İran İslam Cumhuriyeti için ölüm ilânları
doğumundan da önce ortalığı kaplamıştı. 1979’un en ateşli aylarında, İslam
Cumhuriyeti’nin resmî anlamda ilân edilmesinden önce, birçok İranlı gibi kimi
yabancılar, akademisyenler, gazeteciler, olaylara iştirak edenler, gözlemciler,
muhafazakârlar ve devrimciler, devrimin yenilgisinin eli kulağında olduğunu
kendilerine güvenen bir tonda dillendirdiler. Her sokak protestosunu, işçi
grevini ve köylü direnişini çöküşün habercisi olarak gören bu kişiler, yeni
rejime en fazla birkaç ay ya da en iyi ihtimalle birkaç yıl veriyorlardı.
Bu tarz tahminler anlaşılabilirdi. Her şeyden önce
İran -dünya tarihinden söz etmeye bile gerek yok- dört başı mamur birkaç
teokrasi üretmişti. Rejimler, sıklıkla bir tür teokrasiye dönüştüler.
Cromwell’in İngiltere’si generallerin ve toprak ağalarının kontrolü altında
idi. Luther'ci krallıkları yönetenler, vaizlerden ziyade prenslerdi. Totaliter
devletlerin ilklerinden olan Kalvin’in Cenova’sı ilahiyatçılarca değil, din
kurumuna mensup olmayan avukatlarca idare edildi. Dahası 1979’da ilahiyat
eğitimi almış mollaların yarım yüzyıl boyunca modern gelişme yöntemleri
deneyimlemiş ve yüz binlerce mühendise, doktora, bilim insanına, memura,
öğretmene ve sanayi işçisine yurt olan bir ülkeyi yönetebileceği ihtimalini çok
az insan aklına getirebilirdi. Ezoterik Ortaçağ kaynaklarına doymuş olan
mollalar, yirminci yüzyılın ağır meseleleri ile nasıl uğraşabilirlerdi ki?
1979’da, troçkist olması da gerekmeyen bir kişi, Şah’ın devrilişinin daha
kapsamlı bir Sürekli Devrim için kaçınılmaz ve hızlı bir biçimde yolu açtığını
bile düşünebilirdi.
Kimi alâmetlere rağmen, İslam Cumhuriyeti otuz yıl
boyunca yaşamayı sürdürmekle kalmadı, ayrıca yakın dönemde komşularını ve
dünyanın tek süper gücünü tehdit eden başlıca Ortadoğulu güç hâline geldi.
ABD’de İran, çoğunlukla Sasani İmparatorluğu ile
Üçüncü Reich ya da SSCB ile halifeliğin ilk dönemi arasındaki bir karışım olarak
resmedilir. Dördüncü sınıf ordusuyla bir üçüncü dünya devletinin böylesine
şişirilen imajının arkasındaki jeopolitik nedenleri bir tarafa bırakacak
olursak, önümüzde duran en önemli soru şudur: İslam Cumhuriyeti’nin otuz yıl
boyunca hayatta kalmasının sebebi nedir?
Bu sorunun akla hemen gelen dört ayrı cevabı
vardır. Ancak hiçbiri de ayrıntılı bir incelemeye dayanmaz. İlki, molla
sınıfına dayanan rejimin yoğun bir terör uygulamış olmasıdır. Rejimin zaman
zaman teröre başvurduğu doğrudur: 1979’da, devrimin hemen sonrasında, önemli
bölümü Şah yanlısı olan 757 kişi idam edilmiştir; 1981-1985 arası dönemde, yarı
Marksist Halkın Mücahitleri’nin başlattığı isyanın bastırıldığı yıllarda
12.500; 1988’de, Irak ile yapılan sekiz yıllık savaştan kısa bir süre sonra
2.000 mahkûm idam edilmiştir, bu mahkûmların önemli bölümü, gene Mücahit
üyesidir. Ancak grotesk bir nitelik arz eden bu katliam, İngiltere, Fransa,
Meksika, Rusya ve Çin devrimleri ile kıyaslandığında, sönük bile kalır. Aynı
şekilde sözkonusu rakamlar, Endonezya, Orta Amerika ve hatta 1848 ya da 1870’te
Fransa’da gerçekleşmiş olan sağcı karşı devrimlere ait rakamlarla
kıyaslandığında, görece küçüktür. Rejim de bu süreçte şiddetten kendisine düşen
payı almıştır. Mücahitler, 1981-81’de, içinde cumhurbaşkanının, başbakanın,
molla sınıfının başı olan Ayetullah Muhammed Beheşti’nin, birçok bakanın,
milletvekilinin, hâkimin, imamın ve İslamî Devrim Muhafızları'nın bulunduğu
yaklaşık 2.000 kişiye suikast düzenlemişlerdir. Şiddet bütün olarak İslam
Cumhuriyeti’ni güçlendirmek yerine zayıflatmıştır.
İslam Cumhuriyeti’nin hayatta kalışının ikinci
nedeni olarak İran-Irak Savaşı (1980-88) gösterilir. Irak saldırısının milleti
hükümetin arkasında toparladığı doğrudur. Ancak Mayıs 1983’te Irak sınırından
geçerek, “savaş, zafere kadar savaş” ya da “Kudüs’e giden yol Bağdat’tan geçer”
sloganları altında süren kavga, esas olarak İslam Cumhuriyeti’ne zarar
vermiştir. Savaşın son beş yılında yaşanan insan kayıpları, şehirlerin yıkımı
ve mali yükün artması sonrası Ayetullah Ruhullah Humeyni 1988’de ta Mayıs 1983’te
önerdiklerini kabul etmeye zorlamıştır. Rejim, savaşı “Dayatılmış Savaş” olarak
nitelendirmiş, oysa savaş bir değil, birden çok yoldan İran’a dayatılmıştır.
Herkesçe paylaşılan üçüncü yaygın izah, petrol
gelirleridir. Petrol gelirlerinin İran hükümet mekanizmasının çarklarını komşu
“rantiyeci devletler” kadar yağladığı doğrudur. Ancak petrol gelirleri, tüm
rejimlerin doğuşunda ve çöküşünde rol oynayan ne bitimsiz bir lânet ne de Hızır
misali bir güçtür. Her şeyden önce petrolün Şah’ın yaşamasını güvence altına
alamadığı açıktır. 1979’dan beri İslam Cumhuriyeti, milletlerarası petrol
fiyatlarındaki dengesiz ve aşırı iniş çıkışlardan çok çekmiştir. 1981’de varil
başına 39 dolara ulaştıktan sonra petrol fiyatları 86’da 9 dolara düşmüş,
seksenlerin sonlarında 20 dolar civarında gezinmiş ve 99’da 10 doların altına
düşmüştür. Petrol fiyatları, ABD’nin 2003’teki Irak işgaline dek ciddî bir
patlama yapmamıştır. Son otuz yıl süresince ülke, uzun süreli bolluk kadar
kıtlık da tecrübe etmiştir.
İslam Cumhuriyeti’nin dayanıklılığına ilişkin
ileri sürülen dördüncü sebep, Şiîliktir. 1978’deki kitlesel gösterilerin dinin
etkisini göz ardı ederek analiz edilemeyeceği doğrudur. “Her yeri Kerbela, her
ayı Muharrem, her günü Aşure kılın” türünden güçlü bir şiar bunun ispatıdır.
Ancak Şiîlik gerçek cevap olamaz, zira böylesi bir cevabı kabul etsek bile,
1500’den beri çoğunluğu Şiî olan İran’ın 1979’a kadar neden bir İslamî
cumhuriyet üretemediği sorusu askıda kalır. Sözkonusu 470 yıl süresince Şiîlik
en iyisinden apolitik ve dingin bir unsur, en kötüsünden muhafazakâr ve gerici
addedilmiştir. Hiçbir tarihçi, Şiîliğin yüzlerce yıl emperyalizm, kralcılık ve
siyonizm tarafından bozulduğu, İslam’ın devrimci doğasının üzerindeki örtünün
kaldırılması için Humeyni’nin beklendiği türünden bir izahata meyledemez.
“Cumhuriyet ayakta kaldı, çünkü o İslamî idi” türünden bir izah, totolojiktir.
Eğer bu izahlar kâfi değilse, ne tür bir izahta
bulunulabilir? Gerçek cevap dinde değil, ekonomik ve sosyal halkçılıkta
(popülizmde) yatar. Yetmişlerin başlarında İran, sadece kraliyeti cumhuriyetle
ikame etmek anlamında politik alanda değil, ayrıca ekonomik ve sosyal bakış
anlamında radikal bir aydın nesli üretti. Bu nesil, sınıfsal yapıyı tepeden
tırnağa değiştirmek istiyordu. Bu neslin öncüsü, devrimi görmek nasip olmayan,
ama öğretileri devrimci hareketin yakıtını teşkil eden Ali Şeriati idi.
Cezayirlilerden, Che Guevara’dan ve Ho Chi Minh’den ilham alan Şeriati, kısa
ömrünü Şiîliği devrimci bir ideoloji olarak yeniden yorumlamaya ve onu
marksizmle sentezlemeye vakfetti. Şeriati, bir anlamda Katolik kurtuluş
teolojisinin Şiî versiyonunu üretti. Öğretileri sadece lise ve üniversite
öğrencileri değil, genç ilahiyat öğrencileri arasında da yankı buldu. Bu
gelişme çağındaki teologlar (nadiren dillendirilen din adamları sınıfı karşıtı
görüşler hariç) onun düşüncelerini kolaylıkla benimsediler. Örneğin bir teoloji
öğrencisi, daha ileri giderek, İmam Hüseyin’i Che Guevara’ya, Kerbela’yı da
Sierra Maestra’ya benzetti.[1] 1978’de sokaklarda ve çarşılarda gösteriler ve
direnişler örgütleyenler çoğunlukla Şeriati’den ilham alan lise ve üniversite
öğrencileriydi. Onun ürettiği ve geleneksel Şiîlikten çok Üçüncü Dünya
halkçılığı ile ortaklaşan sloganları, kimi zaman Humeyni’nin devrim süresince
kullandığı sloganlar ve pankartlar aracılığıyla yol buldu. Bunlar arasında en
yaygın olanları şunlardı:
Düşmanımız emperyalizm, kapitalizm ve feodalizmdir!
İslam zalimlere değil mazlumlara aittir!
Tüm dünyanın mazlumları birleşin!
İslam halkın afyonu değildir!
İslam eşitlik ve sosyal adalet içindir!
İslam sarayları değil, gecekonduları temsil eder!
İslam sınıfsal farklılıkları ortadan kaldıracaktır!
İslam zenginlerden değil, kitlelerden doğar!
İslam topraksızlığı ortadan kaldıracaktır!
Kapitalizmin ya da feodalizmin değil, İslam’ın hizmetindeyiz!
İslam, açları zenginlerin pençesinden kurtaracaktır!
Fakirler Peygamber için, zenginler ise O’na karşı dövüşürler!
Fakirler devrim için ölürler, zenginler ona karşı kumpas
kurarlar!
Bağımsızlık, hürriyet, İslam Cumhuriyeti!
Hürriyet,
eşitlik, İslam Cumhuriyeti!
Sözkonusu halkçılık, sadece devrimin başarısını
değil, İslam Cumhuriyeti’nin bugüne dek ayakta kalmasını da izah etmemize
yardımcı olur. 175 maddelik cumhuriyet anayasası, bu genel istekleri ülkeye
özgü, yazılı birer vaade dönüştürdü. Cumhuriyet, sefaleti, cehaleti,
gecekonduları ve işsizliği ortadan kaldırmayı vaat etti. Halka parasız eğitim,
herkesin ulaşabileceği tıbbî bakım, yeterli barınma hakkı, emeklilik, maluliyet
maaşı ve işsizlik sigortası vermeye ahdetti. “Hükümet, adı geçen hizmetlerin
ülkedeki her bireye temin etme konusunda yasal zorunluluğu olduğunu beyan
eder.” Kısacası İslam Cumhuriyeti, zararlı görülen Amerikan örneğinden çok,
görece daha uygun görülen Avrupa örneğine yakın biçimde, dört başı mamur bir
refah devleti yaratmaya söz verdi.
Dışarıya dönük kötü imajına karşın İslam
Cumhuriyeti, son otuz yıl süresince bu vaatleri yerine getirme konusunda önemli
adımlar attı. Bu noktada askerî harcamalardan çok sosyal harcamalara gidildi;
Eğitim, Sağlık, Tarım, Emek, Barınma, Refah ve Sosyal Güvenlik bakanlıklarına
daha fazla kaynak ayrıldı. Şah döneminin son yıllarında askerî harcama,
gayrisafi millî hâsılanın yüzde on sekiziydi. Bu rakam, bugün yüzde dörde
düşmüş durumdadır. Birçok yönden gelişen bir diğer bakanlık da Sanayi Bakanlığı
idi; 79-80 arası dönemde sahipleri yurtdışına kaçmış olan fabrikalara el
konuldu. Tek seçenek, bu fabrikaları kapatmak ve kitlesel işsizliğe yol
açmaktı. Bu fabrikaların eski rejimin sübvansiyonları ile işleyebiliyor olması
sebebiyle yeni rejimin sözkonusu fabrikaları yeniden sübvanse etmek dışında bir
yolu yoktu.
Devrim sonrası nesiller arasında cehaleti ortadan
kaldırma konusunda rejim önemli sonuçlara ulaştı, okuryazar oranını yüzde
47’den 85’e çıkardı.[2] Bu oran, kadınlar arasında 35’ten 80’e çıktı. Devlet,
ilkokula giden öğrenci sayısını 4.768.000’den 5.700.000’e; ortaokul öğrencisi
sayısını 2,1 milyondan 7,6 milyona, teknik okul öğrencisi sayısını 201.000’den
509.000’e, üniversite öğrencisi sayısını 154.000’den 1,5 milyona yükseltti.
Üniversite öğrencileri arasında kadınların oranı yüzde 30’dan 62’ye çıktı.
Sağlık ocaklarının katkısıyla doğumda hayat beklentisi 56’dan 70’e yükseldi ve
bebek ölümleri oranı ise binde 104’ten 25’e düştü. Doğum oranı 3,2’den 2.1’e
indi; doğurganlık oranı, yani bir kadının ömrü boyunca doğurduğu ortalama çocuk
sayısı yediden üçe geriledi. 2012’de bu sayının ikiye düşmesi, başka bir
deyişle, İran’ın yakın gelecekte sıfıra yakın nüfus artışına sahip olması
bekleniyor.
İslam Cumhuriyeti, diğer metalara nazaran tarımsal
ürünlerin fiyatlarını artırmak, kısmen de kırsal bölgelere okullar, sağlık
ocakları açmak, yollar yapmak, elektrik ve su bağlamak suretiyle şehirle köy
arasındaki uçurumu bir biçimde kapattı. Köylüler, ilk kez motosiklet ve küçük
kamyonet türünden kimi tüketim maddelerini satın alabilecek duruma geldiler.
Rejimi bütünsel ele alan bir ekonomiste göre, köyde yaşayan ailelerin yüzde 80’i
buzdolabı, yüzde 77’si TV ve yüzde 76’sı gaz sobası sahibidir.[3] Bunun dışında
köyde ikamet eden 220.000 aile, eski seçkin ailelerden müsadere edilen 850.000
hektar araziyi işlemektedir. Beyaz Devrim’in başlarında arazi temin eden
660.000 aile ile birlikte bu aileler, sadece sosyal hizmetlerden değil, ayrıca
devletin sübvanse ettiği kooperatiflerden ve koruyucu gümrük duvarlarından
istifade eden önemli bir köylü sınıfını teşkil ediyorlar. Bu sınıf, rejimin
kırsaldaki sosyal zemini olarak işlev görüyor.
Rejim, ayrıca şehirdeki yoksullukla ilgili
meselelerle de uğraştı. Gecekondular yerine düşük gelirli barınma alanları inşa
edildi, kötü durumdaki bölgeler güzelleştirildi, elektrik, su ve kanalizasyon
konusunda işçi sınıfının yoğunlukta olduğu bu bölgeler desteklendi. Rejimin tam
boy cepheden muhalifi olan bir Amerikalı gazeteci de bu gerçeği kabul ediyor:
“İran, sefalete dair çok az işaret veren modern bir ülke hâline gelmiştir.”[4]
Bunun dışında rejim, ekmek, yakıt, gaz, ısınma, elektrik, ilâç ve kamusal ulaşım
gibi alanlarda yaptığı cömertçe katkılarla hem şehir hem de kırsaldaki
altsınıfın gelirlerini artırdı. Rejim, elbette ne sefaletin kökünü kazıyabildi
ne de zenginle fakir arasındaki uçurumu kapatabildi, ancak en azından altsınıf
için güvenli bir ağ ördü. Aynı bağımsız fikirli ekonomistin ifadeleri ile
söylemek gerekirse: “Sefalet, orta gelirli gelişen ülkeler için gıpta edilecek
bir seviyeye indi.”[5]
Fiilî gerçekte giderek genişleyen merkezî
bakanlıklara ek olarak İslam Cumhuriyeti, aynı zamanda Mustazafin (Mazlumlar),
Şehit Evleri, Alevi ve İmam Humeyni Yardım Dernekleri gibi sayısız yarı
bağımsız kurum kurdu. Mollaların ya da ayetullahın atadığı ve ona sadık olan
kişilerce yönetilen bu dernekler, millî ekonominin yüzde 15’ini kullanmakta ve
merkezî hükümetin bütçesinin neredeyse yarısını kontrol etmektedir. Mal
varlıkları, önemli bir bölümü eski seçkinlerden müsadere edilen işletmelerdir.
Bu işletmelerin en büyüğü olan Mustazafin Derneği 140 fabrikayı, 120 maden
ocağını, 470 ziraî işletmeyi, 100 inşaat şirketini ve sayısız köy kooperatifini
idare eder. Ayrıca İttilaat
(Haberler) ve Keyhan (Dünya) adında,
ülkenin önde gelen iki gazetesini elinde bulundurur. Guardian’a göre, 1993’te derneğin 65.000 çalışanı ve 10 milyar
doları aşan yıllık bütçesi vardır.[6] Derneklerin bir kısmı, gaziler için
üniversite kotaları koyma konusunda etkin olan, yüz binlerce kişiye emeklilik
hakkı, barınma imkânı ve sağlık sigortası yanında ücret ve kazanç temin eden
birer lobidir. Başka bir deyişle bu dernekler, görece daha geniş refah
devletinin içinde konumlanmış birer küçük refah devletidirler.
Refah devletinin oynadığı bu önemli rol, sözkonusu
harcamaları İran siyasetinin üçüncü ayağı hâline getirmiştir. İster muhafazakâr
ya da liberal, ister reformist ya da köktenci, ister radikal ya da ılımlı,
ister sermaye ya da emek yanlısı olsun, bazı siyasetçiler, ülke içinde veya
dışında, büyük ve güçlü hükümetin “ahlâkî tehlikeler”ine karşı çıkan Şikago
Okulu mensubu ekonomistlerden tavsiye alma konusunda yeterince cevvaldirler ve
bu çevreler, serbest ticaretin, özelleştirme, küçük hükümet, işletme rekabeti,
maliyet etkinliliği, verimlilik, girişimcilik, küreselleşme ve Dünya Ticaret
Örgütü’ne girişin “erdem”leri karşısında mest olmaktadırlar. Esasında devrimden
beri birçok siyasetçi, ekonomik popülizme çeşitli derecelerde katkı sunmuştur.
Eski cumhurbaşkanları Ali Ekber Haşimi Rafsancani ve Muhammed Hatemi gibi kimi
siyasetçiler, sosyal programlarla ayartılmaya hazır popülistleri bir biçimde
susturmuşlardır. Cumhurbaşkanı Mahmud Ahmedinecad gibi su katılmamış birer
popülist olan diğer isimler ise sosyal programların genişletilmesi suretiyle
“petrol gelirlerini halkın yemek masasına getirme” sözü verirler. Popülizmin
bir sınırı olsa da gerçekçi düşünen kişiler bile güvenlik ağında büyük bir
kesintiye gidemiyor: örneğin Ahmedinecad, sübvanse edilen benzine kota
koymuştur.
Önümüzdeki yıllar rejimin
popülist programlarla ilgili taleplerle eğitimli orta sınıfın -özellikle ironik
biçimde rejimin en önemli başarılarından biri olan ve giderek genişleyen
üniversite mezunu ordusunun- talepleri arasında bir denge tutturma becerisini
sınayacaktır. Bu yeni toplumsal tabaka, sadece işe ya da tutarlı bir hayat
standardına değil, eskiye nazaran daha geniş bir sosyal hareketlilik alanına ve
dış dünyaya erişime muhtaçtır ki bu, özellikle çok iyi korunan yerli sanayilere
yönelik birer tehdittir; sözkonusu ihtiyaçların tatmini ardından bir sivil
toplumun oluşması ve yaşama imkânlarını genişletmesi mümkündür. Rejim, yeni
petrol ve gaz geliri kaynakları bulduğu takdirde rejimin bahsi edilen güçlü
talepleri karşılaması mümkün olabilir, ancak böylesi bir durumda rejimin
Washington ile ilişkilerini belirgin ölçülerde geliştirmesi gerekecek ve
böylelikle ekonomik yaptırımlar kaldırılabilecektir. Yaptırımların
kaldırılmaması hâlinde İran, geniş gaz rezervlerini artırmak için muhtaç olduğu
teknolojiye ve sermayeye ulaşamaz. Eğer yeni gelirler temin edilmezse, sınıf
politikası rejimin başına yeniden belâ olacaktır. Otuz yıl boyunca halkçılık
sınıf politikasının keskin ucunu köreltmeyi bilmiştir. Ancak gelecekte bu
konuda aynı beceriyi göstermesi mümkün değildir.
Ervand Abrahamyan
2008
Dipnotlar:
[1] Abrahamyan, Modern İran Tarihi adlı çalışmasında bahsedilen
ilahiyatçı için kaynak gösterir: A. Rizai, Nasihat-ı Hüseyini (Hüseyin'in
Hareketi -Springfield, Montana: Liberation Movement of Iran Publications (İran
Kurtuluş Hareketi Yayınları), 1975.
[2]
Bu istatistiklerin büyük bölümü hükümet raporlarından alınmıştır. Bu raporların
güncellenmiş özetleri için bkz.: Ortadoğu Enstitüsü, Iranian Revolution at
30 (30. Yılında İran Devrimi) (Washington, DC, 2009).
[3]
Cevat Salihi-İsfahani, “Poverty and Inequality Since the Revolution,”
(Devrimden Bugüne Sefalet ve Eşitsizlik) The Iranian Revolution at 30 (Washington,
DC: Ortadoğu Enstitüsü, 2009), s. 107.
[4]
Laura Secor, “The Rationalist” (Akılcı), New Yorker, 2 Şubat 2009.
[5]
Salihi-İsfahani, s. 105.
[6]
Guardian, 9 Temmuz 1993.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder