Orta Sınıf Solculuğunun “Çelişki”si
Solcu tarz, kapitalizm ve emperyalizm karşıtlığını
sınıfsız ve devrimsiz bir yerde somutladı. İktidar fetişi/miti etrafında esrik
danslar yapanlar, anti-kapitalizmin ve anti-emperyalizmin sınıfa ve devrime
kattığı değerleri önemsemediler. Sınıfsal ve devrimci unsurların kapitalizme ve
emperyalizme karşı mücadelelerini geçmişe âit birer masal olarak gördüler.
Sınıfı ve devrimi teoriden ve pratikten kovanlar, marksizmde ısrar ettikçe,
onun teorisini ve pratiğini zararsızlaştırdılar. Oysa işçi sınıfının kolektif
devrimci hareketi, Marx nezdinde, kapitalizmin tarihsel bir bağlama
oturtulmasını koşullamış, bu bağlam sayesinde Marx, Fransız Devrimi ve geçmiş
devrim modellerinden kopan bir devrim anlayışını geliştirebilmişti. Yıllar alan
bu teorik faaliyet boyunca “işçi sınıfı” ve “devrim” ilişkilenmiş, sosyalizm ve
komünizm ile ilgili teoriler marksizm zemininde somut maddî bir gerçeklik
bulabilmişti.
Ancak madde ile maddenin bilgisi arasındaki zamansal
açının sonsuzda kapanması ile ilgili epistemolojik tespit uyarınca, işçi sınıfı
ile devrimin belli bir kesitte örtüşeceğini öngörmek de marksizm dışıydı. Lenin
ayracı burada somutluk kazanıyordu. Lenin, “saf bir işçi sınıfı devrimi
bekleyenler yanılırlar” diyerek açının bilincinde olduğunu göstermişti.
Bu açının devrimcileştiği dönemin marksisti olarak
Lenin seksenlerde, gerek Türkiye gerekse dünya bağlamında, devre dışı
bırakıldı. Sol, belirli sınıfsal ve politik tepki biçimlerinin bizzat doğrudan
kendisi olduğunu unuttu. Bu unutma hâli Lenin’i de kapsadı. Açının bilincinde
olarak sınıfı ve devrimi tarihsel-toplumsal anlamda ilişkilendirecek öncü
siyasetin oluşturulması bu bellek yitimiyle mümkün olamadı. Unutanlar, batıdaki
yeni dönem etiketlerine kolayca sarıldılar. Kapitalizm ve emperyalizm eleştirilerini
anlamayanlar küreselleşme lafzına sarıldılar. Küreselleşme solcuları,
kuzey-güney ve doğu-batı tartışmaları için farklı kulvarlara yöneldiler.
Yukarıda bahsi geçen açı, kapitalizm ile emperyalizm
arasındaki ilişkiye dönük teori için de geçerliydi. Kitlelerin politik mücadele
içinde, dar bir durum ve dönem dâhilinde, emperyalizmin kapitalizmle tarihsel
ve teorik ilişkisi olduğunun farkına varması beklenemezdi. Madde ve maddenin
bilgisini, zamanın ve mekânın ötesinde, kendi metafizik dünyasında
bütünleştirenler, açının devrimci edinimini imkânsızlaştırdılar. Bir insanın
kapsamlı bir tarih ve toplum bilgisiyle yüklü olup emperyalizmi idrak ederek
siyasete kanalize olmasını istemek anlamsızdı. Kendi kişisel pratiğinde, belli
bir durumda ya da belli bir dönem boyunca, emperyalizmin şu veya bu tezahürüne
karşı çıkması devrimci politika için yeterliydi. Çünkü devrimi yapacak olan
bilim, bilimlerle yüklü beyin ya da teknik değildi.
Bilimin teknik dolayımıyla devrimcileştiği Sanayi
Devrimi ile politikanın kitlelerin katılımıyla devrimcileştiği Fransız Devrimi
arasında çapraz ilişkiler kurmak ciddî tehlikeler barındırıyordu. Sanayi
Devrimi’ndeki “işçi sınıfı” ile Fransız Devrimi’nde ve sonrasında barikatlar
inşa eden “işçi sınıfı” arasında temel bir fark olması gerekirdi. Üstelik her
iki devrimin de yaşanmadığı bir coğrafyada proletarya ve proleter devrimci
siyaset farklı anlaşılmalıydı. İki devrim arasında yapılan her türlü kısa devre
teoride ve pratikte önemli sorunlara yol açtı.
Bilimin yeryüzündeki doğal uzantısı olarak anlaşılan
teknik/teknoloji, Sanayi Devrimciliği anlamında, solun kafasını da
biçimlendirdi. Tarih ve toplum bu teknisist aklın oyuncağı kılındı ve mekanik
kurgular siyaset diye yutturuldu. Kuzey, güney, doğu ve batı gibi yönleri teori
ve pratiğinin merkezine alanlar, yaptıklarını belli bir taktiğin ve stratejinin
sonucu olarak sundular. Oysa bu taktik ve strateji teknisist ve mekanikti.
Teknisist aklın ve mekanik görüşlerin gündemine gelen dünya, teknik algıya ve makine
gibi tıkır tıkır işleyen pratiğe uygun olarak ayrıştırıldı. Örneğin,
altmışlarda Avrupa’da ders gören doğulu solcular, batının ideolojisini
reddederek onun tekniğini almak gerektiğini vazettiler. Sanayi Devrimciliği ile
Fransız Devrimciliği lineer tarih bilinci uyarınca doğrusal bir hatta oturan
öznelerin hem geçmişi, hem de geleceği oldu.
Devrimci politik mücadele aracılığıyla dönüşüme tâbi
tutulmamış eşitlik-özgürlük-kardeşlik, temelsiz bir biçimde, batının Sanayi
Devrimciliği’nin karşısına çıkartılan Fransız Devrimciliği’nin alamet-i
farikası olarak iş gördü. Bu süreçte, Engels’in de dillendirdiği bir gerçek
olarak, Fransız Devrimi’ni tarihin çöplüğüne fırlatıp atan Paris Komünü ayracı
unutuldu. Eşitlik işçilerin, özgürlük burjuvaların, kardeşlik köylülerin
şiarıydı. İlkinin rengi kızıl, ikincisinin mavi, üçüncüsünün ise beyazdı. Paris
Komünü ile bayrağın rengi teke düştü ve kızıllaştı. Artık tüm sınıfların
harmonik biçimde bir arada yaşayamayacağı teoride ve pratikte doğrulanmış oldu.
Ama kızıl da alttan alta, kendi içinde sarıyı ve turuncuyu barındırıyordu.
Proleter kitlelerin doğal, kendiliğinden ve aynı
anlamda devrimci etkinliğini küçümseyip kendi öznel varoluşlarını merkeze
alanlar kuzey, güney, doğu ya da batı gibi yönleri ağızlarına doladılar ve esas
olarak bu yön tayinini kendi öznel varoluşlarına göre yaptılar. Buradan çıkacak
teori ve pratik, varoluşun yönsüz ve içeriksiz olması sebebiyle, akamete
uğramaya mecburdu. Esasında olmayan bir yerin ve zaman kesitinin öznesi kendi
kuzeyine, güneyine, doğusuna ve batısına bakıyordu. Oysa yersiz-yurtsuz ve tarihdışı
bir öznenin gerçeğe müdahale etmesi ve gerçek bir mücadele hattı oluşturması
mümkün değildi. Yapılan sadece, iktisadî ve siyasî kutuplaşmalar uyarınca
oluşan rant merkezlerine doğru evrilmekti.
Şu tespit edilmeli: kuzey, güney, doğu ve batı gibi
yön tayinleri sınıfsız ve devrimsizdir. Bu anlamda kendince bir “sınıf”ı ve
“devrim”i olanlar, bu yönlere yüzlerini çevirip avazı çıktığınca
bağırmaktadırlar. Akıl hocalığı ya da danışman olamamış, ama belli güçlerin
akıl hocalığını ve danışmanlığını yapmaya meraklı insanlar, kitlelerin
devrimci-sınıfsal gücüne inanmadıkları için kendi faaliyetlerine çeşitli teorik
anlamlar giydirmektedirler. Bu teorik anlamların ise geleceğin devrimci sınıfı
ve sınıfın devrimi ile herhangi bir ilişkisi yoktur.
Orta sınıf solculuğu için sınıfın döl yatağı hâlâ
İngiltere, devriminki ise Fransa’dır. Bu yönüyle, iktisadî ve siyasî hayatın
başlangıç noktaları olarak bu iki ülkeyi belirleyen güneyciler ve doğucular,
doğal olarak, içinde yaşanılan gerçeğe âit sınıfa ve devrime ihtiyaç
duymamaktadırlar.
Marksizmle ilişkisi -batıcı değilse de- batılı normlar
uyarınca biçimlenmiş kişiler doğuya has kimi özelliklerin içinde yoğrulmayı ve
orada olmayı iğreti bulurlar. Teorik-pratikleri bundan uzaklaşma amacını güder.
Kendi politik ve teorik açmazlarını aşmak için coğrafya belirlemeyi çıkar yol
bellemişlerdir. Devrimci mücadeleyle parçalanan ve kendi politik devrimci
hattını öne çıkartmış olan belli bir coğrafyanın insanı olarak marksist
mücadele yürütmek yerine, özsel dönüşümü biçimsel değişimle gerçekleştirme
yanılsamasına düşmektedirler. Buradaki hata, sınıfsal varoluşun, coğrafî oluşun
ve bedensel varlığın ilkel hâline atıfta bulunarak kendi varoluşlarını,
oluşlarını ve varlıklarını teorik ve politik mücadelenin kanı ve barutundan
uzak tutmaya çalışmaktır.
Seksen sonrası bedenine, ülkesine ve sınıfına biat
eden orta sınıflar, tâbi oldukları bedeni karşıt varlık alanlarının, ülkeyi
karşıt coğrafî konumlanışların ve sınıfı da karşıt ekonomik güçlerin arasına
yerleştirmişlerdir. Dolayım unsuru olarak kendisini ve kendi
uzantılarını/özdeşliklerini karşıtlıkların/çelişkilerin arasına yerleştiren bu
özneler, sözkonusu karşıtlıkların/çelişkilerin fiilî pratiğinden nemalanarak
var olmaktan başka bir şey yapmamaktadırlar. Bu unsurların somut maddî
gerçekliği ancak onların öznelliği sayesinde anlaşılıp çözüme kavuşturulabilir.
Bu öznelerin tek stratejisi ne yardan ne serden geçmektir.
Orta sınıflara mensup solcular, ortada olmanın
cezasını harekete ve mücadeleye ödetmektedirler. Bedenlerini doğa-toplum;
ülkelerini kuzey-güney ya da doğu-batı; sınıfları teorik planda üretici
güçler-toplumsal formasyon, politik düzlemde devlet ve demokrasi ilişkilerinin
ortasına yerleştirmektedirler. Ortada olan özne, her iki tarafın ayrıştığı ve
birleştiği noktanın kendi varlık tasarımları olduklarını düşünmektedir.
Meseleleri ayrıştıran da birleştiren de kendisidir. Nesnel planda yaşanan
ayrışmaları ve birleşmeleri, yani kavşakları görememekte, olası sonuçların
yönlerini belirleyip kendi hareket planını çizemediğinden yenilmektedir.
Her kavşakta yollar hem birleşir, hem de ayrışır.
Kavşakta olmak yerine, ara yollarda kaybolanların günahlarını sınıfsal-devrimci
hareket ödemektedir.
Orta sınıf solculuğu, orta yollar bularak bu yolları
tek yolmuş gibi herkese yutturmaya çalışmaktadır. Türkiye’de, farklı çevrelerde
dillendirilen iki slogana da bu açıdan yaklaşılabilir. Her iki sloganın da orta
yolcu birer art planı olduğunu görmek gerekir: Bir kesimin dillendirdiği “Tek
yol devrim” ve diğer kesimin kullandığı “Yolumuz işçi sınıfının yoludur”
sloganları devrimle sınıfı ayrıştırdığı için dipten derinden ciddî bir tehlike
barındırmaktadır. Her iki kesim birbirini belli açılardan eleştirmektedir. Oysa
bedenini devrimle tanımlayıp onu doğu-batının ya da devlet-demokrasinin arasına
koyanla, bedenini işçi sınıfı ile özdeşleştirip onu gene aynı kavram çiftleri
arasına yerleştirenler benzer sonuçlar üretmektedirler.
Pratikteki her öznelcilik, dozajına göre, teoride de
kendisine âit bir nesnelliğe ihtiyaç duymaktadır. Özneler göreceleşmeye,
kısmîleşmeye ve parçalanmaya tahammül edememekte, bu sebeple, politikanın
göreceli, kısmî ve parçalı doğasını kabullenememektedirler. Bu durum, öznelerin
apolitik ve antipolitik olanla doğal bir ilişki kurmasını ve bu ilişkinin
sınırlarına kendisini kapatmasını getirmektedir. (Ana rahmine dönüş!) Sözkonusu
işlemde sınıf devrimci değildir; devrim de sınıfsızdır.
Yukarıda bahsi geçen açıyı kendi varlığı ile kapatmak
isteyen orta sınıf solcular doğa, toplum, doğu, batı, üretici güçler, toplumsal
formasyon, devlet ve demokrasi gibi kavramları (teoride ve pratikte)
politikleştikçe politikaya boğmakta, apolitik ve antipolitik olduğu dönemde ise
teorisizme mahkûm etmektedirler.
Orta sınıflar teoriyle hasbelkader ilgilendiği, ancak
politikleşme gerilimi yaşadığı dönemde bu kavramları üç farklı bilim disiplini
ile ilişkilendirmektedirler: Ekonomi, coğrafya ve biyoloji. Marksizmle mesaisi
olanlar ekonomide sınıfı, coğrafyada devrimi, biyolojide iktidarı
aramaktadırlar. Her şeyi ekonomiye boğduğu, ekonomist olduğu durumda, devrimin
ve iktidarın teorik/pratik ağırlıkları yok sayılmaktadır. Farklı kombinasyonlar
dâhilinde şu özet yapılabilir: devrimci olduğu noktada sınıf ve iktidar; iktidar
fetişisti olduğunda sınıf ve devrim gözardı edilmektedir. Ekonomi, coğrafya ve
biyoloji ile ilgili çalışmaların popülarize olmasının gerekçesi, solcuların
devrimci kolektif dinamiklerle değil, kendi bedenleri ve bu bedenlerin fiilî
uzantıları ile düşünmeleridir. İlkel bedenden sınıfsal oluşa ve oradan da bir
uzantı olarak coğrafî yaşam alanına gelinmektedir. Bedeninin mutlak hâkimi
olarak gene kendisini gören orta sınıflara mensup solcular ülkenin de
kendilerine âit olduğunu, örneğin Türkiye’nin de kimseye boyun eğmeyen,
kendinden menkul bir varlık olmasını, sınıfının da ülke tasarımında olduğu gibi
kendine yeterli, kendi yağında kavrulan, dışsal unsurlarla arasına set çeken,
bulaşıksız, saf ve kendisine hâkim olacak kadar güçlü olmasını arzulamaktadırlar.
Orta sınıf solculuğunun sözkonusu kavram çiftlerinin
arasına kendi varlığını koymalarının nedeni, esasında her türlü gerilime,
çelişkiye ve çatışmaya karşı olmaları, onları nesnel düzlemde yaşamayı
istememeleri; bulutsu, yekpare, homojen ve bütünlüklü bir dünya hayâline tav
olmalarıdır. Hiçbir şeyin bu dünyayı parçalamasına izin vermezler. Temelde
inceledikleri konular bu hayâlî dünyaları tehdit eden unsurlardır.
Teorik-pratik ise bu tip tehlikeli unsurları savuşturmak için bir araçtır.
Örneğin orta sınıf solculuğu, Ekim Devrimi’nin
arkasında ciddî bir toplumsal destek görmeyip onu “hükümet darbesi” olarak
nitelemektedir. Toplum ile doğa imgesi/bilgisi kendi öznelliğinde
örtüşmektedir. Bu örtüşme, ancak araya yerleştirilen kendi varlığı/bedeni ile
sağlanabilmektedir. Orta sınıf solcular devrimin toplumsal olmasını, kendi
doğal oluşları ile güvence altına alınmasını istemektedirler.
Örneğin Çin Devrimi’ni batı ile tanıştırmak isterler
ve onun coğrafî parçalayıcılığını bertaraf etmek için uğraşırlar. Doğu ile
batıyı kendi maoizminden kırma teorisiyle ilişkilendirmeye çalışırlar. Ülke
kurgusunu dünya hayâline boğarlar. Jean Baudrillard gibi, göçebeleri merkeze
alırlar ve ülke tarihini de buna göre yazıp herkesi bu hayâle inanmaya
çağırırlar.
Temel mesele, maddeyle maddenin bilgisi arasındaki
zamansal açının tanınmamasıdır. Bilgili olanlar maddenin kendisi; maddî güç
olanlar somut bilgi olduklarını zannetmektedirler. Bu noktada orta sınıf
solcuları, ya çıplak maddenin gücüne ya da maddenin bilgisinin hülyalı
dünyasına tapmaktadırlar. Madde ve maddenin bilgisi arasında zamana ve mekâna
teşmil edilmiş, nesnel anlamda maddî diyalektik bir ilişki olduğunu kabul
etmeyerek, çıplak maddenin ve somut madde bilgisinin önemli dönüşümlerin altına
imza atmasına izin vermemektedirler.
Sınıf, devrim ve iktidar üzerinden oluşturulmuş bir
bağlam dâhilinde işletilen teorik ve politik mücadelenin ürünü olan Ekim
Devrimi’nin doğusu ve genel maddî bir olgu olarak doğuda oluşacak devrimin
farklı anlaşılmalara ihtiyacı vardır. Orta sınıf solcularının kendi politik
bedenlerine, yaşam alanlarına ve sınıfsal kimliklerine yükledikleri teorik ve
politik değer böylesi bir bağlamın oluşmasına izin vermediği gibi, nesnel bir
teorik ve politik mücadelenin de imkânlarını sıfırlamaktadır.
Bu kesimler için doğu hem “proleter” hem “devrimci”
hem de “ezilen”dir. Yani doğu hem iktisadî bir varlıktır hem coğrafî bir güçtür
hem de biyopolitik tepki biçimidir. Burada çapraz ilişkiler de kurulmaktadır:
“proleter doğu” salt ezildiği için proleterdir; bu anlamda batının karşısına
dikilen yekpare bir bedendir. Coğrafî açıdan da, içinde potansiyel bir
biyopolitik iktidar barındırmaktadır. Onlara göre doğu, hem ekonomik, hem
coğrafî, hem de biyolojik bir odaktır. Ama buradaki karmaşada, net bir devrimci
hat oluşturmak için gerekli olan devrimci kolektif faaliyet eksiktir. Karışan
suları ayrıştıran ve ayrışan akımları kaynaştıran nesnel pratik faaliyetten
bahis yoktur.
Üç Bilim ve Üç Politika
Ekonomi, coğrafya ve biyoloji, solun yüz elli yıldır
düşünsel serüveninin merkezinde olan bilim disiplinleridir. Yönetsel
ilişkilerin dönüştürülmesi noktasında politikleşen ekonomi, coğrafya ve
biyoloji, bu zamansal dilim boyunca, solun öznesi olduğu teorik faaliyetin
çerçevesini belirlemiştir. Bu bilim alanları ve onlarla etkileşim içinde olan
diğerleri, tek başına, tüm hayatı ve sorunları kucaklayacağını iddia etmiştir.
Dizginleri eline alan üniversiter hayat kendi gerilimlerini herkesin hayatına
yaymış, bu amaçla, bilim disiplinlerini, tüm politik alanı hayat ve dünya
olarak belirlemek suretiyle, politize etmiştir. Akademik-üniversiter alanda
politikleşen ya da politik çevrelerle dirimsel ilişkilere giren insanlar bu
bilimlerle farklı biçimlerde ilişkilenmişlerdir. Akıl hocalığı ve danışmanlık
yapan bu insanlar politik gerçekliğin dışından içeriye bilgi taşımışlardır.
Burada iki taraflı bir ilişki sözkonusudur. Akıl alanlar, aklı kendi
küplerinin, ceplerinin ve kafalarının sınırlarına boğmuşlar, akıl verenler
kendi akıllarının politika dışı, hattâ politikayı belirleyen bir güç olduğunu
iddia etmişlerdir. Bu, soytarının yaptığı gülmecenin kralın en çok güldüğü şey
olduğuna inanmasına benzer.
Ekonomi-politika
Ekonomi bilimi ile egemenlere akıl veren ekonomistler,
ekonominin politik bir güç olduğunu onlara kabul ettirmek için uğraşmışlar,
bütünlüklü bir ekonomi kurgusu ile her şeyin hallolacağına inanarak herkesi bu
inanca bağlanmaya çağırmışlardır. Bu yaklaşımın sağındakiler krallara,
solundakiler halka akıl vermek için çabalamışlardır.
Karl Marx’ın ekonomiye dönük ilgisi ise politika ile
ekonomi arasında bu anlayış üzerinden bağlantı kuranların (kurdukları
bağlantılar gibi) belli maddî ilişkilere bağlı olduğunu ispatlamak amacındadır.
O, yeni yeni politik bir güç hâline gelen burjuvaziye akıl verenlere karşı,
gene aynı şekilde, yeni yeni politik güç hâline gelen proletaryaya ekonomi
konusunda akıl vermek için uğraşmaz.
Ekonomi-politik eleştirisi üzerine kapsamlı bir teorik
faaliyet yürüten Marx, o günkü ekonomik gücün karşısına politik bir güç ya da
başka bir deyişle, ekonominin karşısına politikayı çıkartmaz.[1] Tarih teorisi
ile ekonomi anlayışlarının geçiciliğini ve aşılabilirliğini ispatlar. Politik
mücadelenin kendisini değil ama varoluş alanını bu geçicilikle ve
aşılabilirlikle tanımlar. Ekonomi-politik eleştirisi, ekonomi bilimini kurmak
ve geliştirmek için yapılmaz. Marx, politikayı ekonomi bilimine indirgemez. Ekonomi-politikanın
karşısına politik ekonomi bilimini çıkarmaz. Ancak gene de süreç dâhilinde
düşünüldüğünde, Marx’ın teorik faaliyetinin ürünleri ekonomi bilimine
mündemiçtir.
Ekonomi-politiğin temel çerçevesi, ekonomi bilgisinin
ve ekonomik unsurların politik özneyle özdeşleştirilmesinden oluşmuştur.
Ekonomi politikanın öznesi, politika da ekonominin nesnesidir. Bu anlamda
ekonomik faaliyet, politik güç ilişkileri ve onların ürünlerini alt etmek ve
parçalamak için kullanılır. “Özne” olarak ekonomi-politik, güç ilişkilerini
nesneleştirip onları çözmek amacıyla biçimlendirilir.
Ekonomik güç sahibi olan özneler için ekonominin güç
teorisi ile temellendirilmesi ve politikanın nesnel bir hedef hâline
getirilmesi egemenlerin işine yarar. Güç ve politika gibi konuların
nesnel-bilimsel alandan çıkartılması ve ekonomi biliminin formüle edilmesi kısa
vadede apolitik bir uğraştır. Bu anlamda, ekonomi-politiğin eleştirisi, ekonomi
biliminin özgün bağımsız oluşumu için yapılmamıştır. Bu, Marx öncesinden
sonrasına uzanan bir süreç dâhilinde düşünüldüğü takdirde olasıdır.
Marksistlerin Marx sonrası süreçte işlemi terse
çevirmeleri kimi olumlu ürünler vermişse de marksist mücadele üzerinde kalıcı
etkiler yaratmamıştır. Mücadeleyi tek boyuta indirgeyen her yaklaşım, kendi
içinde ciddî tehlikeler barındırır. Her yarım doğru, yanlışa evrilir.
Ekonomi politikanın öznesi, politika ekonominin
nesnesi anlayışına karşı ekonomi politikanın nesnesi, politika ekonominin
öznesi anlayışı çıkartılmıştır. İlkinde ekonomi ile politik güç ilişkileri
yıkılırken, ikincisinde ekonomik güç ilişkileri politika ile yıkılmaya
çalışılır. Lenin’in yirminci yüzyıl başında koptuğu ekonomizm ilk yaklaşımdır.
Kapitalist ekonomi-politiğin sol içindeki uzantılarından uzaklaşan Lenin,
ikinci yaklaşıma dâir bütünlüklü bir teori ortaya koymaz. “Politika ekonominin
yoğunlaşmış hâlidir.” cümlesinde özetlenen farklı bir bakış açısı geliştirir.
İkinci yaklaşım daha çok troçkistlerin himayesindedir.
Akademi köşelerinde temellendirilen ekonomi bilimi,
ekonomik güç ilişkileri ve politik güç ilişkilerine yüksek bir tepeden bakar,
duruma ve döneme göre çapraz ilişkiler kurar ya da kendi bilgi nesnesinin seyri
uyarınca her şeyi düzler. Lenin’in ekonomizm eleştirisi ilk yaklaşımı hedef
alır. İlk döneminde Kautsky ve Plehanov’un etkisinden henüz kurtulamamış olan
Lenin, marksizmin doktrinini üçayak üzerine oturtur: Felsefe (Almanya),
Politika (Fransa) ve Bilim (İngiltere). Diyalektik materyalizm, tarihsel materyalizm
ve ekonomi-politik üçlüsü üzerine oturtulan üçlü bütünlükte ekonomi-politik
yanlış tasavvur edilmiştir.[2] Çünkü Marx’ın ekonomi-politik ile ilgili tüm
çalışmaları “ekonomi-politiğin eleştirisi” olarak isimlendirilmiştir.
Ekonomi-politiğin Eleştirisine Katkı, Ekonomi-politiğin Eleştirisi için Ön
Çalışma (Grundrisse) ve Kapital, bütün olarak politikleşen ekonominin
eleştirisi üzerine kuruludur. Oysa Lenin’in ilk kurgusunda ekonomi-politik,
bilimle felsefe geriliminde duran ara bir teorik olgu olarak yer almaktadır.
Sonradan Lenin, Kautsky ve Plehanov’dan kopuş yaşadığı dönemeçte belirlediği bu
ekonomi-politiğe ilişkin tespiti ilerleyen süreçte dönüştürmüştür. Bu gerilimin
pratikteki yansıması, Lenin’in, sınıf olgusunu ekonomi biliminin alt bir bileşeni
olarak anlayan ve onu ekonomizme indirgeyen yaklaşımlardan kopmasıdır. Lenin
sayesinde proletarya fabrika duvarlarının dışına çıkar. Onun felsefe ve bilim
arasındaki gerilimli alanda tanımladığı ekonomi-politiğe âit sınıf olgusunu
teorik faaliyetlerinde anlamlandırmaya gayret eden Lukacs onu kendi felsefe
bilimine, Gramsci ise bilim felsefesine yedirir. Buradaki bilim, idealist
anlamda ele alınmış tarihtir.
Jeopolitika
Friedrich Ratzel 1882’de Antrocoğrafya, 1897’de Politik
Coğrafya başlıklı çalışmasını kaleme aldığı günden beri var olan bu
kavram, çeşitli felsefî ve bilimsel yaklaşımlardan beslenmiştir. Örneğin
Prusya-Alman milliyetçiliğinin, Darwin biyolojisinin ve Hegel felsefesinin bir
karmasından oluşan Ratzel’in jeopolitiği Alman faşizminin teorik dayanağı
olmuştur.
Coğrafya biliminin politik önemini gören Napoleon,
Sorbonne Üniversitesi’nde konuyla ilgili kürsü açtıktan sonra jeopolitikaya
dönük bir dizi çalışma yapılır. İsveçli siyaset bilimci Johan Rudolf Kjellén
(1864-1922 jeopolitika kavramını ilk kullanan kişidir ve Ratzel’in
öğrencisidir.
Emperyalist yayılmacılığın ortak ideolojisi olarak
biçimlenen jeopolitika, İspanya-ABD Savaşı ve Britanya’nın taraf olduğu Boer
Savaşı’nın yaşandığı dönemde formüle edilir. Versailles Anlaşması ve İkinci
Dünya Savaşı arasında geçen dönemde bu teorik-politik yaklaşım farklı
coğrafyalarda derinleştirilir: Britanya’da Halford Mackinder; Almanya’da Karl
Haushofer; ABD’de de Nicholas John Spykman öne çıkan teorisyenlerdir.
Coğrafyacı, ekonomist ve politikacı olan Mackinder’a
göre jeopolitik, hedefi Dünya İmparatorluğu olan devlete destek sunar. Bu
amaçla, Britanyalı emperyalistlere akıl hocalığı yapar. Temel formülü şudur:
“Doğu Avrupa’ya hükmeden Orta Asya’yı; Orta Asya’ya hükmeden Avrasya’yı;
Avrasya’ya hükmeden tüm dünyayı yönetir.” Ekim Devrimi sonrası yaşanan iç
savaşta karşı-devrim güçlerine yardım eden Mackinder, “Bu dünyada sadece tek
bir güçlü devletin var olması için yeterli alan mevcuttur” diyen Ratzel’in
jeopolitiğini etkiler. Ratzel Alman emperyalizmine akıl verir. Onun yaşam alanı
(Lebensraum[3]) teorisini sonradan genişleten Haushofer, öğrencisi Rudolph
Hess’i konuyla ilgili olarak yetiştirir. Hess, Hitler’in akıl hocasıdır ve
ikinci savaşın genel çerçevesini çizer. Hess’in hocası, bir yandan da
jeopolitiğini üstün ırk teorisi ile ilişkilendirmek için uğraşır ve bu teorik
zemin üzerinden Hitler “Almanya büyümezse küçülür” diyerek başka ülkeleri işgal
eder.
Mackinder’ın aksine, Avrasya’nın sahil şeridinin
kontrol edilmesini öneren Amerikalı Spykman, savaş süresince SSCB ile yapılan
görüşmelerde devleti temel konularda uyarmıştır. Bu uyarılardan en önemlisi,
Sovyetler’in Avrupa’nın sahil şeridini ele geçirmek gibi bir iddiası varsa onu
bu iddiasından vazgeçirmek yönündedir. Yalta ve Tahran konferanslarında Stalin
bu iddiadan caydırılmış, iktidara bir karış uzaklıkta olan Fransız, İtalyan ve
Grek komünistlerin devrim hedefleri geçersizleştirilmiştir. Avrasya’nın, özelde
doğunun jeopolitik önemi üzerinde yürütülen mücadele Soğuk Savaş süresince
devam etmiş ve Brzezinski’yi de keserek bugüne dek gelmiştir.
Sol yaklaşımlardaki temel hata, doğu bağlamında,
strateji ve jeopolitika konularında “cin olmadan adam çarpmak”tır. Teorik
zeminde basit birer figür hâline getirilen emperyalist güçlere karşı benzer bir
mantıkla karşı-jeopolitika geliştirilmektedir. Karşı-jeopolitikanın temel
dayanak noktası, ülkenin pozisyonunun emperyalistlerce tayin edilmiş değeri ve
önemidir. Burada, İşçi Partisi gibi, kendisini orduya eklemleyen yaklaşım en uç
örnektir, ama onun dışında kalan sol yapılarda da, bugün olmazsa, gelecekte kurulan
ordunun stratejik hesapları şimdiden yapılabilmektedir.
Ekonomi ile politikanın ilişkisinden bir biçimde
rahatsız olanlar bu jeopolitika tartışmalarıyla benzer bir ilişki
geliştirmişlerdir: Coğrafya politikanın öznesi, politika coğrafyanın nesnesi
diyen emperyalizmin ideologlarına karşı, örneğin Fransa’da Y. Lacoste
önderliğindeki Herodote dergisi çevresi, coğrafyayı politikanın
nesnesi, politikayı coğrafyanın öznesi olarak formüle etmiştir. Esasında
Lacoste, emperyal ilişkilerini yitiren Fransa için düşünmekte, jeopolitikayı bu
boşlukta tanımlamaktadır.[4]
Emperyalistlerin niyeti, coğrafî hâkimiyet ile politik
ilişkileri ezmek ve kontrol etmek iken, solcu jeopolitik uzmanların ve
stratejistlerin, savaşın dışında durup savaşmayı öğrenmeden ortaya koydukları
tezler, politik güçle coğrafyanın parçalanması ve ona hükmedilmesi üzerine
kurulmaktadır.
Doğuyu batının karşısına çıkartanlar, biri ekonomist
diğeri jeopolitik dayanaklar üzerinden hareket etmektedirler. Bunlar “tarihin
anayurdu coğrafyadır” der ve ekonomi, coğrafya ve biyoloji arasında sıkışan
politikaya geniş bir alan açıp bu alanı kendi yaşam alanı olarak takdim eder.
Önceleri mutlak olduğu kabul edilen, ama bir şekilde
sonradan parçalanan atomun çekirdeği gibi kendi teorilerinin merkezine sınıfı
koyan ekonomi-politikçilere, milleti çekirdek unsur olarak gören
jeopolitikçiler denk düşer. Doğal olarak bu millet, sınıf, bunun sonucunda da,
devrimdışıdır. Örneğin Türkiye için yapılan ve esas olarak 1908/1923 etrafında
dönen devrim tartışmalarının sebebi budur: “Bu ülkenin devrimi var mı, varsa
sınıfsal niteliği ne?” türünden sorular politik bakışı da belirlemektedir. Bu
bakış açısı, Osmanlı’dan bugüne uzanan sürece de düz bir hat olarak
bakmaktadır. Bakanların devrim’ci, sosyalist ya da komünist olmaları fark
etmemektedir. Devrim’ciler “onlar devrimse, biz daha iyisini yapacağız” derler;
sosyalistler, Marx’ın Gotha Program Eleştirisi’ndeki tespiti uyarınca,
“devletin ayıbını örten incir yaprağı” gibi, kemalist devrimin toplumsal
zeminini örmek için uğraşmaktadırlar; ideolojik tavırları “devletlû” olan
komünistler ise her şeyden münezzeh bir sınıf olgusu üzerinden düşünerek her
türlü toplumsal-tarihsel ilişkiden uzak durmaktadırlar.
Esasında Tanzimat ile başlayan süreçte öne çıkan
yönelimlerde kimi padişahların, aydınların ya da İttihatçıların kişisel, özel
ve kendinden menkul tercihlerinin belirleyici olduğunu söyleyen tarihyazımları
yalan söylemektedir. Osmanlı iktidar erki ve ondan nemalanan kapıkulu aydın ve
asker tabakası, devletin dağılmasını koşullayan milliyetçi yönelimlere karşı
direnç hattı örer. Osmanlı’da politikleşen İslâm, esasta batıdan esen
jeopolitika dâhilinde devrimcileşmiş millet olgusuna karşı, milletötesi ve hattâ
karşıtı dinî ümmet anlayışını bir duvar olarak çıkartır. Bu işe yaramadığı
noktada, Batılı (hattâ daha özelde Judaik) anlamda icat edilen Türkçülük, ülke
içindeki sınıfsal gerilimlerin karşısına dikilir. İlk dönemde Adana’da
Ermenilere karşı ayaklanan Türkleri kesen İttihatçılar, sonrasında sınıfsal bir
güç olan Ermenileri “Türklük” adına ezer.
Anti-kapitalist olmadan anti-emperyalist mücadele
içine giren kitleler için hiçbir sözü olmayan kimi sosyalistlerin genel
yaklaşımı öz olarak, tarihin belli bir kesitinde millî ve dinî yönlerinden
temizlenen saf bir sınıf algısına dayanır. Bu tip sosyalistler kitlelere tarih
üstünde gezen akıllı bir gözün bilgisiyle yaklaşırlar. Kendi bireyselliği ile
özdeşleştirdiği sınıfın, bırakalım anti-emperyalist, anti-kapitalist olması
bile mümkün değildir. Sınıfı fabrika duvarlarının dışına çıkartan, örgütlenmeyi,
ideo-politik hareketi ve partili mücadeleyi başlı başına proleterleştiren Lenin
ayracından uzak duran bu kesimler, sınıfın sadece emek-değer teorisi ve sömürü
ilişkileri bağlamında geliştirdiği tepki biçimlerine bağlı siyaset algısını tüm
doğuya önerirler.
Biopolitika
“Biyoloji
ile ekonominin mantıksal bir sentezini oluşturmaya çalışıyoruz. […] Siyaset
(kurumu), belki bugün ilk evrelerini yaşayan; biyoloji ile ekonominin
birbirlerine bağımlı güçler olduğunu açıkça ortaya seren bu sentezi başarmaya
mahkûmdur.”[5]
Bu sözler, Hitler’in tıp politikalarından sorumlu olan
doktoru Hans Reiter’e âit. Beden ekonomisi üzerinde duran faşizm işçiler için
spor okulları kurmuş, devletin bedeni olan milletin ekonomisi adına hasta,
sakat ve alt ırklara mensup insanları tasfiye etmiştir.
Aynı dönemin solcusu olan Alman psikanalizci Wilhelm
Reich, “binlerce işçinin neden greve gittiği değil, yüz binlerce işçinin neden
greve gitmediği önemlidir.” sözüne binaen, sınıf içindeki bu politik yönelimin
sebeplerini araştırmış, bulduğu “cinsel zaaf” olmuştur. İşçiler için yirmilerde
“seks evleri” projesi geliştiren Reich, faşist Reich’a karşı, bir beden
politikası belirlemeye çalışmıştır.
Biyoloji politikanın öznesi, politika biyolojinin
nesnesi diyen Alman Reich’ına karşı Wilhelm Reich, tersten bir yaklaşım
sergileyerek, politikanın biyolojinin öznesi, biyolojinin de politikanın
nesnesi olduğunu iddia etmiştir. Oysa her iki Reich da, kendi bütünlüğü içinde
sağlıklı işçi bedenleri talep etmektedir. Hitler, bunu kendi iktidarı, Wilhelm
de içi boşaltılmış bir işçi mitinin iktidarı için yapmıştır.
Millet fertlerinin yaşam alanları olarak coğrafya
bedenin doğal uzantısı olarak formüle edilmiş, sol bu iddiaya, tersten, aynı
şeyi söyleyerek cevap vermiştir. Ekonomi, coğrafya ve biyolojinin politikayla
ilişkisi özne-nesne ikiliği; bu ikilik güç dolayımıyla tanımlanmıştır.
Ekonomideki güç üretim ve para/metadır. Coğrafyada
millet ve devlettir. Biyolojide beden ve yaşamdır. Faşizm için devletin bedeni
olan milletin yaşamsallığına karşı, gücün bedeni olan bireyin yaşamsallığı
çıkartılmıştır. Bu yaklaşım, sonuçta sosyalizmden komünizme geçişte diğer
sınıflarla birlikte yok olacak işçi sınıfına ve ona bağlı komünist siyasete
hiçbir katkı getirmemiştir.
Stalin’in politikalarına karşı gelerek batıya kaçan
kimi unsurlar, Hitler eleştirisini Stalin eleştirisi ile birleştirmiştir. Ancak
bu ilişkilendirme komünist siyasetin de çöpe atılmasını getirmiştir. Ellilerle
birlikte ekonomi-politika, jeopolitika ve biopolitika teorilerinin merkezinde
bu ilişkilendirme vardır. Her iki tarafı eleştirenler, bireyin ve ona âit
varlıksal ilişkilerin önemini temel almışlardır.
Auschwitz’den ve pogromlardan korkanlar bedenin
iradesini, gücünü ve ilkel dürtülerini merkeze koymuşlardır. Bu tepki,
jeopolitikadan biopolitikaya geçişi koşullamıştır. Bu geçiş esnasında geçmişe
dönük referanslar yeniden ele alınmıştır. Nietzsche ve Freud bu dönemin iki
tepe noktasıdır.
1933’te iktidara geldiğinde “bizim partimiz kanın,
terin ve toprağın partisidir.” diyen Hitler’e, genelde jeopolitikaya ve onun
milletine karşı bireyin toprağı, kanı ve teri çıkartılmıştır. Toprağı beden,
kanı ırk ve teri emek olan birey, kendisine âit yeni coğrafyasını teorik
disiplinler arasında farklı bir biçimle bulmuştur. Zamanla bu teorik süreç
kadın ve ırk politikalarını marksizmin gündemine taşımıştır. Artık komünist
partiler işçilere “işçi sınıfına” ile değil, “kadın ve erkek işçilere” ifadesiyle
başlayan bildiriler dağıtmaya başlamıştır.
Sonrasında, W. Reich ve Frankfurt Okulu’nu izleyen,
dahası, CIA tarafından finanse edildiği söylenen Herbert Marcuse da “özgür
seks” vurgusu ile aynı yolu izler. Lacan’dan psikanaliz öğrenen Althusser de
ideoloji analizini bu alanda geliştirir. Onun öğrencisi Michel Foucault,
Althusser’in ideoloji teorisini mikro-alanlara doğru genişletir. Somut bedensel
varlığı ile bir soyutlama olarak ele alınan işçi bir ânda sınıflar
mücadelesinin dışına atılır; sınıfsızlaşıp sınırsızlaşır. Bir dünya nizamı
olarak anlaşılan komünizm şimdi, orada olan bireysel bir kurguya/ projeye
indirgenir. Siyasete ve iktisada âit gerilimlerin, çelişkilerin ve çatışmaların
ana hattı birey üzerinden çekilir. Biopolitika olarak tanımlanan bu teorik
yönelim, biyolojiyi politik mücadelenin nesnesi kılar; politikayı biyolojik
varlığın öznel oluşu olarak anlar. Buradaki asıl dert, kapitalizmin içindeki
özgür adacıklar olan bedenlerin sahip olduğu gizil güçlerin durumsal
örgütlenmelerle politik güç odaklarına çevrilmesidir.
Öznenin, işçi olsun olmasın, bedenin bizatihi
kendisine indirgenmesi ve bu sayede politikanın ciddî bir serbestiyet imkânı
bulmasına dönük niyet komünist teoriyi de vurmuştur. Sınırsız ve sınıfsız bir
toplum arzusunu dillendiren komünistler, sınırsızlığı bugünde bir biçimde var
olan sınıfın kendisinin engellediğini görünce sınıfsızlığı teorik anlamda
şimdide güncellemenin yollarını aramışlardır. Tersten sınıfçılar da sınırları
bugünde iğreti bulup özel alanlarda oluşan mücadelenin sınır çizgilerini ve sınırlarda
yaşanan dönüşümleri algılamamışlardır. Sınırlar kafada silinince mücadelede
haddini belirlemek zorunda olan öznenin içi de boşalmış, pragmatizm ve
oportünizm kendini daha hızlı biçimde üretmiştir. Küreselleşme edebiyatı ile
birlikte tek merkezî bir köye dönüşen dünyada bugünde sınıfsız ve sınırsız
olanlar ortak durumlarda biraraya gelmişler, ama geleceğin sınırsız-sınıfsız
dünyası için hiçbir şey yapmamışlar, hattâ bu süreci hızlandıracak olgu ve
olaylara mani olmuşlardır.
ABD’nin saldırı planı uyarınca bölgesel anlamını
kimilerince yeni kazanan doğu, aynı sınırsız ve sınıfsız bakışa kurban
edilmektedir. Ezilen olduğu iddia edilen doğuda sınırsızlık bulanların kavşak
noktası olma derdiyle hareket kimi kesimlerde sözkonusu sınırsızlık, çoğu zaman
örtük biçimde varlığını sürdüren sınıf’sızlığın kılıfıdır.
Kapitalizm içindeki özgür adacıklar olan işçi bedeni
için ya da onun üzerinden düşünenler, esasta doğunun tarihselliğini ve ona âit
toplumsal ilişkileri önemsemezler. Doğu’nun devrim yapabileceğine inanmayan, bu
anlamda, doğunun gerçek devrimleri olan Çin ve İran devrimlerini çöpe atan bu
kesimler, Ekim’i doğululaştırarak, doğunun bundan sonra yapabileceği
devrim(ler)e âit imkânlara karşı körleşirler. “Devrimci doğu ifadesini “doğunun
devrimi” söyleminin karşısına çıkartarak Çin ve İran devrimlerini boşa düşürürler.
Marksistlerin anarşist-liberter teori ve pratikle
hesaplaşmaları zorunludur. Anarşist-nihilist eğilim, ekonomi-politikaya ilişkin
olarak “emek-değer teorisini görmezden gelirsek kapitalizm”; “milleti (ya da
şimdilerde halkı) görmezden gelirsek emperyalizm”; “bedeni görmezden gelirsek
küreselleşme yok olur” der. Aksine marksistler sınıfı, milleti ve bedeni
görerek onları tarihsel bağlam içine oturturlar.
Anarşistlerin kabile sistematiğinden beslenen ilkel
komünalizmleri onların mutlak çıkış noktasıdır. Muhammedîler’in Asr-ı Saadet’i
gibi, oraya geri dönmek isterler. Her gelişmeyi bu statik kavramsallıkla
eleştirirler. Ölçüleri dinamik değil, statik bir değerdir. Bilimsel bir
kavramdan çok ideal bir değer olarak kafada yer eden komün, Marx ile birlikte
bilimselleşmiş olmakla devrimcileşmiştir. Anarşistler ve kimi komünistler,
komünü mutlak bir değer olarak ele aldıkları sürece Tanrı Dağı kadar Türk olan Turancılarla
ayrı bir yerde durmazlar. Sınıfı ezilme ile tanımlayarak onu Habil-Kabil
kavgasına ya da Musa’nın Mısır’dan kovulmasına (Exodus’a) kadar geri çekenler
de onların yanı başındadırlar.
Varlık-beden-mekân arasında kurulan süreklilik
ilişkisi, insanı nasyonal sosyalizme de enternasyonalist sosyalizme de
götürebilir. Ekonomi, coğrafya ve biyoloji bağlamında düşünülen marksizmin bu
yönde akıl hocalığı yapması temel devrimci ayraçlardan uzaklaştığı noktada
mümkündür. Akıl hocalarının esas niyeti, millî ve dinî eğilimleri tasfiye etmek
ve kafalarındaki saf bir çekirdek hâlinde duran “sınıf” olgusuna ulaşmaktır. Bu
idealist tutumları uyarınca, çekirdeğin etrafındaki örtünün düşman tarafından
tasfiyesine içten içe sevinmektedirler. Örneğin, İsrail Hamas’ı, ABD
Ahmedinecad’ı ezdiğinde işçiciler fazlasıyla sevineceklerdir. Ezilencilikleri
onları kısmen “politik” tutmakta ama bu, özdeki iktidar çekirdeğinin
ehemmiyetini gizleyememektedir.
Mücadelenin Pusulası
Teori içi çalışma yapanlar, teoriyi pratikte
dönüştüren insanları parazit olarak görmeye başlarlar. Teorinin mutlak
varlığını temel alarak teorinin bu parazitlerden kurtarılması için kapsamlı bir
çalışmaya girişirler. Parazitlerin teoride, süreç dâhilinde biriktirdikleri
kiri ve pası söküp atmak için uğraşırlar. Kendi varlığı ile tanımladığı
Bütünsel Marksizm gibi ideale uygun hareket ederler. En iyi teorinin kendi
öznelliğinde bütünleşmiş teori olduğunu haykırırlar. Bu tarz bir teoriye
yaslanan pratik, kendinden menkul marksistler ve komünistler türetir.
Teorinin pratikle bu türden hesaplaşması pratikteki
kilitlenmelerle alâkalıdır. Kilitlerin anahtarı gene teoride araştırılır. Biraz
felsefelerin, biraz da bilimlerin birikiminden istifade edilir. Anahtarcı kendi
kilidine uygun bir anahtar yapar, ancak bu anahtarı kimseye vermez, çünkü onun
nasıl kullanılacağını da sadece kendisi bilir. Teorik mücadelenin tarihsellikle
ilişkide olması onun tarihsel olduğunu göstermez. Ancak mücadelenin sonuçları
içinde yaşadıkları zaman kesiti itibarıyla, tarihseldir.
Pratikteki her sıkışma teoriye de yansıtılır. Bu
anlamda, bireyin teorik bütünselliği onun kendi öznelliğinde yeniden biraraya
getirilmek üzere parçalanır. Duygu ve sezgilerden beslenen sanat; düşünce ile
var olan felsefe; bilgi ile ilerleyen bilim ve somut gerçeklik ile tanımlı
politikadan oluşan teorik alan sözkonusu bileşenlerine ayrıştırılır. Bu işlemde
hareket planını kolaylaştıracak her türlü araç geçmişten devşirilir. Sanattan
kurtulmak isteyen felsefeyi öne çıkartır; felsefenin tasallutundan rahatsız
olan bilim başköşeye yerleştirilir; politika, bilimin tahakkümünden kurtarılır
ve somut gerçeklikle birebir ilişki kurulmak istenir. Bu kısır döngü, işlem
sonunda sanata dönülerek, tamamlanır: politika sanatsallaştırılır. Sanatı
felsefî anlamda talileştirenler, kaynağa dönerek politikayı dinî pratiğe
indirgerler. Sanatçı ya da peygamber olarak arz-ı endam eden politik öznenin
serbestiyeti adına, reddin reddi anlamında, tüm bu işlemin temel dayanağı olan
geçmiş, gelecek için, çöpe atılır.
Özetle, geçmişi proleter devrimci anlamda parçalayan
ve farklı bir bağlamda bütünleyen marksizm, bu işlem üzerinden, geçmiş ile
parçalanıp geleceğin soyut kurgusunda kendisini tanımlayan öznenin dünyasına
bütünlenir. Bu işlem marksizmi, Marx öncesi sosyalist, komünist ve devrim’ci
akımlardan birine ya da bunların özel bir bileşkesine kapatır.
Ne gariptir ki, emperyalistler doğunun dinî niteliğini
bölgedeki sol öznelerden daha fazla önemsemektedir. Sol özneler doğuyu
sanatsal, felsefî ve bilimsel anlamda kendi bireysel ölçütleri uyarınca
parçalamak için birbiriyle yarışırlarken, bu yarışın düşmanın işine yaradığını
görememektedirler. Bölgenin sınıfsal ve giderek devrimci bir niteliğe
büründüğünü görebilmeleri için geçmişle doğal bir ilişki içinde olmaları
gerekirken, onlar, başkalarının yazdığı senaryolara bağlı olarak biçimlenen
gelecek tasarımlarına kanmakta ve bu tasarımları politik projeler niyetine
pazarlamaktadırlar. Doğunun devrimle, sosyalizmle ve komünizmle ne tür bir
ilişki içinde olduğunu görmeyen ve bu ilişkiyi sınıfsal-devrimci anlamda
dönüştürme gayreti içinde olmayan sol özneler bölge gerçekliğinden uzaktırlar
ve nesnel anlamda batı için ajanlık görevi ifa etmektedirler. Yeni dönemin
zorlamasıyla kendi öznelliğini rahatlatmak adına dine ve sanata kapağı atanlar,
çizdikleri politik hatla bu bölgenin dinine ve sanatına yabancı olduklarını
göstermektedirler. “Kendine müslüman” gibi, kendine sosyalist ya da komünist
olan bu özneler, herkesi kolektif irade hâllerinden uzaklaştırmak için
ellerinden geleni yapmaktadırlar.
Devrim tarihi; sınıf toplumu parçalar. Her ikisinin de
ortak özelliği kolektif oluşlarıdır. Uyguladıkları dinsel veya sanatsal
politika, ne geçmişe bakarken devrimin kolektif niteliğini görerek onun tarihi
parçaladığını anlar, ne de sınıfın, toplumun içindeki kolektif irade olarak
nasıl bir devrimci görev ifa ettiğini ve bu bütünlüğü nasıl parçaladığını
kavrar.
Komünistlerin bugün doğu ile ilgili olarak bu olgunun
sınıfsallığı ve bu coğrafyadaki sınıflarla sınıf politikaları üzerinde durması
gerekmektedir. Sınıfsal politika, tek başına sınıfın demokrasi ve devlet
arasında cereyan eden gerilimli bölgede biçimlenen burjuva siyasasına giriş
bileti almasına indirgenemez. Komünistler, elbette her türlü kütlesel
hareketliliğin politik alana giriş bileti alması noktasında bir yerlerde
olmalıdırlar. Ancak kendi politik varoluşunu buna indirgeyemezler. Bu anlamda,
antipolitik ve apolitik dinamiklerle ortak bir hattı paylaşırlar. Ancak
onlardan kendisini ayrıştıran belli bir ölçüsü ve ölçeği olmalıdır. Bu noktada,
sınıfsal politika ile eşgüdümlü kılınması gereken devrimci politika devreye
girer.
Ölçek devrimci pratik, ölçü devrimci teorik
mücadeleyle belirlenir. Pratik mücadele toplumsal; teorik mücadele tarihsel
alanla ilgilidir. Sınıfsal pratik toplumu, devrimci teori tarihi parçalar.
Sınıfın toplumu, devrimlerin tarihi parçalayan nitelikleri önemlidir, ama
mutlak değildir, çünkü sınıfın toplumu, devrimin tarihi parçalayan niteliğini
teorize etmek, sınıfın ve devrimin parçalılığını, kısmîliğini ve geçiciliğini
tanımaz. Bu sebeple, kapsamlı bir sınıf ve devrim teorisi geliştirilir ki, bu
teori, pratikte sınıfın toplumu ve devrimin tarihi parçalamasına izin vermez.
Teori ile pratiğin; toplumla tarihin karşıt unsurlar olduğunu iddia edenler
benzer hatalı sonuçlar üretmektedir. Öncelikli hata, kendisini sürekli bugünde
kuran öznenin kendi çıkarı adına geçmişle geleceği karşıt kutuplara
yerleştirmesidir.
Böylesi hatalı sonuçlara ulaşmak konusunda dikkatli
olması gereken komünistlerin pratik mücadelede sosyalistlerle; teorik
mücadelede devrim’ci ve komünizan pratiklerle paylaştığı geniş bir birikim
vardır. Bu anlamda komünistlerin, marksist devrimci bir özne olarak,
sosyalistlere ve devrim’cilere âit tarihsel birikimi kucaklamaları zorunludur.
Ancak bu işlem terse çevrilmemeli, tüm tarihin kendisinden başladığı iddia
edilmemelidir. Geçmişte olduğu gibi bugün de kimi komünistler, kemalistler
gibi, tüm tarihsel süreci kendi öznelliklerinden başlatmakta, farklı
öznelliklerin belli tarihsel dönemlerde ya da durumlarda edindikleri politik
niteliklere karşı körleşmektedirler.
Bu yönüyle marksist devrimcilerin süreçten döneme ve
duruma doğru daralmaları ve tersten durumdan, döneme ve sürece doğru yaşanan
genişlemeleri görmeleri gerekir. Oysa kemalistler gibi birçok eski TKP’li de
“bizimle başlayan sürece biat edin” lafının ötesinde bir şey
söylememektedirler. Çeşitli tarihsel kesitlerde her iki kesimin yan yana
gelmesi tesadüfî değildir. (Yurtseverlik, ilerlemecilik, demokrasicilik vb.)
Komünistler için ayrıştırıcı ve birleştirici teorik ve
politik olgular önemlidir. Örneğin saf kurgusal ve mutlak düzlemde teori ile
pratiği ayrıştıranlar, epistemolojik düzlemde yaptıkları ayrıştırma işleminin
büyüsüne kapılıp işlemin verili ışığına takılmaktadırlar. Musa’nın asası ile
Kızıl Deniz’i ayıranlar bu mucizenin ekmeğini yemekte, peygamber oluvermekte,
insanların ortasından yarılmış bir denize ihtiyaç duyacaklarını düşünerek
yollarına devam etmekte ve insanlar için denizin ortak anlamını görmezden
gelmektedirler. Teori ile pratiği epistemede ayıranlar ontologiede, kendi
varoluşlarında bütünleştirmekte, o varoluşla özdeşleşmeden teori ve pratiğin
hep ayrık kalacağını iddia etmektedirler. Sanatı felsefeden, felsefeyi
bilimden, bilimi politikadan kurtaran özne, kendi rahatlığı ve serbestiyeti
adına yaptığı bu işlemde tarihi kendisinden başlatma hatasına tekrar düşer ve
kendisinde billurlaşan sanatın, felsefenin, bilimin ve politikanın harmanından
oluşan yeni özneyi tanrısallaştırır. Sonuçta her peygamberin bir tanrıya, her
havarinin bir peygambere ihtiyacı vardır.
Teorik mücadelede belli bir ölçüye; politik mücadelede
belli bir ölçeğe ihtiyaç duyan marksist devrimciler, bu ölçeği ve ölçüyü, tüm
komünistleri, sosyalistleri ve devrim’cileri içeren teorik ve politik gerçekten
çıkarmalıdırlar. Bu gerçeği veri olarak kabul edip onu iktidar miti ile
düzenleme niyeti olan komünistleri; devletle disipline etmek isteyen
sosyalistleri; demokrasi ile makulleştirmeyi hedefleyen devrim’cileri devrimci
eleştirinin konusu yapmalıdırlar. Sınıfsal ve devrimci politikaya teoride ve pratikte
alan açmaya çalışırken antipolitikaya ve apolitikaya karşı olmak gerekir ama bu
karşıtlık, antipolitik ve apolitik niteliğe sahip liberal ve faşist eğilimlerle
eşdüzlemde duran komünist, sosyalist ve devrim’ci eğilimleri dışlamayı
gerektirmez. Onları antipolitik ve apolitik hattan çıkartıp sınıfsal-devrimci
politika hattına çekecek olan gene marksist devrimcilerdir.
Marx öncesi komünizan geleneğe bağlı olan çevreler,
politik iktidarın eksenini ya verili millî iktidarlar ya da bireyin bedensel
iktidarı üzerinden çekmektedir. Onlara göre doğunun ihtiyacı, ya işçi
iktidarlarıdır ya da peçenin, şeriatın ve milliyetçiliğin tasallutundan
kurtulması gereken bedenin iktidarıdır. Marx öncesi sosyalizan akımlara bağlı
olan çevreler ise doğuyu merkezî bir devlet figürü olarak formüle edip, Büyük
İskender ya da Pers Kralı Daryuş gibi, toplumsal alanı disipline etmek
niyetindedir. Bu sayede, bölgedeki yeraltı zenginliğinin neden olduğu ekonomik
kargaşaya son verilir ve kaynaklar toplum için kullanılmaya başlar. Bu
düzenlemeci ve kalkınmacı bakışın öncülüğünü ise Türkiye yapmalıdır.
Devrim’ciler ya doğuya önsel bir devrimcilik atfetmekte ya da bölgedeki devlet
karşıtı özneleri kesen bir hat çıkartmaktadırlar.
Doğucuların doğusu büyük ölçüde egemenlerin jeopolitik
stratejilerinden beslenmektedir. Bunun sonucu bir tür doğu troçkizmidir.
Anti-emperyalizmi, kapitalizmi alttan alta gizlemesi sebebiyle eleştiren bu
kesimler, sadece Britanya’ya kafa tuttuğu için Afgan Kralı’nı tanıyan Lenin’i
görmezden gelir. Kafkaslar’da Bolşeviklere destek veren Nakşibendîleri
tanımazlar. Ciddî bir teorik mücadele vermeden işe başlayan doğucular,
mücadelenin ölçeği için doğuya işaret etmez ve onun havada asılı, muğlak bir
olgu olarak kalmasına izin verirler. Nesnel olarak bakıldığında dinî/millî
akımların da devrimci olma “hak”kı vardır
Çeşitli gerekçelerle yüzünü doğuya dönenler Mao ile
karşılaştığında korkarlar ve kendi yuvalarına geri kaçarlar. Fabrikaları,
üretimi, üretici güçleri ve ilerlemeyi merkeze aldığından sınıfı üretim
alanlarına hapsedenler, Mao’nun ideolojik-politik hareketinin, Enver Hoca’nın
partisinin ve Castro’nun devriminin proleter niteliğine kör bakarlar. Saf
proletarya vurgusu yaparak komünist olunacağını zannedenler, Mao, Enver ve
Castro’nun proleter niteliğini çöpe atarlar.[6]
Çin ve İran devrimleri doğunun “Ekim”idir. Ekim’in
doğudaki tezahürleri değil, içerik olarak genişleyip derinleşerek
yerelleşmesidir. İşçi-köylü ittifakının ve mazlum milletlerin belirleyici
olduğu Ekim, doğuda farklı bir içerik ve biçimle yeniden politikleşmiştir.
Ancak birinci anlamıyla alarak Ekim’i doğululaştırmak, diğer devrimleri
devrimden saymamanın bir sonucudur.
Leninistler Zimmerwald ile batıyı; Bakû ile doğuyu
devrimci politik anlamda parçalamak istemişlerdir. Tersten bugün “proletarya”
başlığı altında Avrupa’yı bütünlemeye çalışanlar Zimmerwald’ı, “mazlum doğu
halkları” başlığı altında doğuyu bütünlemek isteyenler Bakû’yü
geçersizleştirmek niyetindedirler.
Bir devrimin proleter niteliğini güvence altına alan,
devrimin arkasındaki proletaryanın niceliği değil, niteliğidir. Bu açıdan
İran’da Şah sokağa çıkma yasağı ilân edip bu yasağı çiğneyenleri ölümle tehdit
ettiğinde, yüz binlerce İranlı’nın üzerlerine kefeni simgeleyen beyaz elbiseler
giyip gece kendi mezarlarını kazdıktan sonra sabahın ilk saatlerinde kitlesel
bir eylemi başlatan halkın “proleter” niteliği gözardı edilmektedir. Sözkonusu
eyleme öncülük eden Humeyni’ciler 1979’daki 1 Mayıs gösterilerine katılarak, o
güne dek komünistlerin hâkimiyetinde olan işçi evlerini “Allah işçidir”
pankartı altına toplamışlardır. Burjuva siyaset mantığı uyarınca salt politik
temsilcilere, onların şahsiyetlerine kilitlenen sol, hareketin proleter
niteliğine karşı körleşmektedir. Aynı durum, köylü direncini örgütlemek için
uzun bir yürüyüşe çıkan Çinli komünistlerin ve bu eylemin proleter niteliği
için de geçerlidir.
Politik anlamda proleteri salt üretim araçları, üretim
ilişkileri ve/ya üretici güçler içinde arayanlar, sınıflar mücadelesinin
politik önemini de iptal etmektedirler. Belki iki yüz yıl önce rüşeym hâlindeki
kapitalizm koşullarında yaşanan sınıflar mücadelesini tek başına işçi sınıfının
blok olarak karşılaması mümkündü ama bugün bu mücadele, sadece işçi sınıfını
değil, tüm diğer sınıfları kesmiş, onları farklı bir kıvama kavuşturmuştur.
Artık sınıflar mücadelesinin bütüncül, granit, homojen iki ayrı olgu olarak
burjuvazinin ve işçi sınıfının arasında yaşandığını, bu mücadelenin toplumsal
ve tarihsel anlamda salt bu alana sıkışmış olduğunu iddia etmek mümkün
değildir. Bu yönüyle, nesnel anlamda sınıflar mücadelesi, özneleri belli durum
ya da dönemlerde teorik ve pratik planda bütüncül, granit ve homojen olmaya
zorlayabilir ama bu zorunluluğun öznelerin süreçte karşılayacakları
ihtiyaçlarıyla ilişkisi yoktur. Bu nedenle, sözkonusu durumsal/dönemsel
zorunluluğun bilim ya da felsefe katında, farklı bağlamlarda, kalıcı, yerleşik,
mutlak ve sabit bir değer olarak alınması en ciddî hatadır.
Geçmişte doğuya nüfuz etme imkânı bulamayanlar, bugün
(emperyalist batı ile birlikte) batılı anlayışlarıyla doğuya yüzlerini
çevirmişlerdir. Ekim’e “doğu devrimi” demenin anlamı budur. “Doğunun devrimi
sadece Ekim’dir, bunun yinelenmesi gerekir.” demek doğuyu aşağılamaktır. “Doğu
dingin, tembel, sinik ve korkaktır ve o devrim bile yapamaz.” fikri uyarınca
doğuya bakanlar hiçbir teorik ve politik açılım getiremezler. Sınıflar
mücadelesini yukarıda bahsedilen dar alan içinde işçi cephesinden karşılayamayanlar,
yenilgi ve başarısızlık ardından ibresini coğrafî alanlara çevirmişlerdir.
İşçinin yerini “doğu”, burjuvazinin yerini “batı” almıştır. Bu hattı seçenler
ya bölgesel karşıtlığı sınıflar mücadelesinin kendisi olarak tanımlamışlar ya
da onu sınıflardan azade olarak ele almışlardır: doğuda sınıf olmadığına ya da
olsa bile, geri planda kaldığına göre, sınıflar mücadelesinden söz
edilmemelidir. Yukarıda bahsedilen hatadan ders çıkartamayanlar, farklı zamanda
ve zeminde sözkonusu hatayı yinelemektedirler.
Esasında Ekim Devrimi Avrupa’nın periferisinde
olmuştur ve bu anlamda Avrupa’nındır. Fransız Devrimi, Paris Komünü ve diğer
kalkışmaların tarihi içinde değerlendirilmelidir. Batılı solcular bolşevikleri
doğulu despotlar olarak aşağılamak istemişlerdir. Aynı solcular, kan ve barut
kokusu dağıldıktan sonra, despotik doğululara kendi devrim algı ve bilgilerini
“Ekim” ambalajıyla sunmak istemektedirler. Ekim, Avrupa devrimler tarihinin bir
bileşenidir. Aksini iddia etmek onun fiilî gerilim, çatışma ve çelişkilerinden
kaçmaktır.
Ekim’in zamansal uzanımı öyküseldir. Mitolojik bir
olay olarak görülen Ekim’in bugünün tarihsel-toplumsal gerçekliğini hâlâ
etkileyip biçimlendirdiğini ya da daha öznelci bir ifadeyle, etkileyip
biçimlendireceğini iddia etmek idealizmdir. Ekim’in doğu’su ile doğunun Ekim’i
örtüştürülür ve aradaki ayrımlar silinir. Komintern’in politikasını
yineleyenler, Komintern’in ilk kurulduğu aşamadan itibaren Ekim’i “Avrupa
devrimi” olarak değerlendirdiğini, devrimci liderlerin Ekim’in Avrupa’daki yeni
devrimleri tetikleyeceğini düşündüklerini dikkate almazlar. Ayrıca devrim
öncesinde cephedeki askerlere apolet söktürüp çavuşla subayı eşitleyen devrimin
kurduğu Komintern’in doğudaki devrimci güçleri “piyade” olarak gördüğü üzerinde
durmazlar. Avrupalı komünistleri “general”, doğudakileri en iyi hâliyle
“piyade” olarak gören Komintern’in avrupamerkezliliği eleştirilmez, çünkü
sürece atfedilen avrupa-merkezlilik avrupamerkezciliğe dönüşür ve
Avrupamerkezcilik eleştirisi yapılırken Ekim’in ve Komintern’in avrupamerkezliliği
üzerinde durulmaz. Oysa her iki tarihsel olgu için avrupamerkezli oluş doğal ve
kaçınılmazdır; üstelik iki tarihsel olgunun fiilîleşmesinin önkoşulu, esas
olarak Avrupa’daki tarihsel-toplumsal gelişmelerdir. “Ekim doğu devrimidir”
diyenler, özü reddedip biçimi alırlar ve biçimi (şalı) doğunun üzerine
sererler.
Anti-kapitalizm ve Marksizm
Kapitalizm batıdan doğmuştur, ama teorik olarak
kapitalizm denilen olgunun başlangıç/çıkış noktasını belirlemek, onu bu noktaya
indirgemek ciddî bir hatadır. Kapitalizme yönelik teorik ve politik en yetkin
bütünlüklü cevap (hâlâ) marksizmdedir ama marksizmi salt bir cevap oluşa
indirgemek, onu kapitalizm öncesinden sonrasına uzanan sürece yönelik teorik ve
politik müdahaleden/mücadeleden alıkoyar. İşçi sınıfının olmadığı ama
köylülüğün feodal baskı altında zulme uğradığı bir yerde marksistlerin elini kolunu
bağlayıp oturmamasını sağlayan şey budur. Bu yönüyle sosyalizm hedefini
bilimselleştiren marksizm, onu komünizme geçiş aşaması olarak formüle etmekle,
onun için verilen mücadelenin tarihsel-toplumsal bağlamını da
derinleştirmiştir.
Marksizmi mutlak ve saf anlamda kapitalizm
karşıtlığına indirgeyenler, onu bir işçi sınıfı ideolojisi olarak anlamakla
avrupamerkezciliği meşrulaştırırlar. Belli bir dönemde Avrupa karşıtlığı
fiilîleştiğinde böylesi bir marksizmin eli kolu bağlıdır. Lenin’in üç sacayağı
üzerine oturttuğu marksizm, mantıksal tutarlılık gereği, batı ölçeğinde kısılıp
kalır. Almanya (Felsefe) Fransa (Politika) İngiltere (Bilim) ile somutlanan
doktrin, hem teorik hem de politik düzlemde, marksist mücadeleyi Avrupa’daki
sınıf mücadeleleri tarihine hapseder ve mücadelenin kısırlaşmasını getirir. Bu
kısırlaşma, Avrupa’nın dünya sistemindeki merkezî rolünü ABD’ye kaptırdığı
tarihten itibaren büyük tahribatlara sebep olur. Marksistlerin yeni dönemin
karşısında sıkışmalarının nedeni buradadır: ölçek dağılınca ölçü de
anlamsızlaşmıştır. Ölçeğin dağılması, yersiz-yurtsuzlaşması, merkezî niteliğini
yitirmesi ölçüyü de belirsiz, geçici, kısmî ve parçalı bir düzleme çekmiştir.
Zira batılı aydınlar, teorik mücadeleden çok önceleri vazgeçtikleri ya da
kampuslarda kurulan istihbarat kuruluşlarına göbekten bağlandıkları için ölçü
ya dünyaya ya da mikro-dünyalara kapanmıştır. Ölçüye uygun ölçek, ölçeğe uygun
ölçü geliştirilmiştir.
Felsefe, ekonomi ve bilim gibi alanlarda verdiği
politik mücadelesinde batının kullandığı ölçek ilk dönemde
Londra-Paris-Berlin’dir. Kapitalist ve emperyalist dönüşümlerde kendisine özel
ölçüler belirlemiştir. Mal ve para akışı uyarınca biçimlenen ölçü doğuya karşı
savaş açmıştır.
Kapitalizmden nemalanan güçler, sınıfsal anlamda kendi
ölçü ve ölçeklerini ilk dönemde tarihsel dinamiklerde arar. Kapitalizmin
yerleşikleşmesi noktasında sınıfî, dinî ve millî hareketler bu dönemde önemli
katkılar sunar. Bu hareketlerin içinde de tarihsel anlamda işleyen sınıflar
mücadelesi faaldir ve bu hareketlerin dönemsel işlevlerini belirler.
Polonya’nın ya da İrlanda’nın bağımsızlığı hem kapitalizmin hem de sosyalizmin
gündemindedir ve her ikisi için de işlevseldir.
Marx’ın söylediği anlamda, kapitalizm tüm sınıflı
toplumların özeti gibi hareket etmektedir. Sistem kendi yerleşikliğini,
mekânsal yayılımını zamansal gücüyle temin eder. Burada kapitalizmin kütlesel
genişlemesi noktasında devreye soktuğu zamansal güçlere karşı mekânsal değerler
kendi zamansal güçlerini devreye sokarlar. Sanayi Devrimi’nin koşulladığı
teknik-bilimsel ilerleme zamansal hâkimiyetin temel ayaklarıdır.
Kapitalizmin ilk dönemdeki “güç” kullanımı, doğal
olarak, kapitalizm karşıtı dinamiklerin de paralel biçimde kendi zamansal
direnç noktalarını oluşturmasına neden olur. İlk anti-kapitalist tepkiler
çeşitli dinî, millî ve sınıfî mücadeleler içinde biçimlenirler ve bu tepki
biçimleri dinin, milletin ve sınıfın tarihselliği ile tanımlanırlar.
Avrupa’nın alt kültürü olarak görülen ABD’nin yeni bir
güç odağı olarak sahneye çıkması ile birlikte avrupamerkezliliğin kırılması ve
kapitalizmin dünyevîleşmesi, kapitalizmin geçmişten kalan ya da onlardan güç
alan direnç noktalarına karşı yürüttüğü mücadelenin niteliğini değiştirir. Bu
nitelik, büyük ölçüde SSCB-ABD-Avrupa arasındaki gerilim tarafından belirlenir.
ABD ve SSCB iki yönden Avrupa emperyalizminin tüm kalelerini yıkmak için gayret
eder. Roosevelt’in “Britanya’nın son kale duvarını yıkana dek mücadele
edeceğine” dâir söz vermesi ilk işarettir. (4 Mart 1933/başkanlık konuşması)
Kapitalizm, artık zamansal direnç noktalarına karşı
mekânsal hâkimiyet araçlarıyla çıkmaktadır. İçinde yaşadığımız süreçte ise
emperyal kapitalist ilişkiler zamansala hâkim olmakla (teknoloji de bu bağlamda
dönüşmüştür), ABD’nin para politikasını değiştirdiği yetmişlerle birlikte,
hâkimiyet tarzını dönüştürmüştür. SSCB bu dönüşüme karşı hamlesizdir.
Kapitalizmin yeni hâkimiyet ilişkilerine karşı direnç noktaları bu sefer
mekânsallıkta oluşmuştur. Sınıfın çalışma alanları, ulusal coğrafya ve bir
direnç öğesi olarak beden.
Burjuva devrimlerine ortak olan işçi, millet ve din
hareketleri, devrimlerin yerleşikleşmesiyle nitelik değiştirir. Demokrasi bu
unsurları mas etmek için idealize edilmiştir. Onları esir eden mahkûmiyetten
kurtarmak amacıyla demokrasi de devlet kadar devrimciliğin hedefinde olmalıdır.
Kendisini burjuva devrimlerin sürekliliği dâhilinde düşünen sol, devrimcileşme
noktasında tüm imkânları sıfırlamış, liberal demokratların figüranlığını kabul
etmiştir. Demokrasi, devlet karşıtı bir olgu olarak formüle edilmiş, serbest
piyasa ile tanımlı kılınmış, milletin gelişimi için hedef hâline getirilmiş ve
bireyin bedensel varoluşu için en uygun sığınak olarak kutsanmıştır. “Devlet
karşıtı demokrasi” bağlamında işçi, millet ve din, farklı biçim ve içeriklerle,
sürece eklemlendirilmeye çalışılmıştır. Lenin’in dediği anlamda, kendisi de
devlet biçimi olan demokrasi işçiyi, milleti ve dini emmiştir. Solcu,
milliyetçi ve dinci sendikalar arasındaki işbirliği bu anlamda tesadüfî
değildir.
Yeni bir forma kavuşan kapitalizm, altmışlardan beri
geliştirdiği içerikle, anti-kapitalist tepki biçimlerinin geçmişte zamansallık
dâhilinde oluşturduğu tüm kaleleri, mekânsal hâkimiyet adına, yıkmaktadır. Yeni
anti-kapitalist tepki biçimleri ise yeni döneme toplumsal/yaşamsal alanlardaki
hâkimiyeti ile cevap vermektedir.
Doğucunun eni sonu doğu için biçtiği don,
demokrasidir. Açık toplum projeleri ile doğuya göz diken Soros gibi, doğu
halklarına toplumsal demokrasi önerilmektedir. Doğuyu mekân olarak göklere
çıkartan bu kesimler, onun tarihsel direnç noktalarını yıkıp salt toplumsal
dayanışmacı ve ortakçı niteliğini öne çıkartmaktadırlar. Bu anlamda, devleti
demokrasiyle terbiye etmek isteyen liberallerle ortaklaşmaktadırlar. Merkeze
konulan birey ile toplumun, demokrasi bağlamında, farksız olduğunu görememekte,
her ikisinin verili durumuna tâbi olmakta, tarihsel akışın “kadir-i mutlak
gücü”nü önemsememektedirler. Zaten bu yüzden, burjuva anlamda merkeze bireyi
koyanlara karşı toplumu koyarak tarihten münezzeh bir özne oluşunu
meşrulaştırabilmektedirler. Devletle demokrasinin mutlak karşıtlık içinde
olduğu yanılsamasının yoğun olarak yaşandığı dönemin ürünü olan bu kesimler, bu
yanılsamadan kurtulamamakta, orta sınıf solculuğuna has bir tepki biçimiyle,
karşıtlığı öznelci bir üslupla anlayıp ondan nemalanmayı öngörmektedirler.
Türkiye: Lenin ve Kürt Ayracı
Seksenlerin sonu, doksanların başından itibaren açığa
çıkan doğu merakı, büyük ölçüde, devrimci ve sınıfsal politik mücadeleden kaçan
solcu yönelimlerin ihtiyaçlarından kaynaklanıyor, bu, doğunun devrimci-sınıfsal
niteliğinin es geçilmesine sebebiyet veriyor. Sözkonusu yönelimin iki ayağı
var: Lenin’den ve Kürt hareketinden kaçış. Lenin ve Kürt meselelerindeki
devrimci-sınıfsal ayraç olma niteliği, doğucuların esasta kurtulmak istediği
temel unsurlar. Doğuya yönelişin esbab-ı mucibesi bu. Ancak bu kaçışın sağlam
bir teorik zemini mevcut değil. O nedenle, maoizmden ve troçkizmden kırma bir
sol politik eğilim su yüzüne çıkıyor. Seksenlerin sonundan itibaren Latin
Amerika ve Avrupa’da dillendirilmeye başlanan “harmanlanma” edebiyatında
sovyetik ekiplerden ziyade, maoist ve troçkist ekiplerin yan yanalığı
sözkonusu. Lenin ve Kürt millî kurtuluş mücadelesi etrafında dönen tartışmalar
Türkiye solunu da harmanlanma edebiyatına kilitliyor. ÖDP ve MLKP, birer birlik
gayreti olmakla, sözkonusu harmanlanmayı sahip oldukları verili örgütsel çapa
uygun olarak yaşıyor. İki ayraçla doğal, organik ilişkisi zaten olmadığından
fiiliyatta zaten kurtulmuş olanlar ÖDP; kurtulmak için kendi özgün pratiğinin
sonuçlarını biriktirmek isteyenler de MLKP şahsında birleşiyorlar.
Lenin’de devrimci sınıf partisi, Kürt hareketi
nezdinde de devrimci kitle politikası meseleleri tartışılıyor. Her iki ayracın
ülke düzleminde netleştirdiği ayrımlar, sosyalizmin seksen sonlarında girdiği
tartışma sürecine damgasını vuruyor. Esasta tüm sol ekipler adı konmamış, genel
bir tartışma platformunda var olabilmek adına, teoriyle ve pratikle
ilişkileniyor. Devrimciliği bir tarafa bırakalım, politik olan herhangi bir
ekibe bu dönemde rastlanmıyor.
Kürtler içinde maoizmden beslenenler Lenin’i sınıf
gerçeğinden ayırıyorlar. Onun sınıfsal-politik niteliğini yok ediyorlar.
Troçkist olanlar, iktidar meselesinde Lenin’i Kemal’le paralel bir konuma
koyacak kadar saçmalayabiliyorlar.
Şeklî değerlendirmeler Kürtleri ve Lenin’cileri
karşılıklı olarak ayrıştırıyor. Çapraz kesişmeler ekipleri farklı arayışlara
itiyor. Bir taraf “ah şu Apo Lenin gibi olsaydı” bir diğer taraf da “bizim
halkımız neden Kürtler gibi isyankâr değil” deyip hayıflanıyor. Bu noktada,
“bir marksist, bir durumu değerlendirmek için, olabilecek olandan değil, gerçek
olandan hareket eder.”[7] diyen Lenin’in uyarısının aksine, bu iki meseleyle
ilgilenen marksistler olanla değil, kendisine âit olasılıklarla ilgileniyorlar.
Marksizmi ya da leninizmi olması gereken tahayyüllerle, ideallerle ve
kurgularla anlıyorlar. Kütlesel bir politik özne olmadan doğucu oluyorlar.
Doğuda, bırakalım Türk marksistlerini, Türklerin bile etkisi oldukça zayıfken,
cin olmadan adam çarpanlar Doğu’yu Ekim’e çağırıyorlar ya da en fazla, hiç
tanışmamış gibi, onu sözkonusu devrimle tanıştırmaya çalışıyorlar.
Lenin particilikle, işçicilikle ve Devrim’cilikle;
Kürt Hareketi ise, kitle kuyrukçuluğu, şiddet fetişizmi ve liberalizmle
parçalanıyor.
Tartışma platformunda kalmak adına, somut devrimci
teorik faaliyetin gereklerinden kaçarak genel soyut ve afakî bir düzleme
kaçanlar, bu parçalanmayı hem meşru kabul ediyor hem de parçalar arasında
devrimci ayraçlar koymadan tüm unsurları kendinde bütünlemeye çalışıyorlar.
Tartışma platformunda sahip oldukları şiddet, hız ve hacme göre çeşitli ekipler
sahip oldukları koltuklarından herkese sesleniyorlar ve buna da siyaset süsü
veriyorlar. Gerçek gerilimlerden, çelişkilerden ve çatışmalardan kaçış için yeni
soyut coğrafî konumlanışlar tespit ediliyor. Bunun teorik zemini de beraberinde
kurgulanıyor.
Kaçış yerleri sırasıyla batı, doğu ve tüm dünya
oluyor. Batıcılar için batıda, özellikle bir dönem faşizme karşı mücadelenin
ateşinde pişmiş partilerin masalsı varlıkları yeterlidir. Doğucular için,
sadece doğunun Ekim’le bir süre dinamize olan kütleleri anlamlıdır. Dünyacılar
içinse, kan ve barut kokusuna bulanmış ezilen tüm unsurlar dünyasal önemi
haizdir.
Uzun bir süreç boyunca marksizm ile sınıfı devrim
dolayımıyla ilişkilendiren sol, her dönüşüm ve değişim momentini marksizmin
içine kanalize etmiştir, bu anlamda da teoriyi verili durumla uyumlu hâle
getirmeyi bilmiştir. Basit bir değişim algısına kurban edilen devrim olgusu
sınıfa karşı körleşmiştir. Bu anlamda marksizmin devrimle ilişkisinin sınıf
dolayımı ile düşünülmesi gerekmektedir. Burada statik kurgulardan çok, dinamik
bir teorik faaliyet elzemdir. Bu yaklaşımla, Kürt Hareketi’ne devrimci olduğu
için sınıfsal değer atfetmenin ve sınıfsal olduğu düşünüldüğünden devrimci
anlam yüklenen Lenin ve partinin yol açtığı gerilimlerden kurtulmak mümkün
olur.
Solun ekonomi, coğrafya ve biyoloji ile ilgili algı ve
bilgisi dönüştürülmelidir. Süreçte anlam kazanan bu algı ve bilginin, çeşitli
durum ve dönemlerde somutlanan devrimci sınıfın ve sınıfsal devrimciliğin etki,
nüfuz ve nüfusuna açık hâle getirilmesi gerekir.
Komünistlerin üzerinde durması gereken hususlar,
ekonomi-politika, jeopolitika ve biyopolitika değildir. Komünist politik özne,
ekonomi, coğrafya ve biyoloji bilgisini dinamik bir sürecin parçası hâline
getirebilmelidir. Buradaki temel ayraçlar sınıf ve devrimdir. Sınıfsal ve
devrimci politika, sözkonusu teorik ve pratik birikimi dikine kesen temel eksen
olabilmelidir. Aksi takdirde ekonomist olunup sınıfın devrimle ilişkisi
kesilir; iyi bir stratejist jeopolitikacı olunup devrimci politika sınıfsal olandan
uzaklaştırılır; ya da yaşamsallık vurgusuyla beden mitosuna indirgenen bir
biyopolitikacı teorisyen olunup devrimci işçi hareketi iktidar kaçkını yapılır.
Mülkiyetçiliğe Reddiye
Komünistler, her ne kadar mülkiyet ilişkilerini redde
tâbi tutsalar da, mülkiyetin iki zemini olan para ve meta akışını birbirinden
ayırıp kendilerine âit özel alanlar açmak konusunda mahirdirler. Devrim’ci ve
sosyalist kesimlerde de benzer bir hastalık sözkonusudur. Bu çevreler, mülkiyet
ilişkilerini eleştirirken, eleştirinin bir ayağını boşta bırakırlar; ya metacı
olup parasal ilişkiler ya da paracı olup meta akışı üzerinde dururlar. Bu,
sosyalizm anlayışlarına da yansır. Açtıkları boşluğa kendi varlıklarını
sığdırırlar. Mülkiyet ilişkilerinde, elinde sadece kendi bedeni kalan orta
sınıf solcuları, bu bedeni, ya parasal akışa ya da metaların hâkimiyetine tâbi
kılarlar. Bedenini para gibi piyasaya tahvil ederler ya da onu bir mal gibi
satmaya çalışırlar.
Her türlü mülkiyet, özellikle kapitalist ilişkilerde,
güç ve iktidar dolayımı ile tanımlıdır. Sistemin efendileri herkesi mülkiyet
sahipliği ile güç olmanın birbirine koşut olduğuna inandırmışlardır. İnsan
Hakları Beyannamesi’nde de somutlandığı gibi, en temel iki yasa, insanın yaşama
hakkı ve bunun maddî zemini olarak sunulan özel mülkiyet hakkıdır.
Bu yönüyle bir komünistin “benim” sözcüğü ile
konuşmaya başlaması zûldür. “Benim” ile “bizim” arasındaki mesafe sıfıra
yakındır. Mülkiyet ilişkilerini ortakçılık/kolektivizm bağlamında düşünmesi
gereken komünistler, bu bağlamın politik devrim sonrasında mümkün olacağını
bilirler.
Solun sınıf, ülke ve beden konularında tercihleri hep
bu özel mülkiyetçilikle malûldür. Yani sol, “sınıf da, ülke de, beden de bizim”
demektedir. Farklı yollar bu mülkiyetçi bakışa bağlı olarak çizilmektedir.
Sınıfçılar, çevredeki ya da dünyadaki diğer ülkeleri ciddîye almamakta;
ülkeciler, yani milliyetçiler ve yurtseverler, farklı milletlerle ve vatanlarla
doğrudan ilgilenmemekte; bedenciler ve buna bağlı cinsiyet, ırk ve alt kültür
unsurlarını merkeze alanlar ise diğer beden formlarını umursamamaktadırlar.
Kolektif mülkiyet ilişkilerinin devrimden sonra mümkün
olacağı önbilgisinden hareketle, komünistlerin kapitalist üretim ilişkilerinin
hâkim olduğu dönem boyunca mülkiyet algılarını özel olandan kurtarmaları ve
mülkiyet ilişkisinden ziyade aidiyet ilişkisi üzerinde durmaları zorunludur.
Yani, komünistler “sınıf bizim” yerine “biz sınıfa âidiz”; “bu memleket bizim”
yerine “biz vatan toprağına âidiz”; “beden bizim” yerine “biz bu ortak bedene
âidiz” diyebilmelidirler. Bu aidiyet ilişkisi, sınıfta, ülkede ve bedende
yaşanan her türlü harekete karşı sorumluluk almayı ve bu sorumluluk dâhilinde
eyleme geçmeyi mümkün kılar. Dahası, aidiyet ilişkisi ile birlikte, sınıfta,
ülkede ve bedende yaşanan hareketliliğe koşulsuz dâhil olunup, hareketlerin
sahip oldukları verili ölçeklerin yaşadığı her değişimden devrimci sonuçlar
çıkartılabilir. Tüm bunların en önemli sonucu, mülk sahiplerine karşı
mülksüzlerin işçi sınıfı önderliğinde kendi iktidar alanlarını oluşturmasıdır.
Mülkiyetçilik, sol öznelerin tarihi kendilerinden
başlatmalarına ve toplumsal ilişkilerini yaşamsal edimlerine göre
biçimlendirmelerine sebep olmaktadır. Sınıfla, ülkeyle ve bedenle dolaysız
ilişki içinde olması gereken sol, gerilimlerin, çatışmaların ve çelişkilerin
doğrudan içinde olmak yerine, kendi güvenliği adına, mülkiyetin zamansallığına
ve mekânsallığına âit yuvalara saklanmaktadır. Bu huzurlu yuvalarda kâğıt
üzerine yerleştirdiği tarafları kendi öznelliğine göre tasnif ederek gerilim,
çatışma ve çelişkilerden azamî düzeyde istifade etmeye çalışmaktadır. Bu
sebeple, işçi sınıfı içinde olmak yerine işçici; ülke gerçekliğinde olmak
yerine milliyetçi/ yurtsever ve giderek devrim’ci; kolektif bedensel güç
odakları ile halvet olmak yerine cinsiyetçi, ırkçı ya da iktidar’cı olmaktadır.
Bugün solun bu mülkiyetçi tarzı, onu sınıf hareketine,
politikleşen ülkenin ortak pratiğine ve devrimcileşen bedenin fiilî
eylemliliğine yabancılaştırmıştır. Oysa aidiyet ilişkisiyle sol, sınıfın her
nefesinde olabilirdi; ülkenin her türlü politik durumunda güç olma imkânı
bulabilirdi; sömürü ve zulmün nesnesi olan bedenin her çığlığını
örgütleyebilirdi. Ama tüm bunların külfetini ödeyecek bir donanıma sahip
olamadığından sol, mülkiyetçi ilişkilerin dar ufkuna kendisini hapsetmiştir.
Sınıf, ülke ve bedenle sahiplik ilişkisi kuran solun
aksine, “bu sınıf, bu ülke ve bu beden bizim değil” diye haykırması gerekir.
Bunu demediği sürece, sınıfın dönüşüm momentlerinde kendisini tanımlamaksızın,
sınıfı olduğu gibi içeren boş sendika odalarına sahip olunur; politikleşen
Türkiye’nin somut devrimci etkilerini görmeksizin, onun sahip olduğu verili güç
ilişkilerine biat edilir, “aman dokunmayın, ülkeyi ayakta tutan direkleri
muhafaza etmeliyiz” diyerek kitleye Sevr sopası sallanır; ya da bedenin kutsallığında,
onun cinsî, ırkî ve bireysel varlığı göklere çıkartılır ve yıldız falında
olduğu gibi, göksel objenin gerçek hayata etki edip etmediği tartışılır ve
siyaset burçlar üzerine kurulur.
Mülkiyetçilerin sınıf ve devrim gibi dertleri yoktur.
Tek dertleri, sınıfsal ve devrimci olan unsurların bertaraf edilmesidir.
Kürt hareketinin Türk solu karşıtlığı ile bugünlere
gelebildiği gerçeği üzerinde durmak zorunludur. 1980’de halka; 89 sınıfa; 99’da
millete ve 2000’lerin ilk yılları itibarıyla coğrafyaya yabancılaşan Türk
soluna karşı Kürt hareketi ters yönde hareket etmiştir. Bugünkü gerilimlerinin
aslî nedeni, bu süreci toparlayacak teorik ve pratik irade ve eylemden yoksun
olmalarıdır.
1950’li yılların ortasından itibaren solun kendince
bir güce kavuştuğu düşünülürse, geçen elli yıl boyunca bu ideo-politik akımın
dizginlerinin orta sınıflarda olduğu gerçeğine dönük tespit, olası bir devrimi
yaşayacak olan önümüzdeki elli yılın niteliği için oldukça önemlidir. Geçen
elli yıl süresince öne çıkartılan olguların kendi nesnellikleri, doğallıkları
ve somutlukları üzerinden fiilî kazanımlar elde edememesinin nedeni, dizginleri
başkalarına bırakmayanların sınıfsal kimlikleridir. Öne çıkartılan öğelere
bakıldığında, orta sınıfların, bu öğelerin sınıfsal ve devrimci niteliğini öncü
kılmak değil, aksine onları geriye atmak, giderek yok etmek ya da en azından
etkisizleştirmek istedikleri görülür.
Halkçılar hiçbir zaman halk olmazlar, halkla nefes
almazlar ve halka yabancıdırlar. Politik faaliyetinin esas hedefi, burjuva
siyaset arenasına girecek ölçüde minimalize edilmiş birey ölçütü uyarınca halkı
parçalamaktır. Halk bireyi değil, birey halkı kendisine benzetir. Aynı durum
işçi sınıfı, millet ve mazlumlar için de geçerlidir. Orta sınıf solculuğu, bu
olguların gerçekliği ile organik, canlı ve dinamik ilişkiler kurmaktan korkar.
Tek ölçütü kendi benliğidir.
Bugüne dek uzanan sakatlığın en önemli nedeni, bir
ölçüde, miladı 12 Eylül olarak tespit etmektir. Bu tarihte özneler, kolektif
devrimci bir savaşın içinde örgütlenemediği için hesaplarını tamamlayamamışlar,
geride kalanlar hesaplarını sonraki kuşaklara ödetmişler/ödetmektedirler. Bugün
sol örgütlerin şeflerinin önemli bölümü 12 Eylül öncesinin kadrolarıdır ve bu
insanlar ne 12 Eylül’ün ne de onun doğurduğu Özal liberalizminin hesabını
verebilmişlerdir. Aynı kadrolar ve kadrosal bilinç aktarımı, doksanların
AB’sine ve 2000’lerin ABD’sine karşı da gerekli ve yeterli cevabı verememiştir.
Sol, bu kadrolar ve bilinçsel süreklilik bağlamında,
hem teoride, hem de pratikte, 12 Eylülde halka; Özal liberalizmi döneminde
sınıfa; doksanların AB kuşatmasında millete; 2000’li yılların başında giderek
yoğunlaşan ABD müdahalesiyle içinde yaşadığı Ortadoğu coğrafyasına
yabancılaşmıştır. Bu yönüyle, 12 Eylül’de halkın, seksenlerde işçi sınıfının,
doksanlarda milletin solun samimiyetine ve içtenliğine inanmamış olması gibi,
bugün de Ortadoğu, beş vakit namaz kılıp hacca gitse dahi, sola inanmayacak bir
yerde durmaktadır. Tüm bu politik olguları temel sınıfsal-devrimci ayraçlarla
kesen bir hat oluşturulmadan ne Ekim doğuya döner yüzünü ne de doğu yeni
Ekim’lere...
Eren Balkır
2005
Dipnotlar:
[1] Hannah Arendt gibi kimi liberal düşünürler, sonradan, teorideki ekonominin
politikaya alan açmadığını düşünerek Marksizmi eleştirmişler, bu amaçla, ilk
dönem anarşistler gibi, ekonomiye âit kavramlar olarak gördükleri proletaryanın
ve devrimin baskıcı ve despotik unsurlar olduğunu ispatlamaya çalışmışlardır.
[2] “XIX. yüzyılda insanlığın en ileri üç ülkesinde
ortaya çıkan belli başlı üç fikir akımını sürdürüp tamamlamıştır Marx: klasik
Alman felsefesi, klasik İngiliz ekonomi politiği ve genellikle Fransız devrimci
öğretilerine bağlı bulunan Fransız sosyalizmi.” (V. I. Lenin, Karl Marx’ın
Doktrini, Bilim ve Sosyalizm Yay., IV. Basım, Çev.: Şiar Yalçın, s. 14.)
Rus Marksistlerini Doğulu görerek onları eleştiren Avrupalı Marksistlere karşı
Lenin Avrupaîliğini ispatlamak niyetindedir. Bugün Doğulu olduğu düşünülen
Ekim’in lideri teorik zeminini Avrupa’da kurmaktadır. Ekonomi politiği
Marksizmin temel içeriği olarak gören Lenin için ekonominin sınıf
mücadelelerinin genel çerçevesini vermek dışında bir önemi yoktur. O, bilinç
olarak ekonomik sürece bütünüyle hükmetmenin devrimciliği güvence altına alacağı
yanılsamasından uzak durur.
[3] Sonradan anti-faşist teorisyenlerin bebeğin banyo
suyunu dökerken bebeği muhafaza ettikleri görülüyor. Bedenin fiilî iktidarı
üzerinden “yaşam alanı” ya da Almancadan tam bir çeviriyle yaşayan mekân bedene
işaret ediyor. Solcuların kullandığı bu kavram son günlerde fazlasıyla revaçta.
[4] Coğrafya ile politikanın Marksist devrimci
düzlemde ilişkilendirilmesine dönük teori, Lenin’in milletlerin kendi kaderini
tayin hakkı ve Doğu meselesi ile ilgili yazılarında örtük olarak mevcuttur.
Lenin, bizim Osmanlı artığı kimi Marksistlerimiz gibi, kendi imparatorluğunun
boşluğunda düşünmez. Bizimkiler, içten içe Osmanlı’nın şanlı günlerini
selâmlayan bir yerde durmaktadırlar.
[5] Aktaran: Giorgio Agamben, Kutsal İnsan,
Ayrıntı Yay., Çev.: İsmail Türkmen, s. 189.
[6] Mao ideolojik-politik hareketi; Enver partili
mücadeleyi; Castro devrim’ci hattı proleterleştirdikleri için önemlidir.
Maoistlerin, Enveristlerin ve Castristlerin kimi teorik ve politik hataları bu
proleterleşmeyi perdeleyemez.
[7] V. I. Lenin, Nisan Tezleri ve Ekim Devrimi,
Sol Yay., Çev.: M. Erdost, V. Baskı, s. 23.