Pages

23 Haziran 2009

Sıçramalar! Sıçramalar! Sıçramalar!

Hannah Arendt’in endişesi, politikanın dünyadan tümüyle silineceğine dairdi. Yüzyıl, politikanın hâlâ bir anlama sahip olup olmadığı sorusunun kaçınılmaz hâle geldiği kimi felâketlerle yüzleşti. Bu korkular içinde önem arz eden meseleler, fazlasıyla pratikti:

“İçinde tüm politikanın sona erdiği anlam yoksunluğu, belirli politik sorunların toplaştığı açmaz tarafından onaylanıyor.”[1]

Arendt’e göre, politikanın bu korkulan gözden kayboluşunun ortaya çıkardığı biçim, totalitarizmdi. Bugün yüzleştiğimiz şey, tehlikenin farklı bir biçimi: piyasa tiranlığının insanî yüzü olarak totalitarizm. Burada politika, karnından konuşan kapitalizmin sunduğu reçetelerin doğal ve moral vericiymiş gibi görünmesini sağlayan mali piyasalar nizamı içinde parçalanmış durumda. Politikanın sonu ve tarihin sonu, bu hâliyle, tüm şeytanîliğiyle kendisini yinelemeyi bilen metanın sonsuzluğunda çakışıyor ki Fukuyama ile Furet’nin cansız sesleri tam bu noktada yankılanıyor:

“Başka bir toplum fikrinin düşünülmesi artık neredeyse imkânsız, dünyada hiç kimse, artık konuyla ilgili bir teklifte bulunamıyor. Biz, bugün dünyanın verili hâli içinde yaşamaya mahkûmuz.”[2]

Bu, melankoliden de beter; Bugün yaşasa Blanqui bize eşlik edip şunu söylerdi: “Dow Jones (New York) ve FT 100 (Londra) içinde ebediyete kadar yaşayacak insanlık tahayyülü, umutsuzluğun dik âlâsı.

Hannah Arendt, politika için bir başlangıç ve bitiş tarihi belirleyebileceğini düşündü: tarihi Platon ve Aristo’dan başlatan Arendt, politikanın kesin sonunu Marx’ın teorilerinde gördü.[3] Felsefenin sonunu ilân eden Marx, aynı zamanda diyalektiğe ilişkin kimi yaklaşımlar aracılığıyla politikanın da sonuna işaret etmişti. Bu yaklaşım, kapitalist şiddet ve modernite fetişizmi ile yüzleşmede, Marx’ın politikasının benzersiz olduğunun kabulü konusunda başarısızlığa uğradı:

“Bürokratik devleti soyut evrensel içerisinde cisimleştiren politik faktörün küstah abartısına karşı dururken devlet, her şey için geçerli bir şey değildir.”

Sosyal olana ilişkin tek taraflı bir tutkudan ziyade Marx’ın çabası, ayrı bir yapı olarak devletin zaruri sönümlenmesi için yolu hazırlayacak olan devlet olmayan politik yapıların inşasından başlayarak, ezilenlerin politikasını ortaya çıkartmaya yönelikti.

Hayatî ve acil sorun, aşağıdan politika, dışarıda tutulanlar için politika ve hâkim sınıfların devlet politikası ile bağların koparılmasıdır. Bu noktada proleter devrimlerin ve onların yinelenen trajedilerine ait bulmacayı çözmemiz gerekiyor: üsteki tozu nasıl atıp başarıya ulaşacağız? Fizikî ve ahlâkî açıdan zorunlu emeğe dayalı gönülsüz hizmetkârlığı aracılığıyla kendi gündelik hayatı içinde gömülü olan bir sınıf, kendisini insanlığın kurtuluşunun evrensel öznesi hâline nasıl dönüştürür? Marx’ın konuyla ilgili cevapları rizikolu bir sosyolojik teşebbüsten türemektedirler: Endüstriyel kalkınma, sayısız gelişmeye ve örgütsel, bilinçsel açıdan ilerleyecek olan işçi sınıfının yoğunlaşmasına yol açar.

“Dolayısıyla, sermayenin mantığı, hâkim sınıf durumuna gelmelerini sağlayacak biçimde, proleterlerin yeniden kurulmalarını gerektirir.”

Komünist Manifesto’nun 1890 tarihli baskısına yazdığı önsözde Engels, bu önermeyi teyit eder:

Manifesto’da ileri sürülen fikirlerin nihaî zaferi için Marx, sadece ve özel olarak, işçi sınıfının, birleşik eylemi ve tartışma sürecinden ister istemez doğacak olan zihinsel gelişimine güvendi.”[4]

İngiliz proletaryasının herkese oy hakkını kazanması, işçi sınıfının toplumdaki çoğunluk olması anlamında, politik temsilin sosyal gerçekliğe uyarlanacağı yanılsaması, bahsi edilen yanılsamadan türer. Aynı mantıkla, 1898 tarihli Manifesto değerlendirmesinde Antonio Labriola, “komünistlerin ve proleterlerin biraraya gelişi, bugün itibarıyla başarılmış bir gerçekliktir” tespitinde bulunur. Proletaryanın politik kurtuluşu, zorunlu olarak onun sosyal gelişimine dayandırılır.

Geçen yüzyılın sarsıcı gelişmelerinin de gösterdiği üzere, metanın tekin olmayan doğasından, kana susamış tanrılarından ve suretlerinden kolaylıkla kurtulmak mümkün değil. Lenin’in zamansız biçimde geçerli duruma gelişi, bu gözlemin sonucu. Eğer hâlâ bugün politikanın, ekonominin doğallaşması ve tarihin öldürülmesi çifte tehdidini savuşturma gibi bir şansı varsa, emperyal küreselleşme koşullarında bu şansın oluşması için yeni bir leninist eyleme ihtiyaç var demektir. Lenin’in politik düşüncesi, strateji olarak politika, uygun momentler (durumlar) ve zayıf halkalarla ilgilidir.

Krizsiz ya da kopuşsuz, mekanik ilerlemenin “homojen ve boş” zamanı, politika dışı bir zamandır. “Pasif güçler birikimi” ile ilgili Kautski’nin temin ettiği fikir bu zaman anlayışına aittir. İlkel bir dingin güç versiyonu olarak “zamanın dışında duran” bu sosyalizm, politik mücadelenin belirsizliğini tarihsel evrimin önceden bildirilmiş yasaları içinde, kaplumbağa hızında çözecektir.

Diğer yandan Lenin, politikayı mücadeleyle, krizle ve çöküşlerle yüklü bir zaman olarak düşünür. Ona göre politikanın özgünlüğü, devrimci kriz anlayışı içinde ifade edilir; bu kriz, “sosyal hareket”in mantıkî sürekliliği değil, toplumdaki tüm sınıflararası karşılıklı ilişkinin içinde yaşanan genel bir krizdir. Kriz “millî bir kriz” olarak tarif edilir. Metanın mistik fantazmagorisi (düşteki gibi görülen tutarsız hayaller) aracılığıyla örtbas edilen savaş, savaş hattını açığa çıkartır. Böylesi bir durumda proletarya, tek başına ve kaçınılmaz tarihsel olgunlaşma yoluna girmeksizin dönüştürülebilir ve “neyse o” olur.

Dolayısıyla, devrimci kriz ve politik mücadele birbirine sıkı sıkıya bağlantılıdır.

“İşçi sınıfının kendi için elde edeceği bilgi, günümüz toplumundaki tüm sınıfların karşılıklı ilişkilerine ait kesin bilgiye ayrılmaz biçimde bağlıdır; sadece teorik olmayan bu bilgi, politika deneyimine dayalı bilgiden görece daha az teoriktir.”

Gerçekte sınıflararası karşılıklı ilişkilere ait bilgi, pratik politikanın sınavından geçilerek temin edilir. Bu, “bizim devrim”imizi “tüm halkın devrimi” kılar.

Bu yaklaşım, politik olanı sosyal olana indirgeyen kaba işçiciliğin tam zıddıdır. Lenin, kategorik olarak sınıf meselesinin parti meselesi ile karıştırılmasına itiraz eder. Sınıf mücadelesi, işçi ile onun patronu arasındaki karşıtlığa indirgenemez. Sınıf mücadelesi proletaryayı, Kapital’in üçüncü cildinin de konusu olan, bütün olarak kapitalist üretim süreci düzeyinde “bütün kapitalist sınıf” ile karşı karşıya getirir. Marx’ın sınıfla ilgili olarak bitiremediği bölüm, mübadele süreci ile ilgili ikinci cilt ya da üretim süreci ile ilgili birinci ciltte değil, tam da bu noktada ortaya çıkar.

"Bu nedenle politik bir parti olarak devrimci sosyal demokrasi, işçi sınıfını sadece bir grup işverenle ilişkisi değil, ayrıca verili toplum ve örgütlü bir güç olarak devletle ilişkileri içinde temsil eder”.

Leninist stratejideki uygun momentin zamanı, kriz tarafından askıya alınmış ve mücadeleye belli bir ritim kazandırmış bir zamandır; bu müsait momentin ve tekil konjonktürün zamanında gereklilik ve olasılık, eylem ve süreç, tarih ve olay birbirlerine düğümlenmişlerdir.

“Devrimi tekil bir eylem formu içinde düşünmemeliyiz: devrim, şu veya bu şekilde yaşanan ağır durgunlukları takip eden kimi şiddetli patlamaların hızlı tekrarı olacaktır. Partimizin esas faaliyetinin, partinin faaliyetinin esas odak noktasının hem en şiddetli patlama dönemlerinde hem de durgun dönemlerde, tüm Rusya’ya yönelik birleşik ajitasyon çalışması olarak biçimlenme olasılığının ve gerekliliğinin sebebi buradadır.”

Devrimlerin çeşitli zamanlarda ivmelenen veya yavaşlayan, kendilerine ait tempoları vardır. Aynı zamanda devrimler, kendi geometrilerine sahiptirler; ani dönüşler ve çatallanmalar içinde düz yol kırılır. Dolayısıyla parti, bu noktada yeni bir ışık içinde bulur kendisini. Lenin’e göre artık görev, ne kümülatif deneyimin sonucudur ne de mütevazı bir öğretmenin proleterleri cehaletin karanlığından aklın aydınlanmasına çıkartmasıdır. Parti, sınıf mücadelesinin stratejik uygulayıcısı, bir tür vites kutusu ve makasçısıdır. Walter Benjamin’in de tüm açıklığı ile kabul ettiği biçimiyle, politikanın stratejik zamanı klasik mekaniğin homojen ve boş zamanı değil, düğümlerle ve olaylara gebe rahimlerle yüklü, kırılmış bir zamandır.

Şüphesiz ki Lenin’in düşünce formasyonunda süreklilikler ve kopuşlar arasında karşılıklı bir etkileşim sözkonusudur. “Epistemolojik” olmayan bu ana kopuşlar 1902’de, Ne Yapmalı? ve Bir Adım İleri’de ya da 1914-16’da, yani savaşın alacakaranlığında emperyalizm ve devleti Hegelci mantığın ipine tutunarak, yeniden düşünmenin gerek arz ettiği momentte konumlandırılabilir. Aynı zamanda temel bir eser olarak Rusya’da Kapitalizmin Gelişimi’nden başlayarak Lenin, kendisine teorik düzeltmeler ve stratejik ayarlamalar yapma imkânı veren çerçeveyi çizer.

Bolşevizmin içinde tarif edildiği gidişatta yaşanan karşılaşmalar, devrim içindeki devrimin birer ifadesidir. Ne Yapmalı? ve Bir Adım İleri, İki Adım Geri’deki polemiklerden başlayarak klasik metinler, temelde askerî disipline sahip merkezî öncü fikrini her şekilde muhafaza ederler. Esas nokta başka bir yerdedir. Lenin, parti ile sınıf arasındaki “örgütsüzlük” olarak tarif ettiği karışıklığa karşı mücadele etmektedir. Parti ile sınıf arasına konulan mesafe, kendi bağlamını, o günlerde özellikle Rusya’daki sosyalist harekette yaşanan büyük tartışmalar içinde bulur. Bu anlayış, kimi zaman “saf sosyalizm”i savunma noktasına yakınlaşan halkçı, ekonomist ve menşevik akımlara muhalefet eder. Resmî ortodoksiyle yaşanan bu uyuşmazlık, esasta demokratik devrimin tarihsel evrim yolu üzerinde gerekli bir aşama olduğunu söyleyen fikri dile getirmektedir. Güçlenmeyi, toplumda ve seçimlerde çoğunluğu temin etmeyi beklerken oluşmaya başlayan işçi sınıfı hareketinin burjuvazi karşısındaki önder rolünü terk edeceği ve kapitalist modernizasyonun desteklenmesi yönünde ortaya konulacak faaliyetle yetineceği varsayılır. Tarihin yönüne duyulan bu güven, yani zamanın her şeyi bekleyenlerin önüne sereceği fikri, Kautski ve İkinci Enternasyonal’in ortodoks konumunu verir: iktidar, olgun meyve gibi daldan düşene dek “iktidar yolları” boyunca sabırla ilerlemek gerekir.

Diğer yandan, Lenin’e göre, hareketi yönlendiren, hedefin kendisidir; strateji taktikleri, taktikler tarihi önceler. Birleşmeden önce başkalarına sınır çekmek bu nedenle gereklidir; birleşmek, “memnuniyetsizliğin her türlü belirtisinden istifade etmek, toplaşmak ve her protestoyu değerlendirmek, ne kadar küçük olunursa olsun, zaruridir.” Başka bir deyişle bu, “politik mücadeleyi, işverenlerle hükümete karşı işçilerin verdiği ekonomik mücadeleden daha kapsamlı ve karmaşık bir olgu olarak anlamaktır.”[5] Bu nedenle, Rabocheye Dyelo [“İşçilerin Davası”], politik hedeflerini ekonomik mücadeleden çıkartırken, Lenin gazeteyi, “proletaryanın çok yönlü politik faaliyetinin değerini küçülttüğünü” söyleyerek eleştirir. “Saf bir işçi sınıfı hareketi”nin bağımsız bir ideoloji üzerinde durarak var olacağı zannı, bir yanılsamadan ibarettir. Aksine, salt işçi sınıfı hareketinin kendiliğinden gelişimi, “hareketi burjuva ideolojisinin emrine verir.” Zira hâkim ideoloji, bilincin manipülasyonu meselesi değil, meta fetişizminin nesnel bir sonucudur. Meta fetişizminin demirden eldivenle gerçekleştirdiği idare ve zorla dayattığı kölelikten, ancak devrimci krizle ve partilerin politik mücadelesi ile kurtulmak mümkündür. Esasında bu, Marx’ın o güne dek çözümsüz kalan bulmacasına verilen leninist cevaptır.

Lenin’e göre her şey, yok olanın var olduğu akınlarla tarif edilecek politika anlayışına götürür: “Kuşkusuz son çare olarak, politik gruplaşmalar için en kapsamlı temel, sınıflara ayrışmaktır.” Ancak bu son çare, “sadece politik mücadele ile oluşturulur.”

Dolayısıyla komünizm, esas olarak toplumsal hayatın tüm noktalarından fışkırır: komünizm, muhakkak ki her yerden çiçek açar. Eğer bir çıkış noktası özel bir kaygı ile engellenirse yayılma işlemi başka bir çıkış noktası bulur ki bu, bazen en beklenmedik olandır. Bu nedenle “ateşi hangi kıvılcımın tutuşturacağı” bilinemez.

Bu noktada Tuçolski’nin şu sloganı leninist politikayı özetleyici niteliktedir:

“Hazır olun! İmkân dâhilinde olmayana, beklenmedik şeylere ve olana.”

Eğer Lenin, politikayı “yoğunlaşmış ekonomi” olarak tarif ediyorsa, bu yoğunlaşma, politikanın “ekonomi karşısında öncelik kazanırken” başarısız olmasına imkân vermeyecek olan temel üzerinden yaşayacağı niteliksel değişimi ifade eder. Diğer yandan, “Buharin, ekonomik ve politik bakış açılarının bileşimini savunarak eklektisizme kayar.” Aynı şekilde, İşçi Muhalefeti’ne karşı yürüttüğü polemikte Lenin, bu “sefil ismin” politikayı sosyal olana indirgediğini, millî ekonominin idaresinin doğrudan “üretici birliklerinde toplaşmış üreticiler”e devredilmesi gerektiğini iddia ettiğini ve sınıf mücadelesini sentezden uzak, kesimsel çıkarların yüzleşmesine indirgediğini söyler.

Aksine, politikanın kendi dili, grameri ve sözdizimi vardır. Politika da kimi gecikmeler yaşar ve dili sürçer.

“Politik düzeyde başkalaşmış sınıf mücadelesi, kendi en tam, en şiddetli ve en iyi tarif edilmiş ifadesini partilerarası mücadelede bulur.”

Özel bir ses perdesinden türeyen ve acil kararlara indirgenemez olan politik söylem, aritmetikten çok cebre benzer. Zarureti, sömürü ilişkisine doğrudan bağlantılı sosyal taleplerden çok, “görece daha karmaşık”, farklı bir nizama aittir. Kaba marksistlerin tahayyülünün aksine “politika, ekonomiyi uysal bir biçimde takip etmez.” Devrimci bir militanın ideali, dar ufuklu bir sendikacı değil, “toplumun tüm yüzeylerinde yıkımın ateşini körükleyen bir halk lideri” olmaktır.

“Leninizm” ya da tercihen stalinize edilmiş “leninizm”, bir tür devlet ortodoksisi üretmiş ve bu, sıklıkla bürokratik despotizminden sorumlu olmakla suçlanmıştır. Sınıftan ayrı öncü parti anlayışından kaynaklı olarak, tüm bürokratik cehenneme ait ortamlarla ve devlet aygıtı ile ikame edilen gerçek toplumsal hareketin bu unsurların mikrobunu içinde barındırdığına inanılır. Ancak pek de âdil olmayan bu yaklaşımın ürünü olan suçlama, gerçek bir güçlüğe sebebiyet verir. Eğer politika sosyal olanla özdeş değilse, birinin diğerini temsil etmesi, ister istemez belli sorunlara zaten yol açacaktır; bu durumda meşruiyetin temeli neresi olabilir?

Lenin’e göre, temsilcilerin seçmenleri yeterli ölçüde temsil ettiklerine ilişkin bir eğilimin varolduğuna ilişkin zan ile çelişkiyi çözmenin cazibesi, nihayetinde işi politik devletin sönümlenmesine kadar götürür. Temsiliyetteki çelişkiler hiçbir özel faile alan açmazlar, sürekli olarak kurucu biçimlerin çoğulluğu içinde sorgulanıp dururlar ve bir yandan da imha edilirler. Sorunun bu yönü, artık önem arz etmeyen bir başkasının örtbas edilmesi riskini taşır; bu sebeple Lenin, kendisine ait keşfin tüm boyutlarını kabul etme niyetinde değil gibidir. Kautski’nin herkesçe kabul gören bir metnini yorumladığı düşünülürken, o aslında sözkonusu metni bir biçimde tahrif etmektedir. Kautski, “bilim”in proleterlere “sınıf mücadelesinin dışından, burjuva aydınlarca taşınacağını” söyler. Olağandışı bir fiil kayması ile Lenin, bu cümleyi (“bilim”den ziyade) “sınıfsal politik bilincin” (“sınıf mücadelesi”nin değil) ekonomik mücadelenin dışından götürüleceği biçiminde tercüme eder.[6] Bu götürme işlemi, artık sosyal bir kategori olan aydınlarca değil, politika alanını kendi özgünlüğünde yapılandıran bir fail olarak parti tarafından gerçekleştirilecektir. İki cümle arasındaki fark, oldukça önemlidir.

Toplumsal gerçekliğin yer değiştirmeler ve yoğunlaşmaların daimi karşılıklı etkileşimleri aracılığıyla kendisini ifşa ettiği politikanın diline dönük bu tarz bir sürekli ısrar, mantıkî açıdan çoğulluk ve temsiliyet temelli bir düşünme biçimi ile sonuçlanmalıdır. Eğer parti sınıf değilse, aynı sınıf, bu sınıfın farklılıklarını ve çelişkilerini ifade eden bir dizi parti tarafından politik düzlemde teslim edilmelidir. Sosyal olanın politik olan içindeki temsiliyeti, o hâlde kurumsal ve hukukî değerlendirmenin nesnesi olmalıdır. Bu noktada Lenin daha da öteye gider. Ancak Lenin’in 1921’deki millet ve sendikalar meselesi ve ayrıca 1917 süresince demokrasiye dönük aldığı tutumlara yönelik ayrıntılı bir çalışma, bu makalemizin sınırlarını aşmakta ve elbette bu sınırlar bizi ilgili tutumların sorgulanması konusunda engellemektedir.[7]

Lenin, politik uzmanlaşmayı sınırlandırmak amacıyla temsiliyeti Paris Komünü’nden ilham aldığı kurallara tabi kılar: seçilmiş temsilciler ehil bir işçinin maaşını alırlar, devlet memurlarıyla ilgili iltimas ve imtiyazlar konusunda sürekli uyanık olunmalıdır ve ayrıca seçilmiş olanların seçenlere yönelik sorumlulukları vardır. Her daim inanılan efsanenin aksine Lenin, yetkilerin birleştirilmesi meselesini savunmamıştır. Parti konusunda Lenin: “delegelerin otoriteleri, yetkilerin birleştirilmesi aracılığıyla sınırlandırılmamalıdır" der; otoritenin icra edilmesinde delegeler tümüyle serbest ve bağımsızdırlar.”; hâkimiyet, mecliste ya da kongrededir. Devlet organlarında da “vekillerin geri çağrılması hakkı”, yetkilerin birleştirilmesi meselesi ile karıştırılmamalıdır. Yetkilerin birleştirilmesi, temsiliyeti, özel çıkarların ve dar anlamda ele alınmış yerel bakış açılarının parçalı bir ilavesine indirger ve olası her türlü sentezi engelleyerek, tüm mesele ve ilişkilerle ilgili demokratik danışma imkânını sıfırlar.

Çoğulluk konusunda olduğu gibi Lenin, ortak uzlaşma tarafından kabul edilmiş sınırlar dâhilinde hüküm sürdüğü sürece, partide “fikir gölgelerinin mücadelesi”ne de onay verir. Ona göre;

"Azınlık haklarının parti kurallarınca güvence altına alınması gerekir. Sürekli ve kaçınılmaz bir biçimde ortaya çıkabilecek olan tatminsizlikler, öfke ve çelişkiler alışıldık cehalet kanallarından ve hırgürden çıkartılıp fikir mücadelesi için yapısal ve daha şerefli bir kanala sevk edilmelidir. Bu temel güvencelerden biri konusunda bizim önerimiz, azınlığın bir ya da birden fazla yazar grubuna sahip olmasına izin verilmesi ve buna, kongrelerle temsiliyet ile birlikte tam bir ‘konuşma özgürlüğü’ hakkının eşlik etmesidir.”[8]

Eğer mesele seçim ve kararsa, politika örgütlü çoğulluk gerektirir. Bu, örgütlenme ilkeleri meselesidir. Örgütlenme sistemi bu somut koşullara göre farklılık arzeder, ama fırsatlar labirentinde ilkenin ipi asla bırakılmaz. O hâlde, herkesçe bilinen şu disiplin meselesi eyleme konduğunda bile leninizme dair, onu yücelten efsaneden daha az bir kutsiyete sahiptir. Açıktan isyana itiraz ederken Zinovyev ve Kamenev’in nasıl disiplinsizlik suçu işledikleri, ama öte yandan da sorumluluklarından feragat etmedikleri bilinen bir gerçektir. Bizatihi Lenin bile kimi özel durumlarda, partinin emirlerine uymama konusunda kişisel bir hak talep etmekten çekinmemiştir. O, bu nedenle parti saflarında “ajitasyon özgürlüğü”nü elde etmek için sorumluluklarını bırakmayı düşünmüştür. Kritik karar ânında Lenin, açıktan merkez komiteye, “Benim gitmemi istemediğiniz yere (Smolni’ye) gittim. Hoşça kalın.” diyebilmektedir.

Özgün mantığı içinde Lenin, tek ülkede temsiliyeti ve çoğulluğu meclissiz ya da demokratik gelenekler olmaksızın tasarlamıştır. Ancak o, bu tespiti sonuna kadar götürmez. Bunun (en az) iki nedeni vardır. İlki, zalimin yıkılmasıyla birlikte halkın (ya da sınıfın) homojenliği meselesinin zaman meselesi olduğunu söyleyen Fransız Devrimi’ne ait yanılsamayı miras almış olmasıdır: artık halk içindeki çelişkilerin kaynağı, ya başkalarıdır (yabancı güçlerdir) ya da vatan hainleridir. İkinci neden, politik olanla toplumsal olan arasındaki mesafenin ölümcül geriye dönüşü engelleyen bir güvence olmayışıdır: politikanın sosyalleşmesine yol açmak yerine diktatörlük, toplumsal olanın bürokratik katmanlaşması anlamına gelebilir. Bizzat Lenin, Sovyetler’de partiler arası mücadelenin yok olacağı yönünde kendince kehanette bulunmamış mıydı?

Devlet ve Devrim’de partiler, kendi işlevlerini, tümüyle ayrı bir devlet olmak durumunda kalmayacak olan doğrudan demokrasi lehine olacak şekilde yitireceklerdir. Ancak ilk başta gelişen umutların aksine, toplumun katmanlaşması süreci, devletsel işlevlerin toplumsallaşması süreci karşısında galebe çalmıştır. Askerî kuşatma ve kapitalist restorasyon gibi önemli tehditlerle meşgul olan devrimciler, ayakları altında giderek büyüyen bürokratik karşı devrim tehlikesini görememişlerdir. Çelişkili bir biçimde Lenin’in zayıflığı, otoriteryan niyetleri ve özgürlükçü hevesleri ile bağlantılıdır ve sanki bu ikisi arasında gizli bir bağ mevcuttur.

Teorinin strateji hâline geldiği koşullarda devrimci kriz, olası bir kritik karar ânı olarak belirir:

Genelde tarih, daha özelde devrimler tarihi, daima en gelişkin sınıfların en bilinçli öncülerinin ve en iyi partilerinin kavradıklarından kendi bağlamı içinde daha zengin, daha çok yönlü, daha canlı ve daha yaratıcıdır. Ayrıca en iyi öncüler, on binlerce insanın tutkusunu, iradesini ve bilincini ifade ettiklerinden, devrim, tüm insanî meziyetlerin özel bir yüceltimi ve gerilimi olduğundan, bilinç, irade ve tahayyülün en sert sınıf mücadelesi tarafından teşvik edilmesi anlaşılır bir şeydir. Bu sebeple, şu iki pratik sonuç önem arz eder: ilkin devrimci sınıf görevini yerine getirmek amacıyla en ufak bir istisnaya imkân tanımaksızın, toplumsal faaliyetin her türlü biçimine ve yönüne sahip çıkmalıdır; ikinci olarak, devrimci sınıf, bir biçimden diğerine, hızla ve herhangi bir uyarıda bulunmaksızın geçiş yapmaya hazır ve nazır olmalıdır.

Bu tespitten Lenin, toplumsal ilişkilerin çoğunlukla aniden ortaya çıktığı beklenmedik olaylara cevap vermek gerektiği sonucunu çıkartır:

“Kitlelerin ayaklandırılması bağlamında, yangını hangi kıvılcımın başlatacağını bilmeyiz, zaten bilemeyiz de; bu nedenle biz, yeni ve komünist ilkelerimizle en eski, en küflenmiş ve görünüşte umutsuz olan tüm yüzeyleri kışkırtmak zorundayız, zira aksi takdirde görevlerimizi ifa edemeyiz, kapsamlı bir hazırlık yapamayız ve tüm silâhlara sahip olamayız.”[9]

Tüm yüzeyleri kışkırtın! En beklenmedik çözümler için tetikte olun! Biçimlerin ani değişimi için hazırlanın! Tüm silâhların nasıl devreye sokulacağını bilin!

Bunlar, beklenmedik olaylar ve sınırlı bir konjonktürün etkin olasılıklarına ilişkin bir tür sanat olarak kavranmış, politikanın özlü sözleridir.

Politikadaki bu devrim, bizi İkinci Enternasyonal’in çöküşünde sistematize edilen devrimci kriz anlayışına geri götürür. Kriz, belirli bir durumda mevcut olan bir dizi değişik unsurun kendi aralarındaki etkileşimiyle tarif edilir: yukarıdakiler eskisi gibi yönetememektedirler; aşağıdakiler baskı altında olmayı eskisi gibi tolere edememektedirler ve bu iki koşula kitlelerin ani galeyanı eşlik edecektir. Rus Devrimi Tarihi adlı çalışmasında bu ölçüleri benimseyen Troçki’ye göre, “bu öncüller birbirlerini açık biçimde koşullar. Daha kararlı ve güvenli bir üslupla faaliyet yürüten proletarya için başarı, ara yüzeyin kendisinin peşinden sürüklenmesi, hâkim sınıfın tecrit edilmesi ve yoğun biçimde cesaretinin kırılması sayesinde gelir. Diğer yandan, yöneticilerin cesaretlerinin kırılması devrimci sınıfın değirmenine su taşıyacaktır.[10] Ancak kriz, kendi çözülme koşullarını güvencelemez. Lenin’in kritik bir durumda devrimci partinin müdahalesini belirleyici addetmesinin nedeni budur:

“Her devrimci durum devrime yol açmaz; devrim, sadece yukarıda belirtilen nesnel değişimlere öznel bir değişim, yani kriz döneminde bile alaşağı olmamış ve ‘düşmemiş’ eski hükümeti parçalamak (sarsmak) için devrimci sınıfın devrimci kitle eylemini yeterli ölçüde ve güçlü biçimde kullanma becerisi eşlik ediyorsa gerçekleşir.”[11]

Kriz, sadece yenilgiyle, çoğunlukla öldürücü olan gericilik elinde ya da kararlı bir öznenin müdahalesi ile çözülmez.

Bu, tam da Lukács’ın Tarih ve Sınıf Bilinci’ndeki leninizm yorumuna benzer. Ta Komintern’in Beşinci Kongre’sinde bu yorum, Lukács’ın Thermidorcu bolşevikleştiricilerce lânetlenmesine neden olur. Esasında Lukács’ın ısrarı şu yöndedir:

“Sadece proletaryanın bilinci, kapitalizmi çıkmaza sürükleyecek yolu işaret edebilir. Bu bilinçten mahrum olunduğundan, kriz baki kalmış, başlangıç noktasına geri dönmüş ve devir tamamlanmıştır. […]”

Ayrıca Lukács’a göre;

“Son noktayı koyacak olan savaşların gerçekleştiği dönemle önceki dönem arasındaki fark, savaşların kapsamı ve yoğunluğundan kaynaklanmaz. Bu niteliksel değişimler, sadece bu mücadeleleri öncekilerden ayıran niteliğin içindeki temel farklılıkların semptomlarıdır. […] Ancak bugün proletaryanın bağımsızlaştığı ve ‘kendisini bir sınıf olarak örgütlediği’ süreç, proletaryanın kendi idraki dâhilinde giderek daha fazla karar alıcı hâle geldiği zamana, yani kapitalizmin nihaî krize ulaştığı döneme kadar yinelenir ve yoğunlaşır.”[12]

Bu tespit, nazizm ve stalinist gericilikle yüzleştiği otuzlarda, Troçki’de yankılanır ve Troçki, devrimci liderliğin krizi ile insanlığın krizini denkleyen kendi formülünü üretir.

Chateaubriand, “strateji, kitle, hız ve zamanın toplamıdır” diye yazar. Sun Tzu’ya göre savaş sanatı, değişim ve hız sanatıdır. Bu sanat, “tavşan hızı”na ulaşmaya ve “hızla karar alma”ya muhtaçtır. Önemli bir zaferin savaşa bir gün erken ya da birkaç saat geç iştirak edilmesinin yenilgiye yol açıyor oluşu bunun kanıtıdır. Bu tespitten türeyen harekete ilişkin kural, hem politikacılar hem de askerler için geçerlidir:

“Uygun bulduğunuzda asla hiçbir fırsat kaymasına izin vermeyin. Beş unsur her yerde mevcut değildir ve asla eşdeğerde saf olamaz; dört mevsim her yıl aynı biçimde seyretmez; ufkun her noktasında güneşin doğuşu ve batışı aynı değildir. Bazı günler uzun, bazıları da kısadır. Ay büyür, küçülür ve her daim aynı ölçüde parlak olmaz. Çok iyi yönetilen ve mükemmel bir disipline sahip bir ordu, bu varyasyonları uygun biçimde kendisine örnek alır.”[13]

Devrimci kriz anlayışı, bu strateji dersini alır ve onu politize eder. Belirli istisnaî koşullarda güçler dengesi kritik bir noktaya ulaşır.

“Ritimlerdeki her türlü bozulma çelişki üzerinde kimi etkilere yol açar. Onu altüst eder ve karıştırır. O, ayrıca zaman içinde bir boşluk yaratır ve bu boşluk bir icatla, bir tür yaratımla doldurulur. Bu, bireysel ve toplumsal düzlemde sadece krizden geçmek suretiyle gerçekleşir.”

Zamanda boşluk mu? İstisnaî moment mi? Oluşmamış gerçeklik, oluşmuş gerçekliğin alınyazısı ile çelişerek ortaya çıkar.

1905’te Lenin hıza yönelik övgü konusunda Sun Tzu ile yan yana gelir. Ona göre, “zamanında başlamak” ve hızla eyleme geçmek” zaruridir.

“Hızla ve her yerde savaşçı gruplar oluşturun. Gerçekte biz, Hegel’in sözünü ettiği ve diyalektiğin mükemmel bir tarifini veren ‘kısa süreli momentler’i havada yakalamak zorundayız. Zira Rusya’da devrim, proleter devrime doğru genişleyen bir burjuva devriminin değil, iç içe geçen iki devrimin organik sonucudur. Olası bir felâketten kaçınma imkânı güçlü bir konjonktür anlayışına bağlıdır. Slogan sanatı, uygun moment sanatıdır. Dün için geçerli olan özel bir talimat bugün için geçerlilik arzetmez, ama yarın için yeniden geçerli olabilir. 4 Temmuz’a [1917] dek geçerli olan 'Tüm iktidar Sovyetlere' sloganı doğruydu. Ancak o günden sonra artık doğru değildir. Bu momentte ve sadece bu momentte belki de en fazla birkaç gün ya da bir iki hafta sonra sadece böylesi bir hükümet hayatta kalabilir.”

Birkaç gün! Bir hafta! 29 Eylül 1917’de tereddüt içindeki merkez komiteye şunu yazar: “Kriz olgunlaşmıştır.”[14] Beklemek suçtur. 1 Ekim’de Lenin, “bir ân önce iktidarı alması ve ayaklanmaya başlaması konusunda komiteyi teşvik eder.[15] Birkaç gün sonra tekrar dener: “Bu satırları 8 Ekim’de yazıyorum. […] Hem Rus hem de Dünya devriminin başarısı iki üç günlük mücadeleye bağlıdır.”[16] Israrına devam eder: “Bu satırları 24’ü akşamında yazıyorum. Durum son derece kritik. İsyanı ertelemenin ölümcül olacağı tümüyle açık bir gerçekliktir. […] Bugün itibariyle her şey pamuk ipliğine bağlıdır.” O nedenle, tam da bu akşam ve tam da bu gecede eyleme geçmek gerekmektedir.”[17]

Lenin’in savaşın başlangıcında Hegel’in Mantık Bilimi’ne “aşamalılıktaki kopuşlar” notunu düşer ve şöylesi bir vurguda bulunur:

“Sıçrama olmaksızın aşamalılık hiçbir şey izah etmez. Sıçramalar, sıçramalar, sıçramalar!”[18]

Bu özet yorum, Lenin’in bugün için uygun oluşu sonucuna varır. Onun stratejik düşüncesi, hangi olayın yaşandığı ile ilişki içinde müsait bir oluş durumunu tarif eder. Ancak bu olay, 11 Eylül’e atıfla, kimi insanlarca ifade edilen türden, hiçbir yerden gelen mutlak bir Olay değildir. O, tarihsel düzlemde belirlenmiş olasılık koşullarında konumlanır. Onu dinî bir mucizeden ayıran şey budur. Dolayısıyla, 1917 devrimci krizi ve bu krizin ayaklanma ile çözülmesi, izleri Rusya’da Kapitalizmin Gelişimi’ne dek uzanan çerçeve dâhilinde stratejik açıdan düşünülebilir hâle gelir. Gereklilikle olasılık, yapı ile kopuş ve tarihle olay arasındaki bu diyalektik ilişki, bir olayın ani patlaması üzerinde keyfi biçimde oynanan iradî bir kumarın dönemlerin ruhuna karşı direnmemize imkân veren süre dâhilinde örgütlenmiş politika imkânı için gerekli zemini teşkil eder ve genel anlamda şeylerin gidişatını sabırla değiştiren militan bir katılımdan ziyade, estetik bir direniş tavrına yol açar.

Lenin ve Troçki’ye göre, devrimci kriz, ulusal arenada oluşur ve başlar, zamanla hegemonya için verilen mücadelenin çerçevesini oluşturur ve dünya devrimi bağlamında yerini almak amacıyla yoluna devam eder. İçinde ikili iktidarın oluştuğu kriz, bu nedenle ekonomik bir krize ya da üretim sürecinde ücretli emekle sermaye arasında hüküm süren çelişkiye indirgenemez. “İktidara kim gelecek?” şeklinde ifade edilen leninist soru, politik liderlikle ilgilidir: toplumu boğan çelişkileri çözme, sermaye birikimine karşı alternatif bir mantığı üretme, verili üretim ilişkilerini aşma ve yeni imkânlar alanını açma becerisine hangi sınıf sahiptir? Devrimci kriz, bu nedenle salt basit bir toplumsal kriz değil, aynı zamanda ulusal bir krizdir: Rusya’da olduğu gibi bu tespit, Almanya’da, İspanya’da ve Çin’de de geçerlidir. Şüphesiz ki, kapitalist küreselleşmenin ulusal, kıtasal ve dünyevî alanları üst üste çakışmaya mecbur kıldığı günümüzde sorun daha da karmaşıklaşmıştır. Büyük bir ülkede devrimci bir kriz hızla uluslararası bir boyut kazanabilir, ulusal ve kıtasal ya da hatta doğrudan enerji, ekoloji, silâhlanma politikası, göçmenlik gibi küresel kimi sorunlara yönelik cevaplara ihtiyaç duyabilir. Gene de karşımıza bu noktada, “karşı iktidarlar” retoriği lehine (iktidarın bugün topraktan azade olduğu, her yere dağıldığı ve hiçbir yerde olduğu bahanesiyle) politik iktidarın fethi sorununu ortadan kaldırarak bu zorluktan kurtulmanın mümkün olacağı yanılsaması çıkar. Ekonomik, askerî ve kültürel iktidarlar belki de giderek daha fazla parçalanmıştır, ancak bunlar, eskisine nazaran daha fazla yoğunlaşmıştır. İktidarı görmezden geliyormuş gibi yapabilirsiniz, ancak kendinizi görmezden gelemezsiniz. İktidarı almayı reddedecek düzeyde üst bir faaliyet yürütüyor olabilirsiniz, ancak 1937 Katalonya’sından Çiapas’a, oradan da Şili’ye, yaşanan tüm deneyimlerin ortaya koyduğu biçimiyle bu iktidarlar, sizi en canice yöntemlerle ele geçirebilirler. Esasında karşı iktidar stratejisinin, ikili iktidar ve onun çözülmesi perspektifi bağlamında bir anlamı vardır.

İktidara kim gelecek?

Sonuç olarak leninizm ve Lenin aleyhinde konuşanlar, sıklıkla bunların bürokratik parti devletlerinin yıkılışı sonrası ölen, politik partinin tarihsel bir biçimi olarak tarif ederler. Bu aceleci yargıda kısmen stalinist pratiklerin travması aracılığıyla izah edilebilecek tarihe yönelik bir cehalet ve politik bir hoppalık mevcuttur. Geçen yüzyılın deneyimi, bürokratikleşme sorununu toplumsal bir olgu durumuna getirmiştir ancak bu, Ne Yapmalı?’dan miras kalan öncü parti anlayışı için geçerli değildir. Zira kitlesel örgütlenmeler (sadece politik olanlar değil, aynı ölçüde sendikalar ve birlikler) görece daha az bürokratik de değildirler: Fransa’da FDİK (Fransa Demokratik İşçi Konfederasyonu), Sosyalist Parti, sözde yeniden kurulmuş Komünist Parti ve Yeşiller bu noktada dokunaklı kimi örneklerdir. Ancak diğer yandan, önceden belirttiğimiz üzere, leninist anlamda parti ile sınıf arasındaki ayrımda politik temsiliyet ile toplumsal hareketler arasındaki ilişkileri düşünmek için gerekli kimi verimli izler mevcuttur. Aynı şekilde, aleyhte konuşanlar, öncelikle yüzeysel biçimde kötülenen demokratik merkezîlik ilkeleri konusunda stalinist partilerce kötü bir biçimde örneklenen bürokratik aşırı merkezliliğe vurgu yaparlar. Ancak merkezîleşmenin belli bir derecesi ona karşıt olmanın da ötesinde, demokrasinin mevcudiyetinin yegâne koşuludur, çünkü partinin sınırlandırmalar getirmesi, hâkim ideolojinin dağıtıcı etkilerine ve aynı zamanda üyeler arasında belirli bir eşitlik formunun amaçlanmasına karşı direnme, ayrıca toplumsal ilişkilerle işbölümünün kaçınılmaz biçimde doğurduğu eşitsizliklere karşı durmanın aracıdır. Bugün de gördüğümüz üzere, demokrasinin görece daha üst bir biçimi lehine işlemek şöyle dursun, bu ilkeler zayıflamakta, sözkonusu zayıflama süreci, medyanın yeni üyeleri seçmesine ve alt tabakadan insanların giderek daha az kontrolünde olan bir süreç dâhilinde, liderlerin katıldığı referandumlar aracılığıyla gerçekleştirilen meşrulaştırma girişimlerine yol açmaktadır. Dahası, devrimci bir partideki demokrasinin amacı, güçler dengesi üzerinde eylemde bulunmak amacıyla kolektif düzlemde kararlar almaktır. Leninizm aleyhinde yüzeysel laflar edenler, kendilerini boğucu disiplinden kurtarmaya niyetlenirlerken, esasında bu disiplinin tüm bağları ile ilgili tartışmayı boşa düşürürler ve onu kimseye katkısı olmayan fikirler forumuna indirgerler: ortak kararın olmadığı bir özgür konuşma ile ikame edildiğinde herkes geldikleri gibi gider ve ortada, üzerinde düşünülen muhalif konumların geçerliliğinin sınanmasını mümkün kılan hiçbir ortak pratik kalmaz. Sonuçta özelde eski komünist partilerde yeniden devreye sokulan bürokratlar üzerinden parti formunun krizine yapılan vurgu, bu insanları sıklıkla programatik içerik üzerine konuşmaktan alıkoyar ve stratejik taraflılık yoksunluğunu meşrulaştırır.

İsmi bir tür hareket, örgüt, liga ya da parti olsun, partisiz bir politika, birçok durumda politikasız politika, ya sosyal hareketlerin kendiliğindenliğine yönelik amaçsız bir kuyrukçulukla ya seçkinci, bireyci öncülüğün en kötü biçimiyle ya da estetik veya ahlâkî olan lehine politik olanın nihaî planda bastırılmasıyla sonuçlanır.

Daniel Bensaïd
Temmuz 2002
Kaynak

Dipnotlar:
[1] H. Arendt, Was ist Politik? (Münih 1993), s.28, 31.

[2] F. Furet, The Passing of an Illusion (Şikago 1999), s. 502.

[3] H. Arendt, a.g.e., s. 146.

[4] K. Marx ve F. Engels, Collected Works, Cilt: 27 (Londra, 1975), s. 59.

[5] V. I. Lenin, Collected Works, Cilt: 5 (Moskova 1960), s. 430, 452.

[6] A.g.e., s. 383, 422.

[7] 1915 tarihli ultra-emperyalizm tartışmasında Lenin, sistemin nihaî çöküşünün başlangıcını teşkil edecek dünya ölçeğindeki kapitalist üretim ilişkilerinin olgunlaşmasına vurgu yapan yeni ekonomizm üzerinde durur. Bu yöndeki ilginin bir benzerini, 1920’lerin başında Sovyet devletinin niteliği ile ilgili tartışmalarda, politik olanın ekonomik ya da toplumsal olana indirgenmesine yönelik her türlü girişimden kaçınan ilgide yeniden görüyoruz. İşçi devletinden söz edenlere verdiği cevapta Lenin, “Bütün meselenin, devletin tam anlamıyla bir işçi devleti olmaması” diyerek ortadaki gerçeği hatırlatır. Onun formülü, sosyolojik nitelemeden daha açıklayıcı ve karmaşıktır: devlet, üzerine bürokratik bir düğüm atılmış, işçi ve köylülerin devletidir ve burada sizler geçiş sürecinin gerçekliğini bulursunuz.” [V. I. Lenin, a.g.e., Cilt: 32, s. 24]. Son olarak, sendikalar tartışmasında Lenin tekrar özgün bir konumu savunur: zira “sendikalar politik iktidar organları değillerdir, onlar ‘cebrî devlet örgütleri’ne dönüştürülmelidirler.”

[8] V. I. Lenin, a.g.e., Cilt: 7, s. 450.

[9] V. I. Lenin, a.g.e., Cilt: 31, s. 99.

[10] L. Trotsky, The History of the Russian Revolution (Londra 1997), s. 1024.

[11] V. I. Lenin, a.g.e., Cilt: 21, s. 214.

[12] G. Lukács, History and Class Consciousness (Londra 1971), s. 76, 313.

[13] H. Lefebvre, Eléments de rythmanalyse (Paris 1996).

[14] V. I. Lenin, a.g.e., Cilt: 26, s. 82.

[15] A.g.e., s. 140-141.

[16] A.g.e., s. 179-181.

[17] A.g.e., s. 234.

[18] V. I. Lenin, a.g.e., Cilt: 38, s. 123.

22 Haziran 2009

Ali Ammar: Cezayir Halkının Yiğit Fedaisi

Ali Ammar, 14 Mayıs 1930’da Meliana’da doğdu. Çok fakir bir ailenin evladı olan Ali, küçük yaşta ailenin geçimine yardım etme yükümlülüğünü sırtlandı. Bir süre bir Fransız’ın tarlasında çalışarak, baskı altında yaşamanın, aşağılanmanın ve köleliğin ne demek olduğunu öğrendi.

Delikanlılık döneminde başkent Cezayir’e taşındı ve Cezayir Spor Kulübü’nde boks çalışmaya başladı. Bu mekân, onun birçok vatanseverle tanışmasına ve mücadele, özgürlük, devrim gibi kavramlara vakıf olmasına vesile oldu. Bir süre muhtelif adi suçlardan cezaevinde kaldı ve serbest kalır kalmaz bir fedai olarak FLN’ye katıldı.

Ali Ammar’ın FLN’nin silâhlı kanadı ALN’nin üniformasız askerlerinden biri olarak gerçekleştirdiği ilk silâhlı eylem, 1956 yılının başlarında bir polis muhbirine yönelikti. Ali Ammar, başarı ile taçlandırdığı eylemi sonrasında yoldaşı ve lideri, Başkent Cezayir Özerk bölgesinin askerî sorumlusu Sadi Yusuf’un gizlendiği eve yerleşti. Acil durumlarda bu gizli yerin yanındaki evlerin çatılarına kaçmak için bir gizli geçit inşa etmeyi Sadi Yusuf’a öneren de o oldu. Bu fikir bilahare uygulamaya konduktan sonra, defalarca hayat kurtardı. Gizli geçit yahut gizlenme yerlerinin inşası ve tasarımı bizatihi, bir zaman inşaatlarda duvar örmüş olan Ali Ammar’dan sorulurdu.

Ali Ammar, dâhil olduğu eylemlerde her zaman öncü kuvvetin başında yer alır ve büyük bir cesaretle görevini ifa ederdi. Belki daha da önemlisi, eylemleri neredeyse her zaman başarıya ulaşırdı.

Ali Ammar ve yoldaşlarının ele geçirilmesi, sömürgecilerin başlıca hedefi hâline gelmişti. Ancak Kasbah (Başkent Cezayir’de işgal döneminde Avrupalıların yaşadığı bölgeden ayrı olarak Arapların oturduğu muhit), Kabiliya ve Aures dağları gibi, örgüt sayesinde, içine nüfuz edilemez bir korunaklı alan hâline gelmişti. Tam da bu yüzden, düşman, FLN’nin örgütsel ağını parçalamak üzere yerlilerden müteşekkil “kontra” gruplar oluşturmaya yöneldi. Sömürücüler, Müslüman toplumun en alçalmış üyeleriyle bu iş için ilişkiye geçtiler ve büyük güçlükle de olsa bunlardan birkaçını biraraya getirmeyi başardılar.

Bunlardan biri, (Bud Abbot olarak da bilinen) Abdülkadir Rıfai adındaki namlı muhabbet tellalı, bu hususta polise yardımcı olmak noktasında özellikle heveskârdı. Yanındaki birkaç kişiyle beraber, FLN’ye duyduğu sempati malum olan bir Müslüman doktorun evine bomba yerleştiren oydu. Bu adamın ettiği zalimliklerin haddi hesabı yoktu. Had bilmezliği ve halka karşı duyduğu nefret halka ifşa edilmekle beraber bu hain, sömürgecinin korumasının onu dokunulmaz kıldığı zannı içerisindeydi.

Ancak FLN’nin adaleti onu ölüme mahkûm etti. Ali, onu öldürme onurunun kendisine verilmesini istedi ve böylelikle görevi Ali’yle beraber Arbacı Abdurrahman üstlendi. Gerekli istihbarata ulaşıldığında Ali harekete geçti. İnfaz tarihi, 29 Mart 1956 olarak belirlenmişti.

O gün başkentin Heliopolis sokağında Abdülkadir Rıfai, kendi türünden birtakım adamlarla beraber yemekteydi. İşte Ali ve Abracı, bu son yemekleri esnasında karşılarına dikildiler. Civardaki ahali, Rıfai’nin korkaklığına topyekûn şehadet etti. Sonunun geldiğini anlayan Rıfai, örgütten af dilenmeye başladı. Eylemlerinin psikolojik yönüne de özen gösteren Ali, orada olanlara FLN’nin kararının gerekçelerini izah etti. Ardından makineli tüfeklerle infaz gerçekleştirildi. Rıfai’nin ölümü, başkent Cezayir’in yeraltı dünyasında gözle görülür bir korkuya yol açtı. Bu durumun oluşumunda infazı gerçekleştiren Ali Ammar’ın kişiliğinin ve görgü tanıklarının anlattıkları hikâyelerin büyük önemi vardı. Rıfai’nin idamının ardından benzer bir akıbete uğramaktan çekinenler arasında örgüte katılım yönünde ciddî bir talep artışı yaşandı.

FLN, bu konjonktürde sözkonusu taleplere ilişkin şu koşulları öne sürdü:

1. FLN’nin cephanesini zenginleştirmek üzere tüm bireysel silâhların müsaderesi,

2. Uyuşturucu trafiğinin durdurulması,

3. Kumar ve fuhşun ortadan kaldırılması,

4. Bu işlere bulaşmış olanlardan hâlâ ulusal kurtuluş mücadelesinin gerektirdiği fedakârlıkları gönüllülük çerçevesinde gerçekleştirebilecek olanların tespiti,

5. FLN’nin komutası altında istihbarî bilgi ve fonların toplanması, katılımcıların güvenli bölgelere yerleştirilmesi.

Genel olarak bakıldığında bu hedeflere ulaşıldı, ancak elbette bu insanlar, meşru bir otorite olmanın gereği olarak örgütün dışında tutuldular. Örgüt, “kontra”yı çökerterek ciddî oranda mühimmat da elde etmiş oldu. Sayıları çok az olmakla beraber, FLN’nin iradesine boyun eğmeyenlere ise elbette merhamet edilmedi.

Örneğin Randon sokağında bir kahve işleten Mecebri adındaki kişinin durumu tam da bu türdendi. İnfaz timinin lideri yine Ali’ydi, hedeflerse Mecebri ve iki yardımcısı.

Ali kahveye girdiğinde, içeride birçok müşteri vardı. Buna rağmen Ali, silâhını hedeflere tereddütsüz doğrultup başka kimseye zarar vermeden sadece üçünü vurmayı başardı.

Bütün bu eylemlerin her birinin sonrasında aslında iki işi birarada hallettiğinin bilincinde olurdu. Bir yandan örgütün sinsi düşmanlarını ortadan kaldırıyor, diğer yandan artan bir oranda Kasbah sakinini korkularından azade kılıyordu. Bu insanlar infaz edilenlerin eskiden kendilerine yönelttikleri, şiddet dolu davranışlardan mustariplerdi.

Halka olan sevgisi her durumda kendini gösterirdi; bu sevgi herkesin malumuydu. Özellikle Sahravi adındaki polis ajanının infazını gerçekleştirdiği gün Kasbah halkının müşterek minnet duygularına mazhar olmuştu. Bu adam, vatanseverlere uygulanan işkencelerde görev alıp, akşamları evine dönerken işportacıların tezgâhlarını devirerek ve mallarının üzerinde tepinerek eğlenen biriydi.

Ali için en kıymetli şey, halkının ona gösterdiği bu kardeşçe muhabbetti.

Kendisine duyulan bu güveni, düşmanın ve yardakçılarının zulümlerini onlara iade ederek her seferinde haklı çıkardı, ta ki bir gün elde silâh, düşene kadar.

8 Ekim 1957’de polis saklandığı yeri kuşattı. Teslim olmasına yönelik çağrılara yanındaki yoldaşlarıyla beraber kulak asmayan Ali, düşman güçlerince katledildi.


08 Haziran 2009

Obama’nın Kahire Konuşması


Ortadoğu Hâkimiyeti Peşinde Yeni Taktikler

4 Haziran’da Obama, Mısır’ın başkenti Kahire’de, El Ezher İslâm Üniversitesi’nde üç bin kişilik bir seyirciye hitap etti. Obama’nın konuşmasındaki genel tavır, Bush yönetiminin tavrından dikkat çekici bir biçimde farklılık arz ediyordu.

Bush’un İslâm dünyasını bombalar ve yıkımla tehdit ettiği günler geride kaldı. Bush’un popüler ettiği “İslâmofaşizm” ve “Haçlı Seferi” gibi ifadelere Obama’nın kırk beş dakikalık konuşmasında hiç rastlanmadı. Aksine, Kur’an’dan alıntı yapan Obama, İslâm dünyasının medeniyete yaptığı katkıları kabul eden ve İslâmî kültürün başarılarını takdirle karşılayan ifadelere başvurdu.

Ayrıca Obama, babası üzerinden İslâm ile olan kişisel bağlarından ve Endonezya’da geçen çocukluğundan söz etti. Kişisel kütüphanesinde Kur’an nüshası bulunduran “kurucu babalar”dan Thomas Jefferson’dan bahsetti.

İran ile ilgili olarak Obama, “ABD demokratik yollardan seçilmiş İran hükümetinin devrilmesinde rol oynadı”ğını itiraf etti. Oysa CIA’in planlayıp mali açıdan desteklediği ve uygulamaya koyduğu 1953 darbesinde ABD’nin basit anlamda “rol oynadı”ğını söylemek, meseleyi hafife almaktı. Ama gene de bu, ABD başkanı için önemli bir itiraftı.

Dahası Obama, Filistin halkına dönük sempatisini de ifade etti: “Filistin halkı, Müslümanlar ve Hristiyanlar anavatanları uğruna çok acı çektiler.” Elbette onlarca yıl İsrail’in Filistinlilere yönelik işlediği suçlar, dünya genelinde Filistinlilere karşı bir sempati doğuruyordu.

Esasında “Filistinlilerin anavatanları uğruna” ifadesi, Filistinlilerin anavatanlarında yaşamadıkları ve onların ABD ile İsrail zorbalığı sonucu ülkelerini terk ettikleri gerçeğini örtbas ediyor. Filistinlilerin asıl derdi, Siyonist işgalcileri ve zalimleri geri püskürtmek. “Kendi devletlerine sahip olma şerefi ve fırsatı için Filistinlilerin meşru bir özlem” duyduklarını kabul etmek, ABD için gene de önemli.

Ayrıca Obama, Batı Şeria’daki yeni yerleşim yerlerinin inşasının durdurması ile ilgili talebini de yineledi. Bu da ciddî bir değişiklik, zira başkan, bu oldukça ılımlı yaklaşımı ile ABD siyasetindeki değişimin işaretini de veriyor.

Politik Kaymanın Arka Planı

Sovyetler Birliği’nin dağılması sonrası yegâne süper güç hâline gelen ABD emperyalizmi, İkinci Dünya Savaşı sonrası dönemde sömürgeleşmiş dünya tarafından elde edilen kazanımları geri alma fırsatı yakaladığını düşündü. Şimdi artık ABD’nin işgaller, müdahaleler ve rejim değişiklikleri gerçekleştirirken SSCB ile karşı karşıya gelmesi gerekmiyordu.

Dünya, özellikle Ortadoğu haritasının ABD bankaları ve şirketlerinin çıkarlarına göre yeniden çizilmesi gerekiyordu. Sosyalist kampın yardım ve desteklerinden mahrum olan mazlum ülkeler ve bağımsız devletler, emperyalist saldırıdan kaçınma konusunda çaresizlerdi. ABD, mazlum dünya halklarının sakinleştirilmesine artık çok az ihtiyaç duyuyordu. Askerî güç ve bu gücün kullanılmasına dönük tehditler kâfi addediliyordu. Bush yönetimi ve yeni muhafazakâr hâkim sınıfın ideologları bu yaklaşımı temsil ediyorlardı.

ABD hâkim sınıfının ve siyasetçilerinin ekseriyeti, bu yaklaşım konusunda hiç de ahlâkî bir tavır içinde değildi. Demokratlar ve Cumhuriyetçiler bu noktada el ele yürüdüler. Irak işgali konusunda her iki partinin coşkulu desteği bunun kanıtıydı. Hâkim sınıf için sorun, sözkonusu yaklaşımın işe yaramıyor oluşuydu. Zira, niyet edilen sonucu üretmiyordu.

Emperyalizm için daha fazla pazar ve kaynak temininden ziyade, kukla devletlerin daha fazla desteklenmesinden çok, militarizm ve savaşlar mazlum ülkelerde emperyalizme karşı direnişin yoğunlaşmasına yol açtı.

Bush rejiminin sona ermesiyle ABD, Irak ve Afganistan’daki kukla devletlerle daha fazla iftihar edemiyordu. Bağımsız bir devlet olarak İran, ayrıca Lübnan’da Hizbullah ve Filistin’de Hamas güç kazanmıştı. Gerçekte ABD’ye bağımlı Ortadoğu devletleri, Siyonizme, emperyalizme ve bizzat kendileri tarafından yürütülen itaatkâr siyasete karşı halkta giderek yükselen öfkeden endişe duyuyordu. Latin Amerika’da bir dizi ülkenin sola kaymasıyla Bush rejiminin yenilgi süreci nihayete erdi.

Tarih boyunca zalimler, sadece güç değil, güç ve hileden müteşekkil bir bileşke aracılığıyla hükmettiler. Yeni muhafazakârların öncelikle zora sırtını yasladığı noktada, hatalı yaklaşım, emperyalist diplomasi olarak da bilinen hilenin ifşa olmasını sağladı.

Başkan Obama, Ortadoğu’da yeni bir siyaseti temsil ediyor ve diplomasi ile yanlışa sevk edici propagandaya daha fazla önem atfediyor. Bu gerçek bir değişim, ancak güdülen amaçlarda değil, yaklaşımda bir değişim.

Muhtemelen ABD ile İsrail arasında daha fazla ihtilafa tanık olacağız. Ancak bu emperyalist siyaset, Filistin halkına dönük bir sempati, kendi kaderlerini tayin hakkına saygı ya da onların mutluluğuna yönelik alâka ile ilgili değil.

ABD, Arap dünyasındaki tüm bağımsızlık hareketlerinin bastırılması konusunda İsrail’in sunduğu hizmetlerden epey istifade etti. Obama’nın ABD ve İsrail arasındaki bağın “kopmaz” olduğunu söylemesinin nedeni de bu. Ancak oluşumundan beri İsrail devleti hep yayılmacı bir devlet oldu. Kendi siyaseti için İsrail’in stratejik rolüne paralel, onunla birlikte olmaya hep gönüllü olmasına karşın ABD emperyalizmi, özel olarak İsrail’in bu yayılmacılığından faydalanamıyor.

Mısır, Suudi Arabistan ve Ürdün gibi kukla devletler üzerindeki baskısı düşünüldüğünde, İsrail’in yayılmacılığı, bugün ABD emperyalizmi için bir yükümlülük hâline geliyor. Obama yönetimi, başlamış olan “iki devletli çözüm”e dayalı bir “barış” sürecine girmek istiyor. Obama yönetimince tahayyül edildiği biçimiyle bu tarz bir “barış”, onun temel taşı olan İsrail ile birlikte ABD hâkimiyetini istikrara kavuştururken, bölge halkı arasında yanlış bir umut doğurmak için tasarlanıyor.

Bush’unkiyle Aynı Hedefler

Obama’nın gerçekten de görece daha yumuşak bir yaklaşım aracılığıyla emperyalist hedeflerin peşinde olduğu söyleniyorsa, onun Irak ve Afganistan ile ilgili ifadelerine bakılabilir. Afganistan’ın işgali için verdiği desteği yinelerken Obama, “Oralara tercih ettiğimiz için gitmedik. Gereklilik olduğu için gittik.” diyordu. Obama, Bush’un yedi yıllık Afganistan işgali süresince bölgeye gönderdiği sayıyı aşacak ölçüde, yirmi binlik bir askerî birlikle gidilmesi emrini verdi.

“Nihayetinde Saddam Hüseyin gibi bir zorbadan kurtulmak, Irak halkı için daha hayırlı olmuştur” tespitiyle Bush’un propagandatif laflarını tekrarlayan Obama, işgal sonucu bir milyondan fazla Iraklının öldürüldüğü gerçeğini görmezden geliyor. Savaş karşıtı bir aday olduğunu iddia etmiş olan başkan, Irak savaşına dönük muhalefetini bugünlerde giderek daha inceltilmiş bir üslupla dillendiriyor. “Afganistan’dan farklı olarak, Irak savaşı, tercihen girilmiş bir savaştır.” “Tercihen girilmiş savaş”a muhalefet etmekle Obama ne yapmış oluyor? Önümüzdeki Ağustos ayında tugayların geri çekilmesini emrediyor. Bu, esasında Bush’un ve General Petraeus’un üzerinde çalıştığı siyasetin bir bölümünü teşkil ediyor, hatta Obama, geri çekilme takvimini bile fazla değiştirmedi.

ABD hükümeti ve medya tarafından Araplara karşı yıllarca teşvik edilen ırkçılık sonrası Obama, Arap dünyasına “karşılıklı saygı” ve eşitlik vaat ediyor. Ancak bu vaadindeki samimiyet, en iyi, ABD tarihine dönük yaptığı atıf üzerinden ölçülebilir: “Bizim temelimizde herkesin eşit olması ideali vardır.” Demek ki Araplar ve dünyadaki diğer mazlum halklar, bugün Afrikalı kölelerin Obama’nın atıfta bulunduğu “kurucu babalar”dan gördüğü saygıyı ABD hükümetinden görecek, onların bahşettiği eşitliği yaşama imkanı bulacaklardır.

Mazda Mecidi
12 Haziran 2009
Kaynak