Pages

23 Mart 2011

Libya’ya Haçlı Seferi

Emperyal Riyakârlık

Evvelâ şu noktayı açıklığa kavuşturmam gerekiyor: Kaddafi benden, ben de ondan haz etmem. Örneğin Kaddafi, ülkesinde kendisi ile röportaj yapmak için başvurduğumda bana vize vermemişti.

Gene de Libya savaşı ile ilgili fikrimi tüm açıklığı ile ifade etmem gerek: bu savaş yanlış ve yıllarca sürmesi muhtemel bir felâkete ve kargaşaya yol açacak.

Önce şu Avrupalıların riyakârlığından başlayalım. İngiliz milletvekili Blair (Irak savaşı esnasında) koşarak Kaddafi’nin yanına gitmiş ve ona silâh satmıştı. Gordon Brown ise İskoçya, Lockerbie üzerinde uçan Pan-Am uçağını patlatma suçundan hüküm giyen bir kişiyi serbest bıraktı. Fransız Cumhurbaşkanı Sarkozy yıllarca Kaddafi’ye silâh satan bir isimdi. Kendi bakanlarının eleştirilerine rağmen Sarkozy Albay’ı Paris’te resmî törenle karşıladı ve ona nükleer reaktör vaat etti. Albay’ın oğlu Seif’in ifadesine göre, Libya Sarkozy’nin yürüttüğü 2007 seçim kampanyasına parasal destek sundu. İnancıma göre, Seif’in dedikleri doğru, zira bu türden eylemler Fransız siyasetinde vaka-i adiyeden. Eğer karşımızda savaşa aç bir medya durmuyorsa, onun Seif’in sözlerindeki kanıta kulak kabartması gerekiyor.

Geçiş konseyi başkanı, Kaddafi’nin adalet bakanıydı! Konsey ileride yaşanacakların bir işareti olarak, pazarlardan camilere yiyecek dağıttı. İmamlar muktedir bir konuma geldi. Belki de bizleri pek sevmeyen insanlara yardım ediyoruzdur.

Hata yapmamak gerek. Bu savaş petrolle ilgili. Avrupalılar kolay yoldan voliyi vurmak isterlerken başları derde girmeyecek tipler, tıpkı İran Körfezi’ndeki petrol monarkları ile iş pişiren ABD gibi.

ABD bu kavgada tek bir köpeğini bile kullanmıyor.

Çatışmanın bir boyutu da kabilevî. İsyan, doğu Libya’daki Zuvayya kabilesinin yerleşik olduğu Bingazi’de başladı, bu kabile aynı zamanda 1969’da Kaddafi’nin devirdiği kralın mensup olduğu kabile. Söylenenlere göre bu kabile, Irak’taki ABD birliklerine karşı mücadele eden El-Kaide’ye çok sayıda mücahit gönderdi. İsyan kısmen monarşistlerle İslamî köktencilerin liderliğinde ilerliyor ve hiçbirisinin ağzında “demokrasi” şiarı duyulmuyor.

İsyan sayesinde kabileler yoğun miktarda silâhlanmış durumda ve muhtemelen kendi hâkimiyetindeki bölgelerde mevcut petrollerin kontrolünü ellerine almak için mücadele edecekler. Bu, Libya’nın yıllarca sürecek bir çatışma sonucunda fiilî olarak bölünmesi ile sonuçlanacak. Libya petrol sahibi bir Somali olacak.

İsyan, gerçekten de kendiliğinden miydi? O vakit biri çıkıp bana isyanın ilk günlerinde Bingazi caddelerinde, binlerce monarşi bayrağının nasıl olup da ortalığa döküldüğünü izah etmeli.

Son söz, bizim Nobel Barış Ödülü sahibi başkanımıza. Pazar günü Fransız savaş uçağı Rafale’i gözden düşürmek ve F-18 satmak için Brezilya’ya gitti. Her iki uçak da bugün Libya semalarında birbiriyle rekabet ediyor. Demek ki savaş, silâh tüccarları için en uygun sergi salonuymuş.

George Kazolias

06 Mart 2011

Ayrım

Zizek’in de, farklı bağlamda, yinelediği bir fıkra var. Asker, eline geçirdiği her kâğıdı “bu değil” diye yırtıp atmaktadır. Komutanları delirdiğine kanaat getirip askeri hastaneye sevk ederler. Asker, doktorun odasında da eline geçirdiği her kâğıdı “bu değil” deyip yırtar. En sonunda buna çürük raporu verirler, raporu eline alan asker, “işte bu!” der.

Tunus’tan Bahreyn’e uzanan hat üzerinde yaşananlara karşı solda bir kesim benzer bir tepki veriyor. “Bu devrim değil, yok hayır bu da değil, bu hiç değil!..” Böylece kendi devrimsizliğini ve devrimcilik dışılığını aklamaya çalışıyor.

Sınıf ve iktidar hususunda ayrı ayrı uzmanlaşmış örgüt şefleri, devrim meselesini kendi uzmanlık derecesine ve yoğunluğuna göre belli bir konuma yerleştiriyorlar. 

Devrim, sınıf ve iktidar kurgusunun, bilgisinin ve öngörülerin bir yerinde basit bir ara kaleme dönüşüyor. Devrim’ciler ise her ikisine kendi devrim bilgisi, uzmanlığı düzeyinde itiraz ediyorlar. Onlar da devrimin sadece kendileri yaparlarsa anlamlı olacağını düşünüyorlar.

Bölgede yaşananlara “mal bulmuş Mağribî gibi” devrim diye sarılanlar da eleştiriyi hak ediyorlar. Mağribî kıyam, basit düzeyde belirli bir “politik devrim” hattını takip ediyor. Tarihin tekerrür etmesinden değil, sömürü ve zulme ilişkin kimi hakikatlerin değişmediğinden söz etmek gerekiyor. Hayatında tek bir (politik) doğru çizemeyenlerin “analitik geometri”nin sakin sularına sığınması kaçınılmaz görünüyor. “Diktatörlük ya da kabile düzeni yerine liberal demokrasiyi tercih ederim” diyenlerin yaşananlara “işte bu!” diye atlamaları, tam da asker kaçaklarının psikolojisini örnekliyor. Batıcı burjuva dünyasının ilerlemeciliğine kul olan bu zevat, yaşananları kendi “ileri” konumunu işaretlediği için önemsiyor.

Yani bu kişi, Mısırlı gençler de kendisi gibi rahat koşullarda “solculuk” oynasın istiyor. “Analitik geometri”, kendi benliğine değer biçilmesini, konumunun yüceltilmesini isteyenlerin sığınağı oluyor. Onlar “devir değişti, Marx mı kaldı?” diyenlerin takipçileri olmaları itibariyle, kendilerinin bizzat içinde bulundukları devri biricikleştirip, onu “yeni” sıfatı ile tarihten kopartıyorlar. Yeni vurgusunu, eskinin en kepaze olanına bağlanmak isteyenler yapıyor. Geçmişin tozu toprağı altında kalmış bir iç mücadelede bir taraf, bugün kendisini “yeni” diye yutturmaya çalışıyor. Bunlar, “devir değişti, orta sınıf güçlendi” deyip Marksizmi içtihada açan Bernstein’ın mağlubiyetinin intikamını almak istiyorlar.

“Mecliste komutanların da oturmasını isterim” diyen Kemal Okuyan, Mağrip ve Maşrık’ta olup bitenlere ilişkin olarak, bölgedeki “kamucu gelenekten yoksun” “Soros uşakları”nın ve “emperyalizmin kuklaları”nın saraylara yürüdüğünü iddia ediyor. Böylece ordu ve Kemalizm uşaklığını, onun kuklası olarak yol alma iradesini örtbas etmek istiyor. Bir yerlere mesaj gönderme gereği duyuyor.

Fikret Başkaya ise, “devrimi halk, yani sıradan insanlar yapar; devrimin ne zaman patlayacağı bilinmez; ve hiçbir devrim bir diğerine benzemez, her devrim ‘tektir’ ve başka türlü olamaz” diyor. O, “bu şefler, örgütler, sizin şahsiyetinizi, biricikliğinizi, egonuzu, varlığınızı tanımaz” diyerek küçük burjuva ördekleri avlamaya çalışıyor. Buna, Mısır ve Tunus’u âlet ediyor, hepsi bu.

Politik, ideolojik ve teorik düzeylerde temelli kimi tartışmalar, güncel gelişmeler üzerinden yürütülüyor. Kemal Okuyan, hâlâ örgüt ve parti meselesini; Başkaya, hâlâ kitleci kripto-troçkizmini savunuyor. Buradan ekmek yediğini iyi biliyor. Her fırsatta bu temel dayanakların kavgası veriliyor. Hiçbirisinin de bugün yaşanan politik bir olayın devrimci anlamda dönüştürülmesi, devrim yolunda anlamlandırılması gibi bir derdi bulunmuyor. İşleri güçleri, alamet-i farikaları olan kimi kavram ve olguları abartmaktan ibaret. Zaten her politik olay lafla geçiştirildiği için, anlam ve değer kazanmıyormuş gibi görünüyor. Kimse, “Bin Ali, Mübarek gitti, sıra Tayyip’te inşallah!” diyemiyor.

Sol içi çocuksu kavgalar, solu kavgadan kaçmanın mekânı hâline getiriyor. Sol, sınıf, millet ve dine ilişkin her gerilim alanından kaçıp sığınılacak bir kovuğa dönüşüyor. Bu alanlara giren kollar ise bir tür ajanlık faaliyeti olarak iş görüyorlar. “Kitle belimizi kırmadan, biz onu dağıtalım” deniliyor.

Muhafaza siyaseti saldırıyı tanımıyor, saldıranı düşman olarak kodluyor.

Sosyalist, milliyetçi ya da İslamcı, kendi ideolojik bütünlüğünü biricikleştirip hakikatin karşısına çıkartıyor. Hakikat, onun bireyliğinin ölçü ve ölçeğine doğru daraltılıyor. O, tüm kirinden, pasından, geçmişinden arınıp özgürleştiğinde güçlü olacağını zannediyor.

Birey olarak sosyalist, milliyetçi ve İslamcı olanlar, toplumun, milletin ve İslam’ın içinde ajan olarak iş görüyorlar.

Müslüman Arabî kıyamın, külli, bu ajanların tasfiyesi olarak okunması mümkün. İşin içinde emperyalist odakların plan ve projelerinin hâkim olduğunu söylemek, o ajanlara hizmet ediyor. Zaten bu türden bir beyanda bulunmak, kendisinin de böylesi bir ajan olduğunu ele veriyor.

Sosyalist, milliyetçi ya da İslamcı, sadece kendisinin mutlak ve biricik olduğu yanılsaması ile sürece, döneme ve duruma bakıyor. Kendi mutlaklığını ve biricikliğini işaretliyorsa, verili durumu göğe çıkartıyor. İşaretlemiyorsa, süreci öne çıkartıp kendi yıldızının parlayacağı günlerin umudunu, bezirgân misali, pazarlıyor.

İşçiliğin yükünden kurtulmasına imkân veren bir cennet diyarı olarak sosyalizmi bulan işçi, kendisi dışında herkesi küçük burjuva görüyor.

Millî oluşun yükünden kurtulmasına imkân veren bir cennet diyarı olarak milliyetçilikle tanışan yurttaş, kendi dışında herkesi vatan haini ilân ediyor.

Müslüman oluşun yükünden kurtulmanın cenneti İslam ise o Müslüman, kendisi dışındaki herkese “kâfir” diyor ya da küfre bulaşan yanları öne çıkartıyor.

Başkaya ve Okuyan: her iki kesimde politik devrimcilikten kaçışın teorisini ve pratiğini üretirken, bölgede yaşananları, iç siyaset malzemesine dönüştürüyor.

Mesele AKP mi? “AKP karşıtlığı”, AKP’nin oluşum ve gelişme dinamiklerine, bu dinamiklerin devlet ve demokrasi alanında yol açtığı sonuçlara karşı körleşiyor. 1960 darbesinin açtığı alan kadar solcu olmaya alışık olan kesimler, ana rahmine dönüp AKP karşıtı söylemi örgütleyebileceklerini zannediyorlar. Oysa AKP’ye karşı mücadele, bir taraftan, onun kitlesi içre bir muhalefeti de örgütlemeyi, bir taraftan da onun varlığı ile sebep olduğu çatlaklara sızmayı gerektiriyor. AKP karşıtlığı, her iki politik adımı da engelliyor.

Dimyat’a pirince giden tüccar kafalar evdeki bulgurdan oluyorlar. Bu türden bir siyaset ve teori ile AKP karşıtlığı Kemalizme; Mağrip kıyamı eleştirisi devletçiliğe kapaklanıyor. “Devrim tüccarları”na kızanlar, örgüt tüccarlığı yapıp siyasetin ve teorinin gereklerine uzaklaşıyorlar. Ticaretini yaptıkları örgüt de devrimden azade, steril bir yere hapsediliyor.

Kendisinden başka kimseye tahammül edemeyen Okuyan ve Başkaya gibi isimler her şeyi düzlüyorlar. Birinde “örgüt”, diğerinde “halk” tanrı katına yerleşiveriyor. Bu tanrılık, teoride, ideolojide ve siyaset alanında cereyan eden gelişmelere ahkâm kesmekle yetiniyor, vahiyler savuruyor yukarıdan ve aşağıdakileri aşağıda olma hâllerine dayanarak aşağılıyor.

Okuyan, kendiliğinden isyan eden halk kütlelerini; Başkaya, devrimci örgütlü iradeyi horgörüyor. Başkaya için Ekim devrim değilse, Okuyan için Tahrir bir devrim değil. Lenin’e “Alman ajanı” diyenler de aynı kafadan. Ekim’i devrim olarak görmeyen ultra troçkistler ve sol komünistler de aynı soydan.

İki kesimin Kavuklu-Pişekâr atışması ise kimseye bir hayır getirmiyor. İlkinin laboratuvar ortamında ürettiği Frankestein’ı, yani partisi, tarihin kitlelere miras bıraktığı birikimi; ikincisinin Gepetto misali, marangozhanede ürettiği “pinokyo”su, yani “halk”ı ise, toplumsal mücadelelerin kendi içre birer mevzi olarak oluşturduğu örgütleri ezip geçiyor.

Lenin, “sınıf, partisini savaş alanında tanır” diyor. Bu, işçinin ancak savaş alanında sınıf olabildiğini, partinin de kendisini orada teşkil etmesi gerekliliğini anlatıyor. Okuyan ve Başkaya, savaş alanından kaçışın “teorisyenleri” olarak, bu sınıfın ve partinin oluşumuna sürekli engel çıkartmak yükümlülüğü ile hareket ediyorlar. Kimse, üzerindeki yaldızların dökülmesini, kendisinin geçersizleşeceği bir ortamın oluşmasını istemiyor.

Yirmilerin başında Sovyetler’deki kavga da bu minvalde. Dünya devrimi perspektifinde ustalaşmış kesimlerle ülke içine kapanan sosyalizm pratiğinde belirli mevziler elde etmişlerin arasında bir alan kavgası sürüyor. İlkine “sol muhalefet-Troçkizm”, ikincisine “Stalinizm” deniliyor.

Mısır ve Tunus hususunda her iki kesim, Okuyan-Başkaya kavşağında buluşuyor: Başkaya, Okuyan gibi, “Belki de hepsinden önemlisi bu devrimlerin, ta baştan ve oldum olası kolonyalizm/emperyalizm tarafından peydahlanıp, ‘araçlaştırılan’ Politik İslam’ın iflasını da ilân etmiş olmasıdır” diyor. Okuyan sitesinde, kendi teorisini ispatlamak adına, yeni peydahlanan Arap kadınlararası güzellik yarışmasına ait görüntüleri yayınlıyor. Bu türden yarışmalara itikadî manada itiraz edeni ise “gerici” olarak damgalıyor.

Okuyan’da öznellik, nesnelliğin üzerini örten bir zırh, Başkaya’da nesnellik öznelliği gizleyen bir şal olarak iş görüyor. O zırhı ve şalı yırtan ne varsa, o zırh ve şal neresinden yırtılıyorsa, devrim oradan işaret veriyor.

“Sosyalist Devrimciler’in programındaki ana çelişki, onların Narodnizm ile Marksizm arasında salınmalarının bir sonucudur. Marksizm, asgarî ve azamî program arasında açık bir ayrımın yapılmasını talep eder. Azamî program, toplumun sosyalist dönüşümüdür ki bu program, meta üretiminin ilgası gerçekleşmeksizin imkânsızdır. Asgarî program, meta üretiminin sınırları dâhilinde bile mümkün olan reformlar önerir. Her iki programın karıştırılması, kaçınılmaz olarak, proleter sosyalizmden küçük burjuva, oportünist ya da anarşist kimi sapmaların yaşanmasına yol açar ve gene kaçınılmaz olarak, proletarya tarafından politik iktidarın ele geçirilmesi aracılığıyla gerçekleştirilecek toplumsal devrimin hedeflerini karartır.” [Lenin]

Mesele, gençliğinde, civarındaki Marksistlere “siz insanı önemsemiyorsunuz” şeklindeki burjuva liberal eleştiri ile saldıran Troçki’ye kadar gider. Öncesi de vardır ama konuyla ilgili örnek burasıdır. Bu solculardaki işçi sınıfı, halk, insan ya da birey ile ilgili hassasiyet devrimci politikanın körleşmesini getirir. Bu türden yücelik kodları biçim değiştirir ama öz hep aynı kalır. Troçki, Marksist olduktan sonra da benzer bir hassasiyetle hareket etmiş, Lenin’i “insanlık dışı” bulmuş, onda bir diktatörün ruhunu görmüş, hareket içinde sürekli yücelik kodları adına, yatay düzlemde kimi uzlaşma zeminleri kovalamıştır.

Adam yurduna konmak, 2009 1 Mayıs’ında Taksim’e giren “makul sayı”ya dair bir meseledir. Düşman, dişine uygun olanı kendi hasmından devşirmeyi bilebildiği için güçlüdür. Tersten, güçlü olduğu için, vurduğu her yer ve zamanda önünde diz çöken “uşaklar” bulabilmektedir. Makulleştirme işlemi, adam yurduna konmak, dikkate alınmak isteyenler üzerinde uygulanır. Burada “eşitlik” ya da “özgürlük” sloganları veya bu sloganların sahipleri arasındaki ayrımın bir önemi yoktur. Makulleştirme işlemi her iki kesimde de bir biçimde işler.

Makulleşenin Marksizmi, sosyalizmi ve devrimi de makulleşecektir. “Bugün hak ve şirk ayrışmış, kavga ediyor” diyene, “ne hakkı ne şirki, basbayağı sınıf savaşı bu” diye cevap verenin ağzındaki sınıf, artık makuldür. Bundan yüz, yüz elli yıl önce yüzeysel ayrışmaları, tartışmaları dikine kesen ve onları disipline eden sınıf savaşı perspektifi, bugün, hele ki sınıfın ölgün olduğu dönemde, savaş kaçkınlığının kılıfıdır. Teorik düzeyde hak-şirk ayrımı, elbette ki sınıf mücadelesine içredir, ancak ikincisini bir hakikat gibi dillendirmek, ilkini ezmemelidir.

Lenin’in, Marx’tan miras, “politik devrim toplumsal devrimi önceler” tespitini program meselesine tercüme edişi, benzer bir makulleşme sürecine dönük itirazla ilgilidir. Bu makulleşme sürecinde Mağribî kıyam, birilerinin uykusunu kaçırmıştır. Bugün bariz Kemalistin bile, “biz, devrimi üretim araçlarının el değiştirmesi olarak biliyorduk, bunlar devrim değil” dediği ortamda, ilgili ayrımın hatırlatılması zorunludur.

“Karşı devrim de bir devrimdir.” Marx’ın bu sözü de dikkate alınmalıdır. Devrime ilahi anlamlar yükleyenlerin esasta devrimden kaçtıkları görülmelidir. Karşı devrim bile olsa, öndevrimsel ya da reformist momentlerin dahi, komünist harekete sunduğu ciddî fırsatlar ve imkânlar mevcuttur. Görmek isteyen göz yoksa, bunlar, tümden düşmanın çekmecelerinde mahpus kalırlar. Bir diş macunu markasının bile “devrim” sözcüğünü kullanması karşısında hayıflananlar, en az o diş macunu markasının sahibi kadar, devrimle sadece laf düzeyinde ilgilidirler.

“Toplumsal devrim-politik devrim” ayrımında ilkine eğilimli olanlar, politik devrimleri toplumsal katılımı ölçüsünde, “yüce halk” nezdinde, değerli bulurlar. İkincisine eğilimli olanlar ise toplumsal zemine politik ağırlığı, “yüce devlet/iktidar” açısından taşıdığı önem bağlamında anlam yüklerler. Birinciler, politik devrimin tüm gereklerinden kaçarlar, ikinciler ise toplumsal dönüşümün tüm mevzilerini tarumar ederler.

Evet, “günümüzde sosyal devrime yükselemeyen politik devrimler, kaçınılmaz olarak kitlelerin geri çekilmesi ve yenilgisiyle sonuçlanır.” [Hakan Gülseven] Ama bu tespit, sözü edeni ikna eden sözlerle ve sözü edenin başkalarını ikna etme gayretiyle ilgili bir meseledir. Eğer sözü eden şahıs, bir grup devrimcinin şiddet yoluyla devrim yoluna düşmesinin yanlışlığı hususunda ikna edilmişse, o da aldığı emir dâhilinde, başkalarını politik devrime değil, kendinden menkul bir “sosyal devrim”e örgütleyecektir. Kendinden menkul bir “sosyal devrim”, politik devrimin işbölümü, disiplin ve hiyerarşiye dair öğrettiklerinden mahrum bir süreç olarak, gevezelikten ibarettir.

Küreselleşme bağlamında en fazla tekrarlanan husus, ulus-devletlerin geçersizleştiği meselesidir. Bu noktada sol, ona sahip çıkanlarla, ona karşı ezelî husumetini, husumetin nesnesi kalmadığı tespiti ile unutanlar olarak ikiye bölündü. Her iki kesim de ulus-devlet ile kapitalist dönüşümler arasındaki teması ve ilişkileri kaçırdı. Birinciler, politik devrimciliği toplumsal; ikinciler, toplumsal devrimciliği politik devrimcilik olarak ifa etme imkânı buldular. Aradaki duvar yıkıldı ve politik devrimciler, hiç adım atmadıkları arazilerde bildikleri ile yol almaya çalıştılar. Aynı şekilde, toplumsal devrimi öne çıkartanlar da gene hiç adım atmadıkları çorak arazide bildiklerini yaptılar. Bu süreçte toplumsal devrim’ciler politik devrim’cileri küçük gördüler, politik devrim’ciler ise toplumsal devrim’cileri horladılar. Bir dönem böyle geçti. Eskiden toplumsal devrim’ci olanlar, bugün yerelleştiler, iktidara oynadılar, eski politik devrim’cilerin rollerini çaldılar. Aynı rol çalma işlemi politik devrim’cilerde de fiilîleşti. Eski politik devrim’ciler, “devlet önemsizleşti, demek ki bizim toplumsal meselelere odaklanmamız lâzım, zaten bu politik iktidar tutkusu bizi iyiden iyiye köreltmişti” dediler. Eski toplumsal devrim’ciler ise, “değerdüşümüne maruz kalan devlet, bizim şiddetsiz politikamızı haklı çıkardı, demek ki politik-yönetsel konulara şimdi daha fazla ağırlık vermek gerek” diye düşündüler. İki rakip, kendisine değil, diğer rakibine ait olan koltuktan karşı tarafa incili sözler dökmeyi sürdürdü. Oysa koltuğun her ikisinin de üçayağı vardı: Fransız Devrimi-Kemalizm-60 Darbesi.

Devrim hususunda ölçü Fransız Devrimi ise, bu burjuva bir teori, ideoloji ve politikayı koşullayacaktır. Nesnel devrim, şahıslar nezdinde, bu sayede makulleştirilir. “Devrimi halk yapar” lafı, “üçgen üç köşelidir” türünden bomboş bir laftır.

Kısa süre önce, devrim sonrası Kahire gözlemlerini paylaşan Sefer Turan, gençlerin sokakları süpürdüğünü, kaldırım kenarlarını boyadığını anlatmaktadır. Bu, annesinin vazosunu kırmış olmanın utancı ile onu koltuğun altına saklamaya çalışan bir çocuğun psikolojisi de olabilir. “Süpürülen, devrimdir” de denilebilir. Ama gerçek bir devrim varsa, o süpürge sapları illaki kırılacaktır.

“Devrimi halk yapar” tespiti de alttan böylesi bir utancı barındırır. Yapılan işe belli bir toplumsallık ve tarihsellik bahşetme derdinde olanlar, bu türden küçük burjuvalardır. Yani tarihin ve toplumun yasaları gereği devrim olmamakta, birileri münferit, tekil ve göreceli eylemlerine özel bir “tarih ve toplum” bulmaya çalışmaktadırlar.

Devrimin ölçüsü Fransız Devrimi değil, Ekim Devrimi de olabilir, bir başkası da. Bu, aynı ölçünün niteliğinin değiştiği anlamına gelmez. “Ekim Devrimi de Doğu’nun Fransız Devrimi olsun” diye ilgili devrimi ele alanlar ya da onu “Avrupa’nın Fransız Devrimi varsa Dünya’nın da Ekim’i var” şeklinde yüceltenler görülmüştür. Bugün Tunus ve Mısır üzerinden dönen tartışmalar, bu iki kesimin kavgasıdır.

Oysa mesele, 1789-92 dönemecini önceleyen tüm sömürü ve zulüm karşıtı mücadelelere duhul edebilmek ve onlara ait olabilmektir. Mağribî ve Maşrıkî kıyam buradadır.

Eren Balkır
6 Mart 2011

05 Mart 2011

Fidel-Guevara ve Küba Deneyi


Fidel-Guevara ve Küba Deneyi Karşısındaki Tavrımız

 

Yeni oportünizm, Küba devrimi deneyi karşısında şaşkın ördek gibidir. Kimilerine göre Küba, sosyalist bir ülke değildir. Küba’da devrim olmamıştır. Bazılarına göre de, “evet Küba’da devrim olmuştur ama bu, dar deneyci bir anlayışın tesadüfî sonucudur”. [Bkz. H. Berktay, Proleter Devrimci Aydınlık, Sayı: 16, s: 327) Ve bunlara göre eğer Amerikan emperyalizmi uyanık davranmış olsaydı, bu devrim olmazdı! “Gerek Küba hâkim sınıflarının ve gerekse Amerikan emperyalizminin uykuda olmasından gelen koşullarda Küba tecrübesi başarıya ulaşmıştır.” (H. Berktay, P. Devrimci Aydınlık, Sayı: 16, s: 326) Yani bunlara göre Küba devrimi mucizevî bir olgudur. İşte, sergilenen bilimsel sosyalist düşünce(!), daha doğrusu katledilen Marksizmin diyalektiği!

Metafizikçi, devrimleri tesadüf ve mucizelerle açıklar. Onun için örneğin, Fransız burjuva devrimi bir tesadüftür. Fransız devrimi, metafizikçi tarafından XVI. Louis’nin zayıf ve yumuşak bir insan olmasıyla açıklanır. “Güçlü bir insan olsaydı, devrim olmazdı” der. Hatta ona göre “Varennes’de XVI. Louis yemeğini kısa kesseydi, yakalanmaz ve tarihin akışı değişirdi.”[1] Oysa bilimsel sosyalist anlayışta mucize ve tesadüf açıklamalarına yer yoktur. Mucize ve tesadüf, Lenin'in deyişiyle, “ne tabiatta ne de tarihte vardır.” İşte biçimle özü birbirine karıştıran, öz yerine biçimde kesinkes ilkeler arayarak dünya devrimci hareketinin trafik polisliğini yapmaya kalkanların teoride sonu, metafiziğin bataklığında kulaç atmaktır!

Bilimsel sosyalist dünya görüşü, Küba devrimini Amerikan emperyalizminin ve Küba hâkim sınıflarının bir anlık gafleti ile açıklamaz. Küba tecrübesinin başarıya ulaşması dünya kapitalizminin bugünkü durumu ile ilgilidir.

Lenin, Küba gibi sömürge bir ülkenin bir sıra iç devrimlerle sosyalizme geçmesinin ilk etabı olan anti-emperyalist savaşı kazanabilmesi için şu üç şartın var olmasını önermektedir:

“Ezilen bu ulusların ahalisinin önemli bir kısmının çabalarının koordinasyonu... veya uluslararası durumun özellikle uygun olması (örneğin emperyalistlerin müdahalesinin zayıf düşmesi, aralarındaki bir savaş ve kendi çelişmeleri vs. sebebiyle felce uğraması) veya büyük devletlerden birinin proletaryasının aynı anda burjuvaziye karşı koyması gereklidir.”[2]

Bugünkü emperyalizmin III. genel bunalım döneminin ayırt edici özelliği, bütün bu etkenlerin bir araya gelmiş olmasıdır. Dünyanın üçte biri sosyalisttir. Ezilen uluslar, her geçen gün emperyalizme öldürücü yumruklar indirmektedir. Dünya, sürekli altüst oluşlar içindedir. Artık dünya kapitalizmi son nefesini vermektedir. Küba devrimi, ne dar deneyci bir anlayışın tesadüfî bir sonucudur ne de mucizevî bir olaydır. Küba devrimi, can çekişen emperyalizmin zorunlu bir sonucudur!

Küba devrimini Amerikan emperyalizminin önleyebilmesini mümkün görerek “Amerikan emperyalizmi uyanık davransaydı, bu devrim olmazdı” diye açıklamak, revizyonizmin ta kendisidir.[3] Bu, emperyalizmin “her şeye kadir” olduğunu söylemek, dolayısıyla stratejik planda onu (emperyalizmi) gözde büyüterek dünya halklarının, özellikle Latin Amerika halklarının devrimci mücadelelerinin zaferine inanmamaktır! İşte pasifizm ve pasifizmin ideolojisi budur!

Tesadüfler ve mucizeler ve de sol oportünistler, Marksizm-Leninizm hazinesini derinleştirmezler. Oysa Küba tecrübesi ve onun önderleri, Marksizm-Leninizm hazinesini derinleştirmiş ve zenginleştirmişlerdir! “Sen halk savaşından yana mısın, yoksa gerilla savaşından mı” diyerek saçma sapan bir ikilem ortaya atan yeni oportünizme göre, Küba’da halk savaşı hiçbir zaman olmamıştır. Oysa gerilla savaşı, halk savaşının ilk iki aşamasının temel mücadele şeklidir.

Biz, “kahraman Küba halkı, bir halk savaşı vererek Milli Demokratik Devrimi yapıp sosyalizme geçmiştir” diyoruz. Ve Küba deneyi, Fidel Castro ve Che Guevara hakkında görüşlerimiz açıktır: Şimdi Ekim ihtilâlinin deneyine ilaveten, Çin'de, Doğu Avrupa Sosyalist ülkelerindeki, Kore, Vietnam ve Küba’daki devrimci deneyler mevcuttur. Bu ülkelerin muzaffer devrimcileri, Marksizm-Leninizm ve Ekim ihtilâlini zenginleştirmiş ve geliştirmiştir. Çin’den Küba’ya kadar bütün bu devrimler, istisnasız silâhlı mücadele ile ve silâhlı emperyalist saldırısına ve müdahalesine karşı savaşmakla kazanılmıştır. Küba halkının silâhlı ayaklanması 1953 yılında başlamıştır. Amerikan emperyalizmi ve Küba’daki kuklası Batista’nın yönetimini devirmeden önce iki yıldan fazla bir devrimci halk savaşı vermiştir. [China in Revolution, History, Documents and Analysis, Yayına Hz.: Verasimons, s: 404-5. 31 Mart 1964’te yayınlanan SBKP Merkez Komitesinin açık mektubu üzerine Çin KP’nin yorumu]

Evet, Küba Devrimi Marksizm-Leninizm hazinesine büyük bir katkıdır. Ve Küba devriminin muzaffer proleter devrimcileri olan Fidel Castro, Che Guevara ve arkadaşlarından bizim gibi yarı-sömürge ülke Marksistlerinin öğreneceği pek çok şey vardır. Çünkü biz, Marksizmi entelektüel gevezelik ve dünya devrimci hareketinin trafik polisliğini yapmak için okuyup öğrenmiyoruz. Biz dünyayı değiştirmek için, dünyanın Türkiye'sinde devrim yapmak için Marksizmi öğreniyoruz!

Küba sosyalist devriminin muzaffer proleter devrimcilerine “küçük-burjuva devrimcileri”, “sol oportünistler” demek, ihanetin, oportünizmin ta kendisidir. Ve bu görüşü saflarımızda yaygınlaştırmaya çalışanların kişiliklerinden bütün Türkiyeli proleter devrimcileri şüphe etmelidir.

“Proleter Devrimci” Aydınlık’ın eyyamcı yazarı, bizim “Sağ Sapma, Devrimci Pratik ve Teori” yazısında Fidel Castro’ya atıfta bulunmamızı eleştirmektedir. [Bkz. Ş. Alpay, P. D. Aydınlık, Sayı:17, s: 366] Biz, daima Marksizm-Leninizm hazinesine katkısı olan muzaffer proleter devrimcilerine atıfta bulunduk ve her zaman da bulunacağız.[4] Yeni oportünizmle aramızdaki küçücük(!) fark da burada ya! Onlar, Amerika’nın sözde devrimcileri kampüs “Mao”istlerine, biz ise Marksizm-Leninizm hazinesini geliştiren muzaffer devrimcilere atıfta bulunuyoruz!

Latin Amerika’daki proleter devrimci çizgi hakkında son derece önemli bir sorunu da bu bölümü bitirmeden açıklayalım. Şu iki hususun özellikle karıştırılmaması gerekir:

Bütün Latin Amerika ülkelerinin “sanayinin geri kalmışlığı ve tarımın feodal karakteri” ortak özellikleri olduğunu belirterek, “anti-emperyalist mücadelede, halkın çok büyük çoğunluğunu, işçi sınıfının, köylülerin, aydınların, küçük-burjuvazinin ve ulusal burjuvazideki en ilerici tabakaların çıkarları yönünde bir kurtuluş programı üzerinde birleştirmemiz gerekmektedir.” (ikinci Havana Deklarasyonu'ndan) diyerek, bütün Latin Amerika ülkelerinin önlerindeki devrimci adımın Milli Demokratik Devrim olduğunu söyleyen Fidel Castro ve arkadaşları ile Milli Demokratik Devrim stratejisinin geçerliliğini üretim ilişkisi olarak feodalizmin varlığına bağlayarak, Latin Amerika ülkelerinde “tarımda azgelişmiş kapitalizm hâkimdir ve de milli burjuvazi yoktur” diyerek, bu ülkeler için sosyalist devrim stratejisini öneren A. G. Frank, A. Shah, vs. gibi yazarçizer takımını ayırmak gerekir, bir.

Fidel Castro’nun, Che Guevara’nın görüşleriyle özellikle Debray’nin dogmatik önerilerini kesinlikle karıştırmamak gerekir, iki. Silâhlı halk savaşının, emperyalizmin boyunduruğundan kurtulmanın tek yolu olduğu gerçeğine karşı çıkarak, barışçı bir yoldan da devrimin zafere ulaşabileceğini mümkün gören W. J. Pomeroy bile bu gerçeği açıkça itiraf etmektedir. Bakın ne diyor Pomeroy: “Debray’nin oldukça dogmatik formüllendirmelerinin, çoğu kez kendi adlarına konuştuğunu sandığı Kübalı önderlerin beyanlarından ayırt edilmesi gerekir.” Hele “Debray’nin Devrimde Devrim kitabı KKP’nin resmi görüşüdür. Bu kitap, Küba’da 2,5 milyon basılıp dağıtılmıştır” demek, gerçeği ahlaksızca tahriften başka bir şey değildir. Çünkü bu kitap, KKP’nin görüşlerini dile getiren Simon Torres ve Jullo Arende tarafından, “Debray ve Küba Tecrübesi” başlıklı yazı ile Monthly Review’ün 1968 Haziran sayısında çok sert bir şekilde eleştirilmiştir. Bu eleştirinin ana çizgileri şunlardır;

1. Debray’nin “askerî liderliğin temel unsur olması gerekir” önerisi yanlıştır. Tam tersine, siyasal çalışma esastır. Ve askerî yan, politik liderliğe tabi kılınmalıdır.

2. Debray’nin “burjuva şehir-proleter kır”, “Llana-Sierra” şeklinde yaptığı ayrımını, bir sınıf çatışması olarak ortaya koyması, Leninist bir analiz değildir.

Yazının “Kim Kimi Yarattı” başlıklı kesiminde, Debray’nin “Küba”da foco, partiyi yarattı” iddiasının yanlış olduğu belirtilerek, devrim için partinin şart olduğu ileri sürülmektedir. Simon Torres ve Julio Arende, Lenin’in Ne Yapmalı kitabına atıflar yaparak, Debray’nin ekonomist bir görüşe sahip olduğu sonucuna varmaktadırlar.

Ancak bütün ülkelerin pasifistleri, bu farklılıkları görmemezlikten gelerek Debray’nin dogmatik formülasyonları ile Latin Amerika'daki proleter devrimci çizgiyi özdeş tutmaya çalışmaktadırlar. Örneğin, Progressive Labour adlı Amerikalı sözüm ona “Mao”cu bir parti, bütün bu farklı ideolojileri Debreizm başlığı altında toplayarak F. Castro, Che Guevara ve arkadaşlarını sol oportünizmle(!) suçlamaktadır.[5] Ve ülkemizde de, kampüs “Mao”izminin şubesi olan yeni oportünizmin sözcüleri, tıpkı Amerikalı ideologları gibi, bu farklı ideolojileri (yani A. G. Frank, Debray oportünist çizgileri ile Kübalı muzaffer proleter devrimcilerinin Leninist çizgisini) karıştırarak, Debray’nin kitabına atıfta bulunarak, F. Castro-Che Guevara’yı eleştirmeye kalkmaktadırlar. Yeni oportünizmin sözcüleri, kırlardan şehirlerin fethedilmesini öneren Latin Amerikalı muzaffer proleter devrimcilerini Debray’nin dogmatik formülasyonları ile mahkûm edip, onların Leninist çizginin dışında olduklarını söyleyerek, büyük proleter devrimcisi Mao Tse Tung’u da Amerikanca yorumlayarak korkaklıklarına ve ihanetlerine ideolojik kılıf bulacaklarını zannetmektedirler!

Emperyalizmin ölüm saatlerinin yaklaştığı bu III. genel kriz döneminde, Marksist-Leninist hareket, yeni oportünizmin iddia ettiği gibi, Castro-Guevara çizgisine karşı verilecek olan mücadele ile değil, modern revizyonizmin şehirlere öncelik tanıyarak, kırlara ikinci dereceden önem veren, köylülerin giderek “Köylü” halkların devrimci potansiyelini küçümseyen “sol”, işçi sınıfının dışında sosyalizme geçişi mümkün görerek barış içinde bir arada yaşamayı savunan sağ çizgilerine karşı, neo-Troçkist, neo-Blankist... kısaca her çeşit sağ ve “sol” sapmalara karşı verilecek mücadeleler ile güçlenecek ve emperyalizmi çökertecektir. Castro-Guevara ve bütün Latin Amerikalı proleter devrimcilerini “sol oportünist” ilan eden ağızlar bütün ülkelerin pasifistleridir!

Mahir Çayan

Dipnotlar
[1] George Politzer, Felsefenin Başlangıç İlkeleri, s. 179.

[2] (A. Propos de la Brochure de Junius C. 1, s:336) Arzumanyan, Dünya Kapitalizminin Bugünkü Bunalımı, s. 2.

[3] Karşı devrimcilerin dikkatini çekmek için bu tip yorumları Ticaret Odalarının bastırdığı anti-komünist broşürlerin yazarları yapmaktadır.

[4] Yeni oportünizmin bir sözcüsü, bizim F. Castro’ya atıfta bulunmamızı eleştirmektedir. Diyelim ki, F. Castro “Sol oportünist”(!). Bir “Sol oportünist”ten aktarma yapmak eleştiri konusu olacak fahiş bir hata mıdır? Hayır. Lenin Ne Yapmalı’da, Marx ve Engels’in hainlikle suçladıkları anti-marksist Lassalle’a atıfta bulunmaktadır. Bu bayımızın mantığına göre Marx’ın ihanetle suçladığı Lassalle’a atıfta bulunduğu için Lenin de aynı oportünist çizgiyi, Lassalle ile paylaşmış olmaktadır.

[5] Progressive Labor’da Debreizmin eleştirisi uzun uzun hikâye edilmektedir. Hatta John Kily imzalı yazıda Che Guevara yalancılıkla bile suçlanmaktadır.