Taşa Örgütlenmek
Herhangi bir eylem ânında sol özneler içinde ve
arasında hüküm süren zihniyet dünyası, dönem itibarıyla sorgulanmayı bekliyor.
Örneğin polise taş atma konusunda ortaklaşan kadrolar, iş, o taşın her atımda
açtığı mevziiye dolmak ve orayı genişleterek tekrar bir çıkış yapmak yerine,
gerisin geri tekrar kendi yuvasına dönüyorlar. Eyleme ve sonuçlarına
örgütlenmiyorlar. Bunu zûl kabul ediyorlar. Nesnellikle öznellik arasında bir
hiyerarşi kurup, öznelliklerini yüceye yerleştiriyorlar. Oysa, Lenin’in
ifadesiyle, “ancak gerçek kadar devrimci olunabiliyor.”
Düşmanın şiddetinin sol nezdinde genel kabul gördüğünü
tespit etmek gerekiyor. Bu açıdan düşman başarılıdır. Bizim süreklileşmiş
kadrolarımız yokken onun vardır ve her dönem farklı ihtiyaçlar uyarınca bu
kadrolar zenginleştirilmektedir. Biz ise hâlâ her kuşağın, her mahalin ve her
kişinin kendi iç itimine, bilincine ve adımlarına tabiyiz. Nesnele ve kolektife
karşı körleştikçe bize birilerinin bahşettiği özneliği put belliyoruz.
Dönem itibarıyla sol, devlet ya da burjuvazi başlığı
altında genelleştirdiği düşmana karşı mevcudiyetini muhafaza etmeyi, onu
süreklileştirmeyi siyaset zannediyor. Ayrımlar, bu minvalde biçimleniyor. Bu,
düşmanla kapışılan alanı terk etmekle sonuçlanıyor. Teori, bu kaçışın
kılıflarını örmekten başka bir işe yaramıyor.
Sol, herhangi bir mahallede, fabrikada ya da kampüste
nasıl çalışma yürütüleceğine değil, bir biçimde düşmana, ama daha çok, diğer
sol öznelere fark koymak için örgüt içi teorik çalışma yapıyor. Örgütlenen yer,
devrim ve sosyalizm değil, örgütün kendinden menkul, içi boş, “komünal”,
apolitik-antipolitik ve huzurlu/mutlu dünyası oluyor. Eylem kılavuzu olarak Marksizm,
bu orta sınıf siyasetinde liberalizm-muhafazakârlık arasındaki salınımda, lime
lime oluyor.
* * *
Althusser otobiyografisinde şu tespiti yapıyor:
“Kuşkusuz,
bir yazarın düşüncesini […] karşı çıktığı başka yazarlardan yola çıkarak
kafamda kurmamı sağlayacak belli bir sezgi gücüm, özellikle yakınlık kurma,
yani kuramsal karşıtlık yeteneğim vardı. Böylece, karşıtlıklar kurup sınırlar
çizerek yapıyordum felsefemi.”[1]
Bu söylem dâhilinde, partinin ya da akademinin
yerçekiminden uzak katmanlarında gezinirken özgüllük, otantiktik abartılmalı,
kimi özelliklerin pazarlık payları güçlendirilmelidir. Althusser, Marksizm
tarihine birey olarak kendisini sokuşturmak için bahsettiği işlemi yapıyor.
Diyalektiğin, Hegel’in vs.’nin karşısına Madde’yi ve Üretim’i çıkarmasının,
ölçüyü oradan çekmesinin sebebi buradadır. Zira diyalektik, onun özneliğine
saygı duymayacak bir yerde konumlanmıştır.
Sol, ne eylemin ne de taşın önderliğini kabulleniyor.
Buradaki reddiye, taşın ve eylemin sınıfsallığına karşı körleşmeyi beraberinde
getiriyor.
Kimi çevrelerin “devlet” başlığı altında Sovyetler’i
düşman kampa atmasında ve devlet başlığının kendisinde sınıfsal bir ayrım
koymamasında olduğu gibi, önderlik meselesi ve onunla ilişkili politika ve
örgütlülük gibi konular da sınıfsal ayrımlardan münezzeh, arınık bir düzleme
taşınıyor.
Bir eylemde ortaklaştıran taşsa, önder odur. Eylemin
kendisi, önderliğin örgütlendiği yerdir.
Meslekî İdeolojiler
Sol, genel anlamda küçük burjuva teorinin, ideolojinin
ve politikanın halesine kapıldığı için meslekî ideoloji, belirleyici hâle
geliyor. Yani, kendi meslekî ortamının sınıfsallıktan ve zulüm ilişkilerinden
azade olduğunu düşünen, bu açıdan, kendi mesleğini her şeyden uzakta tutup onu
güvenli bir yere yerleştiren küçük burjuvazinin kalıbına dökülen solda da
devrim ve sosyalizm meslekî kimlikler olarak ediniliyor.
Küçük burjuvazi, kendisi ile başlayıp kendisi ile
biten pratiğe taptığından, onun güdümündeki sol da kendisini görebileceği
örgütler, kitleler ve yapılar oluşturuyor. Bu pratik, başkalarının çarpık,
çatlak, aykırı, kimi zaman tali ve farklı görünen pratiklerini kendi salahiyeti
ve mevcudiyeti için ezmek zorundadır. Küçük burjuva, ancak kendisi kadar yeşil
ve kendisi kadar uzun bir çayırlıkta memnun olabilir.
Buradaki eşitleme (levelling), yani düzleme
işlemi, ilk planda “devrimci”ymiş gibi görünebilir, ama bu “devrimcilik”, kısa
vadede küçük burjuva devrimciliğine dönüşür. Zira küçük burjuva, feodal
bağların dayatması ile -Kibar Feyzo’daki tespitle- “bokunun üstüne bok
istemez.”
Eylemin kendisi, örgütlenme ve politik faaliyet
açısından belli bir hiyerarşiyi, disiplini ve işbölümünü mecbur kılar. Partinin
genel tanımı için ihtiyaç değil, zorunluluk olan bu üç olgu, eylemle birlikte
toplumsal-tarihsel anlamını kazanır. “Toplumu ve/ya tarihi benden daha iyi
kimseye bilemez, ol sebepten, en iyi örgüt benim örgütüm” diyen bir kişinin
arabayı atın önüne bağladığı görülmelidir.
* * *
Hiyerarşi, disiplin ve işbölümü, önsel olarak
sorumluluk gerektirir. Politika, sorumluluk, yani hesap sorma, hesap verme,
kelime anlamıyla, sorulan sorulara cevap verme ve soru sorma iradesidir. Hiçbir
şekilde hesap vermeyen, hesap sormayan, bu açıdan her türlü sorumluluktan
kaçan, yüklerinden hafifleyip kendisini bularak oradan kendi mevcudiyetini
rahatlatan öznenin solun içsel devrimi olarak örgütlenecek partinin
oluşumuna ait maddeye ve diyalektiğe ciddî zararları olacaktır. Rahatlanılan
yer homojen bir “komün” ise bu komün, küçük burjuvalara özgü bir “mastürbasyon”
üretecek, onun dikkate alınması istenecek, ama bir yandan da dikkate alanlara, her
daim “benim seviyeme asla gelemezsin” ikazında bulunulacaktır. Burada sorumlu
bir eylem ve düşünce kesinlikle biçimlenmez.
Her şeyi kendisi ile başlatıp kendisi ile bitiren özne
için sorumluluk mefhumu da aynı kalıba dökülür. Yani, ilgili özne sorumluluktan
bahsetse bile, bu öz kibir ve küstahlıkla bahsi edilen sorumluluk, sadece
özdeki sorumsuzluğu gizler. Sorumluluk da diğer her şey gibi onunla başlayıp
onunla biten, kendisine tabi, dışsal bir meseledir. Oysa sorumluluk, içsel bir
zorunluluktur ve tüm gerçekliği ile orada mevcuttur.
İngilizlerin bir atasözü, “bebeği yıkadığın suyu
dökerken bebeği de çöpe atma” der. Aslında analık ve babalık açısından bebeğin
kirli suyla karışır bir tarafı yoktur. İçteki güdüler, ana ve baba için böylesi
bir atasözünü doğası gereği geçersizleştirir, insanlar, kesimlik koyun
olmadıkları için “her koyun kendi bacağından asılır” atasözünün geçersizleştiği
gibi. Yani sorumluluk, belli maddî ilişkilerin içine girmekle, o ilişkileri
mülk edinmekle değil, onlara ait olmakla ilgilidir.
Örgütlerin bu sorumluluğu dıştan, emir ve telkinle
dayatmaları da örgüt şeflerinin küçük burjuva hesapları ile ilgilidir.
Militanların sorumluluk bilincinde bir devrime denk düşmüyorsa, örgüt ve
politika koca bir yalandır. Bu açıdan, bir örgütün kadrolarının nasıl
davranacaklarına ilişkin ilmihaller ve kitapçıklar hazırlaması, kendisini
yalanlamasıdır. Zira örgüt, zaten belli bir sorumlulukla birlikte oluşmalıdır.
Örgüt fetişleştirilince, ortaya çıkan sorunlardan gene örgüt şefleri
sorumludurlar. Ama bu sorumluluktan kaçmak için de gene yeni, taze günah
keçileri bulunacaktır. Örgüt şefleri, hem örgüt içinde hem de üstünde durmakla
sorumsuz kadrolar üretirler, onların pisliklerini gene onlara ödetirler, sütten
çıkmış ak kaşık ya da suyun üstündeki zeytinyağı misali, süreçle kendileri
arasına mesafe koyarlar. Mesafe, onlar için tek çıkar yoldur.
Günah Keçisi
Yahudilerin “hukuk kitabı” olarak görülebilecek ve bir
Yahudi’nin yirmi dört saatini programlayan Talmud çıkışlı bir inanışa göre
Yahudiler, kendi günahlarını kolektif olarak bir keçiye yüklerler ve onu bir
rit dâhilinde uçurumdan aşağı atarlar. “Günah keçisi” tabirinin kaynağı
burasıdır. Sorumluluktan fellik fellik kaçan her küçük burjuva gibi bu özdeki
tüm örgütler de her türden eksikliklerini, zaaflarını ve günahlarını belli
unsurlara yüklerler ve uçurum kenarına doğru akın hâlinde koşarlar. Bu rit, “yeni
bir dönem açıldı” tespiti ile birlikte son bulacaktır. Bu sefer geçmiş kuşaklar
giyotine bağlanacak, belli teorik ve politik odaklara küfredilecek, yeni olan
bütünüyle, liberal manada, fetişleştirilecektir.
Kendini yekpare bir bütünlük olarak kuran özne, bizzat
gerçekliğe kendisinin yerleştirdiği aynalarda gene kendisini görmek için
çabalar. Kendisi gibi olanları bulur, aykırı olanlara tahammül edemez,
farklılıkları silmek, ama kendi farklarını belirginleştirmek için gayret eder.
Küçük burjuvanın sorumluluktan kaçmak için hep bir
günah keçisine ihtiyacı vardır. “Şahin gibi havalanan, tavuk gibi yere çakılan”
küçük burjuva, pazarlığını yüksekten açar, ama kendi hayrına, en düşüğe razı
olur. Örneğin tüm dünyayı ya da tüm ülkeyi ya da tüm öğrencileri gören bir adım
atar, ama ancak kendi dar ölçeğinde oluşana, kendisi ile eşdüzlemde durana razı
olur. Bu açıdan kısa, orta ve uzun vadede önüne koyduğu hedefler, ancak
kendisini işaretlediği ölçüde manidardırlar. O hedefler konusunda samimiyetsizdir,
gerçekdışıdır. Devrim de sosyalizm de bugün’süzdür; bugün ise devrim ve
sosyalizm’sizdir. Bu kişiler, gereğinden fazla ölçüde “devrim ve sosyalizm”
diye bağırmak zorundadırlar.
Maddiyat bilinci diyalektiğin, bireylik bilinci
toplumun, toplum bilinci tarihin karşısına kondukça çözülme kaçınılmazdır.
Küçük burjuva, bir meselenin her iki yönüne ilişkin bir değerlendirmenin salt
işine gelen tek yönünü alıp onu kendince istismar eder. O, sadece kendi özgül
ağırlığı ölçüsünde maddeyi okur ve diyalektiği tekdüzeleştirir.
Solun iç sınıfsal devrimi için kalem sallamak
zorunludur. Bu iç devrimi kendi dünyalarına halel gelmesin diye arızîleştirmek,
göreceleştirmek, talileştirmek ve gereksizleştirmek isteyenler elbette
çıkacaktır. Burada kimi zaman teoricilik, kimi zaman da pratikçilik devreye
sokulacak; pratikle teori karşı karşıya getirilecek, küçük burjuva, salıncağını
sallayacağı bir dalı gene bulacaktır.
Küçük burjuva küçük burjuvadır ve onu başka bir şey
olmaya zorlamak, esasında onu burjuva olmaya itmektir ki bu, onun batında
istediği, zahirde istemediği bir şeydir. Mesele, bu açıdan sol içindeki küçük
burjuvalara ait bu dalları kırmaktır. Mesele, her devrimsel momentte yeni bir
dal bulan küçük burjuvanın hareketi teorik, ideolojik ve politik açıdan yeni
bir dala bağlamasına mani olmaktır. Mücadelenin özgürleştirilmesi için onların
dalları kırılmalıdır.
İşbölümü, Disiplin, Hiyerarşi
Küçük burjuvanın memnuniyeti, kendinden menkul,
kendine kapalı bir sol üreterek burjuvazi veya devletten cevaz almak için
atılacak adımları koşullar. Nihilist bir üslupla bu solu tümden dinamitlemekten
değil, onu çoğul bir işbölümü, disiplin ve hiyerarşiye tabi tutmaktan söz etmek
gerekir. Ancak o vakit küçük burjuvaların memnuniyetleri bozulacaktır. Devrimle
birlikte sol başka bir şey oluyorsa, olması zorunluysa, o zaman sözkonusu
işbölümü, disiplin ve hiyerarşinin de karakteri değişmelidir.
Kapitalizmin seyri ile birlikte Türkiye’de solun
işbölümü, disiplin ve hiyerarşi bağlamında ciddi bir çözülmeye maruz kaldığı
aşikârdır. Bu çözülme, gruplar ve örgütler aşamasını geçip partileşme yoluna
girecek solun içini boşaltmaktadır. Genç kadrolar her yükün altına girmekte,
işbölümü geliştirememekte, başkasına, yoldaşına bile güvenememekte, kapalı
dünyalarında kıldan tüyden kişisel meseleleri ayrım çizgisi olarak kullanmakta,
sadece kendisini tanımakta ve kendisine kapanmaktadır. Tümüyle kişisel olan meseleler
politikmiş gibi yutturulmakta, kişisel serbestiyet, rahatlık ve gevşeklik adına
politika, gerekli güçten mahrum bir uğraş olarak biçimlenmektedir.
Politika ve güç ilişkisi, devlet ve burjuvazinin
teorik, ideolojik ve politik gücüne öykünme üzerinden biçimlenmektedir.
Buradaki öykünme ve tabiyetin önkoşulu, öznenin salt kendisini görmesi,
kendisine kilitlenmesi, her şeyi kendisi etrafında döndürmesidir. Köksüz olan
kökleri abartıyorsa, genele teslim olmak isteyen, özel’likleri yüceltiyordur.
Bu yüceltme, basit anlamda bir pazarlık meselesidir. Özel’liklerin yüceltilmesi
işlemini işçi sınıfına ve mazlumlara öğütleyen küçük burjuvanın tek yaptığı budur:
özel’liklerini sildiğini düşündüğü egemen güce teslim ve tabi olmak.
Devlet ve burjuvazinin saldırısı karşısında
özel’liklerini, özgüllüğünü ve otantikliğini öne çıkartmayı “devrimci” bir
siyaset olarak satan küçük burjuva, ortaya koyduğu direncin apolitik ve/veya
antipolitik olduğunu görememektedir. O, örneğin giderek işçileşen doktorlara
özgül ve yüce bir meslek olarak doktorluğun muhafazasını önerebilmektedir.
Özgül parçalara kilitlenmek, parçalar arası sınırları, çatlakları, kütlesel
mücadele sonucunda devlet ve burjuvazinin kalelerinde oluşan yarıkları, o
yarıklardan istifade etmeyi düşünmeyecektir.
Kılıç
Lenin’in Ne Yapmalı’sı, esas olarak işçi
sınıfını ve işçi sınıfı siyasetini basit küçük burjuva meslekî örgütlenme
zincirlerinden kurtarmakla ilgilidir. Lenin özünde, “işçi sınıfının sadece
kendisini görmesine imkân verilmemelidir.” demektedir.
Bugün çeşitli siyasetler “sosyalizm aydınların işidir”
demekte, en iyi niyetlisi bile “işçi aydınlar” ve “aydın işçiler”den dem
vurmaktadır. Oysa Ne Yapmalı, tam da bu ayrımın taraflarını
kutuplaştırmanın yanlışlığı ile ilgilidir. Kredocular, o dönemin ekonomistleri,
yani Lenin’in ilgili kitapta eleştirdiği çevre, “işçiler kendi ekonomik
meseleleri ile ilgilensin, aydınlar da siyasetle” demektedir. Dönem itibarıyla
bu aydınların önemli bir bölümü ya liberaldir ya da siyaseti liberalizme
kilitleyen birer sosyalist.
Bu açıdan Lenin, sözkonusu küçük burjuva teorisine ve
siyasetine vurulmuş bir kılıç darbesidir. O Kredocuların önermesini bugün
tersten olumlayanlara, yani aydın oluşlarını sürece dayatanlara da vurmaktadır.
Bugün genç kadrolarda da benzer bir kendine kilitlenme
yaşanmaktadır. Teorik, pratik her konunun ve yükün altına giren kadrolar
yaşlıları eleştirmekte, özünde onlara “ben sizin yaşınızdayken solcu
kalmayacağım” demektedir. Bunun dışa dönük kılıfı, yalanı ise şudur: “siz
beceremediniz ama ben bugün sizin olduğunuz yaşa geldiğimde sosyalizmin bana
tahsis ettiği bir koltukta ya da daçada oturuyor olacağım.”
Kendine kilitlenme, taş atmaktan başka bir şey
yapılmayan eylemlerde de kendisini ele vermektedir. Kitle ilk saldırıda çil
yavrusu gibi dağılmaktadır.
Ayrılan, taraflaştırılan, ortadaki dala asılı
salıncağa binilerek her iki uca doğru salınılan hususlardan biri de zamandır.
Zaman, geçmiş ve gelecek olarak bölünür, bugün denilen dala ipler bağlanır ve
salınım başlar. Gelecekte varolmak için geçmiş en kolay şekilde harcanır. Tersi
de mümkündür: denilecektir ki, “geçmişin meseleleri hallolmadan geleceğe adım
atamayız.” Bunun ters yöndeki ucunda şu yazar: “Geçmişin karanlığında
kaybolmamak lâzım.”
Her özne, örgüt ve birey, geçmiş eleştirisini geçmişe
sünger çekmek için yapar. Geçmişin tüm sorumluluğu başkalarına atılır; örneğin
12 Eylül’de esasta kendi örgütünü çözen, bir başka rakip örgüttür ya da
Sovyetler, PKK gibi günah keçileri hareketin ilerlemesine mani olmuşlardır.
Sol, sınıftan, devrimden ve iktidardan ayrı ayrı
bahsettiği, bu üç unsur arasına kendince kalın duvarlar çektiği ve birbirlerini
besleyecek bir pratik faaliyet yürütmediği sürece bu çözülmenin derinleşmesi
kaçınılmazdır.
Sınıf’tan uzaklaşan işbölümü; Devrim’den uzaklaşan
disiplin; İktidar’dan uzaklaşan hiyerarşi başlıklarında kapsamlı bir dağılmaya
maruz kalacaktır. Sol, bu bölünme dâhilinde her bir başlık altında birbirine
küfreden grupların körlemesine mülkiyetçi ve rekabetçi pratiği ile dumura
uğrayacaktır.
Salınım
Küçük burjuvanın akıl salıncağı durmasın diye
salınımın hemen diğer yönü hatırlatılacaktır. Örneğin bir yazıda ya da pratikte
meselenin iki yönü öne çıkartılıyorsa, küçük burjuva, bu iki yönden birini
önemseyecek, iki yönün öne çıkartılmasının salıncağı durduracağını
düşünecektir. KB’ye “teori” desen “pratik” diyecek; “pratik” desen “teori”
diyecektir. Benzer salınımlar, evrim-devrim, legalite-illegalite,
homojenlik-heterojenlik, yerellik-genellik, dünya-Türkiye,
millîlik-milletlerarasılık, sömürü-zulüm ve devlet-burjuvazi için de
geçerlidir. Belli bir sabitliğe, mevziiye muhtaç olan siyasetin bu salınımlarda
heba olduğunu görmek için âlim olmak gerekmemektedir.
Salınım, minder dışına kaçmak, saklanacak yerler
bulmak için elzemdir.
KB siyaseti idealisttir; maddeyi ve diyalektiği bilse
de bu bilgi kendinden menkuldür. O, maddîliği diyalektiğin karşısına çıkartır.
Madde ve diyalektik arasında salınmayı da siyaset zanneder. O madde’yi kendi
mevcudiyetine, varlığına indirger, kendisi dışındaki her şeyi madde dışı,
metafizik ve idealist olarak kodlar. Mesele sınıf ise sınıfı sadece kendinden
olan işçi teşkil eder; sadece kendi militanlarıdır devrimi yapacak olan; sadece
kendi yöneticileri, dirijanlarıdır iktidarı kuracak olan. Diyalektik ise
salıncağın asılı olduğu dalın kendisinde dondurulmaktadır.
Bu kurguda sınıfın, devrimin ve iktidarın
kendiliğinden tarihsel-toplumsal seyrine ait en ufak bir alan yoktur.
Kendiliğindencilik-devrim’cilik ayrımını yapan ve bu ikisi arasında salınan da
kendisidir. Oysa feminizme karşı olmak kadına; işçiciliğe karşı olmak işçiye
karşı olmak anlamına gelmediği gibi, kendiliğindenciliğe karşı olmak da
kendiliğindene karşı olmak demek değildir.
Diyalektikçilik arabuluculukla, maddîcilik ise
teslimiyetle sonuçlanır. Arabuluculuk ve teslimiyet birbirlerini süreçte
tamamlar: maddenin kaotik niteliğinden kaçan diyalektikçi, kendi eşit düzlemini
muhafaza etmek için paralel, eski dünya algısındaki tepsi misali, düz bir
maddiyat tasavvur eder; maddîcinin vatanı olan bu tasavvur oradaki huzura
teslim olur.
İç Devrim
Her devrim gibi solun iç devrimi de çok boyutludur,
çoklu bir nitelik arz eder. Bu devrim kaba, madde’cilik ve diyalektik’çilik
kovukları içinde boğulmaktadır. Bu nesnel bir süreçtir; gelecekteki devrim,
bugünde tüm özneleri belli alanlara sıkıştırmaktadır. Devrimin sınıfsal
niteliği küçük burjuvaları sahip oldukları dalları sıkı sıkıya kavramaya
zorlamaktadır. Altta, toprakta akan mücadele ise kendi maddesini ve
diyalektiğini her momentte hatırlatmaktadır.
Küçük burjuva, üretim alanında her işi kendisinin
başlattığı ve kendisinin bitirdiği bir sürece tabidir. Ayakkabıcıysa çiviyi o
çakıyor, kalıbı o döküyor, deriyi o boyuyordur. Ancak yakın bir bölgeye
ayakkabı fabrikası açılınca atölye kapanır, ayakkabıcı dükkâna kilit vurur ve
fabrikaya girer. Ancak geçmişin seyri devam eder. Akşamları bir süre daha
dükkân açılır, kendince iş yapılır. Bu gerilimli bir süreç bir süre varlığını
muhafaza eder.
Bu mecaz ve analoji dâhilinde düşündüğümüzde, küçük
dükkân sahibi şeflerin büyük partiye doğru akıp orada “işçi” olmayı
kabullenmeleri sancılı bir süreçtir. İkna üzerine kurulu siyasetleri, o güne
dek ayakkabı satma biçimleri değişmek zorundadır. En güvenli yol olan kişiye
özel üretim yapmak, niteliksel açıdan başkalaşır.
Diyalektik; gerilim, çelişki ve çatışma demektir.
Gerilim, çelişki ve çatışmadan kaçmak, diyalektikten kaçmak, kendinden menkul
bir madde’ye sığınmak demektir. Maddiyat ise ilgili öznelerin oradaki
mevcudiyetleridir. Teorik işlem olarak kimi durumların anlaşılması için yapılan
ayrımın gerçekte karşılığı yoktur. İndirgemecilik çaresizliktir.
İndirgemecilik, gerilimsiz, çelişkisiz ve çatışmasız
bir alan kurgular. Bu kurgu tümüyle ütopiktir. Sol, kendisini bir ütopya olarak
örgütlemektedir. Tüm toplumsal-tarihsel dinamiklere böylesi bir huzur ve
mutluluk alanı vaat etmektedir. Oysa bu vaatlerin çoğu zaman politik açıdan anlamı
yoktur.
Örgütün gerilimsiz, çelişkisiz ve çatışmasız bir
ütopik alan olduğu öntespiti, kitleleri bireylere bölüp o bireyleri bir yalana
örgütlemekle sonuçlanacaktır. Bu ütopyanın eleğinden sadece huzuru arayan küçük
burjuvalar geçeceklerdir. Kütlesel bağlara ait olanlar, bu aidiyetleri ile
politikleşenler bu elekten asla geçemezler.
2000 ölüm oruçları sonrası batıda popüler olan BBG
evleri türü programların ülkeye giriş yapması tesadüfî değildir. Böylesi bir
eve aynı karakterde ve özellikte on kişiyi yerleştirsek bile gene kavga
çıkacaktır. Bugün örgütlerin kendilerine kapalı dünyalarında da olan budur.
İç Huzur
Bugün örgütler dışa dönük bir adım atsa bile bu adım
iç huzura uygun olarak biçimlenmektedir. Örneğin TKP içinde yeni gelmeye
başlayan Kemalistlerle yaşanan çatışmalarda komünist gençlerin partiden
uzaklaştırıldıklarına tanık olunmaktadır. Bir süre yakınlaşan ÖDP ve DSİP
arasında Marguiles üzerinden kopan kavga da bu minvaldedir. Yani dışa açılma da
yalandır. “Tartışma platformu kurduk” ya da “kriz var, gelin beraber çözelim”
demek de aynı türden yalanlardır. Bu lafların arkasında önceden belirlenmiş
sabit bir fikir mevcuttur, yapılan sadece balık tutmak için olta yerine ağ
(serpme) ya da trol kullanmaktır.
Bu türden tartışma süreçlerinin arkasındaki kasıt
budur. Kitleye nasıl bakılıyorsa sol içine de aynı şekilde bakılır. Geniş bir
ağ gerip tüm öğrencileri avlayacağını düşünen, ancak sınıfsal karakterinin
dayatması ile sadece kendi eşbenzerlerini kucaklayabilen bir örgüt, sol içi
tartışma süreçlerinde de aynı oyunu oynar. Açıktan ya da gizli, bu düzende
komün olarak konumlanmayı matah bir şey gibi satanların hamleleri sahtekârlıkla
maluldür. Zira bu düzen, komünleri şehircilikteki “park ve bahçeler” türünden bir
içerikle sürekli üretmektedir.
Bir devrimci homojen, stabil, çatışmasız, gerilimsiz,
kendiyle barışık, kendine kapalı bir bütün olmakla övünemez. Bu özel’likler tam
da devrimciliğin bittiği yerdir.
Kendine kapalı, bütünlüklü bir ürün bile olsa, onun
ancak küçük bir parçasını üreten işçinin bilinci bu türden yaklaşımları,
böylesi özel’liklerle övünmeyi zûl kabul eder. İşçi, üretim sürecinde ancak
başkaları ile anlamlı olduğunu, yaptığı işin ancak bir işbölümü dâhilinde değer
kazandığını bilir. Sömürüye karşı olmak işçi olmaya karşı olmak demek değildir.
İşçi olmaktan kaçıp sığınılan yerlerin “potansiyel sosyalist” olarak görülmesi,
solun ürettiği bir garabettir. Aynı garabet, mazlum olmaktan kaçıp sığınılan ve
“potansiyel devrimci” olarak kodlanan yerler ve kesimler için de geçerlidir.
Sınıf
Sınıf-devrim-iktidar bağlamında gelişen bir Marksizmle
oluşan parti, sınıf ayağında işbölümünü öğrenir. Sınıftan uzak alanlarda cirit
atan kadroların işbölümünü “küfür”, “zûl” ve “yük” olarak kodlamaları ân
meselesidir.
Zamanında “Leninist örgüt fabrikayı baz alıyor, bu
açıdan kapitalist bir içerik taşır” diyen Mehmet Ali Aybar’ın söylemi, tam bir
demagojidir. Kadrolaşmayı ve kitleselleşmeyi karşı karşıya getirenler, küçük
burjuvalardır. Evrimle devrimin, illegal ile legal’in karşıtlığına yönelik
eleştirinin izlerini Lenin’den Mahir’e takip etmek mümkündür. Aybar’ın
yukarıdaki tespitte “sosyalizm” olarak anladığı şey, emek ile sermaye
çelişkisinin yol açtığı marazları, püsürü temizlemektir.
Devrim
Devrim ayağında öğrenilecek olan, disiplindir. Düşmanı
kendi merkezinde, tek boyutlu değil, sınıfsal-politik gerilimler, çelişkiler ve
çatışmalar üzerinden çoklu anlamayı koşullayacak olan, tüm örgütlerin çok
boyutlu bir mücadeleyi benimsemeleri ve düşmanın netlik kazanması, ölçüsünün,
ölçeğinin belirginleşmesi ile yapılacak saldırıların sıklaşması, yoğunlaşması
ve oluşan mevziler arası bağların güçlendirilmesi sürecidir. Burada bireylerin
değil, örgütsel birimlerin disiplini üzerinde durmak gerekir. Bireyler, her
şeyin kendileriyle başlayıp kendileriyle bittiği yanılsamasından kurtarılmalı,
sorumluluk bu bilinçle birlikte derinleşmelidir.
“Birey” ve “komün” tasfiye edilmeden, solun devrimci
bir güç olması mümkün değildir. Bunlar, küçük burjuvaların kendi mevcudiyetleri
ile çaktıkları metafizik, gayrı maddî kazıklardır.
“Devrimci
ilerleyiş, hiç de kendi doğrudan kazanımları ile kendine yol açmadı, tersine,
ancak sımsıkı, katı ve güçlü bir karşı devrim ortaya çıkartarak kendisine bir
düşman yaratarak ve onunla savaşarak, yıkıcı parti en sonunda gerçek devrimci
bir parti oldu.”[2]
İktidar
Lenin, devrim yaptıktan bir iki yıl sonra
karşılaştıkları sorunlar üzerine şu tespiti yapar: “Her devrim sorunu iktidar
sorunudur.” Ama bizim başarıcı, oportünist solcularımız, bu tespiti ön
tarihsel-toplumsal birikimini by-pass edip doğrudan başa alırlar. Bir ânda Ekim
Devrimi devre dışı kalır, devrim sonrasının kudretine sığınmak “politik” zannedilir.
Oysa Lenin’in karşılaştığı maddî sorunlar daha
önemlidir. O sorunlara çözüm olarak “her devrim sorunu, iktidar sorunudur”
deyip muktedir olmadığını bilince çıkartan, ardından da iktidar ilişkilerini
dönüştürecek hamleler yapan Lenin ve yoldaşlarının o verili müdahalelerini
örgüt içinde ve genel siyaset alanında taklit etmek ise asla Leninizm değildir.
Troçki, aynı dönemde edebiyat ile ilgili tartışmalarda
“sönmüş yıldızlara hayat götüreceğiz” diyen Mayakovski’ye şunu söyler: “Boşver
yıldızları, Moskova’nın elli kilometre uzağında aç sefil köylüler var, önce
oraya ekmek götür.” Gelecekte söyleyeceklerini yalanlayan sözler sarf eden
Troçki, meselenin adım adım ilerleyeceğinin bilincindedir. O, ancak sıcak maddî
pratiğin içinde böylesi bir bilinçle hareket edebilmektedir.
Basit bir izahla şu söylenebilir: iki madde aynı ânda
aynı yerde bulunamaz. Bulunmaya çalıştığı noktada çatışma doğar. Demek ki
devrim öncesinden sonrasına uzanan süreçte devrimle niteliksel ve niceliksel
anlamda dönüşüme uğrayan iktidar, başka bir hâl almalıdır. Burada Lenin’e
atıfla, devrimin iktidarı güvence altına almadığı görülüyorsa, hiyerarşik
anlamda belli yapıların (örneğin kurucu meclisin ve sovyetlerin) düzenlenmesi
zorunludur. Uzaya hayat götürmeye kilitlenmiş bir kafa için bu düzenleme baştan
yanlıştır.
Aynı şekilde Antonio Negri gibi isimler için
kapitalizmden komünizme geçiş aşaması olarak belirlenmiş sosyalizm de artık
geçersizleşmiştir. Bu kafanın burjuvazinin, devletin ve genelde kapitalizmin
tüm artıkları ile mücadele etmeye yüreği yoktur, zira bu isimler de böylesi
birer artıktırlar. Kendilerini muhafaza etmek için sosyalizmi devre dışı
bırakmaktadırlar.
Mülkiyet ve Rekabet
Batılı solcuların ikili bir yönelimi mevcuttur:
Komintern sonrası boşluğa düşen yapılar içinde sol, ya kendi ülke bütünlüğünden
Sovyetler’e ve sonrasında Çin’e; ya da tersten, Sovyetler’den ve Çin’den kendi
ülke bütünlüğüne bakmıştır. Bir taraf için zamanla Fransız Devrimi ile Ekim
Devrimi arasındaki ideolojik yarışta birinci devrim galip gelmiş, tüm teori ve
pratiğe galebe çalmış; diğer taraf için kendi ülkelerinin salahiyeti ve mevcudiyeti
Sovyetler’e ve/veya Çin’e üstün gelmiştir. Bu terazi ve bu salıncak her şeyi
belirlemiştir. Örneğin kendi ülkelerinde “kültür devrimi yok” diye Çin
sevilmiş, “Sovyetler'de demokrasi yok” diye kendi ülkelerindeki demokrasi
kurgusu yüceltilmiştir.
Bu salınımın güvenliği için sınıf, devrim ve iktidar
düz bir hat üzerine yerleştirilir, her biri arasındaki maddî ilişkiler devre
dışı bırakılır, çok boyutlu olan işleyiş, salt öznenin yüce bekasının hizmetine
koşulup tekdüzeleştirilir.
Sınıf’çılar, devrim’ciler ve iktidar’cılar,
birbirlerine fark koymak, mülkiyet ve rekabet dünyasında faaliyet yürütmek,
kendi mülklerini korumak ve diğer ekiplerle yarışmaktan başka bir şey
yapmazlar.
Partinin bugündeki militanlarının iktidardan
öğrenecekleri şey, hiyerarşidir. Bu hiyerarşinin kişisel tercihlerle değil,
sınıfsal, devrimci zorunluluklarla biçimlenmesi gerekir. Parti her türden
gerilimin, çelişkinin ve çatışmanın ortadan kalktığı, geleceğe ait bir ütopya
değil, bugünde savaşan somut bir gerçekliktir.
“Bize
göre komünizm, ne yaratılması gereken bir durum, ne de gerçeğin ona uydurulmak
zorunda olacağı bir ülküdür. Biz, bugünkü duruma son verecek gerçek harekete
komünizm diyoruz. Bu hareketin koşulları, şu ânda varolan öncüllerinden
doğarlar.”[3]
Bu açıdan örgüt’çü değil, örgütlü olmak zorunludur.
Hâkim örgüt’çülük yarışında ve ona dayalı mülkiyet ilişkilerinde kaybolmak,
“adam yurdu”na konmak, kabul görmek, belli bir sıfatla piyasada arz-ı endam
etmek yerine, komünist siyasetin güç olabilmesi için çalışmak gerekir.
Salıncağın keyfini çıkartanlar, altta hüküm süren mücadeleleri, o mücadelelerin
cefasını çekenlerin acısını, sömürülen, mazlum yığınların sınıfsal devrimci ve
muktedir bir güç olarak yeniden oluşmalarını asla önemsemezler. Zira bu gelişme
onların varlığına zarar verir.
“Hakikî
sosyalizm, oluşumu dâhilinde her türlü gerçek parti çıkarından mahrum olan
toplumsal yazın hareketlerinin mükemmel bir örneğidir ve komünist partinin
oluşumu ardından bu hareketin niyeti, komünist partiye rağmen varlığını
sürdürmede ısrarcı olmaktır. Şurası aşikâr ki Almanya’da gerçek bir komünist
partinin ortaya çıkışı ile birlikte hakikî sosyalistlerin sahip olduğu kamuoyu
giderek daha fazla küçük burjuvazi ile kendisini temsil eden kısır ve bitkin
aydınlarla sınırlı kalacaktır.”[4]
Devrimci örgütler kolektifi olarak parti, yegâne mecburiyetimizdir. “Gelecekte nasıl olsa
devrim olacak, sosyalizm gelecek” diye mücadeleden kaçmak olmazsa, gelecekte
bugünün dinamikleri ile oluşacak partiye kadar örgütlülüğü, bu bağlamda
işbölümünü, disiplini ve hiyerarşiyi boşlamak olmaz. Aksine, devrim ve
sosyalizm, tam da bizim pratiğimizle tanımlı ise, kâğıttaki hâlinden çıkıp
ancak bizim kolektif eylemimizle maddîleşiyorsa, parti de bizim devrimci
pratiğimize ve kolektif eylemliliğimize muhtaçtır. Genel anlamda devrimle, özel
olarak sol içinde, hatta genel siyaset alanında gerçekleşen devrim niteliksel
açıdan aynıdır. Zira ikincisi, birincisinin somut maddî tezahürüdür. Devrim
gökten zembille inmeyecekse, onun bugünde karşılığı olmalıdır.
Eren Balkır
20 Ekim 2009
Dipnotlar:
[1] Louis Althusser, Gelecek Uzun Sürer, Can Yay., Çev.: İsmet Birkan,
İstanbul 1996, s. 178.
[2] Karl Marx, Fransa'da Sınıf Savaşımları, Sol
Yay., Çev.: Sevim Belli, Ocak 1988, s. 38.
[3] K. Marx, F. Engels, Alman İdeolojisi, Sol
Yay., Çev.: Sevim Belli, 1992, s. 58.
[4] F. Engels, “Hakikî Sosyalizm”, Nisan 2009, İştirakî.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder