Solun Umudu Hâlâ Cehepe
Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu partisi, ülke içindeki
siyasî gelişmeler, yeni yönelimler uyarınca, basit bir uçkur davasının
sonucunda, sarsılıyor. Sol-sosyalist çevreler ise gene “biz söylemedik mi,
Cehepe’den bir yol olmaz” demeye, bir nevi “akbabalık”la havada daireler
çizmeye başladılar. Ama burada avlamak istedikleri, gene hep bildikleri.
Oysa kimse “neden Cehepe?” diye sormadı, sormuyor. 12
Eylül sonrası mangalda kül bırakmayan devrimciler, komünistler, Cehepe il
yönetimlerinde, ona bağlı belediye meclislerinde, oralardan yürüyen
müteahhitlik işlerinde yer kapmaya çalıştılar. Teorik ve ideolojik manada
herkes, kendisini yeni döneme, Cehepe yatağında uyarladı. Döneklik orada
mayalandı, yeni solun hamuru orada karıldı. “Ah şu yönetime girsem” diyenlerin kitleleri
kandıran yarışı orada başladı.
Cehepe’nin kitle tabanı ile kurulan dirsek teması hiç
bozulmadı. Bu kitlenin nabzına şerbet laflar sıralandı. Gelişen hassasiyetler,
“en-öz-hakikî” sosyalist ya da marksist yerden karşılanmaya çalışıldı.
Alevîcilik, hemşericilik, cemaatçilik, laiklik, memleket severlik üzerinden
sosyalist hareket giderek kemalizme yedeklendiğini görmedi. Kemalizmden kasıt, halka,
işçi sınıfına ve ezilene düşman küçük burjuva ideolojisiydi. Bu ideoloji,
devlet ve sermaye ortaklığı ile imal edildi.
Kimse “örgütten ayrılıp Cehepe’ye girdik de n’oldu?”
diye sormadı. Rant ilişkileri, kitle ilişkilerini gölgelemeye başladı. Onurlu,
namuslu ve yiğitçe dövüşerek elde edilen mevziler, birer ikişer Cehepe
karakollarına çevrildiler. Siyasî ve ideolojik mücadele, şirketlerin rekabet
piyasasındaki faaliyet planlarına dönüştü. Cehepe, kendisine karşı ya da koltuk
altında duran sol-sosyalist hareketi giderek kendisine benzetti.
Ülkenin kurucu partisi, yıka yıka ilerlemesi gereken
devrimcilerin yıkıcı ruhunu evcilleştirip Alaaddin’in sihirli lambasındaki cine
çevirdi. Biri öldü, lambadan cin çağrıldı, Baykal’ın uçkuru koptu, Deniz Gezmiş
posterleri ile ruh, gene piyasaya sürüldü. Bu tip durumları “ah işte bizim
türkümüz çalıyor” romantizmi ile karşılayan solcular, acizliklerinin baş
müsebbibinin bağlandığı bu uçkur olduğunu görmediler.
Kemalizm, “biz zaten devrim yapmıştık, bugün
devrimcilik onu sahiplenmek ya da ileri götürmektir” demekti. Kemalizm, ülke
içinde şu veya bu içeriğe sahip her türden siyasete ipotek koymaktı. Biçimsel
olarak Cehepe’yi ya da daha biçimsel düzlemde, onun yönetimini soldan
eleştirmek, bu ülke egemenlerinin değirmenine su taşımaktı. Devrimin bölmediği,
sosyalizmin farklı bir gerçeklikte bütünleştirmediği bir kitleye, bölmeksizin
ve bütünlemeksizin, seslenmek “hariçten Cehepe’cilik” yapmaktı.
Bugün de işleyiş bu minvalde. Baykal’ın uçkurunu,
Kılıçdaroğlu’nun dosyalarını eleştirip, ama öte yandan da onun sözde
Alevîliğini anımsatanlar, sözkonusu eşhasın kitlesine hiç dokunmuyorlar, zira o
kitleyi “cepte” kabul ediyorlar. Bu kitle, kendileri gibi lafzen
anti-emperyalist, bir de anti-kapitalist, hele bir de emekten yana olursa,
bitti gitti!
Sosyalist hareketi Cehepe simyacılığı bitirdi.
* * *
Altmışların solculuğunun politik gerçeklik emretti
diye yaptığını bugünde, onca tecrübeye rağmen yinelemek abesle iştigal. Acziyet,
tam da burada: Cehepe’den sosyalist ülkenin kurucu partisini ya da onun kitle
bileşeninden hareket çıkartmak, anakronik bir saçmalık.
Esasta bu saçmalığa meyil, solun sorumluluktan
kaçışına işaret ediyor; o, bugünkü sorumsuzluğu için geçmişi ve geleceği
başkalarının eline teslim ediyor. Lafta kemalizmden kopan sol, böylelikle
kopuşun sorumluluğundan da kurtulmuş oluyor. Kemalizmden kopuşu onu içerip
aşmak olarak görüyor. Meylini kurucu olana verdikçe, kemalizmin kuruculuğuna
bağlanıyor. O kuruculukta dökülen Müslüman’ın ve Kürd’ün ve sosyalistin kanına
da doğal olarak ortak oluyor. Kemalizm denilen kutsal suyla arındırılmaya
çalışılan küçük burjuva siyaset en çok sosyalist hareketi vuruyor.
Siyaseten ve ideolojik olarak bölüp bütünlerken
devreye sokulan ölçü ve ölçek, küçük burjuvalar için her daim kemalizm oluyor.
Onu lafzen tükettiklerini ve/ya istismar ettiklerini düşünenler, pratikte onun
tarafından tüketilip sömürülüyorlar. Sol, kemalizm kadar solculuk yapabiliyor. Onun
ardına saklanmış küçük burjuvanın varlığına mahkûm oluyor.
* * *
Kuruculuk ideolojisi olarak kemalizm, kurarken,
içeriden ve dışarıdan, tüm hasımlarını dize getirerek onları kendi hizasına
sokuyor. Sovyetler ve batı (özellikle İngiltere) arasındaki hatta kendisine
mevzi açıyor. Rum, Ermeni ve Yahudi işçilerin başı çektiği emek hareketini
bölüyor, Türk işçilere Türklerin sahibi olduğu işyerlerinde greve gitmemeyi,
yabancıların işyerlerinde greve gitmeyi emrediyor. Yeni kurulan ülke için
sosyalist de olsa bir şeyler yapmak isteyene koltuk veriyor, istemeyeni hapse
tıkıyor.
Egemen siyasetin ahlâkı ve hukuku, ülke dâhilinde
kemalizm olarak tesis ediliyor. Kemalizmin karşısına çıkartılan sosyalizm, bu
ahlâka/hukuka ve onu koşullayan maddiyata karşı müdahil olmadıkça, zamanla ona
benziyor, en fazla, onun ülke dışına uzanan, batılı kolu oluyor. Sınıfsal
açıdan kemalizmi var eden küçük burjuva pratik, sosyalizmi kendi halesine
alıyor.
Kemalistler, devrime ve sosyalizme ilişkin tüm fikri
ve pratiği kendi ipotekleri altına almak için gayret ediyorlar ve buna uygun
solcuların eşikten geçmesine izin veriyorlar.
Eşikten geçenler, yüzlerine hangi kapıların
kapandığını görmüyorlar. Soros vakıfları, masonik zihniyet dünyası, sivil
toplumculuk, kadife devrimler, AB-D eleştiriliyor ve saf zannedilen karargâhın
kapısından içeri giriliyor, pire için yorgan yakılıyor, kemalizmin
battaniyesine sığınılıyor, ancak öte yandan, yüzlerine kapı vurulmuş kesimlere
terk edilen kitlelerin mücadele ateşi başkalarını ısıtıyor.
Misal olsun, sol, geçmişte düzenlenen Cumhuriyet
Mitingleri’ndeki “öncü” güce teslim olmayı ya da körü körüne, nihilist bir
üslupla ona küfretmeyi tercih ediyor, ama kimse yükseltilen “kuvvayı milliye”
yıldızına karşı Batı Anadolu’da ter ve kan dökmedik bir karış toprak bırakmamış
olan “kuvvayı seyyare” olarak güncelde o mitingleri parçalamayı fehmetmiyor.
Üstte dönen siyaset ile altta kıran kırana süren devrimci politika ayrımında
mitinglere küfredenler de onun içine teslim olarak girenler de aynı yerde
duruyorlar. Her iki kesim de sömürülen-mazlum kitlelerin mücadelesini günbegün
besleyen kılcal damarların içinde gezinmeyi kendisine yediremiyor. Herkes, o
denli yücede ki alçakta olana iğrenerek bakılıyor.
* * *
Fikrî düzeyde Osmanlı’nın karşısına “kemalizm”, “Türkiye”nin
karşısına “sosyalizm” çıkartılıyor, ama bu işlem, aynı özü paylaştıkça,
karşılıklı beslenme kanalları her daim canlı tutuluyor. Bu sebeple bir sosyalist,
sosyalizmi geleceğin sisli âlemine fırlatıp atarken, belli bir durum ve dönemde
kemalist olmayı zarurî sayabiliyor, bu zarureti de materyalizm ile pekâlâ
meşrulaştırıyor.
Osmanlı’yı Türkiye’den ayıran bir “devrim momenti” var
ise kemalistler sosyalistleri, yoksa sosyalistler kemalistleri alta alıyorlar.
“Osmanlı bakiyesi” olarak Türkiye’yi ebedî bir kazanım olarak gören aydın
güruhu içinden çıkan sosyalist fikriyat, kemalizmi baş tacı ediyor. Her ikisi de
aynı çeşmeden su içiyor. Böylelikle kemalizm, “yerli sosyalizm” tahtına
oturtuluyor (Kadro’culuk). İlerlemecilik hastalığından mustarip aydınlar,
Osmanlı-Türkiye ayrımını ve bu ayrımın aslî ayracı varsaydıkları kemalizmi
kendilerine yol işareti kabul ediyorlar. Geleceğin devrimi ve sosyalizmi, Türkiye’nin
gerisi olan Osmanlı’ya “kafa tutmuş” bir paşanın yaptıklarına bağlanıyor. Bu
süreklilik, tutarlılık ve bütünlükçülük aydın kafasında hiçbir şeyin kopmasına,
ilişkisizleşmesine ve dağılmasına izin vermiyor. “İslâm ve Kürt”, birer “öcü”
olarak, Demokles’in kılıcı misali, her daim havada asılı tutuluyor. Sol, kendisini
bu öcülere göre kuruyor. Efendilerinin istediğini yapıyor.
* * *
Sosyalist hareketin ilk kadrolarını Balkanlılar teşkil
ediyorlar. Osmanlı’nın döküldüğü, çözüldüğü nokta olan Balkanlar, kimi
aydınları bu dağılmaya çareler düşünmeye itiyor. Osmanlı’nın çilesini çekmiş
Türk olmayan halkların bu noktada çare olarak buldukları sosyalizm ile Türk
egemenlerin içindeki kimi aydınların bulduğu sosyalizm, farklı bir nitelik arz
ediyor. Biri gerçek bir çığlık olarak anlam bulurken, diğeri için Avrupa’ya
eklemlenerek sancıların azaltılması anlamında bir ara yol, bir tür hava yastığı
olarak değer kazanıyor. İlkinin yıkıcılığının, ikincinin batıya öykünen
kuruculuğuna zarar vereceği düşünülüyor. Şevket Süreyya ve hattâ Hikmet
Kıvılcımlı gibi ilk kadroların sosyalizme meyilleri bu hava içinde
gerçekleşiyor. Alfabe değişikliği yapıldığı günlerde İstanbul’da bu değişikliği
eleştiren bildiriler dağıtan komünistler, ilgili kadrolarca eziliyorlar.
Kuruculuk yıkıcılığı kendi yıkma pratiğine örgütlüyor. Sınıfsal-politik
ayrımları kafalarında ve pratikte silenler ise M. Kemal’in Yalova’daki işret
âlemlerine kolaylıkla duhul ediyorlar. Buralarda, bugüne de uç verdiği
biçimiyle, tepeden inmeci modernist projenin eksik olan kitle ayağını
oluşturmak için çabalıyorlar.
Osmanlı’da sosyalizmin Avrupaî, geleneksel kökleri ile
temas içinde gelişen ilk özgün biçim ekalliyette karşılık buluyor, ancak
yerlileşme eğilimi bu unsurları zamanla dışarı atıyor. Esasında yerlileşme,
kuruculuğun politik-ideolojik zırhı oluyor. Yerlileşmeden dem vuran, bu anlamda
Türk ve Müslüman olanı hariçten gelen sosyalizm gibi akımlara sürekli
hatırlatanlar, bu zırhı besliyorlar. Onlar da bir süre kullanıldıktan sonra
ıskartaya çıkartılıyorlar.
İleride Grek KP’sinin liderinin (Sarafim Vasilkopulo)
yirmilerde TKP kadroları arasında yetişmiş olduğu gerçeği karşısında, bugün
üstünlük taslayıp övünmek yerine, bu insanı sınırın öte yanına fırlatıp atan ve
onunla giden mirası komünist hareketten mahrum bırakanlara bakmak, onların
niyetini anlamak gerekiyor. Kıvılcımlı’nın ilgili döneme ait yazılarında
yakındığı “bundizm”, TKP içindeki çatırdamanın ilk işaretini veriyor. Özetle
parti, Sovyet yüce “gösteren”i yanında kümelenmiş bir çevre olarak örgütleniyor
ve yerellikle kurulmuş olan bağların bir kısmı kemalizmin kucağına düşüyor,
diğerleri ise Osmanlı’nın Türkiye’ye doğru daralması sonrası giden topraklarda
kalıyor.
Otuzlarla birlikte İslam coğrafyasında başlayan
tartışmaların şiddetini azaltmak için kemalizm, Rum, Ermeni ve Yahudi
ekalliyete karşı geliştirdiği tavrın bir benzerini, İran ve Arap halklarına
karşı geliştiriyor. “1919-1939” arasında dönemde geliştirilen siyaset,
sonrasını her yönüyle koşulluyor. Demokrat Parti ve türevleri bu koşullanmaya
doğuyorlar. Özetle Türklük, Müslümanlık, solculuk, sağcılık, bilcümle
politik-ideolojik akım, hep kemalizm yatağına dökülmeye mecbur ediliyor. Zira
tüm bunların tarifini kemalizm yapıyor.
* * *
Her şeyi kendisinden başlatıp kendisinde bitiren,
ezel’i ve ebed’i “kendi” olarak kodlayan küçük burjuvalar, aynı kavşakta
buluşuyorlar (“Mustafa Kemal Paşa’nın en büyük meziyetlerinden biri bir işe ne
zaman başlanacağını, o işin nasıl yürütüleceğini, o işe ne zaman son
verileceğini bilmesindeki tâyin ve tesbit eylemesindeki emsalsiz
kabiliyetidir.” [Fethi Tevetoğlu, Türkiye’de Sosyalist ve Komünist
Hareketler, 1967, s. 124.] Kemalizmi “Osmanlı’nın sonu” ve “Türkiye’nin
başlangıcı” olarak görenler (özellikle İttihatçılıkta) kaynaşıyorlar.
“Sosyalist Türkiye”nin başlangıcı kemalizm, “yeni Osmanlı”nın sonu “sosyalizm”
oluyor. “Osmanlı-Türkiye” karşıtlığı, teori ve tarih dışı bir seyir izliyor.
Saf tuttuklarını söyleyenler, karşıtlığın teori ve tarih dışılığında
ortaklaşıyorlar. Atatürk, ya “modern bir padişah olarak IV. Mustafa” ya da
Lenin muadili, “ilerici bir önder” oluveriyor. Kemalizmi, ülkenin siyasî,
iktisadî ve kültürel seyrini kendisinde başlatmak istediği için eleştirenler,
ya süreç içinde ona benziyorlar ya ona benzeyen ülke dışı ideolojilere
sarılıyorlar (Bolivarizm) ya da ülke dışı ideolojileri giderek ona
benzetiyorlar.
Osmanlı’nın ve Türkiye’nin nev-i şahsına münhasır (sui
generis) olduğunu söyleyenler, aynı dilden konuşup duruyorlar. Kendi
özgüllüklerini aydın mesleğinin vazgeçilmezliğe yaslanan “özel” ideolojisi
dâhilinde vurgulamaktan başka bir şey yapmıyorlar. “Ümmet-devlet” ve
“millet-demokrasi” ikiliği, bu karşıtlığın alt başlıkları hâline geliyor.
Ümmetten millete yükselmiş kolektif bir yapı, orada tanrı katına yerleşiyor.
Kitlelerin kolektif mücadeleleri küçük burjuvaların dünyasında istismar
edilmeye devam ediyor. Belli bir şahıs donunda göğe yerleşen kitle, somut
hayata dair kılını kıpırdatmıyor. Muhtemelen bunun için göğe fırlatılıyor.
Küçük burjuvalar, ülkenin mevcudiyeti ile kendi
meslekleri ve ideolojik kurguları düzeyinde bir ilişki kuruyorlar. Kariyerist
bir tutum, yani meslekî pratiğinde zirve olarak kodlanan yere ulaşmak için
ortaya konulan pratik, siyasete hüküm koyuyor. Profesör olmakla başbakan olmak,
hedef ve gaye açısından, aynılaşıyor. Profesörler, artık sermayeye kafa
yetiştirmeyi meslek belliyorlar. Böylesi bir profesörün politik faaliyeti
alttakilerin çığlıkları ile uğraşmıyor; Kıvılcımlı’nın kendisini eleştirenlere
verdiği cevabın tersine (“çığlıkta ahenk aranmaz.”), çığlıkta ahenk aranıyor.
Bu ahenk işçiye, halka ve mazlumlara dayatılıyor. Sözkonusu dinamiklerin
kolektif çığlıklarını ahenkli kılmak, örgütlenmek zannediliyor.
Oysa ülkedeki ahengi belirleyen hep kemalizm oluyor.
Onun gibi yapmak, ona öykünmek, onun yerine oynamak, onunla bir tür mülkiyet ve
rekabet yarışına girmek, onu yedeğe almak, sol-sosyalist siyaseti akamete
uğratıyor.
Sol-sosyalist siyaset, özgünlüğü gene kemalizmden
öğreniyor. Yerelleşme ve toprağa ayağını basma gayretinde kemalizmin ayak
izlerine güveniyor. Başka topraklara, korkudan, basamıyor. Sovyetler’le
ilişkilerdeki gerilimler kendisine şekil veriyor ve sol-sosyalist hareket
yukarıdan, üst perdeden bir siyaset yürütüyor. Bu perde hep kemalizme ses
veriyor.
* * *
Sol hareket, güç olma noktasında kemalizmin elindeki
orduya ve silâha öykünüyor, ama bu öykünmenin biçimsel olduğunu ve özsel
dönüşümü kararttığını görmüyor. Sol, ta Mustafa Kemal döneminde, 1925’lerde,
ona karşı silâhlı mücadele verilmesi gerektiğini tartışan komünistlerin
varlığından habersiz, onun silâhı ile konuşup duruyor. Şeyh Sait İsyanı konusunda
kemalizmden yana saf tutanlar (Şevket Süreyya ve şürekâsı) iki yıl sonra gerçek
yerini buluyorlar. “Kara kuvvet”ten korkanlar, kara kuvvetlerine gönüllü subay
oluveriyorlar.
Bu noktada, mesele güç ise, ülke içinde sol-sosyalist
hattın kemalizmden görece daha kuvvetli olduğu görülmüyor. Her şeyi kendisinde
başlatıp kendisinde bitiren bir zihniyet, tarihten de kendisi gibi dostlar ve
düşmanlar buluyor. Bu anlamda M. Kemal ve onun “uhrevî hakikat” ile başlatılan
resmî tarihi, sol-sosyalist kesimlerin Türkistan’dan Balkanlar’a kadar geniş
bir coğrafyada, Ekim Devrimi’nin de katkısı ile önemli mevziler elde
ettiklerini görmüyor. Ankara Ulus’ta ilk meclis açıldığında, bahçesinde
“komünizm” tartışıldığını işitmiyor. “Komünizm ile İslam kardeştir” diyen Bursa
mebusu Şeyh Servet’i tanımıyor.
Nakşibendî olan Şeyh Servet, Kafkasya ve diğer Turan
illerinde bolşeviklerle işbirliğine gitmiş olan Nakşibendîlerden muhtemelen
haberdar. Bu yakınlaşmayı devrimin kadrolarının İslâm’la kurduğu pozitif
ilişkinin Anadolu’daki yansıması olarak okumak mümkün. Ancak zaman içinde
“burjuva devleti”ne karşı “işçi devleti” ikame etme sevdalısı olan komünistler,
sınıflar mücadelesinin dibe vurduğu momentlerde, sıfatların cümleden düştüğünü,
ismin, yani “devlet”in öne çıktığını düşünüyorlar, o kadar “işçi” vurgusu, bir
süre kemalizmden işçiler lehine adımlar atması beklentisi ile devam ediyor,
nihaî olarak 1939’da devletle Sovyetler üzerinden yapılan gizli anlaşma ile
devletçiliğe kul olunuyor. Sol, boş gösteren, sınır ve sınıf üstü varlık olarak
M. Kemal ve ideolojisinin kendiliğinden sosyalizme yöneleceği hayaline
kapılıyor. Kişiler ve hizipler arası rekabetin ortak jargonunda kullanılan
“işçi”nin, “devrim”in ve “leninizm”in hiçbir hükmü olmadığı görülüyor. Bu
gerçeklikte Müslüman halk kitlelerinin somut tepkileri ve örgütlenme temayülü
es geçiliyor. Komünistlerin siyaseti ne Müslüman kitleleri devrimci politik
manada bölebiliyor ne de İslâmî hareket içinden bu dindeki sol-sosyalizan
öğelerin hüküm sürmesi sağlanıyor. Bir tür liberalizm, İngiliz emperyalizmine,
bir tür muhafazakârlık kemalizme yedekleniyor.
Güç ve güçlü olma sevdası ile kemalizme kul olan sol,
sosyalistlerin içişleri bakanı seçtirdiğini, M. Kemal’in “askerî desteğimi
keserim, savaşta yenilirsiniz” tehdidi üzerine bakanın istifa ettiğini
bilmiyor. M. Kemal, Tokat mebusu Nâzım Bey’in 4 Eylül 1920’de seçilmesini Nutuk’unda
izah ediyor: “Ülkenin büyük çıkarı” adına Nâzım Bey’i istifaya zorladığını
söylüyor. Burada bahsi geçen büyük çıkar, toprak ağalarına ve tefeci bezirgânlara
ait.
Sol bu minvalde, Çerkes Ethem’i ve onun önderliğinde
ilerleyen gerilla güçlerini de duymuyor. Çerkes’in anılarında ilk kurşunu
işgalcilere değil, toprak ağalarına sıktığını okumuyor. Buradaki sınıflar
mücadelesini görmüyor ve taraf olamıyor. Aynı yaklaşımla, Mustafa Suphi’lerin
katlini M. Kemal’e yakıştırmıyor. Hollywood menşeli vasat CIA filmlerini
aratmayacak bir seyirle, Suphileri öldürenin öldürüldüğünü, katili öldürenin de
M. Kemal’in emri ile mecliste astırıldığını görmüyor.
Tüm bu tarihî gerçeklik içinde bir de Yeşilordu’ya
işaret etmek gerekiyor, zira kemalizmin üzerine bastığı bir ceset de o:
Anadolu’daki Yeşilordu’nun, bolşeviklerle savaşan Kafkaslardaki Beyaz Ordu
güçlerine ve İngilizlere karşı mücadele içinde oluşmuş, Müslüman-Türk
kuvvetlerinden müteşekkil, Yeşilordu’nun Anadolu’daki seyrine ve etkisine mani
olmak için Kemalistlerce ve ittihatçılarca tertiplenmiş bir tarafı var. Ancak
Sovyet temsilcilerinin meclis bahçesinde komünizm ile ilgili tartışmalar yürüttüğü
günlerde Yeşilordu, o günlerde hayli popüler olan Çerkes Ethem gibi güçleri
içine alınca M. Kemal müdahale ediyor ve anti-komünist faaliyet dâhilinde bu
yürüyüşü kendince kesiyor. Ayrıca mecliste içişleri bakanını tayin eden bir güç
olarak Halk Zümresi’nin sözkonusu Yeşilordu ile kurduğu bağlar rahatsızlık
veriyor. Özetle M. Kemal’in genel siyaseti, batıyı “Anadolu bolşevik olacak”,
Sovyetleri ise “emperyalist karargâhı olacak” korkusuyla idare etmek üzerine
kurulu. Bu noktada resmî TKP ve Kâzım Karabekir’in Erzurum’dan yola çıkardığı
Yeşilordu, gerçek TKP’nin ve Yeşilordu’nun maskelenmesini amaçlıyor. Bu sayede
konuyla ilgili tehditkâr unsurların deşifrasyonu sağlanıp, ilgili hareketin
kazanacağı mevzilere önceden ipotek konulmuş oluyor.
M. Kemal ve kemalizm hep buydu. Ve hâlâ budur.
* * *
“Yakın
tarihte unutulan, göz ardı edilen veya bilinmeyen ve özellikle de Marksistler
tarafından anlaşılamayan bir aynılık ile işe başlayalım: Mustafa Kemal’in
‘sınıfsız, imtiyazsız bir ulus’ yaratma projesi, Marx’a göre, ‘sınıfsız’ bir
toplum yaratmak görevine tarihsel olarak sahip olan proletaryanın deterministik
amacı ile aynıdır.” (Veysel Batmaz, “CHP’nin Sınıfsız Kökleri ve Nafile
Bugünü”)
Aynı imiş gibi takdim edilip, cümlenin içindeki farkı,
ayrımı görmemek kastîdir. M. Kemal’de “ulus”tan, Marx’ta “toplum”dan dem
vurulduğu ilk bakışta görülecektir. Ayrıca teorik açıdan “toplum” zaten sınıflı
bir gerçekliktir. “Atlı süvari” demek gibi bir şeydir bu. Öte yandan “ulus,
ümmet, sınıf, toplum” gibi olguları birey’den yola çıkarak değerlendirmek,
baştan bir husumetle hareket edildiğini gösteriyor. Bu bireyi ezdiği için M.
Kemal’e ya da Marx’a feveran ederek aradaki ayrımları birey lehine silmek,
teori dışı, ideolojik-kastî bir hamle oluyor.
Dahası, yazıda M. Kemal ile Marx’ın politik konumları
da bir çırpıda yan yana getiriliyor. Biri muktedir, diğeri o iktidara karşı
mücadele veren bir devrimci. Her iki isim de beşeriyet, daha doğrusu, insan
olmanın en mutlak hâli olarak “birey” düzleminde yan yana getirilince, teoride
ve pratikte, ilgili isimlerin yapıp ettikleri de aynıymış gibi görünüyor.
* * *
Ekim Devrimi’nden kısa bir süre sonra işçilere yönelik
bir eğitim seminerinde öğretmen Fransız Devrimi’nin arka planını anlatıyor.
Anlatılanlardan sıkılan bir işçi, ayağa fırlıyor ve saray merdivenlerinde
askerlerce kurşuna dizilirken “yaşasın hürriyet” diye bağıran devrimcileri
anlatmasını istiyor. Öğretmen, bu uyarı üzerine, bahsi geçen olayı detayları
ile anlatıyor. Uyarıyı yapan işçi, hikâyenin bitiminde tekrar ayağa kalkıyor ve
şunları söylüyor: “Yoldaşlar, ben de devrim günü babamdan yadigâr revolverimi
kaptığım gibi, emrinde çalıştığım toprak ağasının malikânesini bastım,
herifçioğlunu dışarı çıkardım, yere yatırdım ve silâhımı başına dayadım. İşte
bu sefer ‘yaşasın hürriyet’ diye bağıran bendim.”
Marx ile M. Kemal arasında, sömürüye ve zulme karşı
mücadele bağlamında net olan bu ayrımı görmemek nemenem bir şeydir, sormak
gerekiyor.
Bu noktada bir de Marx’tan Lenin’e düz bir çizgi çekme
alışkanlığından söz etmek gerek. Bu, batılı anti-komünistlerin ve sonradan,
özellikle seksenlerin kapitalizm içi atılım döneminde palazlanan orta sınıfa
mensup eski marksistlerin gerçekleştirdikleri bir hamle. Böylelikle, Lenin’in
marksizmin tarihi içinde bir “devrim”e denk düştüğü görülmüyor. Devrim ufku
olmayan, geçmişteki devrim ve öndevrim momentlerini de ıskalıyor. Bu ıskalama,
Sovyetler’deki mülkiyet ilişkilerini ufak kelime oyunları ile kapitalizme
bağlayıveriyor. Bunu dün olduğu gibi bugün de troçkistler çok iyi yapıyorlar.
Ama Troçki bile Sovyetler’in bir “işçi devleti” olduğunu ikrar ediyor.
Veysel Batmaz kendi kafası içinde, keyfe keder
işlemler yapıyor. Misal, “sınıfsız, imtiyazsız kaynaşmış kitle” cümlesini -ki
Batmaz’ın dillendirdiği cümlenin aslı budur- kemalistlerin bir ütopyası olarak
takdim ediyor. Oysa kemalistler, içinde bulundukları gerçekliği bu şekilde
tarif ediyorlar. Bu açıdan Batmaz yanlış(ı) konuşuyor. “Yurtta sulh cihanda
sulh” “ne mutlu Türk’üm diyene”ye, bu cümle de “sınıfsız, imtiyazsız kaynaşmış
kitle”ye bağlanıyor. Bu noktada Veysel Hoca’ya “ütopya” sözcüğünün anlamını
hatırlatmak haddimizi aşıyor. Ancak burada olmayan bir yere dair ve ilişkin
değil, olan ve olanla gayet ilişkili bir cümle dile getirilmiş oluyor. Olan ve
ilişkili yere zulme ve sömürüye karşı mücadele edenlerin cesetleri yığılıyor.
Kemalizmin yukarıda zikredilen üç cümlesi de inşa sürecinde kimlerin kanlarının
döküldüğünü anlatıyor.
* * *
Yıllarca “Hitler ile Stalin aynı” deyip, bu argümanı
devlet idaresine dönük sözde eleştirilerle gerekçelendirenlerin, bugün hangi
devletlere ve devletli ilişkilere hizmet ettikleri anlaşılmayı bekliyor.
Veysel Hoca’nın tek derdi, şiddetin ve silâhın
eleştirisi imiş gibi görünüyor. Ama o aslında, bizi yeniden M. Kemal’in
silâhının gölgesine çekmek için konuşuyor.
Bugün susmuş silâhlarla susmayan silâhlar arasında bir
alan kavgası sürüyor. İlki liberalizmin arkasına saklanıyor, ikincisi gerisinde
liberalizmi saklıyor. Liberalizm ise metaı, eşyayı, giderek hakikati kendinde
düzleyen paranın gücüne biat ederek tanrı olmak isteyenlerin modern dini
oluyor.
“Anti-emperyalist praxis” tarih dışı bir tespit olarak
hiçbir şeyi izah etmiyor. M. Kemal’in anti-emperyalist olduğu ve öyle
davrandığı herhangi bir âna tesadüf edilmiyor. Aksini iddia edenler, bizleri
yerliciliğe ve yerli sermayenin güçlenmesine bağlanmış bir tür
“anti-emperyalizm”e inanmamızı istiyorlar. Yüzeyselleşen anti-emperyalizm, en
fazla, emperyal güdüleri olanların ağzında çürük bir sakıza dönüşüyor.
* * *
“CHP’ye dışarıdan bilinç vermek”, onun “kurucu”
niteliğini ilahi, ezelî-ebedî kabul etmekten kaynaklanıyor. Bu yaklaşım, hiçbir
şey kurmuyor, kurmak için yıkmıyor, yıkmak için kurmuyor.
Diyalektik, tanrıya ikame edilmiş Madde lehine
çözülüyor. Bu fikriyat, Cehepe’ye şükretmeyi öğütlüyor. Hiçbir dönüşüme tabi
tutulmayan Cehepe kitlesi mutlak veri kabul edilerek, onun eline istenilen
bayrağın tutturulacağı zannediliyor.
Özetle, Cehepe’yi hâlâ ve ısrarla aynı teorik-fikrî
kozmosta kabul etmek, ciddî bir yanılgıya işaret ediyor. Bir şeyler kurmak
isteyenin kurmak için yıkmayı göze alamaması, bir şeyleri yıkmak isteyenin,
yıkmak için kurmaya cüret edememesidir Cehepe’cilik. Mesele, bu anlamda
özgürlük mücadelesi vermek değil, mücadelenin bizatihi kendisinin
özgürleştirilmesidir; sömürüye ve zulme karşı mücadele, öncelikle, bu
zihniyetten ve “praxis”ten kurtarılmalıdır.
Eren Balkır
21 Mayıs 2010
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder