Babailiğin İsyankâr Şeyhi: Müslüm Gürses
Sırlı Tuğlalar’da yer
alan bir öykümün konusu bu idi:
“Babailiğin
iki kolundan biri Orhanilik, öteki Müslimiliktir ki, ikincisinin postnişini
Müslüm baba bir gün, yoksulların parasını alıp zenginlerin bankalarına aktaran
bir zalime rastgelince fena halde sinirlenerek, ‘yav’ dedi, ‘sen yılan mısın
baykuş musun? Dokunduğunu zehirliyor, konduğun yeri yıkıyorsun?’ Zalim, Baba’nın
sözlerine çok kızdı, ‘sen bu işe karışma moruk’ diyerek çekip gitti. O günün
gecesi, adamın şirket binasında yangın çıktı, hisse senedi, dolar, euro, frank
ne varsa yanıp kül oldu. Müslüm Baba, bir yakınının düğününden dönüyordu ki,
Etiler’deki görkemli binanın yandığını görünce, ‘çek oraya’ dedi şoföre. Tefeci
saçını başını yoluyor, ‘anlamıyorum nasıl olur, onca güvenliğe rağmen, bu ateş
ocağıma nasıl düşer!’ diye dövünüyordu. ‘Yaklaş oğlum’ dedi şoföre Müslüm Baba.
Camdan sarkarak, sızlanıp dövünen adama, ‘yoksulların ahından düşmüştür’ dedi
ve uzaklaştı.”
Müslüm Baba, bize gene yapacağını yaptı ve “aşkın
tesadüfleri sevdiğine” (favorim Sebahat Abla) ilişkin inançlarımızı gözden
geçirmemize neden olmakla kalmadı, sesinin imkânlarının bu yaşta, bu yıpranmış
gırtlakla dahi ne kadar geniş olduğunu gösterdi. Heidegger’in, bir Japon dostu
Hisamatsu’nun katıldığı kollokyum sonrasında yapılan sohbette belirttiği üzere,
“Sanat” için geleneksel dönemlerde başka bir kelime vardı; bu, Avrupalı
anlamından etkilenmemiş, daha derin bir anlamı olan eski Japonca bir sözcüktü.
Bu, “gei-do” idi: Sanatın yolu. “Do” Çince “Tao”dur, sadece
yöntem olarak yol anlamına gelmez; hayatla, özümüzle derin ve içsel bir ilişki
içinde bulunur. Yani sanat, hayatın kendisi için belirleyici bir önemi haizdi.
Bu, inisiye edilmiş (olmuş mu demeliyim?) insanlardan oluşan geleneksel
“toplum”larda böyleydi. İnisiyatik geleneğin izlerini taşıyan “kültür”lerde
bunun kısmen sürdüğünü söylemek mümkündür.
Müslüm Baba’nın kişiliğini (kimliğini), icra tarzını,
sözlerini, bu sözleri yorumlama biçimini anlayabilmek için, meseleye bu
zaviyeden bakmak yerinde olabilir.
Geçtiğimiz günlerde bir televizyon programında,
kendisine su getiren görevliye, “su gibi aziz ol” deyince, sunucu, “aziz ne
demek baba?” diye sormuş, Müslüm Gürses de, “aziz... aziz... yani sevgiliden de
üstün olan” diye cevap vermişti. “El-Aziz”, Allah’ın isimlerindendir ve “her
şeyden üstün olan” anlamına gelir. Müslüm Gürses’te bu türden ihsasların yanı
sıra inisiye olmuş insanlara özgü bir “edep ve erkân” hali gözlemek her zaman
mümkündür.
Milyonlarca “hayran”ı bulunan, her konserinde izdiham
yaşanan, plakları, kasetleri, cd'leri on milyonlarca satan, hakkında onlarca
fan kulübü açılan biri olarak öncelikle mütevazı olması için belirli bir kemal
yaşamış olması gerekir. Bu olgunluğu, sadece Müslüm ve Orhan Baba’lar gösterir.
Onların meselesi, “derin”dir ve “ezelden ebed”edir. Müslüm Baba’nın iki
“golden” şarkısından birisi, “Meselem”dir.
Diğeri için bir kestirime ihtiyaç yoktur: Tartışmasız, “İsyankâr”dır.
Müslüm Gürses’in bizatihi kendisi bir isyandır.
Varlığı ve gördüğü kabul, özel yaşamlarında klasik Türk musikisi dinleyip on
yıllarca yerli müziği yasaklayanların zihniyetine bizatihi isyankârlıktır. Bu
muazzam boşluğun içinden büyüyen dip dalgalarıyla gelmiştir. “Arabesk müziği”
horlayanlar, bir yandan bu gayr-i meşru çocuğun tanınmak istemeyen ve muhtemel
babalık/velayet davalarından, nafaka mecburiyetlerinden, en önemlisi bir
yüzkarası niteliğinden korkanlardır; diğer yandan, “kendi” gei-do’larını
keşiften mahrum olanlardır. Müslüm Gürses’lerin (Orhan Gencebay ve birkaç
nitelikli yorumcu-bestecilerin) önümüze getirdiği müzikal birikim,
gecekondulaşmayla, yirmi milyona vuran İstanbul’un yönetimini, giderek merkezi
yönetimi üstlenmiş dindar/ köylü/ taşralı/ demokrat/ elit/ devrimci/
muhafazakâr yeni kadrolarla, AB ile müzakereleri yürüten bir dindar/muhafazakâr
iktidarla, birinci ligde fırtınalar estiren bir Gençlerbirliği veya Eskişehirspor’la
birlikte düşünülmelidir.[*]
Düşünülmesi unutulan bir başka “mesele”, Müslüm
Gürses'in Frank Sinatra gibi nice icracıyı cebinden çıkaran olağanüstü yorum
yeteneğine ve ses aralığına sahip oluşudur. Özellikle İsyankâr’da ve Aşk
Tesadüfleri Sever’deki şarkılarında, Ortaçgil bestesinde, Teoman’ın
şarkısında, Cohen’in pabucunu dama atmıştır Müslüm Gürses. Okuduğu sözlere
ruhuyla yaklaşan, eleştirildiğinin aksine son derece sağlıklı bir kader
inancına sahip olan (ki bunu Yeşilçam sinemasında da görürüz. Bizim geleneksel
filmlerimizdeki ahlakçı tutum, kader anlayışı, edep-erkân, sıcak insan
ilişkileri, kardeşlik ve dostluk temaları bugün gereksinim duyduğumuz şeylerdir.)
Gürses’i üç Türkiyeliden birinin sevmesi, sevenlerin
“niteliksizliğiyle, banalliğiyle ve köylülüğüyle” açıklanabiliyorsa, bu ülkede
meşru bir iktidara muhalefet etmenin biricik yolunun “askeri göreve çağırmak”
oluşuna ve bunu eski Maocuların, sosyal demokrat ana muhalefet partisinin
yapmasına şaşmamalı.
Ciğerinden yükselen havanın yüreğindeki bütün
damarları dolaştıktan sonra gırtlağına çarparak buğulu ve ıstıraplı bir edayla
çıktığı bu büyük şarkıcı, “talih bizi yazmış kara deftere/gideceğiz bir gün o
meçhul yere/rastladın mı hiç geri gelene/sen de boyun eğersin bir gün ecele”
derken, “her nefis ölümü tadıcıdır” gerçeğini ama sadece sözle değil, adeta bir
“gei-do” üzerinde yürüyormuşçasına anlatır ki, bunu hiçbir klasik batı,
rock, pop müzikçisi yapamaz. Bunu biraz Bob Dylan yapar, biraz Cohen. Bizde
Divriği-Çamşıhı türküleri böyledir, barak ağıtları, Türkmen/Dadaloğlu
bozlakları, Arguvan havaları ve Yemen üzerine yakılmış ağıtlar... Müslüm Gürses
bu alanda da yetkindir ve “fincanın etrafı yeşil”i, “bu dağlarda kar
olsaydım”ı, “bir şuh-ı sitemkar yine saldı beni derde”yi ve “Meyrik"i onun
gibi kimse söyleyemez.
Müslüm Gürses'in bize söylediği en değerli şey, “Garipler” şarkısında ifadesini bulan ve
Babaileri, Şeyh Bedreddin’i hatırlatan, mazlumların, mağdurların, haksızlığa dûçar
olmuşların sesi olan, “Hor görülenlerin Tanrım, isyanıdır bu / Sevip
sevilmeyenlerin isyanıdır bu / Düzensiz dünyanın günahıdır bu / Yakarsa dünyayı
garipler yakar” haykırışıdır.
Meselesi, “alın yazısı” olan bir Babaidir Müslüm
Gürses. Şeyh Bedreddin, Ekberi irfanının güzide bir bilgesi idi. Onu da Molla
Lütfi gibi Bizans entrikaları boğdu. Nazım Hikmet ve diğerleri kendi görmek
istedikleri Bedreddin’i yazdılar. Hiç kimse, O’nun Bayezid-i Bistami’den, İbn
Arabi’den aldığı feyiz ve tasarrufun mahsulü Varidat’ına bakmayı, hele
hele inisiyatik sözlüğün içinden okumayı düşünmedi, düşünemedi. Bu, düşünmekle
olacak bir şey de değildi gerçi. Varidat’ındaki Şeyh Bedreddin’le,
iktidarı köktenci biçimde dışlayan Bedreddin aynı kişilerdi. Sufilerin dünya
ile ve dünyanın hükümranlarıyla araları hiç hoş olmamıştır.
Tarihi kronolojik dedikodular biçiminde okuyan kimi
araştırmacılar, metinleri kendi menkıbesi olan bu bilgeleri doğru yorumlamakta
acziyet içindedirler. Onlardan kalan “metin”ler, bizatihi kendi menkıbeleridir.
Onlar, “kendi derdim söylerem/gayri hikayet etmezem” diyen şair gibi, kendi
seyr-i süluklarını, ruhi seyahatlerini anlatmışlardır.
Müslüm Gürses de böyledir ve bu yönüyle de inisiyatik
bir koku tüter. İsyankar, âlemin “hayal” oluşuyla başlar: “bir bir
kapandı ümit kapısı/ içimde vardır benim gönül yarası/ gözyaşlarımın yoktur
faydası/ yaşadığımız âlem hayal dünyası”
Neşet Ertaş’ı dinleyenler, “nasıl bir derttir bu
böyle!” demekten kendini alamaz. Aşk söyletir, dert ağlatırmış. Öyledir, gönül
yarası olmayandan hayır gelmez. Bir belgesel çekimlerinde Pazar’ın bir dağ
köyünde, doksanına yaklaşan bir nine, ekipteki arkadaşlara birer birer sormuştu
: “Evli misun?” Birisi, “değilim” dedi. “Sevdan var midur?” diye sordu. “Yok”
dedi arkadaş. “Uyy sevdasız adam mi olur?” diye ünledi. Merhum Fethi
Gemuhluoğlu da, Türk Petrol Vakfı’na burs için başvuran gençlere, “âşık olup
olmadığını” sorardı. Bir gönül yarası olmayana burs vermezdi. Bu toprağın
çocuklarının gönlündeki yaradır onları anlamlandıran. Müslüm Gürses, bu yaraya
dokunmaktadır, böylesi bir yaradan seslenmektedir.
Baba İshak’la arasında kuşkusuz pek çok fark vardır, lâkin
dünyanın bir köprü oluşuna, oraya yerleşilemeyeceğine, dolayısıyla, bu geçici
âlemde iktidar için insanların vicdanlarını kirletmelerinin asli doğalarına
ihanet anlamına geleceğine, sevdasız insanın beş para etmeyeceğine ilişkin
inançları bakımından benzeşirler.
Müslüm Baba da, tıpkı Geyikli Baba gibi, Duğlu Baba
gibi, İlyas Baba gibi, Üsküdari Horoz Baba gibi, “Tanrı istemezse yaprak
düşmezmiş” inancındadırlar. Sözü yol arkadaşı Muhterem Nur’a bırakıyorum:
“Müslüm’den önce, Müslüm’den sonra. Allah bana ‘sonradan gül’ demiş. O benim
için bir piyango gibi.”
Sadık Yalsızuçanlar
31 Ağustos 2011
Kaynak
[*] İştirakî’nin Notu: Sadık Yalsızuçanlar,
genelde tasavvufun, özelde Nursîliğin ak bulutundan inip politik gerçeğe ayak
bastığında, tufanı görüp hemen o AK gemisine biniveriyor. Bugüne dek “dindar,
köylü, taşralı, demokrat, elit, devrimci ve muhafazakâr” oluşun kaymağını
yiyenlerden birer çiftin bindiğini, geride kalanların zulme ve sömürüye terk
edildiğini, bu gemide dümenin neoliberalizmin elinde olduğunu, rotanın
“Müslüman âlem içre batı ajanlığına” kilitlendiğini “görmüyor”.
Faşizm ulus-devletlerin liberalizmi ise,
neoliberalizmi de ulusötesi şirketlerin faşizmi olarak anlamak gerekiyor. Sadık
Hoca, devlete karşı şirketlerin amelindeki demokrasiyi, hürriyeti ve hukuku
seviyor. Esasta şirketlerin hür ve pervasızca (hürriyet) hüküm sürdüğü,
çeşitlilik arz eden (demokrasi), piyasanın hukukundan bahsediliyor. Mazlum ve
sömürülen kitlelerden bir kesim, zalim ve sömüren olmak isteyenler, belli bir
kesitte, bu demokrasiye, hürriyete ve hukuka ikna ediliyorlar. Eskiden bu ikna
yöntemini zorla işleten faşizmin gölgesindeki Müslümcüler, bugün liberalizm
ağacının gölgesine çağırılıyorlar, aynı amaçla kullanılmak üzere.
Sadık Hoca yazısında, son şike kovuşturması içinde adı
geçen iki kulüpten dem vurarak, iktisadî ve politik açıdan kendilerinin
efendilerin süper ligine adam yollamayı başardıklarını ima ediyor. “O localarda
oturmak bizim de hakkımız” diyerek, fukara Müslümcüleri kandırmak istiyor.
Özcesi hoca, Müslüm’e Etiler’deki barlarda şarkı
söylettirenlerin izinden gidiyor. Laila’ya karşı “La ilahe illallah” diyen
teknik direktör Bülent Uygun’un şike parası ile Sivas’ta cami yaptırmasını
olumluyor. O caminin hâlâ Allah’ın evi olduğunu fukara Müslüman’a yutturmak
istiyor. Müslüm, iktidarın pekiştiği momentte, “iktidar için mücadele etmeyin”
fetvasına âlet ediliyor. Oysa, yazarın da andığı şarkısında, “Yakarsa dünyayı
garipler yakar” diyen Müslüm, en çok bugün Londra’yı, Madrid’i, Berlin’i ve
Atina’yı yakan gençlerin safına yakışıyor, “AB müzakereleri yürüten
dindar/muhafazakâr iktidar”a değil.