“Zaten
bütün program (Gotha Programı), bütün demokratik lafazanlığına rağmen, bir
uçtan bir uca Lassalle’cılar mezhebinin devlete kölece inanma mikrobuna
bulaşmıştır, ya da, bundan daha iyi bir şey olmayan, demokrasi mucizesine
inançla doludur; daha doğrusu, program, ikisi de eşit olarak sosyalizmden uzak
olan bu iki cins mucizeye inanma arasında bir uzlaşma teşkil etmektedir.”[1]
Marx’ın bu sözlerini takip eden yıllar boyunca durum
pek değişmemiştir. Sol, “demokratik lafazanlık” ve “devlete kölece inanma”
arasında salınıp durmuştur. İki mucizeye de eşit mesafede uzak olan sosyalizmse
daima devrime ihtiyaç duymuştur.
Devrim, devlet ve demokrasinin tıkanma ve kırılma
momentlerinde gerçekleşmiştir. Devrim bu anlamda devlet ve demokrasinin
dönüşüme açıldığı durumlarda varlık alanı bulur. Bu açıdan, devlet ve
demokrasinin değişim/dönüşüm sürecinin içindedir. O, devlet ve demokraside
yaşanan değişim/dönüşüm süreçlerinin içinde fiilî olarak oluşur. (I.
Enternasyonal’de Bakunin ile yapılan tartışmalarda bu merkezî bir konudur.
Marksistler Enternasyonal’i devrim ocağı olarak örgütlemek niyetindedirler.
Anarşistler ise faal birimleri geleceğin toplumunun arketipi olarak görmek,
onları geleceğin örülmesinde kullanılan tuğlalar olarak anlamakta
ısrarcıdırlar.)
Sol devrimi, genelde, değişim/dönüşüm sürecinin bitim
noktası olarak görmektedir. Bu nedenle kendisini ya doğrudan bu sürecin kendisi
ya da sürecin doğal sonucu olarak değerlendirmektedir. Devrim, sürece dışsal
görülmektedir. Sürecin yönünü, niteliğini ve hızını değiştiren dışarıdan bir
müdahale olarak anlaşılmaktadır. Bu da, tabiî ki, dışsal bir öznelliği talep
eder. Devrimin dışsal bir olgu olduğunun düşünülmesi, her değişim/dönüşüm
momentinde politize olan birey, grup ya da sınıfların kendilerini politize eden
gerçeği de karşılarına almalarının bir sonucudur.
Devrime dönük fikriyat, süreç içinde giderek birey
eksenine doğru kaymıştır. Bireysel algı ve anlayışın dinamizmine kurban edilen
devrim, zamanla bu dinamizmin sınırlarına tâbi kılınmıştır. Yoksullukla
mücadele eden bir kişi bu mücadeleyi, yoksulluğu doğrudan koşullayan nedenlere
karşı mücadeleden soyutlamaya başlar. O kendi pratiğini sadece yoksullukla
sınırlar ve iktisâdî meselelerin dönüşüm seyrini izler. Kendisini belirleyici
bir kesit olarak alan birey-özne hasımlarını da buna göre sınıflandırıp kategorize
eder. Kendisini yoksullaştıran unsurlar devrimci mücadelenin konusudur. Devrim
onun için süreci sona erdirecektir. Apolitizm ve anti-politizme de kapı
aralayan bu devrim’ci bakış, devrimin salt kopuş olduğunu düşünerek, bütünsel
yıkıma yönelir. Acıyı ortadan kaldırmak isterken, tüm bedeni yok eder.
Bu bağlamda geçmiş devrimlerin bugüne aktarımında da
belli bir kasıt mevcuttur. Devrimlerin fikrî düzeyde sürekliliği devrimlerin
tarihsel oluşlarında edindikleri kopuşsal niteliklerini siler. 1789, 1871, 1917
vd., süreklilik bağlamında değerlendirildiği ölçüde, gerçekleştikleri
tarihsel-toplumsal dönem dâhilinde edindikleri kopuşsal niteliklerini yitirir.
Kan ve baruttan oluşan toz duman gitmiş, geriye belli ahlâkî, düşünsel ve
teknik ana başlıklar kalmıştır.
Örneğin modern demokrasi fikrinin 1789’da canlandığı
iddia edilir ama o devrimde mücadele eden devrimciler en fazla kendilerini
“cumhuriyetçiler” olarak nitelemişlerdir. Bugünün demokrasicilerine ise, Eski
Grek’ten bugüne, yüce bir ideal olarak sürüp gelen “demokrasi”yi
kutsallaştırmak düşmüştür. Onlar, 1789’u yüce demokrasi ideali için istismâr
etmişlerdir.
Premarksistler ise marksizmi bu geleneksel hatta dâhil
etmekte bir beis görmemişlerdir. Marksizmin “proletarya diktatörlüğü” kavramını
ya dar bularak yırtıp atmışlar ya da onu en geniş demokrasi tanımı olarak görüp
kutsamışlardır. Onlara göre Bastille’e yürüyenlerle Paris belediyesine
yürüyenler aynı kişilerdir. Hepsi de demokrasiyi somutlamak için
savaşmışlardır.
Paris Komünü’nün Fransız Devrimi sürecini devrime
uğrattığını görmeyenler marksist değildirler. Çünkü marksizm tam da bu devrim
denilen kırılmada var olur. 1871, 1789’un inkârıdır.
Bu tür tarihsel momentleri anlamayanlar onları
öznel-şahsî müdahaleler olarak görüp tarih dışına atmaktadırlar. Benzer bir
sonuca, bu tür devrimleri tarih üstü bir değerselliğe taşıyanlar da ulaşırlar.
Devrim momentlerini yerin dibine geçirenlerle onları göğe çıkartanlar aynı
ananın çocuklarıdır.
Öyleyse devrimlere kendi tarihsel-toplumsal bağlamları
dâhilinde anlam yüklemek gerekir. Ama bu noktada belli bir sürekliliği gözetmek
zorunludur. Süreklilik kapitalizmin verili maddî gerçekliği ile ilişkilidir. Bu
nedenle, devrimlerin sürekliliği zorunlu olarak kapitalizmin maddî varlığı ile
sınırlı ve tanımlıdır. Kapitalizme yönelik devrimci teorik çalışmanın meşru
zemini de burasıdır. Buradaki ölçü (ayraç), kapitalizmin devleti ve demokrasiyi
daha iyi yönetmesini isteyenlerle, kapitalizmi kökünden kazıyıp atmak
isteyenleri birbirinden ayırır.
Çektiği acıların nedenini kapitalizm olarak belirleyen
bir kişi, kolaylıkla, kapitalizm öncesi üretim biçimlerine de yönelebilir.
Komünizm, temelde, bu tür bir yönelimi ifade eder. Sosyalizm ise acıların
toplumsal bütünlük dâhilinde çözümlenmesini öneren aydınlanmacı geleneğe
dayanır.
Marksizm, her iki politik-ideolojik yönelimle ilişkide
gelişmiştir. Onlarla ikame edilemez ama onların belli dönem ve durumlarda
aldıkları biçimlerin içinde politik bir güç olarak yer almıştır. Bu anlamda,
marksizmin tarihsel süreklilikte gelişen sosyalizm veya komünizmle tanımlanması
sorunludur. Mücadelenin öznesinin birey eksenine kaydırılması sözkonusu
ideo-politik yönelimleri de bireyin çoğulluğuna ikna eder. Sınıf da, halk da
bireysel kurgulara dönüştürülür ve her kurgu meşruiyetini marksizmin bir parçasından
alır.
Yabancılaşma ile ilgilenenler bireyi yüceltirler,
emekle uğraşanlar üretimi kutsallaştırırlar, toplumsal insanı görenler kendi
bireyliğine özgürlük alanı açan bir sosyalizm tasavvur ederler. Hepsi de bir
tür antikapitalist hareketlilik içinde yoğrulurlar.
Marx, kapitalizmi ve onun iktidar alanlarını görmeyen
sosyalizm ve komünizmleri eleştirerek ilerlemiştir. Kapitalizmden
sınıfsız-sömürüsüz bir düzene doğru dönüşümün tarihsel yasalarını belirledikten
sonra, öngörülerini fiilî politik alandaki kapitalizm karşıtı ideo-politik
yaklaşımlarla isimlendirmiştir. Bu anlamda Marx, yukarıda bahsedilen ölçünün
(ayracın) bizatihi kendisidir.
Kendi kişisel-öznel acısının sona erdiği ân olarak
tasavvur ettiği devrim, sosyalizm fikrini de biçimlendirir. Birey eksenli
politik yönelimler sınıfçı ya da halkçı dinamikleri de parçalayarak dönüştürür.
Bunlar da sınıfın ya da halkın acılarına son verecek bir moment olarak devrimi
idealize eder. Oysa devrim, devlet ve demokrasideki dönüşümün bir ürünüdür ve
tarihin sonu (ya da başlangıcı) değildir. O sadece dönüşüm sürecine dâhil olan
kitlelerin acılarını, gene o dönüşümün ürünü olan araçlarla ortadan kaldırma
iradesidir.
Bu nedenle devlet ya da demokrasiden birinin tercih
edilmesi ile mutlaklaştırılması (amaçlaştırılması) karşı-devrimciliktir. Bu
kavramların önsel mutlak bir önemi yoktur. Önemli olan, sadece devrime doğru
örgütlenen dönüşüm sürecidir. Ne devlet ne de demokrasi, tek başına, devrime
tercih edilebilir. Devrim, devlet ve demokrasideki dönüşümün öznesinin sınıfsal
niteliğindeki farklılaşmayı ifade eder. Tam, gerçek bir devletin demokrasiye
hâkim olması ya da tersi bir durum devrim değildir. Bu nedenle, gerçek bir
devlet ya da demokrasi tanımı ile hareket etmek devrimci olmayı garantilemek
bir yana, onu engeller. Devrime öznel idealist anlamlar yüklemek, devlet ve
demokrasiden birini yüceltmenin bir sonucudur. Bu da, sınıf gibi kolektif
dinamiklerle değil de bireyci burjuva ideolojisiyle düşünmekten kaynaklanır.
* * *
Devlet ve demokrasi politikanın iki temel alanıdır.
Buradaki değişim/dönüşüm süreci politik öznelerin aslî konusudur. Politik
alanda duran bir özne sadece bu iki alanda yaşanan süreci anlamak ve
dönüştürmekle yükümlüdür. Her politik özne, sürecin içinde olmakla
değişim/dönüşümü birebir yaşar ve zamanla sürecin kendisi olma gayretinde
olanlar devrimin fiilî ilerleyişindeki momentleri görmezler. Sürecin doğal
sonucu olarak kendilerini biçimlendirenlerse hareketi kendi varlıklarına zarar
vermeyecek bir hatta doğru çekmek isterler.
Bernstein “hareket her şeydir, nihaî sonuç hiçbir
şeydir” derken kendi açısından haklıdır. O her türlü hareketliliğin verili
statükoyu ve yapısal ilişkileri çözümleyeceğini düşünmektedir. Oysa her
Âdemoğlu gibi o da hareketin zaman-mekânsal boyutunu birebir anlayamaz.
Anladığı, gördüğü ve önemsediği şey, hareketin içindeki değişimler ve hareketin
öznesi olan unsurların nitel/nicel dönüşümleridir.
Marx’ın Gotha Programı için sarf ettiği sözler
bu yönüyle değerlendirilmelidir. Devleti ve demokrasiyi başat kabul eden ve
onları teorik/politik mücadelelerinin merkezine yerleştirenler, hareketi kendi
değişim/dönüşüm algılamalarına göre anlamakta ve ona uygun biçimde bölümlendirmektedirler.
Bir kesim, Marx’ın kapitalizme atfettiği “devrimci”
niteliğe; bir başka kesim, sosyalizmin “ilericiliği”ne yaslanır. Oysa Marx,
alıntıda aktarıldığı üzere, sosyalizmi devletçiliğin ve demokrasiciliğin
uzağında tutar. Her iki olguyu da kapitalist süreçler dâhilinde anlar ve
onların kapitalizmin ortadan kaldırılması yolunda yeniden örgütlenmesini
öğütler. Ama bu yeniden örgütlenme meselesi, değişimin diyalektiğinden ve sınıf
mücadelesinden azade değildir. Yeniden örgütlenmenin doğal sonucu olarak farklı
devlet ve demokrasi anlayışları ortaya çıkacaktır ve bu iki kavram, teoride ve
pratikte, eskisi gibi kalmayacaktır. Bu noktada kapitalizme dönük bakış önem
arz eder.
Eğer kapitalizm devrimci ise onun neden olduğu
dönüşümlerin sonucunda devrim tarif edilir. Kapitalizme göre sosyalizm ilerici
ise devrim ilerlemenin ilk işaret fişeği olarak görülür. Bu noktada sosyalizmin
ilericiliği, doğal olarak, kapitalizm dışı zannedilen ama aslında tümüyle
burjuvazinin belirleniminde olan düşünsel pratik tarafından saptanır.
Kapitalizmin devrimciliği salt geçmiş dönemi yıkmak üzerinden tarif edilirse
tarihseldir. Çünkü geçmiş dönemi yıkmak geçmişten daha geri sonuçlar
üretebilmiştir.
Tüm bu söylenenler politikanın gerçeğine
aktarıldığında birbirinden farklı sonuçlara neden olmaktadır. Politikanın
gerçeği devlet ve demokrasiden müteşekkildir. Bunlar üzerinden her iki
kapitalizm eleştirisi devlet ve demokrasideki değişim/dönüşüm süreçlerine
farklı açılardan yaklaşmaktadır. Sonuçta da Marx’ın vurguladığı sonuç ortaya
çıkar: her iki olguya dönük inancın uzlaştırılması.
Lenin’le birlikte uzlaşma tarihsel/toplumsal anlam ve
bağlamını yitirmiştir. Lenin ve Ekim Devrimi kendi gerçeklikleri ile sözkonusu
uzlaşmayı sona erdirmiştir. Artık devlet ve demokrasiye ilişkin algılamalar ve
hareketlilikler birbirinden ayrı kanallardan akmaya başlamıştır.
Kapitalizmin sürekliliği ile birlikte devlet ve
demokrasi kavramları da soyutta ve somutta farklı anlamlara bürünmüştür. Eski
Grek’ten günümüze gelen bu kavramlara giydirilen anlamlar kapitalizmin kendi iç
dönüşüm süreci boyunca sürekli değişmiştir.
Tarihsel olarak sol bu dönüşümün kapitalizm içi
gerçekliğinde varlık alanı bulmuştur. Devlet ve demokrasi arasında salınarak
gelişmiş ve bu iki alanın her biriyle kendisini tanımlamıştır. Marksizm ise her
iki kavramın temelindeki hareketliliği analiz ederek onları neden değil, sonuç
olarak görüp bu salınıma son vermiştir. Bu anlamda marksizm, solun kendi içinde
yaşadığı devrimin adıdır.
Devrimin kopuş/süreklilik ikilemi içinde tanımlanmaya
çalışılması tümüyle diyalektik bir analize muhtaçtır. Bu açıdan marksizmin sol
politikadaki devrim oluşu kopuşun sürekliliği ve sürekliliğin kopuşu olarak
tanımlanmalıdır. Burada mutlak sabit bir nokta belirlemek güçtür. Solun
devrimci dönüşümü olarak marksizmin teorik ve politik pratiği her aşamada solun
bütününe yönelik bir mücadeleyi öngerektirir. Marksizm her iki alanda da solun
dönüşmesini talep eden dinamikleri örgütlemelidir. Onların somut ifadesi
olmalıdır. Ama diğer yandan da, solun devlet ve demokrasi ile ilişkili olarak
yürüttüğü kolektif mücadelelerin sürekliliğini de sağlamalıdır.
* * *
“Devletin
ortadan kalkmasının, demokrasinin de ortadan kalkması anlamına geldiği,
devletin sönüp gitmesinin demokrasinin de sönüp gitmesi olduğu sürekli
unutuluyor.”[2]
Lenin devletle demokrasi arasındaki organik ilişkiye
vurgu yaparken şunları da söylüyor:
“Demokrasi
azınlığın çoğunluğa tâbi olmasıyla özdeş değildir. Demokrasi azınlığın
çoğunluğa tâbi olmasını kabul eden bir devlettir, yani bir sınıfın diğerine
karşı, nüfusun bir bölümünün diğerine karşı sistematik zor uygulaması için bir
örgüttür.”[3]
Sınıf mücadelesinin kabul edilmesinin marksist olmaya
yetmediğini, bunun proletarya diktatörlüğüne kadar genişletilmesi gerektiğini
söyleyen Lenin, işçi sınıfının hâkim olduğu dönüşüm sürecinin nesnel olarak
devlet ve demokrasinin aşılmasını beraberinde getireceğini söyler. Buradaki
sorun, devlet ve demokrasinin devrim sonrası dönüşümünün araçsallaştırılarak
kullanılmasıdır. Toptan red değil, her iki alanın kapitalizmden komünizme geçiş
sürecinde, dönüşüm süreci dâhilinde, amaç olmaktan çıkartılması sözkonusudur.
Devrim ayracı budur: devrim öncesinde devleti ve
demokrasiyi amaçlaştıranlara karşı mücadele edilir. Devrim sonrasında ise
bunların ayrı ayrı amaçlaştırılması proletarya nezdinde somutlaştırılır ve
sönümlenmelerine dek araç olarak değerlendirilir.
Örneğin devrim öncesinde parlamento onu
amaçlaştıranlara karşı mücadele etmenin bir alanıdır. Devrim sonrasında ise
önceki mücadele birikiminin somutladığı sonuçlar üzerinden dönüştürülür.
Demokrasi içine dönük devrimci müdahaleleri devlet de
yapabilir. Devlete dönük devrimci müdahaleler demokrasi başlığı altında
toparlanabilir. Devrimciler bu ikisine uzak durmalıdırlar. Onlar, ne devletin
yıkılması için demokrasiye biât etmeli ne de demokrasinin kaosuna son vermek
için devletleşmeyi tercih etmelidirler.
Ama her iki alandaki değişimleri de görebilmelidirler.
Kapitalizmin her iki alanda neden olduğu sonuçları devletin ya da demokrasinin
yaşaması için analiz etmemelidirler. Demokrasi yanlıları, günümüzde kapitalizmi
bu bağlamda eleştirmekte, tekelciliğin demokratik açılımlara izin vermediğini
iddia etmektedirler. Bir diğer kesim de kapitalist piyasanın neden olduğu
kaosun devleti paramparça ettiğinden yakınmaktadır. Sol da bu iki hat
arasındaki gerilimli alanda var olmaya çalışmaktadır.
Proletarya diktatörlüğü bu gerilime marksizmin sunduğu
tek alternatiftir. Onda devlete ve demokrasiye dâir tüm tarihsel-toplumsal
birikim hem vardır hem de yoktur. Kopuş üzerinden bakıldığında geçmişten eser
kalmamıştır. Süreklilik dâhilinde bakıldığında ise hâlâ varlığını koruyan bir
yığın unsur mevcuttur. Buradaki mesele kurumların ve ilişkilerin dönüşümüdür.
Devrim de bu dönüşüm süreci dâhilinde aranmalıdır.
Kapitalizm eleştirisi mutlaklaştırıldığı ölçüde devlet
ve demokrasi de mutlaklaştırılır. Bunun tersi de doğrudur. Üretim süreçlerinin
önünde engel olarak görülen devletler ve demokrasiler kapitalizmin sonsuzluğuna
işaret eder. Bu nedenle devlet, demokrasi ve kapitalizm birlikte
değerlendirilmelidir. Biri diğerine tercih edilmemelidir.
Kapitalizmin gelişmesiyle demokrasinin gelişeceği ve
bunun da eski devlet ilişkilerini dönüştüreceğine ilişkin düşünce yalandan
ibarettir. Bu, belli bir zaman-mekânsal kesite âit ampirik sonucun teorisize
edilmesinden başka bir şey değildir. Bu durum, örneğin, Fransa’da yaşanmıştır
ama böyle diye, her yerin Fransa gibi olduğunu zannetmek yanlıştır. (Bugün
küresel kapitalizmin tekelci kurumlarına karşı mücadelede Avrupa’nın, özellikle
Fransa’nın önemli bir nokta olduğunu düşünenler mevcuttur.)
Politik gerçeklikte kapitalizme dâir gelişmeler devlet
ve demokrasi bağlamında görülebilir. Bir iktisâtçı sıcak para akışındaki
değişimlere bakarak kapitalizmin yönelimlerini anlayabilir ama politik mücadele
veren herkesin iktisâtçı olması gerekmez. Onun muhatabı, dolaylı ya da dolaysız
olarak, devlet ve demokrasidir.
Mutlak bir demokrasi tarifi yaparak onu devlete karşı
çıkartanlar yanılmaktadırlar. Çünkü kapitalizmin hâkim devlet biçimi, Lenin’in
de dediği gibi, bir devlet olarak demokrasidir. Burjuvazinin 1789’daki halk
iktidarı idealini sonuna kadar götürmek isteyenler demokrasiyi
kutsallaştırmakta ve sınıflar mücadelesinden azade bir halk, hattâ sınıf tarifi
üzerinde temellendirmektedirler. Demokrasi, sınıflar mücadelesinden azade
değildir. Zaten belki Ortaçağ’da değil ama kapitalizm koşullarında sınıf
mücadelesini gizlemenin bir aracıdır. Sınıf mücadelesini ortadan kaldırmak için
demokrasinin kullanılması ise başka bir şeydir. Bu da sözkonusu kavramın
dönüştürülmesini var sayar.
Toplumsal siyaset bağlamında devleti tanımlayanlar da
demokrasiyi mutlaklaştırma eğilimindedirler. Bunlar mutlaklığı devletle
anlamlandırmaktadırlar. Demokrasinin sonsuzluğunu devletle güvence altına almak
istemektedirler. Bu konuda işçi sınıfı da istismâr edilebilir, burjuvazi de.
* * *
Devlet ve demokrasi geriliminde biçimlenen sol,
marksizmin teorik ve politik mücadelesi ile dönüştürülmelidir. Demokrasinin
güçlenmesi ile devletin zayıflatılacağını ya da dizginleneceğini düşünenler
süreç dâhilinde demokrasi içinde güç kazanan dinamiklerin iktidarını
desteklemek dışında bir şey yapmazlar. Örneğin kemalizm eleştirisine binaen
demokrasi savunusu yapanlar, bugün itibarıyla anti-kemalist bir başka
dinamiğin, İslâmcılığın iktidarına yol açmışlardır. Abdullah Öcalan, “biz
savaştık, onlar iktidar oldu” demektedir.
ABD ya da AB’den esen demokrasi rüzgârını göğüslemek
için demokrasi karşıtlığına meyledenler ise devletin bekâsından nemalanan
güçlerin iktidar alanlarına oynamakta ve onların politika dışına atılmasını
önlemektedirler. “Susurluk devleti” ideolojik olarak daha da güçlenmiş ve
kamusallaşmıştır. (Bkz.: TV dizileri, romanlar, araştırma kitapları)
Marx ve özellikle Lenin’in yaşadığı dönemle bugün
arasındaki önemli bir fark, o günlerde devletin (cumhuriyetin) demokrasinin bir
koşulu olduğunun düşünülmesidir. Bugün ise küresel sermaye akışının belirlediği
ortamda devlet, “küresel demokrasi” için engeldir.
Bugün iki ana eğilim mevcuttur: birincisi küresel tek
devlet; diğeri küresel demokrasidir. Birincisinin arkasında ABD, ikincisinin
arkasında AB vardır. Her iki güç odağının belirleniminde devlet ve demokrasi
kavramları, teoride ve pratikte, dönüşmektedir. ABD, daha fazla, devlet; AB de
demokrasi içi dönüşümlerde aktif durumdadır.
Türkiye Solu kendi içinde yaşadığı ayrımları giderek
bu iki kanala göre biçimlendirmektedir. Anti-Amerikanizm AB’ciliğin
demokrasiciliğinden; Anti-AB’cilik ABD’nin devletçiliğinden beslenmektedir. Bu
konuda bölgesel ya da küresel işbirliklerine bakılabilir. Kimisi uç demokrasi
tanımlarına, kimisi soyut bölgesel iktidar alanlarına bakmaktadır.
AB-ABD geriliminin birbirine değmeden ilerlemesinin
nedeni, ilgilendikleri konuların sol nezdinde henüz kesişmemiş olmasıdır. Sol,
devrimci anlamda her iki alanın dönüşüm sürecinde belli bir yer ve zamanda güç
olduğu ânda, gerilim patlamalara yol açacaktır.
Mesele AB ve ABD’ye ayrı ayrı ya da bütün olarak karşı
durmak değil, dönüşüm süreçlerindeki aktif konumlarını belli alanlarda ve zaman
kesitinde ezmek için güç biriktirmektir. Her iki güç odağına karşı olmaktan
nemalanmak devrimi getirmeyecektir. Devrim, bu güç odaklarının aktif olduğu
dönüşüm süreçlerini birbiriyle ilişkilendirerek, güç odaklarının arasındaki
gerilimin yoğunlaştırılması ve patlamaya açık hâle getirilmesi sayesinde
gelecektir. Özellikle Ortadoğu bu konuda en verimli alandır.
Eren Balkır
2 Eylül 2008
Dipnotlar:
[1] Marx-Engels, Gotha ve Erfurt Programlarının Eleştirisi, Sol Yay,
Çev.: M. Kabagil, 1969, s. 48.
[2] Lenin, Devlet ve Devrim, İnter Yay., Çev.:
S. Kaya, İ. Yarkın, 1995, s. 99.
[3] A.g.e., s. 99.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder