Pages

07 Ekim 2011

İslam Sosyalizmle Bağdaşır mı?


Bir dostum yazdığı mektubunda, bana İslam’ın sosyalizmle bağdaşıp bağdaşmayacağını soruyor. Ona göre sosyalizm ateist bir felsefe ve dolayısıyla, hiçbir şekilde kabul edilemez. İslamî öğretilerin merkezinde Allah’ın birliğine dönük iman yatar, dolayısıyla İslam ve sosyalizm nasıl bir araya gelebilir?

Bence bu doğru bir görüş değil. Tarihte birçok âlim, İslamî öğretilerinin önemli bir parçası olarak sosyalizmi benimsediler. Hindistan’ın alt kısmında, iki önemli âlim, Mevlânâ Hasret Muhani ve Mevlânâ Ubeydullah Sindi, komünist hareketi büyük bir coşku ile desteklemiş ve Muhani, Hindistan’daki komünist partinin kurucularından biri olmuştur. Mevlânâ Ubeydullah Sindi ise Hilafet hareketi esnasında Afganistan’a göç etmiş ve burada Majaraja Pratapsingh ile birlikte geçiş hükümeti kurmuş, Afganistan Kralı İngilizlerin baskısı ile hükümet üyelerini ihraç edince Rusya'ya gitmiş, burada Lenin ile tanışmış ve onunla Hindistan’daki İngiliz sömürgeciliğine karşı yürütülecek mücadeleye ilişkin gerekli stratejileri tartışmıştır. Bir süre yeraltında faaliyet yürüttükten sonra kırkların başında Hindistan’a dönme imkânı bulmuştur.

Şair-filozof İkbal de Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkıldığı Rusya’da devrimin başladığı yıllarda kaleme aldığı Hizr-i Rah’ta sosyalizme hürmetle yaklaşmıştır. Ayrıca İkbal Marx’ı da saygı ile anmış ve onun “peygamber olmayan ama kitap sahibi olan bir kişi (paighambar nist wale dar baghal darad kitab) olarak nitelemiştir. “Lenin Khuda Ke Huzur Mein” (Lenin Allah’ın Huzurunda) isminde ilginç bir şiir yazmıştır. 1930’larda Lahor’daki Devlet Koleji’nde ders veren solcu bir Hristiyan rahip “Modern Dünyada İslam” isimli kitabında İslam’ın dünyadaki ilk örgütlü sosyalist hareket olduğunu yazmıştır.

İslam, sadece fukaraya ve mazluma karşı derin bir sempati beslemiş, Mekke surelerinde servetin biriktirilmesini şiddetle kınamıştır. O günlerde Mekke önemli bir uluslararası ticaret merkezidir, bugün olduğu gibi o gün de, çok zengin (genellikle kabile ve aşiret liderleri) ile çok fakir insanlar yaşamıştır. 104 ve 107. surelerde (her ikisi de Mekkîdir) bu tarz kınayıcı ifadelere rastlamak mümkündür. Medinevî olan Tevbe Suresi 34. ayette servetin kınandığı görülmektedir: “Altını ve gümüşü biriktirip de (kenz) Allah yolunda infak etmeyenleri acı bir azabın beklediğini haber ver!

Bu sure de servetin biriktirilmesini kınar. Sahabilerden biri olan ve bu ayeti servet biriktirenlerin yüzlerine haykırıp duran Ebuzer, bu tür insanlarla tokalaşmaktan bile imtina eden bir isimdir. Dolayısıyla, kendisi ile tokalaşanlar gururlanmış ve bu şerefe nail oldukları için kendileri ile övünmüşlerdir.

Ebuzer uzlaşmaz bir isimdir, o, sürgüne gönderildiği Rebeze Çölü’nde yalnız vefat etmiştir. Eşi kefen parası bulamadığı için onu kıyafeti ile defnetmek zorunda kalmıştır.

Kur’an, müminlere ihtiyaçtan fazlasını infak etmesini önermektedir. Kur’an’da bu amaçla kullanılan sözcük, “afw”, temel ihtiyaçlar dışında kalanları ifade eder. Dolayısıyla, Bakara Suresi 219. ayette “Sana neyi infak edeceğini sorarlar. De ki ihtiyaçtan fazlasını.” buyrulur. Bu ifade, ihtiyaçlarla ilgili sosyalist formüle çok yakındır.

Kur’an temelde adalete vurgu yapar, Allah’ın bir ismi de Âdil’dir. Âdil olmayan bir toplum dolayısıyla İslamî bir toplum olamaz. Maalesef Müslüman ülkelerin hiçbiri bu Kur’anî ölçütü karşılayamamaktadır.

Kur’an’da adalet oldukça önemli bir kavramdır: “Adaletli olun. Bu takvalı olmaya en yakındır.” (5:8) Kur’an ayrıca adaletin kendinizin aleyhine, düşmanın lehine olsa bile uygulanması gerektiğini söyler. “Ey iman edenler, kendiniz, anne-babanız ve yakınlarınız aleyhine bile olsa, Allah için şahidler olarak adaleti ayakta tutun. (Onlar) ister zengin olsun, ister fakir olsun; çünkü Allah onlara daha yakındır.” (4:135).

En geniş manada adaletli sosyalizm, dağıtımdaki adaleti de gözeten bir tür sosyalizm olmalıdır. Eğer bu ayetler, 104 ve 107. surelerle birlikte okunduğunda, dağıtımdaki adaletin göz ardı edilemeyeceği açık olarak görülecektir.

Ayrıca Kur’an Müstekbir ve Mustazafin gibi kavramlara da başvurur. Sömüren/zalim ve sömürülen/mazlum ayrımını ifade eden bu kavramlar kilit önemdedir. İbrahim, Musa ve Allah’ın tüm diğer peygamberleri Nemrud ve Firavun gibi güçlülere ve sömürücülere karşı mücadele etmişlerdir. Kur’an’a göre müstekbir ile mustazafin arasındaki mücadele sürecek ve sonunda mustazafin zafere ulaşıp dünyanın varisi olacaktır. (28:5).

Kur’an toplumun zayıf kesiminin safındadır ve proletaryanın (diktatörlüğünü değil) liderliğini üstlenir gibidir. Bu ayete işaret eden ve bünyad-i mustazafin’i (mazlumlar derneği) inşa eden İmam Humeyni, bu dernek aracılığıyla zenginlerin mallarına el konulup bunların fakirlere dağıtılmasını emretmiştir. Ne yazık ki diğer devrimler gibi İran devrimi de menfaatler uyarınca yoldan çıkmıştır. Politik kurum oluşur oluşmaz bu sürecin başlaması kaçınılmaz gibidir. Dolayısıyla zayıfın safında olan her devrim her daim sürekli dikkatli olmak zorundadır. İslamî devrim de Peygamber’in vefatını müteakip benzer bir kaderle yüzleşmek zorunda kalmıştır.

Asgar Ali Engineer
8 Temmuz 2011
Kaynak

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder