İster devrimci, ister sosyalist ya da ister
komünist olsun, sol öznelerin teori ve pratiklerini tayin eden ölçü ve ölçek,
kemalizmin ölçü ve ölçeğidir. Fransız, Alman, İngiliz, Rus, Çin ya da Latin
Amerika menşeli bir tür marksizmi ve sosyalizmi güncelleştirmek isteyen bir
özne, zorunlu olarak, yerlileşme gerilimi yaşayacak, kendi Kemal’ini bulacak,
bu ülkelerle Türkiye’nin benzer noktalarını öne çıkartacaktır. Özgülleşme ve yerlileşme
meselesinde öznelci-idealist bir yön mevcuttur, bu yön, siyasetin kemalizme
tabi olmasını koşullar. Benzerlikler ve farklılıklar bulmak, ancak eşdüzlemde
mümkündür. Eşdüzleme yerleştirilmiş iki ülke arasında kıyaslama yapmak, iki
ülkenin öncesini, sağını, solunu, altını, üstünü görmemek demektir. Dört yöne
kör bakan, salt verili olgunun kendiliğine kilitlenen, onun tanrısal-ilahi bir
seyir içinde, tek hakikat, tek doğru olduğunu düşünmek zorundadır.
Tarihsel materyalizm, toplumsal olgu ve olayları
belli bir sürece ve bağlama oturtarak, onların mücadelenin nesnesi olabilmesini
sağlar. Maddî olan her şey, bu tür bir çalışmanın konusudur. Ancak marksizmden
haberdar olan birçok sol özne, kendisinin geçiciliğini, aşılabilirliğini ve
içteki/dıştaki dönüşümü görmezden gelmektedir. Bu, kemalizmin ölçü ve ölçeği
dâhilinde düşünüp hareket etmenin bir sonucudur. Kemalizmi bir iki askere, bir
iki kuruma ya da birkaç yıla hapsederek ondan kurtulmak mümkün değildir. Esasta
genel tartışma, bir “burjuva devrim” ideolojisi olarak kemalizmin sosyalizm
için gerekli koşulları oluşturup oluşturmadığı ile ilgilidir.
Genelde sosyalizm “yemeği” için gerekli on malzeme
varsa, kemalizmin bunların sekizini ya da ikisini temin etmesi ile ilgilenilir.
Bu malzemelerin içeriği ve biçimine bakılmaz. Sonuçta sol öznelerin tabiyet
ilişkileri sebebiyle, kemalizmle hesaplaşma derdi yoktur.
Ekolojistler, "dünya elden gidiyor, siz
devrim yapacak bir dünya bile bulamayacaksınız.” diyerek korku salıyorlarsa;
ulusalcılar da “ülke elden gidiyor, siz devrim yapacak bir ülke bile
bulamayacaksınız.” derler.
Bu açıdan yemeğin malzemesini temin eden kemalizm
sinsice sızar teori ve pratiğe. Dolayısıyla CHP’nin yerini almak ile onunla
ittifak yapmak ya da onun içinde çalışmak aynı şeydir. CHP, kurucu ideolojinin,
kemalizmin öz partisidir. Onunla eşdüzlemde olunduğu hissi ve fikri, ona karşı
mücadelenin askıya alındığının bir göstergesidir.
Bugün Tel Aviv’deki bir Siyonist’in ülkesi ile
ilgili algısı ve bilgisi ile bir Filistinli devrimcinin algı ve bilgisi
arasında derin bir uçurum vardır. Ancak bugün, bırakalım bir Müslüman’ı ya da
milliyetçiyi bir kenara, bir sosyalistin, devrimcinin ülkenin meşruluğuna,
mutlaklığına ve resmî kurgusuna ilişkin en ufak bir sorgusu yoktur. İsrail ve
Türkiye, siyam ikizleri olarak, bölgeye yerleştirilmiş politik güçlerse eğer,
buralardaki mücadeleler arası temasın kırılması egemenler açısından şarttır.
Türkistan, Kafkasya ve genelde doğunun devrimci ateşi ile Anadolu’ya giren Mustafa
Suphi’lerle altmışlar sonu Filistin’e giden Dev-Genç arasında böylesi ortak bir
kader mevcuttur.
İlk olayda mevcut olan Türkiye’de İngilizlerin,
ikincisinde ABD’nin damgası vardır. Verili hâliyle kurulan “Türkiye”nin
meşruiyetini tanıyan komünist hareket, soluğu sendika ve meclis koltuklarında
almıştır. O sendika ve meclis, en az Türkiye kadar, sorgu dışı ve
dokunulmazdır.
“Önce burjuva, ardından sosyalist devrim” kurgusu
ilerlemecidir ve her ilerlemecilik gibi, efendilerin geçmişte kazandığı
zaferlere öykünen bir kafanın ürünüdür. Fransız Devrimi sürecinde zulmedilen,
bastırılan, sindirilen emekçi halk öfkesini görmezden gelip bu devrimin ortaya
koyduğu “tarih”, “doğa” ve “insan” algı ve bilgisi ile üretilecek bir
sosyalizmin bu düzende yapabileceği hiçbir şey yoktur. Efendilerin de kimi
vakit “sosyalizm”e ihtiyaç duyacakları açıktır. Bu açıdan devrimciliğin ve
sosyalistliğin her daim bir marksist teori ve pratiğin suyuna yatırılması
gerekir. Bu anlamda her türden teorik ve pratik, köklü, farklılığa rağmen, Ekim
Devrimi'ni, Çin Devrimi'ni ve Küba Devrimi'ni Fransız Devrimi rolüne
soyundurmak benzer bir teslimiyeti üretecektir.
Kemalizme “bonapartizm” demek, faşizmi yirmilerden
kırklı yılların ortalarına kadar uzanan tarihsel ve toplumsal olgu olarak
değerlendirmek, bugün, kemalizme ve faşizme karşı mücadele etmeyeceğine dair
söz vermişlerin fikrî tepkisidir.
Özünde kemalizm, ilkokuldan başlayarak dikte
ettiği resmî tarih ve toplum bilgisi ile, sol içine, kendisine karşı mücadele
etmeyecek, zararsız öğrencilerini göndermektedir. Solun bunlarla hesaplaşma
derdi, ancak kemalizme karşı mücadele bayrağını açtığında açığa çıkacaktır.
Bir tür kapitalizm ve emperyalizm bilgisi, bunlara
karşı çıkmak, devlete ve onun tarihsel-toplumsal zeminine karşı mücadele
edilmeyeceğine dair edilmiş yemine yaslanır. Oysa kapitalizme ve emperyalizme
karşı mücadele, verili devlete karşı mücadeleyi şart koşar.
Devlete karşı mücadele, zorunlu olarak,
devrimcilikle vücut bulur; şapka ve harf gibi konularda yapılan değişiklikleri
savunmaya indirgenmiş bir devrimcilik, tam da kemalizmin talep ettiği
devrimciliktir. Bu türden devrimcilik, "harf devrimi"nin
gerçekleştiği günlerde, bu değişikliği eleştiren komünistlerin İstanbul'da
bildiri dağıttıklarını hiç mi hiç bilmeyecektir.
Yirmilerde ve seksenlerde Sovyetler’e gidip eğitim
alanlar arasında kıyaslama yapmak mümkündür: ilk dönem gidenler, o yılların
coşkusuyla, Sovyetler'den ülkeye belli bir fikrin akışına bakmaktadırlar.
İkinci dönem gidenler ise tersten, Türkiye’de elde ettikleri meslekî, ideolojik
kurguyu Sovyetler’e akıtmışlardır. Bir mühendis, burada öğrendikleri ile Sovyet
ziraatını eleştirmiş, bir sanatçı, orada esaret görmüştür. Sovyetler-Türkiye
ilişkileri belirleyicidir. Eşdüzlemde seyreden bu algı ve bilgi, emekçilerin,
mazlumların öfkesinin bilinçli öncüsü olması gereken komünistleri başka
eşdüzlemler aramaya itmiştir. İç ve dış Sovyet ajanlarının ufuklarını aşamayan
komünist hareket, köklü, kalıcı bir miras bırakamamıştır. Bu da kemalizmin
“burjuva devrimciliği” olarak sahiplenilip aşılmasına ya da tarihsel olarak
onun makul, zararsız bir yere hapsedilmesine neden olmuştur.
Adıyamanlı bir Ermeni olarak Fransa’ya göç etmek
zorunda kalan, orada işçi iken faşizmin işgali karşısında partizanlara katılan,
mücadele içinde şehit düşen Manuşyan ile Ermeni katili Talat Paşa’yı eşdüzleme
yerleştirmek de aynı fikriyatın ürünüdür. Yan yana getirilen Manuşyan’ın Talat
Paşa’dan örgüt meselesini öğrenmesini talep etmek, esasında işçi sınıfına ve
halka devlet disiplini vermek istemektir.[1]
Bu açıdan, kısa zaman önce gerçekleşen referandum
bağlamında sol içinde yaşanan ayrışmanın da gösterdiği üzere, solun bir bölümü,
işçileri, halkı devletle disipline etmek ve demokrasi ile terbiye etmek
arasında ayrışmıştır. Bu ayrışmada, burjuva devletinden ya da burjuva demokrasisinden
söz edenler için işçi, halk ya da proleter sözcükleri basit anlamda birer
sıfattan ibarettir. Aristokratlara has bir tür düello olarak resmedilen
burjuvazi-proletarya kavgası, proletaryayla burjuva aklını buluşturma niyeti taşır.
Bu niyet dâhilinde, aynı aklın ürünü olan demokrasi ve devlet, sorgusuz sualsiz
kabul edilecektir. Bir sosyalist, “burjuvalar devleti çürütüyorlar, zayıf
düşürüyorlar” diyecek, diğeri ise “burjuvalar demokrasinin içini boşaltıyorlar,
halkın katılımını geçersizleştiriyorlar.” diye yakınacaktır.
Ülkenin kuruluşunda sosyalistlerin, Kürtlerin ve Müslümanların
kanı-teri vardır. Kemalizmi bu üç dinamiği ezen, bastıran asıl güç olarak
görmek, başka birçok şeyi görmemek demektir. Kemalizm sonuçtur, yani o, bu üç
dinamiğin teorik, ideolojik ve politik katkılarını, müdahalelerini ezmek
zorunda olan efendilerin ezme pratiği içinde ürettikleri ortak teori, ideoloji
ve politikadır.
Liberallerin ve ulusalcıların sol içinde kemalizm
bağlamında yürüttükleri tartışma, bu hakikati örtbas etmek içindir. Günahlarını
bir keçiye yükleyip onu uçurumdan aşağıya atan Yahudiler gibi, liberaller tüm
günahı, suçu ve hatayı askere yüklemekte, böylelikle esas efendileri korumakta
iken, (son on yıl içinde TKP’nin de hizalandığı) ulusalcılar da günahı, suçu ve
hatayı dış güçlere yüklemektedirler. Böylelikle her ikisi de siyaseten,
sosyalistlerin, Kürtlerin ve Müslümanların kanını dökenlerle, terini
sömürenlerle ortaklaşmaktadır.
TKP eski genel başkanının “Mustafa Kemal’in
mücadelenin öncülüğünü tekleştirme pratiğini” ve “devletin doğudan batıya
hükmetme becerisini” sahiplenmesinin nedeni buradadır.
İlk cümleden Mustafa Suphi’lerin kanı, Çerkes
Ethem’in teri; ikinci cümleden Kürtlerin kanı damlamaktadır. Söz konusu ikrar
da bu TKP’nin Şefik Hüsnü’nün uzantısı olduğuna ilişkin genel yanılgının
aksine, onun Mustafa Kemal’in Anadolu’daki komünist faaliyetleri akamete
uğratmak için attığı taktiksel bir adım olan resmî TKP’nin uzantısı olduğunun
kanıtıdır.
Birer fikir kulübü kisvesindeki bu tür örgütlerin
fikrî olarak kemalizmin ölçü ve ölçeğine bağlı olduğu açıktır. Fikir kulübünden
Dev-Genç’e dönüşen pratik ya da daha da öncesinde Ekim Devrimi’nden hissî ve
fikrî açıdan etkilenenlerin oluşturdukları mahfillerden çıkıp örgütlenmeye
başlamaları ve örgütlü devrimci mücadeleye girmeleri, ana mirasımızdır.
Sonrasında bu iki momentin fikrî düzeyde kaldığını iddia edenler, fikir
kulüplerinin kadim şefleridirler. Yirmilerde Anadolu’daki komünist faaliyetin
etkisini, gücünü küçümseyenler, genç komünistlerin faaliyetlerini genç olmaya
indirgeyenler de onlardır. Bir fikre örgütlenmekle bir eyleme örgütlenmek başka
şeylerdir. Fikir kulüpleri olarak bugünkü örgütler, kendi varlıklarını,
kendilerince mistifiye ettikleri eylem için önşart kabul etmektedirler. Oysa o
kulüpten, masonik cemaatten çıkmadan, eyleme geçmek imkânsızdır. Bu kulüplerde
bir eylem olarak fikre yer yoktur. Eyleme geçmeye mecbur bir fikrin buralarda
filizlenmesi mümkün değildir. Bunlar en fazla, “bize gelmezseniz, her şey
bitecek, öleceğiz” yaygarası koparırlar.[2]
Ülkenin meşruiyeti, “burjuva devrim”, kemalizm,
ilerleme ve devlet-demokrasi üzerinden bir biçimde eylediklerini, eyleme
geçtiklerini zannedenler ise salt ajanlık, bir fikrin pazarlamacılığını
yapmaktadırlar. Bunların, ülkenin kuruluş momentinde sosyalistlerin, Kürtlerin
ve Müslümanların döktüğü kana ve tere küfretmesi zorunludur. Küfür, Arapça
“örtmek” demektir, bu anlamda ilgili hakikati gizlemeleri, ondan haberdar
olsalar bile kendi öznel ihtiyaçlarına göre onu eğip bükmeleri,
içeriksizleştirmeleri kaçınılmaz bir sonuçtur.
Kurma ve yıkma sürecinde, emekçi halkların ve
mazlumların öfkesini örgütlemeye muktedir bir komünist parti, bugünkü fikir
kulüplerinin ardında gizlidir. Onunla buluşmak için, kendi varlığını, Kürt ve
Müslüman düşmanlığına indirgemiş bir sosyalist özneden; Kürt ve sosyalist
düşmanlığına indirgemiş bir Müslüman’dan; Sosyalist ve Müslüman düşmanlığına
indirgemiş bir Kürt’ten kurtulmak gerekmektedir.
* * *
Sınıf, devrim ve iktidar, sosyalist ve marksist yazında
öne çıkan üç kavramdır. Marx, Engels, Lenin, Troçki, Luxemburg, Stalin gibi
belli şahıslar etrafında kopan fırtınalar, bu kavramlarla ilgilidir esasta.
Dönemsel kimi ihtiyaçlara bağlı olarak, bu kavramlar öne çıkartılır. Bu,
tarihsel açıdan meşru kabul edilen kimi şahısların ve olayların da öne
çıkartılmasını gerektirir. Burada, sonuca uygun veriler organize edilir, çünkü
aslında öne çıkan şahıslar ve olaylar, belli bir başarının temsilidirler.
Başarıcı olan bu akıl, koşulları ve o koşullarda verilen mücadeleleri dikkate
almaz. Türkiye’de Bolşevik Parti ile ilgili onlarca kitap mevcuttur, ancak bir
bolşeviğin nasıl çalıştığı, ne tür araçlar ürettiği ile ilgilenilmemiştir. Bu
da sonuçta ortaya çıkan başarının esası teşkil ettiğini gösterir.
Bu fikriyat, Türkiye solunun kendi mutlaklığını,
tek boyutluluğunu ve doğrusallığını hâkim kılması ile ilgilidir. Bu, sınıfın,
devrimin ve iktidarın da mutlak, tek boyutlu ve doğrusal kavranmasını
getirmiştir. Bu kavrayış sonucunda sol, sınıfın geçici, durumsal/dönemsel, çok
boyutlu ve parçalı eylemlerinden/çıkışlarından hiçbir şey öğrenmemiştir. Aynı
ölçüde, meseleyi devrime ya da iktidara indirgeyenler, sınıf mevzuunda olduğu
gibi benzer yanlışları yinelemişlerdir.
Bu yönüyle Türkiye solu, ne tek başına sınıfsal ne
devrimci ne de iktidara dönük hareketler tarafından terbiye edilmiş ve disipline
olmuştur. Disiplinin ve terbiyenin kaynağı burası değilse, elbette kendinden
menkul bir devlet ve demokrasi, teoride ve pratikte galebe çalacaktır. Sınıfa,
devrime ve iktidara ilişkin dinamikler, farklı mecralarda kendi iç terbiyesini
ve disiplinini; bu terbiye ve disiplin, kendi tipolojisini ve siyaset tarzını
üretmiştir. Ara yollarda kaybolanlar, ana siyaset otobanına girmek adına,
burjuvaziden ve devletinden gerekli bileti almak için çırpınmıştır. Ana yol hep
egemenlerin yoludur.
Kadrolar, şeyhten el alan mürit misali, farklı
dergâhların inşasına tuğla koymuşlardır. Geçmişte, doğrudan
toplumsal-ekonomik-siyasal yaşamın doğal aracı olan dergâhlar, işlevlerini
yitirmekle kendi içine kapanmış ve müritlerini dergâhın bekası için çalışmaya
zorlamışlardır.
Solun ürettiği örgütler, aynı şekilde, ne
toplumsal ne ekonomik ne de politik bir doğal araçtırlar. Böyle olmasına rağmen
yaşananda bir terslik vardır: kadrolar, örgütlerin bekası adına
örgütlenmektedirler. Örgüt şefleri ise ölümle korkutup verili adımlarına kadrolarını
ikna etmeyi teori ve pratik zannetmektedirler. Salt belli bir fikir etrafında
örgütlenmiş bir kulüp, geçersizleşeceğini düşündüğü bir momentte cemaatine
korku salmak zorundadır. Solun gulyabanisi ve öcüsü, her daim, Kürtler ve Müslümanlardır.
Örgütlerin mutlak, tek boyutlu ve doğrusal
oluşları kadroları da sınırlamakta, kadroların sınıftan, devrimden ve
iktidardan beslenmeleri imkânsızlaşmaktadır. Lineer, doğrusal kurgu, mimarîdeki
kubbeyi metafor olarak devreye sokacak olursak, dikey ve kapsayıcı bir
örgütlenmeyi ve mücadeleyi önemsizleştirmektedir.
Doğrusallıkta örgütün yaşaması/yaşatılması her
şey, devrim-sınıf-iktidar hiçbir şeydir. Bu açıdan kadrolar, en fazla,
örgütlerin bekası (yaşamsallığı) adına önem kazanmaktadırlar. Onun dışında bir
anlamları yoktur.
Buradaki sakatlık, bir ölçüde, miladı 12 Eylül olarak
tespit etmekten kaynaklanmaktadır. Bu tarihte özneler, kolektif devrimci bir
savaşın içinde örgütlenemedikleri için hesaplarını tamamlayamamış, geride
kalanlar hesaplarını sonraki kuşaklara ödetmişlerdir/ödetmektedirler.
Doğrusallık, mutlaklık ve tek boyutluluk için 12 Eylül gibi bir kırılma sarsıcıdır,
önemlidir. 12 Eylül'ün bir holokost misali, sürekli anımsanmasının nedeni
buradadır. O, doğrusallığın, mutlaklığın ve tek boyutluluğun sigortasıdır. 12
Eylül, mağlubiyet kadar, mağlup edilen öznenin önemli olduğunun da bir delili
gibidir. Bir imge olarak bu tarihsel moment, solun toplumsallığının sınırlarını
da çizer. 12 Eylül’ün ardında kemalizm, faşizm, askerî vesayet, batı
emperyalizmi, gericilik vs. bulmak önemsizdir. Bunlar, sol örgütlerin verili
hâllerini meşrulaştıran dışarıya ait hasım unsurlardır.
Bugün sol örgütlerin şeflerinin önemli bölümü 12
Eylül öncesinin kadrolarıdır ve bu insanlar ne 12 Eylül’ün ne de onun doğurduğu
Özal liberalizminin hesabını verebilmişlerdir. 12 Eylül’de kaçacak yer
arayanlar, Özal döneminde de sığınacak yerler bulmuşlardır. Aynı kadrolar ve
kadrosal bilinç aktarımı doksanların AB’sine ve 2000’lerin ABD’sine karşı da
gerekli ve yeterli cevap üretememişlerdir.
Sol, bu kadrolar ve bilinçsel süreklilik
bağlamında, hem teoride hem de pratikte, 12 Eylül’de halka; Özal liberalizmi
döneminde sınıfa; doksanların AB kuşatmasında millete; 2000’li yılların başıyla
giderek yoğunlaşan ABD müdahalesiyle içinde yaşadığı Ortadoğu coğrafyasına
yabancılaşmıştır. Bu yabancılaşma içe kapanmayı koşullamış, çıplak hâliyle
yaşamsallık, her şeyin önüne yerleştirilmiştir.
1980 sonrasında sol, “bu halk desteği neden birden
kesildi?” diye hayıflanarak, kendi günahlarını halka ve sınıfa ödetmeye
kalkmıştır. Bu özneler, sonrasında “halk desteği ile bu iş olmuyor, başka
noktalara yoğunlaşmak gerek” diyerek, kendi günahlarını örtbas etmişlerdir.
Dev-Yol geleneği, kapitalizm içi meşruiyet
alanlarına (demokrasiye), Aydınlık orduya (devlete) oynamıştır. Soyut da olsa,
halka ve sınıfa güvenenler de onların “inek”likleri karşısında şişmeye çalışan
“kurbağa”lara benzemişlerdir.
Halkın, sınıfın ve genel anlamda kitlelerin
demokrasi terbiyesine ya da devlet disiplinine tabi tutulması ihtiyacı maddî
koşulların birer emridir. Bir kesim devlete, bir kesim demokrasiye sığınmış,
her sığınmacı gibi, sığındığı “ülke”nin, yerin emirlerine uymuştur.
Bu dönemde ve sonrasında sınıf, devrim ve iktidar
üzerine binlerce sayfayı bulan yazılar yazılmış, tartışmalar yapılmıştır ama
hepsinin de alt metninde 12 Eylül’ün hesabını verememe ve onun çizdiği alanda
var olma tercihi vardır. Meşruiyeti başka yerde arayan özneler, bu üç olguyla
ilgili tartışmayı onların gerçeğinden çok uzakta bir yerde yapmış, bu anlamda,
gerçek siyaset düzleminde başkalarının -özellikle düşmanın- estirdiği
rüzgârlara göre dümen kırmıştır.
12 Eylül ve Özal ardından bir darbeyi de
Sovyetler’in çöküşü indirmiştir. 1989-92 momentinde sol öznelerin önemli bir
bölümü 12 Eylül ve Özal eleştirileri ile ve burada öğrendikleriyle Sovyetler'in
çöküşünü karşılamış, bu bilgi ile sosyalizm ve siyaset meseleleri
tartışılmıştır.
Kadrolarını 12 Eylül ve liberalizmin basıncı ile
sadece örgüt bekası için biçimlendiren örgütler, kadroların gerçek siyasete
dönük algı ve bilgisini köreltmişlerdir. 1980’de kadroların güvenliğini öne
koyan TKP gibi, diğer sol özneler de, şu veya bu biçimde, kendi öznel
ideolojik-politik konumlarını korumaya gayret etmişlerdir. Sovyet’çiler,
Çin’ciler, Küba’cılar ve Arnavut’çular, “hiçbir bozulmaya uğramadan”, 12 Eylül
eşiğini aşmayı bilmişler ama bu aşma, gelip Özal liberalizmine toslamıştır.
Kadrolardaki likidasyon karşısında Kürt hareketi ya da demokrasi kavgası ile
diri kalmaya çalışan özneler, Özal’a dönük somut maddî bir güç çıkartamamışlardır.
Kürt Hareketi sola Türklüğü’nü, AKP ise laik-aydınlanmacılığını
anımsatmıştır. Devrimcilik, sosyalistlik ya da komünistlik “şapkalar”ı düşmüş,
“kel” görünmüştür. Fikir kulüpleri, kendilerini talileştiren, göreceleştiren,
sorgulanabilir kılan bu iki dinamiğin karşısında aslına rücu etmiştir. Bugün
AKP üzerinden dönen tartışmalarda esas dövülen bağcı, Kürt hareketidir.
Efendiler yirmilerde sosyalistlere, Kürtlere ve
Müslümanlara vurdukça, sınıfî, millî ve dinî bir üst örgütlenme olarak kemalizmde
formüle ettikleri karargâhına bir kısım sosyalisti, Kürt’ü ve Türk’ü ve
Müslüman’ı da kaydetmiştir. Bu anlamda günümüzde ülke siyasetinde dönen
tartışmaları, hâlâ yıkılıp yeniden kurulmaya devam eden ülkenin ana
karargâhında dönen iç-hizbî tartışmalar olarak okumak mümkündür. Bu
tartışmaların ne sağında ne solunda ne altında ne üstünde, emekçilere ve
mazlumlara dair hiçbir şey yoktur. Kemalizmin kendisine hizaladığı dinî, millî
ve sınıfî örgütlenmeler, alttaki isyanın bastırılması için vardır. Fikir kulüplerinin
dinamitlenmesi, bu isyanın açığa çıkması için önkoşuldur.
Kendilerini mutlak, doğrusal ve tek boyutlu olarak
muhafaza etmek için didinen sosyalistlerin, Kürtlerin ve Müslümanların varlığı
bu gerçeği teyit etmektedir. Kendine kapalı, kendinden menkul bu türden fikir
kulüpleri, örgütsüzlüğü örgütlemektedirler sadece. Zira örgütlülük, düşmanı
tespit etmek ve ona karşı güç olmakla ilgili bir meseledir.
Sol, ısrarla, kendi öznel benliği, ideolojik
yükleri ve politik konumunda diretmektedir. Bu direniş, doğal olarak, 1989
Bahar Eylemlilikleri, 1993 Sivas Katliamı ve oradan Gazi ve 1996 1 Mayıs’ına
kadar uzanan dönemde, ne halktan ne de sınıftan bir şeylerin öğrenilmesine izin
vermiştir. Varlıklarını bu dönemlerde bulan sol özneler ise 150 yıllık sınıflar
mücadelesi içinde kendi bulundukları konumun özgünlüğüne ve tekilliğine
sarılmayı tek yol bilmişlerdir. Özgüllük ve tekillik, her zaman kemalizmle
belli bir ilişki kurmak durumundadır.
12 Eylül’de bıçak gibi kesilen halk desteği, 12
Eylül sendromuna yol açmıştır. Sol özneler, bu noktada halka ve sınıfa
güvenmemeyi öğrenmiş, bu güvensizliği ve inançsızlığı bilince çıkarmışlardır.
Meşruiyet alanında yaşanan kırılma, solu göğe yükseltmiş, kendi felsefesiyle
yükselen sol, siyaseti burada biçimlendirmiştir. Bu sürecin ürünü olan aydın
kulüpleri ve örgütler arasında tepeden baktıkları bu alanla ilgili olarak
yaşanan paylaşım kavgası, hâlâ sürmektedir.
Mesele, 12 Eylül’de halkın desteğini kesmesine
kızmak, dağa küsüp tavşan olmak değil, sebep ve gerekçeleri görüp, desteğin
militanlaştırılması için uğraşmaktır. Aksi takdirde o tavşanın hangi araba
farına esir düşeceği kestirilemez.
Halk desteğinin kesilmesinin nedeni, solun
dağınıklığıdır. Dağınıklık yüzünden kesilen desteğe binaen yapılan tartışmalar,
dağınıklığı ortadan kaldırmamıştır. Sol, 12 Eylül ve Özal konusunda çuvaldızı
hiçbir zaman kendisine batırmamış, kendi dağınıklığı sebebiyle desteğin
kesildiğini görememiştir. Halka ve sınıfa politik bir ufuk kazandırmak bir
başka bahara kalmıştır.
* * *
Geçmişle geleceğin, toplumsal ve tarihsel
düzlemde, bağını sadece komünist bir parti kurabilir. Bu onun en temel ayırt
edici özelliğidir. O, geçmişe ait toplumsal dinamikleri geleceğe uzanan
tarihsel-politik hatla buluşturur, onları disipline eder. Tersten, geleceğe
uzanan tarihsel-politik akımları toplumsal alanla tanıştırır ve orada onların
terbiye edilmesini sağlar.
Bu anlamda, sınıfın salt sendikalara bölünmüş
toplumsallığını tarihle buluşturmadan, “onu sadece ben örgütlerim” tavrı içinde
olan bir örgüt, devrimin tarihsel zorunluluğuna ve onun politik sonuçlarına hiç
inanmıyor demektir. Böylesi bir örgüt, bizzat devrimin sınıfı örgütleyebileceğine
kani değildir. Sınıfı sadece kendisinin örgütleyeceğini düşünen özne, sürecin
devrimle değişmeyeceğini, kırılmayacağını, dağılıp yeniden, farklı bir
içerikle, bütünleşmeyeceğini düşünüyordur. Oysa tüm kanaatlerin aksine, devrim,
teoride ve pratikte sınıfı da dönüştürür. Sol fikir kulüpleri, devrimi dışarıda
tutmak zorundadırlar.
Tarihsel-toplumsal süreci diyalektik, materyalist
anlamda okuyan marksistlerin sınıfı, devrimi ve iktidarı sabit, mutlak,
değişmez kabul etmesi mümkün değildir.
Kendi mutlaklığına, tek boyutluluğuna ve
doğrusallığına binaen, devrimi sadece kendisinin yapacağına ve devrimden
sonraya da hiç değişmeden kalacağına inanan bir öznenin marksizm dışına kayması
kaçınılmazdır. “Devrimin lokomotifi değişmez” diyen bir özne, devrimden sonra
iktidarın biçimlenmesinde tek başat unsur olarak kendisini görmekte, devrimin,
dolayısıyla iktidarın kendisi gibi mutlak, tek boyutlu ve doğrusal olacağını
düşünmektedir.
Komünizmi getirecek aslî unsur olarak kendi
örgütünü gören özne, bu zihniyet ölçüsünde, bir o kadar komünistliğe uzaktır.
Komünizm, ancak tarihsel-toplumsal süreç ile ilgili bir meseledir.
Tarih, öznel algıya ve bilgiye indirgendikçe,
sosyalizm ve komünizm de öznel tercih, niyet ve beklentilere bağlanır. Bu
bağlanma, sözkonusu olguları demokrasi yalanına mahkûm eder. Sosyalizmi ve
komünizmi getirecek toplumsal-tarihsel sürecin başlangıç noktası devrim olarak
kabul edildikçe, devrim de öznel-örgütsel faaliyete indirgenmiş olur. Bu kadar
öznelciliğin içinde sosyalistler devrime kadro devşiren örgütlere tepeden bakma
fırsatı bulurlar. Benzer bir büyüksemeyi komünistler de sosyalistlere karşı
yaparlar, çünkü komünistler, sosyalizmin daha ileri aşamasını getirecek aslî
unsurlardır.
Salt devrime kilitlenmiş bir örgüt faaliyeti,
sosyalizme kapı açan toplumsal-tarihsel gerilimleri, çatışmaları ve çelişkileri
görmez.
Salt sosyalizme kilitlenmiş bir örgüt faaliyeti,
devrimciliği by-pass eder ve komünizme aralanan kapılara sırtını döner.
Sosyalizm ve komünizm kadar devrim de nesnel,
maddî bir olgudur.
“Devrim yapılmaz, o sadece olur.” diyen Lenin’in
vurgusu bu yöndedir. Öznelciliğin hâkim olduğu bir pratikte nesnel olanın payı
olabildiğince küçük tutulur ve onun dönüştürücü/devrimci niteliği es geçilir.
Türkiye’de devrimi sadece kendisinin yapacağına
inanan birçok örgüt mevcuttur. Türkiye’de sosyalizmin inşasını sadece
kendisinin becerebileceğini iddia eden çok sayıda yapı vardır. Komünizmin kendi
öznel pratiği olmaksızın imkânsız olduğunu düşünenler, sayıca az olsa da,
varlık alanı bulabilmektedirler.
“Komünist dünya kuracağız” diyenler asgarî teorik
ve politik müştereklerde anlaşamazlar. “Yaşasın sosyalist Türkiye” diyenler,
çoktan devletçi/kamucu ya da demokrasici olmuş, toplumsal dönüşümü sınıfsal
olandan ayırmışlardır. “Tek yol devrim” diyenler, yekpare, granit bir devlet
tarif edip onu devirme peşinde tarumar olmuşlardır.
Yaşamsal ihtiyaçların belirlediği hareketlilik,
örgütleri her kırılma, dağılma, çözülme ve ricatta farklı aranışlara
itmektedir. Sınıfla ilgili gerçeğin ihtiyaçlarını tam anlamıyla yerine
getirmeden toplumsal alana kaçanlar; devrimin yürüyüşüne yeterince omuz
vermeden devlete ya da demokrasiye iltihak edenler; iktidar blokları içindeki
değişiklikleri tam anlamıyla göğüsleyemeden, kimi sağ-muhafazakâr yönelimlere
kapılananlar, bu aranışların genel çerçevesini vermektedir.
Kavramlar arasına net çizgiler çekmek, onların
tarihsel-toplumsal pratikte de ayrılması gerektiği anlamına gelmez. İlerlemeci
bir anlayışla, olgular arasında düz bir çizginin olduğunu düşünmek büyük bir
hatadır. “Önce sınıfı örgütleriz, sonra devrime yürürüz, ardından da iktidarı
alırız” şeklinde özetlenebilecek anlayış, ham ve kabadır. Bu türden bir
anlayış, olgular arası etkileşimi ve bu etkileşimin sonuçlarını örgütleme
imkânı bulamaz.
Aynı şekilde, teoride devrim-sosyalizm-komünizm
uğraklarından geçen düz bir hattı kafasında çizen bir özne, karşılıklı
etkileşimleri görmeyecektir. “Önce devrimi yaparız, ardından sosyalizmi inşa
ederiz, oradan da komünizme yürürüz.” diyen bir anlayış, pratikte bin bir açmazla
karşılaştığında yaptığı salvolarla paramparça olacaktır.
Türkiye solundaki örgüt enflasyonunun en önemli
nedeni, savaşmamak ve daha da önemlisi, savaştan kaçmaktır. Savaş safları
netleştirir, akla karayı ayırır, dostu düşmanı belirler; bu anlamda, savaştan
kaçan sol, netleşme yaşamadığı, durumlara ve genel olarak sürece ilişkin
ayrımları yapamadığı ve dostunu-düşmanını bilemediği için dağınıktır.
12 Eylül’de savaşılmamasının sancıları bugün hâlâ
kendisini hissettirmektedir. 12 Eylül’de savaşmayan sol, daha organize, daha
köklü ve daha kapsamlı bir saldırının adı olan Özal liberalizmine karşı eli
kolu bağlı kalmıştır. Doksanların solu ise her yönüyle Özal’ın izini taşır.
Ayrımsız tüm sol örgütler, kendi öznel
varoluşlarında direttiklerinden, siyaseti en fazla meşruiyet bağlamında
anlamlandırabilmektedirler. Desteğin kesilmesi meselesi, her fırsatta
bilinçaltından su yüzüne çıkmaktadır. Sol örgütler, eni sonu siyaseti bir
varlık meselesine indirgemişlerdir; bildirilerde, afişlerde, kitaplarda, dergi
ve gazetelerde bu varlığı toplumsal alana kabul ettirmekle meşguldürler.
Kendisini tarihe kabul ettirdiğini düşünenler ise
varlıklarını ideolojize etmiş, toplumu, eksik ya da fazla, bu ideolojik varlık
karşısında eğilmeye çağırmaktadırlar. Hemen hemen hepsi, muğlâk bir sınıf'a,
halk'a, kitle'ye ya da ezilenler'e kendisini kabul ettirme peşindedir.
Tartışmalar kısırlaşmış, söz ve bilinç gelip maddî varlığa çarpmış, bu
kilitlenme geleceğe miras kalmıştır. Maddî eylem ve örgütlenme, bu söz ve
bilincin çeperleri arasında esirdir.
Solda örgüt dışına dönük bakış ne ise örgüt içine
dönük bakış da odur. Sınıfı tek boyuta indirgeyen, toplumsal-tarihsel
dinamikleri tek bir hat üzerinden ele alan bir özne, parti içini de aynı tek
boyutlu anlayışla, tek bir hat üzerinden düzenlemeye çalışır. Çünkü sonuçta
mutlak, değişmez olan kendisidir.
Parti olanlar, partinin tarihsel-toplumsal bağları
kesildikçe neden parti olduğunu unuturlar. Bu unutma, yüz elli yıllık parti
karşıtı eleştirelliği diriltir ve parti lafzı altında fiilîleştirir.
Belli durumlarda, partilerin fiilî olarak
tıkandığı noktalarda açığa çıkan eleştirelliğin iyi niyetli, samimi yanı, bu
tip parti dışı/karşıtı unsurlarda gözlenmez.
Hareket planını daralttığı noktalarda açığa çıkan
parti eleştirileri, sürece yayıldığında ve tüm gerçekliği gören bir tepeye
yerleştirildiğinde, eleştiri nesnesine, yani eleştirdiği şeye dönüşür. Kaş
yapayım derken göz çıkartılır.
Ekim Devrimi’ni yapan partinin fetişleştirilmesi,
idealize edilmesi ve her türlü ideolojik, teorik ve pratik meselede başköşeye
yerleştirilmesi karşısında, gerek Avrupa’da gerek Çin’de gerekse Latin
Amerika’da yoğun bir eleştirellik açığa çıkmıştır. Bu eleştirilerin önemli bir
bölümü mazrufla değil, zarfla uğraşmıştır. Eleştirileri motive eden temel
unsur, açıktan ya da gizli olarak, onun gibi olma arzusudur. Doğal olarak bu
arzu, eleştirileri yapan politik öznelerin elini kolunu bağlamıştır. Bu iyi
niyetli arzu/beklenti kanı zehirlemiştir. SSCB politikasının yaşadığı her
savrulma, kırılma ve dönüşüm bu eleştirilere gerekli gıdayı vermiştir. Her
fırsatta mesafe almayı önüne koyan özneler, farklı ilişkiler dâhilinde gizli ya
da açık bir SSCB eleştirisi yapmışlardır.
Devrime yürüyen bir parti ile devrimini yapmış
parti arasında nicel ve nitel farklılık vardır. O nedenle, öncesinde RKP’ye
sonrasında SBKP’ye yönelik eleştirilere, devrime yürüyen iyi niyetli kadroların
zorunlu üretimleri olarak bakılmalıdır. Döneme dair konspiratif kurgular,
aldatıcı olmamalıdır.
Parti-Hareket karşıtlığı olarak özetlenebilecek bu
gerilim, örgüt enflasyonunun bir diğer önemli boyutudur. Hareketçiler, partinin
artık hareket etmediği, bu ataletle birlikte nesnel hareketin önünde engel
teşkil ettiği için partileri eleştirmişlerdir. Nesnelliğe biat ile neticelenen
bu eleştiriler, partinin tarihsel-toplumsal varoluş gerekçelerini
silikleştirmiştir. Oysa “sadece gerçek devrimcidir” demek hiçbir şeyi çözmez;
gerçeğin, yaşanan değişimin/dönüşümün bilfiil içinde olmamak, devrimin
karşı-devrime dönüşme riskini artırır. Örneğin faşizm, rahimde ölen işçi
devrimlerinin akıttığı kandan beslenir. Küçük burjuvazinin eline geçen
devrimler, sınıfa ve halka her zaman ihanet etmişlerdir.
Her sol fikir kulübü, kendince bir kavganın,
mücadelenin ve savaşın içinde olduğunu söyleyecektir. Ama önemli olan, onların
değil, nesnel gerçekliğin bunu haykırmasıdır. Ne hapishanelerde ne emekçi
mahallelerinde ne fabrikalarda ne köylerde ne de dağlarda süren
kavga/mücadele/savaşın karşılığı somut gerçekliğe etki etmektedir. Bunun tek
koşulu, gene somut gerçekliğin içinde oluşan gerçek bir partidir.
* * *
İşçi sınıfının başka sınıfsal oluşumları devrime
ve iktidara örgütleyemeyeceğini önceden tespit eden öznenin sınıfın devrimi ve
iktidarı lafzından vazgeçmesi an meselesidir. Sınıfı ekonomizme mahkûm ederek
onu basit bir üretim birimi olarak algılayan bir özne, farklı toplumsal ve
tarihsel kesitlerde yaşanan devrimci çıkışları ya zararlı addederek onlara
karşı mücadele etme yolunu seçer ya da onları teorik/pratik alanından siler.
Benzer bir durum, iktidar modelleri ve somut
iktidar kurguları için de geçerlidir. Elleri nasırlı insanların yönetsel işleri
beceremeyeceğine baştan kani olan kimi sol örgütler, iktidar hesaplarını kapalı
kapılar ardında sürdürmeyi tercih etmektedirler. Bu hesaplarda sınıfın yeri
yoktur. Birkaç kişinin dudak arasına sıkışan siyaset, sınıfa ve genelde halka
yabancılaşır ve etkisizleşir.
“Her sınıfa bir parti, her millete devlet”
anlayışı burjuva-liberal bir anlayıştır. (Doğu Perinçek, siyasetini bu önerme
üzerine kurar ancak diğer birçok örgüt de bu önermeyi üstü örtük biçimde
sahiplenmektedir.) Aksine, farklı sınıfsal dinamikler belli bir parti disiplini
içinde birleşebilir ya da farklı millî oluşumlar hareketin içinde, saflarda
buluşabilir.
Politik öznelerin ifa ettikleri varlık mücadelesi
sonucu ortaya çıkan alan kavgası, toplumsal anlamda liberalizme, tarihsel
anlamda faşizme alan açmaktadır. Varlık alanı mücadelesi, ister istemez,
toplumu ve tarihi nesnel-bilimsel çalışmanın konusu olmaktan uzaklaştırır. Bu
açıdan Türkiye solu, toplumu ve tarihi, kendi öznel varlığına meşru bir alan
açabilmek için okumaktadır. Bu okuma, doğal olarak, liberalizmden ve faşizmden
rol çalınmasına neden olmaktadır. Liberalizm ve faşizm aynı kâğıdın iki
yüzüdür. Bu kâğıdı yırtmadan komünist olmak mümkün değildir.
Özne, toplumsal alanda varlık bulma çabasında ise
siyaseti buna indirgeyecek ve doğal olarak liberal ideolojiden rol çalacaktır.
Özne, tarihsel planda varlık bulma çabasında ise siyaseti bu oluşa indirgeyecek
ve kaçınılmaz biçimde faşist/muhafazakâr/milliyetçi ve kimi zaman dinî
ideolojilerin halesine girecektir.
Sınıflar arasında yaşanan olumlu ya da olumsuz
etkileşimlerde kendisini var etmeyen bir parti anlayışı, komünist olamaz. Aynı
şekilde, ulus-devlet savunusu bağlamında devleti, oradan da ulusu kucaklayan
anlayış marksizme uzaktır.
Yıllar önce Brzezinski’den duydukları laflara göre
ulus-devlet savunusu yapanların bugün aynı ideologların “ulus-devletleri
korumalıyız” lafını nasıl karşılayacağı merak konusudur. Farklı milletleri ve
devletleri kucaklamayan, onlar arasında oluşan olumlu-olumsuz etkileşimlerle
kendisini tarif etmeyen bir parti, komünist olsun ya da olmasın, düşmana hizmet
etmeme noktasında gerekli her türlü sigortadan mahrumdur.
Parti, ne tek başına
sınıfın, ne tek başına devrimin, ne tek başına iktidarın aracıdır. Bu üç
unsurdan birine bel bağlayan partinin idealize edilip amaçlaştırılması
kaçınılmazdır. İdealize edilen partinin ideolojisi, politik alana sadece
varlıksal gerekçelerle müdahale eder. Politik alan içinde küçük ideolojik
kovuklar oluşturulur. Burada nefes alınır. Oysa sınıfın ve genelde halkın ortak
nefesi buraya sığmaz. Bu uyuşmazlık sıkışmayı dayatır. Sıkışma, özneleri farklı
dilimler içinde yaşamaya zorlar. Örgütlerin parçalanmasının nedeni budur.
Bölünerek çoğalmayı ve varlığını bu sayede mümkün kılmayı tek hedef olarak
koyan Türkiye solu, ayrı ayrı sınıftan, devrimden ve iktidardan feyz alan
kesimlerini sürekli olarak politik alana dağıtacaktır. Ortalığa saçılan bu
fikir kulüplerini dinamitlemeden, sınıfın, devrimin ve iktidarın hakiki sesi
duyulmaz. Dinamitin patlama sesi, onların çığlığı olacaktır.
Eren Balkır
25 Kasım 2010
Dipnotlar
[1] Ali Mert, “Barışır mı Acaba Manuşyan ile Talat
Paşa?, 20 Ağustos 2010, Haberveriyorum.
[2] Kemal Okuyan, “AKP Karşıtlığı Artık Yetmez”,
22 Kasım 2010, Sol.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder