Pages

29 Nisan 2025

Balon

Aram Pehlivanyan gençlik yıllarında ailesi ile birlikte

 

TKP’nin gösterime sunduğu Medusa’nın Salı belgeselinin şimdiye kadar beş bölümü yayınlandı.

Belgeselde Hrant Dink’in katledilmesine giden sürece değiniliyor. TKP, 1915’in yüzüncü yılı olan 2015’te yaptığı açıklamada, “Aram Pehlivanyan (Ahmet Saydan), Şahabettin Bakırsan, Armenak Bakırcıyan (Orhan Bakır)” isimlerine yer verip, bu insanların halkların kardeşliği ve eşitlik mücadelesi için bedel ödediğinden bahsediyor.

2015’te yapılan açıklama göstermeliktir. Asıl adı “Anarad Hığutyun Rahibeler Okulu” fakat bugün TKP'nin en önemli gelir kaynağı olan Kadıköy NHKM binasının 100 yıldan daha önceye dayanan öyküsünden bir bölüm şu şekildedir:

“1982 yılında öğrenci sayısı 80 civarına düşünce Okul, Milli Eğitim’e yapılan başvuru ile kapatılmıştır. Öğrencilerin bir kısmı, Moda’daki Aramyan Uncuyan Okulu’na bir kısmı da devlet okullarına gitmiştir. Bakanlık, ‘3 yıl içinde tekrar açabilirsiniz’ demiş ama tekrar açılamamış. Vakıf Yöneticileri, binayı başka bir okula, daha sonra özel bir sağlık kuruluşuna kiralamak istemişler. Bakanlık izin vermemiş. Bina, yıllarca boş ve metruk kalmış. 2000’li yıllarda AB uyum yasalarında yapılan düzenlemeler doğrultusunda, Bakanlık’tan ‘Kültürel konularda kiralanabilir’ izni çıkmış. 2004 yılında bina, bahçesiyle birlikte, Nâzım Hikmet Kültür Merkezi’ne kiralanıyor. Bu sözleşme sonrası bina ve bahçesi derlenip toparlanıyor ve aslına zarar vermeden kullanılmaya başlanıyor.”[1]

NHKM sayfasında yer alan tarihçede bu bilgilerin hiçbirisine değinilmez. Bina, sanki öylesine metruk bırakılmış ya da tarihten soyutlanıp gökten zembille inmişçesine bir gerçeküstülüğe sahiptir.

Açıklamada dikkat çeken bir nokta var: Bakanlık, binanın okul ve sağlık kuruluşuna vakıf tarafından kiralanmasına izin vermiyor, fakat AB uyum yasalarından sonra kültürel konularda kiralanması için TKP’ye izin çıkıyor. Yani NHKM Kadıköy, AB emperyalizminin açtığı iskanda kuruluyor.

Okula ve sağlık kuruluşuna izin verilmeyip TKP’ye izin verilmesinde sorun görmeyenler, TKP’yi komünist parti olarak görmeye devam edebilirler. TKP’nin geminin kaptan koltuğuna oturtmak istediği, tam olarak AB emperyalizmidir.

Bir ülkenin komünist partisine emperyalist kapitalizm aşamasında rahatça bina kiralanıp gelir kaynağı çıkarılması ve insan toplaması için izin veriliyorsa orada konuşulması gereken konu, o partinin sermaye düzenine ideolojik aparat olduğudur.

Tekrar yazının başında değindiğimiz, TKP’nin sözde sahiplendiği isimlere dönecek olursak, Aram Pehlivanyan partili bir şairdir, yoksulluk içinde geçen ömrü Suriye’ye ve orada bir süre yaşadıktan sonra Doğu Almanya’ya kaçışla şekillenmiştir. Almanya yıllarında da Nâzım Usta’nın ev ziyareti yapacak kadar dostluğunu kazanan biridir, aynı partide yoldaş olup ikisi de İstanbulludur.

Ne komünist ne de partili bir şair olmasının TKP için önemi vardır. Aram’ın adı TKP'nin hiçbir kurumuna verilmediği gibi onun kitabını Aras Yayıncılık basmasaydı TKP, adını bile anmazdı.

Aram üzerine TKP’nin yazdığı bir eser bulunmadığı gibi onu anan şiir etkinliği de yapmaz, Ermeni vakfının binasına AB uyum yasalarıyla çöken TKP, Aram’ın fotoğrafını da o binaya asmaz.

TKP’nin gerçeği ve arzuladığı düzen, İttihatçı ideoloji üzerine kuruludur. O yüzden, 19 Mart sürecinde ona ilk birlik daveti Vatan Partisi’nden geldi.

Medusa’nın Salı belgeseli her yönüyle eleştirilmesi mümkün bir belgeselken biz, yazımıza sadece bir yönünü aldık. Bugün şu soruyu tekrarlayarak sormak, ideolojik kavgada TKP’nin komünist olduğunu netleştirecektir: Okul ve sağlık kuruluşuna kiralanması için izin çıkmayan vakfa, komünist olduğunu iddia eden partiye kültür işleri için kiralanması konusunda izin çıkmasının tarihsel-politik karşılığı nedir?

İdeolojik mücadelenin en karmaşık ve kitle bağı kuran ayağı, kültür alanıdır. Sistem demek ki TKP’yi komünist parti olarak kabul etmiyor ki Ermeni halkına ait bir binada Nâzım’ın adı altında bar-meyhane kurulmasında beis görmüyor.

Nasıl Bir kültür merkezidir ki 100 yılı aşkın tarihe sahip olan Ermeni kültürünün eseri olan bir binanın dokusunu bünyesinden kazıyıp atıyor? Bu yönüyle TKP’nin laiklik söylemi kuru gürültüden ibarettir. Binanın sokağa bakan kısmına meyhane masası atıp halka yürüyecek alan bırakmayanların kamuculuk söylemi de safsatadan ibarettir.

TKP işçi emekçi sınıflar eşit bir düzene kavuşamasın diye vardır. Nâzım’ın adına gölge düşüren, “Komünist” adını tekeline alan, bar-meyhaneden gelir elde edip hiçbir partili çalışanı ihraç edilmeyen TKP’dir.

Ekonomi-politik ve ideolojik açıdan bakıldığında TKP çok iyi bir Kemalist partidir. Sınıflar mücadelesi açısından bakıldığında, TKP değil komünist, reformist bile olamayacak kadar ideolojik geriliğin sembolüdür.

Bugün “Kadıköy izni çıkmazsa Taksim’i zorlarız” diyen (aslında Taksim’de 1 Mayıs’ın yapılmasını istemeyen) Okuyan’ın TKP’si ile Taksim’de 1 Mayıs kutlayacağı yalanını kitlelere söyleyen Özel’in CHP’si arasında hiçbir fark yoktur.

1980 öncesi TKP’nin de ideolojik-politik kodları bugünkünden farklı olmadığından, Türkçe ve Ermenice şiirler yazan Aram Pehlivanyan sürgünde yaşamını yitirdiğinde bir bildiri yayımlar fakat o bildiride Aram’ın Ermeniliği bir kez daha sürgün edilir.

S. Adalı
29 Nisan 2025

Dipnot:
[1] Arif, Atılgan, “Anarad Hığutyun Rahibeleri Okulu (Nazım Hikmet Kültür Merkezi)”, 13 Mayıs 2019, Mimdap.

1992 Los Angeles Ayaklanması: Bir Proleter Ayaklanmanın Bağlamı



29 Nisan 1992’de Los Angeles’ta yirminci yüzyılın en önemli ayaklanmalarından biri yaşandı. Düzeni sağlamak için ordu, ulusal muhafızlar ve polis devreye girdi, halk, milyonlarca dolarlık malı kamulaştırdı, işyerlerine yönelik saldırılar neticesinde milyarlarca dolarlık zarar oluştu.

Birçok okur, ayaklanmanın detaylarına zaten aşina. Dolayısıyla, bu makalede biz, ayaklanmayı, sınıf mücadelesinde yeni gelişen militanlık düzeyinin nereye yöneleceğini görmek adına, yaşanan olayları Los Angeles ve Amerika’daki sınıfsal ilişkilerin mevcut bağlamına oturtmak suretiyle anlamaya çalışacağız.

Ayaklanmadan önce ülkedeki sınıf mücadelesi, iki açıdan ele alınıyordu. Kötümser yaklaşıma göre, işçi sınıfı yenilmişti. Bu yaklaşım, dünya genelindeki sınıf mücadelesi düzleminde Amerika’nın çölden farksız olduğunu söylüyordu.

İyimser görüş ise ücretlerdeki kesintiler karşısında geleneksel işçi sınıfının zayıf olmasına karşın, Amerikan solunda gördüğümüz, tek bir meseleye odaklanan kampanyalar ve “politik doğruculuğu” esas alan söylemin, esasen işçi sınıfının belirli kesimlerinin özerk mücadele yürütmesinin hayati bir mesele olduğunun kanıtı olduğu iddiasındaydı. Los Angeles’ta sınıf mücadelesinin patlama noktasına ulaşması, bu tek taraflı görüşlerin ötesine bakmamızın gerekli olduğunu ortaya koyuyor.

Görünenin Ötesine Bakmak

İsyanlara dair bilgilerin önemli bir kısmı, kapitalist medya kaynaklı. Dolayısıyla, bizim bu tahrif ve tahrip edilmiş bakış açısıyla uğraşmamız gerekiyor.

Körfez Savaşı’nda olduğu gibi medya, insanları olan bitene dair imgelere boğdu ama bir yandan da olaylara ilişkin yanlış bir görüş inşa etti. Körfez Savaşı’nda yanlış bilgi aktarma çabasında olan medyanın, Los Angeles isyanında sansürcülüğünü konuşturmanın yanında proleter bir ayaklanmayla yüzleştiğinde idraksizlik çamurunda debelendiğine şahit olduk.

Mike Davis’in de ifade ettiği gibi, birçok muhabir, anlamak istemedikleri canları çizmeleriyle çiğnerken sadece varoşlara dair klişeleri dillendirmekle yetindiler. Her şeyin kat kat üst üste bindiği, karmaşık gerçeklik, tek bir hikâyeye indirgendi. Muhabirler, “bu süreçte siyahların King’le ilgili alınan karara karşı duyduğu haklı ve meşru öfkeyi sokak çeteleri kendi çıkarları için istismar etti ve bu öfkeyi kendi toplumlarına yönelik gözü dönmüş saldırıya dönüştürdü” dediler. Oysa burada muhabirlerin aktardıkları manzaranın gerçeklikle hiçbir alakası yoktu.

1991’de Rodney King’in yediği dayak, münferit bir olay değildi. Saldırı, şans eseri filme alınmıştı. Böylelikle, Amerika’da kapitalist hâkimiyetin mevcut biçimine damga vuran, şehirlerde uygulanan ırkçı polis baskısı görünür hâle geldi. Kamuoyunun bu her gün yaşanan olayı bilmesiyle birlikte olay, simgesel bir önem kazandı. Bayraklaştı.

Televizyon seyircisinin bitmek bilmeyen duruşmalar üzerinden olayın üzerine nisyan örtüsü serdiği koşullarda, Los Angeles’ın orta kısmının güneyinde ve diğer fukara kesimlerinde yaşayanlar, davadan gözlerini hiç ayırmadılar. King’in sistemden yediği dayağa yönelik öfkelerini bileylediler. Ülke genelinde, bilhassa Los Angeles’ta davanın sonucu ne olursa olsun devletin halkın öfkesine bir şekilde mazhar olacağına dair kanaat hâkimdi. Şehrin merkezinin güneyindeki mahallelerde oturanlar açısından King olayı, basit bir tetikleyiciden başka bir şey değildi. Televizyonlardan yapılan “ayaklanmayı sonlandırın” çağrılarına kimse kulak asmadı, çünkü zaten mesele, King ve yediği dayak değildi. Ayaklanma, sokaklarda sürekli uygulanan ırkçılığa ve fukara mahallelerdeki sistematik zulme karşı başlatılmıştı. O yumruklar, ırkçı Amerikan kapitalizminin gündelik hayata yansıyan gerçekliğine karşı sıkılmıştı.

Medya, hemen eylemleri “ırk isyanları” olarak yaftaladı. Ama bu tasnif, süreç içerisinde anlamını yitirdi. Newsweek’in ayaklanmayla ilgili haberinde şu söyleniyordu:

“Ortada sadece ‘Whitey’yi öldürün’ diyen genç öfkeli siyahlar yok. Latinler, hatta beyazlar da Afrikalı-Amerikalılarla birlikte hareket ediyor. Ayaktakımının derdinin kan değil, mülk olduğu görülüyor. Bayram günüymüş gibi ortalıkta dolaşan yağmacılar, pahalı tüketim mallarına saldırıyorlar. Bu ürünler, birden ‘ücretsiz’ oluyor. Sadece yoksul siyahlar değil, beyazlar ve Asyalı Amerikalı işletme sahiplerinin de canları yandı.”

Newsweek, mikrofonunu “uzman” diye bir kent sosyologuna uzatıyor. Uzman, orada şunu söylüyor: “Bu, ırksal bir isyan değil. Sınıfsal bir isyan.” (Newsweek, 11 Mayıs 1992)

Bu analizden rahatsız olan dergi muhabiri, top sakallı, 19 yaşındaki bir tezgâhtara uzatıyor mikrofonunu. Richard Cunningham isimli bu genç, şunları söylüyor:

“Hiçbir şey umurlarında değil. Âlem yapıyorlar. Ekranlardan gördükleri hayatları yaşamak istiyorlar. Orada büyük eski evleri, güzel arabaları, stereo müzik çalarları görüyorlar. Şimdi bunların hepsi ücretsiz. Alıp gidiyorlar.”

Tam da sosyologun dediği gibi: bu, sınıfsal bir isyan.

Los Angeles’ta Latinler, siyahlar ve bazı beyazlar polise karşı birleştiler. İsyana katılan kitlenin bileşimi bölgenin bileşimini yansıtıyordu. İlk göz altına alınan 5.000 kişinin yüzde 52’si yoksul Latin, yüzde 10’u beyaz, sadece yüzde 38’i siyahtı.

Bu tür gerçekleri gören medya, isyanı “ırksal isyan” olarak yaftalamanın imkânsız olduğunu anladı. Ama medya, eylemleri rastgele yapılan şiddet eylemleri ve insanların kendi cemaatinden kişilere yönelik gerçekleştirdikleri anlamsız saldırılar olarak takdim etme konusunda epey başarılı oldu. Mesele, şiddete meyilli bir tarafının olması değildi. Medya, eylemlerin aktığı kanaldan hoşlanmamıştı. Kitle, siyah ya da Latin fark etmez, gazetecileri ve fotoğrafçıları hedef alıyordu. Peki medya isyancıların neden hedefindeydi?

1. Fotoğraflar ve haberler üzerinden eylemlere katılanlar tespit ediliyordu;

2. Ayaklanma, takip eden yıllarda sadece suçlular ve uyuşturucu bağımlılarıyla anılır oldu. Halkın talepleri ve iradesi silindi. Bu yüzden, yoksul mahalleler muhabirleri bugün bile hâlâ “görüntü yağmacıları” olarak anıyor.

Oysa ayaklanmanın üç boyutu vardı: temsil iddialarına reddiye, servetin doğrudan kamulaştırılması ve mülke saldırı. Ayaklanmaya katılanlar, bu üç başlıkta ellerinden geleni yaptılar.

Temsil İddialarına Reddiye

1965’te yaşanan ayaklanma, sadece Watts ilçesiyle sınırlıyken 1992’de isyancılar, mücadelenin alanını etkili bir biçimde genişletmeyi bildiler. İlk olarak “temsilciler”i kenara ittiler. Dolayısıyla, şehir idaresindeki siyasetçiler, kilise örgütleri ve yurttaş hakları hareketine mensup bürokratlar boşa düştü, siyahi toplumu kontrol etme görevini ifa edemedi. ABD’nin diğer eyaletlerinde bu politik kesim, halkın öfkesini doğrudan eylem alanından uzaklaştırıp ayaklanmanın yayılma sürecini durdurmayı bildi. Mücadele alanı gene de genişledi ama diğer şehirlerde eylemlerin yoğunluğu Los Angeles’taki yoğunluğa hiçbir vakit ulaşmadı. Los Angeles’ta kendi başlarına göreve gelmiş ve seçilmiş temsilciler kenara itildi. İsyancılar, Watts isyanındaki kardeşleri gibi liderlere zerre saygı göstermediler. Onca yılın ardından sermaye ve devletle siyahi toplum arasında arabuluculuk yapan kesim hükmünü yitirdi. Cemaat liderleri, mahallelilerin ellerini kollarını bağlamaya çalışsa da “ellerindeki boruları, demir çubukları, beysbol sopalarını öfkeli bir biçimde sağa sola sallayan çete liderleri, halkı kendi mahallelerine değil de batıdaki zengin mahallelere saldırmaya teşvik etti.”

“Sokaklar artık polis için çok tehlikeli yerlerdi.” (Observer, 3 Mayıs 1992).

Mülke Saldırı

İsyancılar, polisi izlemek için taşınabilir telefonlar kullanıyorlardı. Halkı bölmek için kullanılan otoyollardan mücadelenin alanını genişletilmek için yararlanıldı. Siyahlar ve Latinler, arabalarıyla dolaşıp ticarethaneleri, kapitalist sömürü alanlarını ateşe verdiler. Başka noktalarda ise trafik kesilerek AVM’ler boşaltıldı.

Amerikan tarihinde birden fazla etnik unsurun katıldığı ilk isyan olma özelliği taşıyan Los Angeles Ayaklanması, arabaların yardımına başvurulan ilk isyandı aynı zamanda. Polis, isyancıların yaratıcılığı ve maharetleri karşısına şaşkına dönmüştü.

Doğrudan Kamulaştırmalar

“Metayı anında yok eden yağma pratiği, aynı zamanda metanın nihayetinde ifade ettiği gerçekleri, orduyu, polisi ve devletin silahlı şiddet üzerindeki tekelini kullanan diğer uzmanlaşmış birimleri ifşa eder.”

İsyancılar, polisi sokaklardan kovunca yağma, ayaklanmanın baskın unsuru hâline geldi. Şehirde yaşanan ayaklanma, kapitalizme yönelik öfkenin patlaması yanında kapitalizmin yerini alma ihtimali bulunan yaratıcılığın, inisiyatifin ve neşenin de bentleri yıkıp taşmasıydı.

Orta yaşlı bir kadın şunu söylüyordu: “Çalmak günahtır ama bugün burada yaşanan, televizyonda bir yarışmayı seyreden kitlenin içerisindeki herkesin kazanmak istediği ödülü alma çabasından daha fazlası.” [Davis’in Nation’da çıkan makalesi, 1 Haziran]

"Sokaklar, dükkân önleri ve AVM’ler her ırktan yağmacının eline geçti. Sarışın çocuklar arabalarına büyük ses sistemleri yüklediler. […] Külüstür bir arabaya doluşmuş Filipinliler, beysbol eldivenlerini ve ayakkabılarını topladılar. Latin anneler, çocuklarıyla ilaç dükkanlarını ve mağazaları dolaştılar. Birkaç Asyalı da vardı. Watts isyanında yağma, ümitsiz, öfkeli ve kaba bir kitlenin eylemi iken bu sefer kitledeki ruh hali delice eğlenilen bayram coşkusuna benziyordu.”

“Yağma” olarak yaftalanan doğrudan kamulaştırma eylemleri, çalışma-ücret-tüketim denilen sermaye çevrimini bozuyor. Sermaye, grev gibi bu tür bir mücadeleyi hoş karşılamaz. Ama şu gerçeği de dillendirmek gerek: şehirdeki işçi sınıfının önemli bir kısmı açısından ayaklanmanın üretim düzeyine taşınması imkânsızdı. Bazı ürünleri ulaşamayacaklarını, iyi bir hayat yaşayamayacaklarını bilen insanlar için kullanım değerlerinin tamamına bir etiket vurulmuştu. İnsanlar, sermayenin çelişkilerini yabancılaştıkları üretim düzeyinde değil, yabancısı oldukları tüketim alanında, emek düzeyinde değil, emtia düzeyinde tecrübe ediyorlardı.

“Birçok insan, kendilerine tazminat olarak ödenmesi gerekenleri aldıklarını düşünüyor. ‘Bunlar zaten bizim’ diyor.” [Will M., eski çete üyesi Will M.’in yağma ile ilgili görüşü, International Herald Tribune, 8 Mayıs]

Doğrudan kamulaştırmanın bilhassa üretimden kopartılmış Los Angeles’lı yoksullar için sahip olduğu önemi kavramak gerekiyor.

“İşçi sınıfının değer yasasına karşı ürettiği toplumsal zenginlikle doğrudan ilişki kurma eğilimine sahip olduğu görülmeli. Sınıf mücadelesini mevcut düzeyine taşıyan kapitalist gelişme, toplumsal değiş tokuşun ‘nesnel’ parametrelerini yok ediyor. Bu sebeple, proletarya, bu mevcut düzey dâhilinde, sermayenin biçimsel açıdan yeniden boyut verdiği toplumsal zenginliği yeniden temellük etmekle ilgili maddi irade üzerinden kendisini yeniden teşkil ediyor.”

Irk ve Sınıf Bileşimi

Amerikan burjuvazisinin sesi olan Newsweek bile yaşananın bir “ırksal isyan” değil de bir “sınıfsal isyan” olduğunu tespit etmek zorunda kaldı. Ama isyanın sınıfsal niteliğini tespit ederken ondaki “ırki” unsurlara körleşmemeliyiz. Amerikan işçi sınıfını bölen ırksal hatlar ayaklanmada da belirgindi. Bu anlamda, ayaklanma ırk meselesini belirli ölçüde içeriyordu. Irk temelli kimi olaylara tanık olundu. Bizim bu unsurları temeldeki sınıfsal çelişkinin ifadesi olup olmadıklarını anlamamız gerekiyor.

Normandie ve Florence’te ayaklanmayı başlatan kalabalığın içinden birileri Reginald Oliver Denny isimli bir beyaz kamyon şoförüne saldırdı. Medya, bu dayağın üzerine atladı, onu beyazların siyahlara yönelik korkularının somut teyidi olarak takdim etti. Peki ama bu olay aslında neyi anlatıyordu? Ayaklanma sırasında ölenleri inceleyen bir analiz başka şeyler söylüyor.

Bu noktada bizim sınıf savaşının “ırki” bir dil tutturduğunu görmemiz gerekiyor.

Amerika’da genel anlamda muktedir sınıf, ırkçılığı her daim teşvik edip yönlendirmiş, yerlilere soykırım uygulamış, kölelik düzeninden beslenmiş, işgücünü bölmek için etnisite silahını kullanmıştır. Ardı ardına kıyıya vuran göçmen dalgaları yüzünden siyahi işçiler işlerinden olmuşlardır. Diğer toplumsal gruplar, emek piyasasında en alttayken yukarı tırmanırken siyahlar hep yerlerinde saymışlardır. Bir yandan da ırkçılık, beyaz işçilerin sınıf bilinci geliştirmelerine mani olmuştur.

Özelde Los Angeles’ta orta güney hattında yaşayanlar, işçi sınıfının en fazla dışlanan kesimidir. Sermaye, bu kesimlerle ilgili olarak belirli strateji geliştirmiştir. Bu strateji, polis baskısı üzerine kuruludur ve tümüyle sınıfi bir meseledir. Öte yandan, Los Angeles Emniyet Müdürlüğü ağırlıklı olarak beyazlardan oluşurken onun mağdur ettikleri genelde siyahlar ve Latinlerdir. Devletin çok sayıda siyahı polis yapmak suretiyle dışlanan ve içerilen kesimler arasındaki sınırları bulanıklaştırdığı diğer şehirlerden farklı olarak Los Angeles’ta sermaye böl ve kuşat stratejiyi uygulamaktadır. Halkla emniyet arasındaki her yüzleşmede açığa çıkan bu ırkçı strateji, tümüyle ırki bir meseledir.

Kentin siyahları ve Latinleri deri renklerine göre marjinalleştirilip ezildiler. Bu koşullarda zalimlere karşı sınıfsal öfkenin açığa çıkmasında, bu noktada düşmanı tanımlarken tıpkı kendilerine karşı kullanılan dilde görüldüğü üzere ırki ifadelere başvurulmasında şaşılacak bir şey yok. Dolayısıyla, bu isyan “ırki bir isyan” olsa bile hâlen daha sınıfsal bir isyandı. Ayrıca eylemlere katılanların ırklara dair klişelerin ötesine geçebildiğini de görmek gerek. Polise yönelik saldırılara, kamulaştırma eylemlerine ve mülke saldırılara herkes olumlu yaklaştı. Bunların gerekli olduğunu söyledi. Ama deri renginden ötürü birilerine yapmış saldırılar ayaklanmanın parçası olarak görülmediği gibi tasvip de edilmedi. Aslında kentteki sınıfsal baskının ırkçı niteliği bağlamında ayaklanmanın ırki bir yön barındırmamış olmasına şaşmak gerek. Bu noktada asıl önemli olan, isyancıların sermayenin kontrol amaçlı ırkçı stratejilerini çöpe atmış olmalarıydı.

“Birçok insan, ‘Madem bir araya geleceğiz, mahalleyi feda etmek zorundayız’ diye düşündü.” [Eski çete üyesi Will M.’in işletmelerin tahrip edilmesi ile ilgili açıklaması, International Herald Tribune, 8 Mayıs 1992.)

Ayaklanma, ayrıca Korelilerin işyerlerine saldırı biçimini aldı. Sermaye ve halk arasındaki kapışmada Koreliler önemli bir yere sahiplerdi. Halk, Korelileri sermayenin yüzü olarak görüyordu. Harlins olayı ve takip eden yargılama sürecinden çıkan sonuç üzerine Korelilerle siyahi cemaatinin arasındaki ilişkiler iyice koptu. Soon Ja Du ismindeki Koreli bir manav, Latasha Harlins isimli 15 yaşındaki siyah bir kızı başından vurarak öldürdü. Koreli, 500 dolar kefaletle serbest kaldı. Amerikan devletinin toplama kamplarını yoksul siyahlarla doldurduğu koşullarda bir esnafın o siyahların çocuklarını öldürmelerine izin veriliyordu. Bu olayın etkisiyle yoksul halk, Korelilerin işyerlerine saldırdı. Bu saldırı, basit manada yaşanan olayın intikamını almakla ilgili değildi, esasında tüm kapitalist sisteme yönelikti.

Ayaklanma, sermayeye mülkiyet biçimi üzerinden saldırdı. Burada hedefte olan, herhangi bir mülkiyet değil, sömürüye ait kurumlar olarak işyerlerinin mülkiyetiydi. Siyahların ve Latinlerin yaşadıkları yerlerde bu işletmelerin ve mülklerin çoğu Koreliler aitti. Korelilere yönelik öfkenin sınıf temeli anlamanın yanında bizim bu olayı genel bağlama oturtmamız gerekiyor.

Los Angeles’ta siyahi işçi sınıfının durumu yetmişlerin sonunda, altmışların sonunda geniş kitleler hâlinde istihdam edildikleri ağır sanayiinin kapısına kilit vurulması ile birlikte, iyiden iyiye bozuldu. Bu süreç, kentin ekonomisinin uluslararası ilişkilere bağlanmasının bir sonucuydu. Kent, Pasifik Okyanusu’na kıyısı bulunan bölgeleri merkez alan birikim sürecine dâhil oldu. Japon sermayesi bölgeye aktı. Kent merkezi yeniden gelişti. Bir milyonun üzerinde Latin Amerikalı gelip düşük ücretlerle çalışan Siyahların işlerini aldı. Güney Korelilerse kentte işleyen ticaret ekonomisine dâhil oldu.

Latinlerle iş için rekabet edildiği koşullarda siyahlar, Korelileri sermayenin temsilcisi olarak görmeye başladılar. Ancak bu ırki ayrışmalar, tümüyle belirli gelişmelerin zorunlu sonucuydu. Yeniden yapılanma sürecinde siyahlar işsiz kaldılar. Güney Koreli işçiler küçük burjuva bir rol üstlendiler. Bu, sınıfsal çelişkinin tüm ulusları ve etnisiteleri dikine kestiğinin kanıtıydı. Küresel finans sermayesi neticede yok olmamak adına kendisini her daim yeniden yaratmanın yollarını arıyordu.

Sınıfsal Bileşim ve Kapitalist Yeniden Yapılanma

Amerikan işçi sınıfı, ücretli-ücretsiz, mavi yaka-beyaz yaka, göçmen emeği-yurttaş emeği, güvenceli-güvencesiz diye bölünmüş durumda. Bir de buna etnisite temelli ayrışmalar eşlik ediyor. Güç ve beklentiler konusunda da ayrışmalara tanık olunuyor. “Sınıfın birliği” diye bağırıp veya “Sınıf, Leninist parti türünden bir öncünün ardında birleşene dek sermayeyle boş ölçüşemez” gibi kaderci bir yaklaşımı benimseyerek bu ayrımların üzeri örtülemez. Bu düzlemde, Amerika’da sınıfsal çatışmanın küre üzerinde yaşandığı tüm alanlarda bizim statik toplumsal sınıflar anlayışı yerine dinamik bir anlayış olan sınıfsal bileşim anlayışını kullanmamız gerekmektedir.

“Bush bölgeyi ziyaret ettiğinde, kapsamlı güvenlik önlemleri alındı. Televizyon kanallarına başkanın ziyaretlerini canlı yayınlamamaları, böylelikle onun tam konumunu ifşa etmemeleri söylendi.” [International Herald Tribune, 8 Mayıs 1992]

Los Angeles’ın orta kesiminin güneyinde yaşanan ayaklanma ve ABD genelinde bu ayaklanmayla bağlantılı olarak yapılan eylemler, Amerikan kapitalizminin bünyesinde onunla çatışan proleter bir özneyi barındırdığını ortaya koydu. Bu zamana kadar bu öznenin oluşumuna iki süreç mani oluyordu:

1. Amerikan işçi sınıfının önemli bir kesimi, kendi kimliğini “orta sınıf”a aitlik üzerinden tanımlıyor, proleter olduklarına dair bilinci gizliyordu.

2. Nüfusun dörtte birlik kesimi “alt sınıf” olarak yaftalanıyor, toplumun bu kesimi alt-işçilik kategorisine sokulup marjinalleştiriliyor ve dışlanıyordu.

Bu türden sosyolojik kategorizasyon çabaları, toplumun üst kesimlerinin lüks mallara erişim imkânının arttığı iddiasını temel alıyor. Düzensiz ya da yarı zamanlı çalışan kesimler, işsizler alt kesim olarak görülüyor, bunların sadece geçimlerini sağlamak için tükettikleri üzerinde duruluyor.

Sermayenin stratejisi uyarınca içerilen kesim ekonomik ilişkilerin kaba gücüyle hizada tutuluyor, buna bir de dışlanan kesimin olduğu çukura yuvarlanma korkusu eşlik ediyor. Dışlanan kesim için Amerikan rüyası kâbustan ibaret ve bunların polis baskısıyla kontrol altında tutulması gerekiyor. Bu uygulanan baskı politikaları kapsamında uyuşturucuyla mücadele, burjuva toplumunun bilhassa Amerika’da dünyayı tanıştırmakla övündüğü “yurttaş hakları”yla çelişen tedbirler için bir kılıf işlevi görüyor.

ABD sermayesi, Watts isyanına ve altmışlarda yaşanan diğer isyanlara tavizlerle cevap verdi. İsyan eden işçilerin önemli bir kısmı ihtiyaçları karşılanmadığı için ayaktaydı. Dolayısıyla, sermaye bu sorunu parayla çözmeye çalıştı. Bu baskıyı kapitalist kontrol mekanizmalarının sınırları dâhilinde hafifletti. Ama bu yol seksenlerde işe yaramadı. Devletin şehirlere yaptığı yardımın tutarı 1980’de 47,2 milyar dolarken 1992’de 21,7 milyar dolara düştü. Tüm dünya genelinde de proletaryanın altmışlardaki ve yetmişlerdeki saldırılarına benzer tepkiler verildi: Ücretler ve sosyal yardım harcamaları artırıldı (yani proletaryanın toplumsal ihtiyaçları karşılandı), sermaye, güçlerini pekiştirince, farklı bir zeminde birikim süreci yeniden yapılandırılınca, işçi sınıfının militanlıkla kurduğu bağlar kopartıldı, işsiz sayısı artırıldı.

Amerika’da bu strateji, yüzeyden bakıldığında Avrupa’dan daha fazla başarılı oldu. Amerikan burjuvazisi, bazı işçi kesimlerinin yaşam standartlarını düşürüp bazılarını artırmak veya mevcut seviyede tutmak suretiyle ücretlerde yaşanan genel artışı durdurmayı bildi. Bu stratejinin darbesini en çok da siyahlar ve Latinler yedi. Lise mezunu siyahların ortalama yıllık gelirleri 1973’ten 1990’a gelindiğinde yüzde 44 oranında azaldı. Sosyal programlarda kesintiye gidildi, yatırımlar azaldı. Ayaklanmayla birlikte Amerikan işçi sınıfı, sermayenin ilgili toplumsal kesimi tecrit etme ve kapatma konusunda gösterdiği başarının geçici olduğunu ortaya koydu.

Sermayenin stratejileri şu hususu ortaya koyuyor: Sermaye, aktif bir proleter öznenin yeniden ortaya çıkma ihtimalini önemli görüyor, bu anlamda, yeniden yapılanma sürecini esasında işçi sınıfının gücüne karşı bir tepki olarak örgütlüyor. İşçi sınıfı, sermayenin işlettiği sürecin içerisinde salt bir nesne değildir. İşçi sınıfı, öznedir. Altmışlarda proletaryanın sahip olduğu politik sınıfsal bileşim düzeyi sermayenin işlettiği süreci zayıflatmıştır. Sermaye, kendisini yeniden yapılandırmış, bu sınıfsal bileşime karşı saldırıya geçmiş, bu anlamda, işçi sınıfını özne olmaktan çıkartıp nesneye, işgücüne dönüştürmeye çalışmıştır.

Kapitalist yeniden yapılanma süreci, birleşme eğiliminde olan sınıfı bölmeye ve belirli bir hiyerarşiye tabi kılmaya çalıştı. Üretimi dünyanın başka bölgelerine kaydırdı. Fabrikalarda işgücünü ekiplere bölüp, fabrikaları küçük işletmelere ayrıştırmak suretiyle kitlesel işçi hareketinin gücünü kırmak için uğraştı. Sermaye, birçok ücretli işçiyi insanların sermayenin emirlerini içselleştirsin diye kendi hesabına çalışan kişilere dönüştürdü.

Amerika’da işçi sınıfı etnisitelerine göre ayrıştırıldı. C. L. R. James gibi isimlerin de dile getirdiği biçimiyle işçi sınıfı militanlığında asıl itici güç, her daim mavi yakalı siyahi işçiler olagelmişti. Siyahlar ve diğer kimi kesimler, yeni plan uyarınca üçüncü dünyadaki yoksulluk düzeylerine mahkûm edildiler. Ama Negri’nin de ifade ettiği biçimiyle, “sermaye, insanları üretim devrelerinden dışlayıp insanları marjinal kılsa da onları tümüyle kovması imkânsız. Sermaye, ancak yeniden yapılanma süreci dâhilinde insanları üretim çevrimi içerisinde ancak tecrit edebilir.”

Sermaye, kendini yeniden yapılandırabiliyor ama şu husus unutulmamalı: işçi sınıfının mücadeleleri sermayenin gelişiminde motor güç olarak önemli bir yere sahip. Sermaye, politik sınıfsal bileşimin özel düzeyine saldırı gerçekleştiriyor, yeni bir düzey oluşuyor. Ama bu, kusursuz, uysal işçi sınıfının oluşumuna yol açmıyor. Sınıf önceki düzey üzerinden geçici olarak yeni bir bileşime kavuşuyor.

Sermayenin yeniden yapılanma süreci, Los Angeles’ta farklı bir biçim aldı. Bu biçim dâhilinde sermaye, Pasifik Okyanusu’na kıyısı olan sahil bölgelerindeki birikim sürecinin parçası oldu. Altmışların sonu yetmişlerin başında yaşanan canlanmayı ucundan kıyısından yakalayan siyahlar, bu imkâna metal işleri ve nakliye sektöründe buldukları işler sayesinde kavuştular. Ama bu sektörler zamanla şehri terk etti. Bir de üstüne kente bir milyon civarında Latin geldi. Bunlar, düşük ücretlerin verildiği imalat sektöründe ve emek yoğun hizmet sektöründe çalışmaya başladı. Bu durumundan kentteki siyahlar aynı ölçüde etkilenmediler. Kamu sektöründe güvenceli işlerde çalışanlara bir şey olmadı. Ama özel sektörde çalışanlar işsiz kaldılar. Kentin orta güney kesiminde işsizlik oranları yüzde 45’i buldu. Bu süreçten en çok da işçi gençler etkilendi.

Ama gene de sermaye, kentteki işçi sınıfının yeni bir bileşime kavuştuğu bu yeniden yapılanma sürecini zaferle taçlandıramadı. Sermaye, toplumun ilgili kesiminin çalışmasını istiyordu. Sosyal yardım sistemini paramparça eden sermaye, alt sınıfların iş aramalarından yanaydı. Buna karşın, kentteki birçok insan “Bağımlı Çocukları Olan Ailelere Yardım” gibi paketler sayesinde ayakta kalabiliyordu. Bu tür yardımlar, işgücünün yeniden üretilmesiyle ilgili maliyeti devletin sırtına yüklüyordu. İşgücünün itaatsiz olduğu koşullarda bu yük daha da can sıkıcı bir hâl alıyordu. O dönemde burjuvaziden beslenen yorumcular, hep bir ağızdan “sorunun ailenin ve aile değerlerinin ortadan kalkması” olduğunu söylüyordu. Sermaye, kendi aile modelini çalışma disiplini modeli ve yeniden üretim biçimi olarak dayatmaya mecburdu. O, işçilerin ve yoksulların kendilerini yeniden üretmelerini sağlamanın maliyetini bizzat üstlenmelerini istiyordu.

Mimari ve Postmodernizm Üzerine Bir Not

Los Angeles, hep “geleceğin şehri” olarak takdim edildi. Otuzlarda Amerika’da kamuya ait en iyi taşımacılık sistemi olarak tramvaylar, sökülüp atıldı. Otobanlar döşendi. Adorno ve Horkheimer, kapitalizmi özetleyen melankolik bilince dair tasvirlerini ilkin bu şehirde kaleme aldılar. Marcuse, bu bilinci sonrasında “tek boyutlu” olarak nitelendirdi.

Los Angeles, postmodernist teorinin de ilham kaynağıydı. Baudrillard, Derrida gibi postmodernist, postyapısalcı cüruf, bu şehirde dolaştı, kendi performanslarını sergiledi. Hatta Baudrillard, Los Angeles’ta “ütopyanın gerçek kılındığını” söylüyordu.

Kapitalizmi yücelten postmodernler, genelde Los Angeles’ın mimarisini çok severler, o bitmek bilmez otoyollarına, yeniden geliştirilmiş olan şehir merkezine bayılırlar. Bonaventura otelinde bir geceliğine 200 dolar verdikleri odalarında oturup bu yüce gördükleri mekâna methiyeler düzerler ama dışarıda kamusal mekânın yıkıldığı gerçeğine dair tek söz söylemezler. Bir terimi mimari alanından tüm topluma teşmil ettikleri için gayet mesut olan postmodernistler, mimari analizlerinin kapsamını genişletip yüzeyin bir santim altına inmeye tenezzül etmezler.

Los Angeles’ın postmodernist binaları, esas olarak Japon sermayesinin şehre akın etmesiyle birlikte inşa edildi. Şehir merkezi, Tokyo’dan sonra Pasifik kuşağının ikinci finans merkezi oldu. Gelgelelim, bu gelişme içteki mahallelerin sakinlerinin hilafına gerçekleşti.

Eski polis olan ve 1975’ten beri belediye başkanlığı yapan Tom Bradley, şehri yeniden yapılandıran sermayenin siyahi temsilcilerinden biri. Bradley, iş dünyası adına şehir merkezinin yeniden geliştirilmesi planına tüm gücüyle destek verdi. 1987’de patronların ricası üzerine evsizlere tahsis edilmiş, derme çatma bir biçimde kaldırımlara kurulmuş kampların yıkılması emrini verdi. Bugün tahminlere göre şehirde 50.000 evsiz bulunuyor. Bunların 10.000’i çocuk.

Şehir planlanırken insanların evleri de yıkıldı. İşçiler iş imkânlarını yitirdiler. Pasifik kuşağı sermayesinin fonladığı kalkınma planı, esasen Los Angeles’taki işçi sınıfının uluslararası sermaye eliyle kuşatılması için hazırlanmıştı.

Ama bu bizim postmodernistler, zahmet edip de sahnenin gerisinde işleyen harekete bir kez olsun bakmadılar. Bu geliştirme planındaki şiddeti görmediler. İnşaatlardan bakıldığında, bu şiddet aslında gayet aleniydi.

Los Angeles’ın mimarisini karakterize eden ana unsur, askerileşme. Şehrin planlanması süreci, aslında polisi ilgilendiren bir mesele. Şehirde her yerde karşınıza güvenlik bariyerleri, gözetleme teknolojileri, mekânın izlenmesine dair pratikler çıkıyor. AVM’lerin ve kütüphanenin birer kale gibi inşa edildiğini görüyorsunuz. Bunları devasa güvenlik duvarları ve gözetleme kameraları kuşatmış.

Şehirde “postmodernitenin kötü yanına uygun olarak, kent tasarımını mimari ve polis teşkilatıyla tek ve kapsamlı bir güvenlik çalışması dâhilinde birleştirme çabasına tanık oluyorsunuz.” (Davis, City of Quartz, s. 224)

1848 devrimleri sonrası Haussmann’ın yeniden tasarladığı Paris’te de gördüğümüz bulvarlar burada da karşımıza çıkıyor. Bu bulvarlar, ateşin sıçramasına mani olacak hat olarak iş görüyorlar. Buradan şehri planlayan mimarlar ve plancıların Watts isyanından dersler çıkarttıklarını anlıyoruz. Plan uyarınca kamusal alan tümüyle kapatılmış, sokaklar kitleyi dağıtacak birer araç olarak tasarlanmış. Bu, salt Los Angeles’a özgü bir strateji değil. Burada ilgili strateji, ifrata vardırılmış.

Sanat binaları, manzaralı bahçeli küçük park alanları, yerlerini büro emekçilerinin arabalarından inip büroya veya işyerine sokaktaki tehlikelere maruz kalmadan gitmelerine imkân sağlayacak şekilde tasarlanmış alanlara bırakmış. Geriye kalan kamusal alanlarsa askerileştirilmiş. Parklarda kimse kalmasın diye otomatik fıskiyeler yerleştirilmiş, oturaklar kapatılmış.

Beyaz orta sınıfın yaşadığı yerler duvarlarla ve özel güvenlikle çevrili. İsyanlar sırasında bu mahallelerde kalanlar ya şehri terk etti ya da silahlanıp gergin bir şekilde evlerinde gelecek olası saldırıları bekledi.

ABD’de özelde Los Angeles’ta mimari, salt bir estetik meselesi değil. Mimari, kapitalist toplumda dışlanmış kesimleri ve kucaklanan kesimleri ayırmak için polisle birlikte başvurulan bir silah. Bu, sadece Amerika’ya özgü bir olgu değil elbette. Tüm gelişmiş kapitalist ülkelerde çatışma alanları hâline gelmiş olan kent mekânlarının yeniden geliştirildiğine tanık oluyoruz.

Örneğin Paris’te “kültür” bayrağının arkasına saklananlar, Pompidou merkezini eski bir işçi mahallesine inşa etmişler. Bina, esasında 68 hareketinin yenilgisini kutlamak için yapılmış. Londra’nın Docklands liman bölgesini özel bir geliştirme şirketi almış. Uçuk fiyatlara satılan, yuppie’lere özel evler inşa edilmiş. Bu yapılarda kalanları özel güvenlik birimlerinden oluşan bir ordu koruyor. Bu tür geliştirme projelerinin sonucu hep aynı oluyor.

Bugün Almanya’da Kreuzberg ve Potzdamer Platz gibi önceden duvarın değersiz kıldığı bölgeler, “yeni Berlin kimlerin ihtiyacını karşılayacak?” üzerinden süren savaşın ana sahası hâline gelmiş durumda.

Postmodernitenin kötü yüzüne dair bu tür gözlemler ve eleştirilerde onların ortadaki çatışmayı görmemeleri, dolayısıyla, sermayenin diyalektiğine esir olmaları üzerinde duruluyor. Ama gene de kötümserliğe gerek yok. Yaşanan ayaklanma, sermayenin kitleyi dağıtamadığını, yok edemediğini bize gösterdi. Mekân, hâlen daha bir kavganın konusu. Tıpkı Haussmann’ın Paris Komünü’ne mani olamayan planları gibi Los Angeles’taki yeniden geliştirme çalışmaları da 1992’deki ayaklanmanın önünü alamadı.

Çeteler

“Haziran 1988’de Polis Komisyonu, polisin oyuk uçlu çekirdeğe sahip, eti paramparça eden mermileri kullanmasına izin verdi. Bu türden dom dom kurşunlarının savaşlarda kullanımı esasen Cenevre Sözleşmesi’nce yasaklanmıştı.” (Mike Davis, 1990, City of Quartz, s. 290.)

Çetelerin ayaklanma esnasında oynadığı rolü kimse inkâr edemez. Ayaklanma ile birlikte aralarında husumet bulunan çeteler, ateşkes ilan ettiler ve doğrudan ayaklanmaya katıldılar. Çete üyeleri, proletaryaya öncülük etti. Polisten nefret eden çetelerdeki militanlık, Orta Güney mahallelerindeki gençlere yönelik baskılarla birlikte daha da yoğunlaştı. Bu uygulanan baskı, işgal altındaki topraklarda yaşayan Filistinlilerin maruz kaldıkları baskılara denk düzeydeydi. Çeteleri yakalama ve “uyuşturucu tehdidini ortadan kaldırma” bahanesiyle emniyet, kapsamlı operasyonlar yürüttü. Orta Güney mahallerindeki gençlerle ilgili dosyalar hazırlayan polis, birçok proleteri katletti.

Mike Davis’in 1988’de dile getirdiği biçimiyle, “Çetelere yönelik korku, imgelemde işleyen sınıfsal ilişkilerin tezahürüydü. Yalan yanlış bilgilere, hayali kurgulara başvuruldu, korku bir tür silah gibi kullanıldı.” Bu “çete tehdidi”, Orta Güney mahallelerindeki gençleri suçlu ilan etmek için bir tür bahane olarak devreye sokuldu.

Uyuşturucu kullanıldığı, çeteler arasında savaşların yaşandığı gerçeğini kimse tabii ki inkâr edemez, ama bu noktada bizim işçi sınıfının kendisine yönelik şiddetine odaklanmamız gerekiyor. Neticede işçilerin ihtiyaçları karşılanmıyor, bu da içte saldırganlığa yol açıyor. Esasen baskı ve zulmü “adaletsizlik tehdidi” ile izah etmek gerekiyor. Bugün çeteler arası savaşları ve çetelerin ayaklanmada oynadığı rolü anlamak için bizim çetelerin tarihi denilen olguya bakmamız gerekiyor.

Los Angeles’ta siyahi sokak çeteleri kırkların sonunda ortaya çıktılar. Bu çeteler, esasında okullarda ve sokaklarda beyaz ırkçıların saldırılarına tepki olarak kurulmuşlardı. Ellilerin sonunda İslam Ümmeti ve diğer siyahi milliyetçi gruplar ortaya çıktığında emniyet müdürü Şef Parker, iki olguyu birleştirdi ve siyah tehdidi başlığı altında değerlendirdi. Müdürün bu kendi kendisini haklı çıkartan kehaneti üzerinden çetelere ve siyahi militanlara saldırıldı. Bu da çeteleri radikalleştirdi. Söz konusu politikleşme süreci, Watts Ayaklanması ile birlikte zirveye ulaştı. 1992’de aynı çete üyeleri, ateşkes imzaladılar ve siyahi işçi sınıfının polisi dört gün boyunca mahallelerden uzak tutmayı başarmasına katkıda bulundular.

Ayaklanmanın harrı içerisinde yapılan bu ateşkes, altmışlı yıllar boyunca bozulmadı. Birçok çete üyesi, süreç içerisinde Kara Panter Partisi’ne katıldı veya başka radikal politik örgütler kurdu. Genel kanaat, o dönemde çetelerin “devrime iştirak ettikleri” yönündeydi.

FBI’ın geliştirdiği COINTELPRO programı ile emniyetin kırmızı ekipleri hareketin bastırılması için oluşturuldu. Panterler, sokak ortasında ve kampüslerde ya polislerce ya da ajanlarca katledildiler. Partinin Los Angeles’taki bürosu, emniyete bağlı Özel Silahlar ve Taktikler Birimi (SWAT) tarafından kuşatma altında tutuldu. Örgüt içerisine nifak tohumları ekildi. Panterlerin politikası, belli ölçüde kusurlu ve hatalı olsa da onlar, siyahi proletaryanın Amerikan kapitalizmine dair tecrübelerinin somut ve doğal bir ifadesiydi. Onlara yönelik baskının sistematik niteliği Panterlerin ne kadar tehlikeli görüldüğünü ortaya koyuyor.

Los Angeles Times gazetesinin bile kabul ettiği gibi, yetmişlerin başında çetelerin yeniden ortaya çıkışı, siyahlardaki hüsranın ve hayal kırıklığının kendisine politik alanda ifade kanalları bulamamasının sonucuydu. Süreç içerisinde Topallar çetesi epey güçlendi, bunun üzerine diğer çeteler Kankalar adı altında birleşti. Panterlerdeki korkusuzluk gömleğini üzerine geçiren Topallar çetesi, silahlı öncülük ideolojisini de sahiplendi.

“Topallar çetesi, getto içi kavgaları cinayetler zinciriyle süsledi. Bir anlamda çete örgütlenmesinde ‘yönetimsel devrim’ yapan çete, başta başarısız olmuş olan Panterlerin genç delikanlı versiyonu iken yetmişlerde zamanla ergen tapıncı ile mafyamsı teşkilatların karışımı olan bir yapıya evrildi.”

Topallar ve Kankalar çeteleri, mafyamsı yapılara evrilseler de politik örgütlenme ihtiyacının somut ifadeleri olarak görülmeli. Bu çeteler, birkaç olayda politik müdahaleler gerçekleştirdiler. 1972’deki Monrovia isyanlarında ve 1977-1979’da Los Angeles’ta yaşanan otobüs hatlarıyla ilgili krizde Topallar çetesi siyah cemaatine destek oldu.

Proletaryaya ait somut ifadeler olarak bu çeteler, hayatın altın zincirlerden ve şiddetten ibaret olduğunu düşünmelerine sebep olacak bir yanlış bilincin kurbanları değillerdi. Ne vakit konuşma imkânı bulsalar, misal, Aralık 1972’de çetelerin aşırı şiddet yanlısı çetelere evrildiği momentte, net politik taleplerle gündeme geldiler. Kendilerini ifade etmelerine şans tanındığında benzer talepleri dillendirdiler. Los Angeles Emniyet Müdürlüğü, elindeki yetkilerle çetelerin halkın sesi olmasını engellemek, böylelikle onlara yönelik savaşını sürdürmek için her şeyi yaptı.

Çeteler halkın beğenisini kazanmışsa demek ki ona bir şekilde hayrı dokunmuştu. Bu hayrı uyuşturucu satarak yapmış olamazdı. Aslında yakından bakıldığında, bu iş de sermayenin kendilerine dayattığı bir şeydi. Genç siyahlar, bilindik iş imkânlarının ortadan kalktığı koşullarda uyuşturucu işine yöneliyorlardı. Burada maddi bir baskı söz konusuydu.

Şehrin orta güneyindeki mahallerde yaşayan genç bir proleterin önünde tek makul ekonomik tercih, uyuşturucu satmaktı. Şehir ekonomisinin uluslararası düzenle bütünleşmesiyle birlikte siyahi işçiler işlerini kaybettiler. Bahsini ettiğimiz çeteler, bu koşullarda uluslararası ticaret ağına bu genç işçileri sokmaktan başka bir şey yapmıyorlardı. Yasal malların alınıp satıldığı uluslararası ticaret ağı, şehirdeki siyahları gözden çıkartırken başka bir kolu onları faydalı görüyordu.

Kokainin ülkeye giriş kapısı eskiden Florida’dayken, bu kapı Güney Kaliforniya’nın eline geçti. Seksenlerin başında kokain işi piyasasının doyduğunu, fiyatların düşüp kârların tehditle yüzleştiğini görünce, diğer çokuluslu işler gibi farklı ürünlere yöneldi, yeni ürünler geliştirdi. Bu ürünlerden en önemlisi, “yoksul kokaini” olarak bilinen “taş kokain”di.

Genç proleterler bu işe girdiler. Neticede hayatı hayatta kalma pratiğine ve çalışma pratiğine indirgeyen kendileri değil, sermayeydi. Bu anlamda, taş kokain satmak, proleterlerin çalışmak zorunda oldukları silâh veya sigara üretimi gibi bir işti. Ama önemli bir fark vardı. Birçok iş sahasında proleterlerin sermaye içerisinde, ona karşı örgütlenme imkânı varken uyuşturucu satan çeteler sermayenin karşısına emeğin bileşeni olarak dikilmiyorlardı. Çeteler, karşılarında işletmelerdeki sermayeyi değil en genel anlamda sermayenin baskı aracı olan devleti buldular.

Çeteler, kokain işine dalıp uluslararası sermaye ağına iyice dâhil oldukça birer kapitalist girişime dönüştüler. Asıl sorun da buydu. Otomobille geçerken sağa sola ateş etme veya siyahi çetelerinin muhitlerinde adam öldürme eylemlerinde esasında proletarya kendisini sermaye için öldürüyordu.

O hâlde burjuva basınının dediği gibi, bugün artık durmuş olan çete savaşları olgusu, aile değerlerinin yok olmasının ve orta sınıfın bu çeteleri kısıtlayan etkisinin bu sınıfın lüks semtlere taşınmasıyla ortadan kalkmasının bir sonucu değildi. Söz konusu olgu,

1. Kapitalist yeniden yapılanma sürecinin dayandığı ekonominin (eski bilindik işlerin yerini uyuşturucu işinin almasının);

2. İnsanların örgütlenmek için başvurdukları politik biçimlerin devletin baskısıyla yok edilmesinin bir sonucuydu. Ölümlerle neticelenen uyuşturucu savaşları sorununun çözümü, ayaklanmada sergilenen politik faaliyetin yeniden keşfedilmesindeydi. Proleterlerin birbirine uyguladığı şiddetin çözümü, proleter şiddetteydi.

Çete olgusunun mevcut niteliği, bugün kentteki genç proleterlerin örgütlenme ihtiyacı bulunduğunu ortaya koyuyor. Altmışlarda bu örgütlenme, bir süreliğine kendi bilincini geliştirmiş politik bir biçim almayı bildi. Bu politik örgütlenme biçimi ezilince, çeteler intikam için sahneye geri döndüler. Bu geri dönüş, esasında gerçek ve acil bir ihtiyacın varlığının deliliydi. Ayaklanmadan beri çete kültürü yeniden politikleşiyordu. Bastırılmış olan, geri dönüyordu.

Çetelerin Politik Düşünceleri

Ayaklanmadan bu yana politik fikirlere ve çetelerin, özellikle çete liderlerinin öneri üzerinde duruldu. Farklı öneriler birlikte dillendirildi. “Polis zulmüne mani olmak için çete üyelerine video kamera verilsin” veya “Mahallelerin yeniden inşası için para temin edilsin” gibi önerilere kimsenin itiraz olamaz. Ama “Sosyal yardım yerine iş verilsin” veya “Çetelerle şirketler sıkı bir işbirliği içerisinde olsun” türü önerilere şüpheyle yaklaşmak gerekiyor. Bu önerilere kaynaklık eden politik fikirler, esas olarak siyah milliyetçiliğinden neşet ediyor. Peki o vakit biz, bu önerileri ve ardındaki ideolojiyi nasıl anlamalıyız?

Çete liderlerinin kendilerini arabulucu konumuna yerleştirme gayretleri, insana sendikaların üstlendiği rolü anımsatıyor. O zaman sendikalara yönelttiğimiz eleştiriyi çetelere de yöneltebiliriz. Bizim bu noktada,

1. Liderlerle sıradan üyeler arasında ayrım yapmamız;

2. Liderliğin rolünün halkın taleplerini alıp ilgili yerlere aktarmak olduğunu görmemiz gerekiyor.

Bazı çete liderleri, gerici değilse bile gerçeklikten kopuk zihniyetlere ve anlayışlara sahip. Kapitalist yeniden yapılanma süreci bağlamında getto ve oradaki “alt sınıf” artık ihtiyaç fazlası, perte çıktı. Kapitalist stratejide artık bir yere sahip değil. Belki sadece başkalarına cesaret verecek korku yapma pratikleri için kullanılabilir. Bu unsurların kapitalist gelişme sürecine dâhil edilmesi adına yeni bir toplum sözleşmesinin müzakere edilmesi ihtimalinden artık kimse söz edemez. Bu, ancak altmışlarda ve yetmişlerde mümkündü, artık değil.

Kentteki insanların güvenli ve sendikalı iş sahibi olma arzusu, eldeki seçenekler dikkate alındığında, gayet anlaşılır. Ama sermaye, birçok işkolunu ülke dışına veya başka şehirlere taşıdı, üstelik bunlar, artık geri gelmeyecek. Bu bölgelerde yaşayan birçok insan, yaşanan değişimi görüyor, bilgisayar işi bulmak ya da yeni işkollarının faal olduğu başka alanlarda çalışmak istiyor. Fakat gettoda yaşanan bazı insanlar, şehri terk edip sözü edilen sektörlerde iş bulabilseler bile geride kalacak çoğunluğun iş bulması hayal. Sermayenin yeniden yapılandığı koşullarda bu işler, işçi sınıfının belirli bir kesimine veriliyor. Bu sahalarda gettodan çok az insan iş bulabiliyor. Proletarya, yeni bir bileşime kavuşurken, kıyıya köşeye atılmış bir “alt sınıf” oluşuyor. Bahsi edilen kesimin cazip görülen güvenliği, tam da bu yeni bileşimi temel alıyor.

İç bölgelere yönelik büyük yatırımları imkânsız kılan koşulların değiştiği gerçeği üzerinden bugün çete liderlerinin önerileri artık bir anlam taşımıyor. Orta güneydeki mahallelerin sakinleri, sermayenin kalkınma planında kendilerine güvencesiz ve dışlanmış nesneler olarak yer bulabiliyorlar. Bu koşullarda çete liderleri, karşımıza yeni bir anlaşmanın müzakerecileri olarak çıkıyorlar. Liderler, ayaklanmayı Amerikan sermayesine ve devletine bu öznelerin arabulucular olarak çete liderlerinin safına kazanılması gerektiğine dair bir milyar dolar değerinde bir uyarı olarak takdim ediyorlar.

Liderler, hayatın çalışma-ücret-tüketim döngüsüne indirgenmesine olur verdiklerini söylüyorlar, buna karşılık, “yeterince iş yok ama!” diyorlar. Yani liderler, proletaryanın aracılara yönelik reddiyesini, sermayeyi ihtiyaçların çalışma ve ücret yoluyla karşılandığı, olağan kapitalist sürece yeniden dâhil etmeye zorlamak istiyorlar.

Emeğin yoğun olarak kullanıldığı uyuşturucu işkolu dâhilinde çeteler, bir tür gizli Keynesçi istihdam programı gibi iş gördüler. Bugünse kentin yenilenmesiyle alakalı planları dâhilinde çete liderleri, dört başı mamur bir Keynesçilik talep ediyorlar, sadece işgücünün simsarları olarak çalışan sendikaların yerini almak istiyorlar. Fakat sermayenin çete liderlerinin istediği şeyi vermesi mümkün değil. Oysa ayaklanma, Amerikan proletaryasına ihtiyaçlarını karşılamanın farklı bir yolu bulunduğunu gösterdi: işçiler, zaten kendilerine ait olanı kolektif doğrudan eylemle alabilirler.

Bu talepler, aslında çetelerle sendikacıların birbirlerine benzediklerini ortaya koyuyor. Her ikisi de üyelerinin taleplerini kapitalist düzen içerisinde karşılanabilecek taleplerle sınırlandırmak için çalışıyor. Ama gene de sendikalardaki ve çete örgütlenmesindeki olumsuz yönler bir kenara bırakılacak olursa, bu ikisinin proletaryanın gerçek ihtiyaçlarından, dayanışma, kolektif savunma ve atomize olmuş proleter öznenin aitlik hissi ile ilgili ihtiyaçlarından doğduğunu kabul etmemiz gerekiyor. Ayrıca çeteler, gelişmiş kapitalist ülkelerdeki katılaşmış sendikalara nazaran bu kaynağa daha yakın duruyorlar.

Çeteler, siyahlara veya başka gruplara önerilebilecek bir örgütlenme biçimi değil. O, zaten varolan bir örgütlenme biçimi ve bu biçim, sınıf mücadelesi yürütmek için hazır olduğunu, geçmişte olduğu gibi bugün de sermayeye gerçek bir tehdit teşkil edecek ölçüde radikalleşme potansiyeli taşıdığını ortaya koydu.

Siyah Milliyetçiliği

Çete liderlerinin pratikte dile getirdikleri öneriler belirli sınırlarla malul. Bu sınırlar, kısmen sıradan üyeleriyle aralarındaki çıkar çatışmalarının kısmen de ideolojilerindeki kısıtların bir sonucu. Çetelerin politik fikirleri, siyah milliyetçiliğinin sınırlarına tabi. Peki biz, bu liderlerin pratiklerinin alenen teorilerini aştığı koşullarda, onların bu hâlini nasıl değerlendirmeliyiz?

Her şeyden önce bizim proletaryayı tek tek proleterlerin ne düşündükleri ile değil, tarihsel durumunun yapmaya zorladığı şeyle yargılamak zorundayız. Çeteler, Public Enemy grubunun Farakhan’dan etkilenerek aldığı tutumu benimsedi ve siyahlara ait olmayan işyerlerini kapattı. Farakhan, politik bir araç olarak şiddete başvurulmasını vaaz etmemiş olmasına rağmen, siyahi çeteler, onun siyahların ekonomik alanda kendi kaderini avuçlarına alması hedefini benimsedi, şiddeti bu hedefe ulaşmanın aracı olarak gördü. Gerçekte bu “siyah kapitalizmi” hedefi yanlış bir hedefti ama çetelerin seçtikleri araçlar doğruydu. Ayaklanmanın yürüttüğü çatışma süreci ve ortaya koyduğu ayrışma eğilimi tümüyle doğruydu, ama ayaklanma, esas olarak siyah olmayan toplumsal kesimlerle değil sermayeyle çatışmalı, kendisini ondan ayrıştırmalıydı. Asıl gerekli olan, marjinalleştirilmiş kesimin örgütlenme pratiğini, ayrıca altmışlarda ve yetmişlerde toprağa gömülen politik fikirleri yeniden keşfetmesiydi.

İsyancıların ekseriyeti siyah olmadığı gibi ortada sadece Topallar ve Kankalar isimli çeteler yok. Çinliler, Filipinliler, Vietnamlılar, Salvadorlular ve diğer birçok Latin Amerikalı göçmen, hep birlikte gençliğin başvurduğu örgütlenme biçimi olarak çeteleşme yoluna girdi. Bu çeteler, uluslararası uyuşturucu pazarına daha az bulaşmış durumdaydılar. Daha çok yerelde üretilen ot, melek tozu ve amfetamin gibi daha az kâr getiren uyuşturucu maddeler satıyorlardı. Ayrıca bunlar, siyahlar kadar milliyetçi değillerdi.

Ayaklanma öncesinde siyahlar ve Latinler aralarında, ortak kültür hâline gelen rap müzik ve bu müzik üzerinden edinilen deneyim sayesinde belirli bir iletişim kanalı oluşturdular. İki kesim arasında ayaklanma süresince kurulan ittifak, gelişip derinleşti.

Bugün hem Los Angeles’ın hem de Amerika’nın bir gökkuşağı koalisyonuna ihtiyacı var. Ama bu koalisyon Jesse Jackson’a inanmamalı, güvenmemeli. Halkın ihtiyaçlarına odaklanmalı, mevcut politik sistemin aracılığını reddetmeli.

İşçi sınıfına mensup siyahlar bir sıçramaya muhtaç. Bu sıçramaysa siyah milliyetçileriyle soyut düzlemde yürütülecek bir “fikirler mücadelesi” ile değil, pratikle kurulacak bağla gerçekleşecek. Los Angeles’taki işçi siyahlar ve Amerikan proletaryası, kamulaştırma eylemlerinin yolunu gösterdiği komünizme dönük ihtiyacın bilince çıkartılmasını ancak mücadele yoluyla, onun sayesinde sağlayabilir.

“Kalabalık bir binada kiracıların yüzde 75’inin evlerinde yağmalanmış mal bulundurduğu, bu malları aralarında değiş tokuş ettikleri görüldü.” [Emniyet Amiri Rick Morton, International Herald Tribune, 8 Mayıs 1992]

Proletarya, ancak çözebileceği sorunları önüne koyar. Amerikan işçi sınıfı, ihtiyaç duyduğu fikirlere ve örgütlenme biçimlerine ancak Los Angeles’ta başlamış olan yeni mücadele evresi üzerinden kavuşabilir.

Sonuç

“[…] ‘Lütfen hiçbir şey normalleşmesin.’ Ayaklanma esnasında radyodan yayınlanan bir sohbet programına telefonla bağlanan yoksul bir adam bunu söylüyordu.” [Understanding the Riots, LA Times Book, 1992]

Los Angeles ayaklanması, küresel sınıf mücadelesinde bir sıçramayı ifade eder. Kamulaştırma eylemleri ve kapitalist sömürü alanlarına yönelik saldırılarla birlikte şehrin orta güney hattında oturan halk, sahip olduğu gücü hissetti. Devam etmek gerek. Mücadele, halkı politikleştirdi. Kendi içimizde imzalanacak ateşkes, çok önemli bir ihtiyaç. Proletarya, kendisini katletmeye bir son vermeli.

Emniyet, olan bitenden endişeli, Watts Ayaklanması sonrası çeteler arasında oluşan birliği dağıtmak için kullandığı tedbirlere bugün de başvurmayı düşünüyor. Halk içerisinde imza edilen ateşkes ve onu takiben oluşacak politikleşme dalgası, polisi epey ürkütüyor. Bu politikleşme dalgası, siyah milliyetçiliği ve çete liderlerindeki düzenle hemhal olma eğiliminin ördüğü duvarı aşmak zorunda. Bunun için başka bir sıçramaya ihtiyaç var.

Ayaklanma, çok farklı etnik grupları kucakladı. Ülke genelinde dayanışma eylemleri gerçekleştirildi. Bunlar, bize proletaryanın bu sıçramayı yapabileceğini gösteren alametler.

Amerika’yı yönetenler, gettonun kendisini öldürmesine yıllarca sessiz kaldılar. Mayıs 1992’de o muktedirlerin silahları zalime doğrultuldu. Yeni bir mücadele dalgası kıyıya vurmaya başladı.

Aufheben Grubu
1992
Kaynak

28 Nisan 2025

DİSK Nereye?

DİSK’in bu yıl 1 Mayıs kutlamaları için Kadıköy kararını açıklamasının ardından Taksim tartışmaları bir kez daha kendini gösteriyor. 

Kimi kurumlar Taksim ısrarını sürdürürken, kimileri ise tartışmayı yeni keşfetmişçesine, Kadıköy’de 1 Mayıs kutlamanın meşru taraflarını arama telaşına düşmüş durumda. Bu defa öncekilere kıyasla dikkat çeken ise kitle örgütlerinin ve partilerin DİSK’in kararını sessizlikle karşılamalarıdır. Artık kitlelerin iknası bile sol için can yakıcı bir mesele değildir.

Tüm bu sessizliğin aksine öğrenci hareketinin Taksim ısrarı ve DİSK’in önünde gerçekleştirdikleri eylem umut vericidir.

Biz, mücadeleci sendikaların, öğrencilerin ve kitle örgütlerinin her yıl kavgasını verdiği Taksim Meydanı’nın yalnızca bir mekândan ibaret olmadığını biliyor ve tüm mirasıyla birlikte güncel politik önemini hatırlatmayı kendimize borç biliyoruz.

Tarihsel Süreç ve Taksim

On sekizinci yüzyılda Avrupa yakasına gelen suyu kentin üç kısmına dağıtmak için yapılan Taksim Maksemi, 1928’de Taksim Anıtı’nın açılmasıyla yeni cumhuriyet rejiminin en güçlü temsiliyet alanlarından birine dönüştü. Bu meydan ve çevresinde gelişen semt, âdeta genç cumhuriyetin şehir yapılanmasının simgesi olmuştu. Bugün bildiğimiz anlamıyla Taksim Meydanı genç cumhuriyetin eseriydi.

Taksim Meydanı, genç cumhuriyetin şehir planlamasının temsil alanı olmasının yanında, tarih boyunca rant kavgasının görünür olduğu ancak meydanının geleceğine bakıp ellerini ovuşturanların bir türlü başarılı olamadığı bir temsiliyeti de taşımaktadır. Maliye Nazırı Cavid Bey’in 156 bin metrekarelik Taksim Kışlası alanınıalışveriş merkezi ve lüks konutlaryapma şartıyla yabancılara satmaya çalışmasından, 2013’te AKP’nin Gezi Parkı Projesi’ne kadar “başarısız” ticarileştirme politikalarının simgesidir. Bu açıdan Taksim Meydanı, liberal ekonominin ve piyasa egemenliğinin reddedildiği bir alandır.

Elbette ki bizler için Taksim’in tarihsel önemi bununla sınırlı değildir. 6. Filo eylemlerinin en görünür mekânlarından biri Taksim Meydanı’ydı. Vedat Demircioğlu’nun kaldığı yurtta polis tarafından öldürülmesi sonrası öğrenciler Taksim Meydanı’na yürüdüler. 1969 yılında ise 6. Filo’nun Türkiye ziyaretini protesto amacıyla Taksim Meydanı’na Emperyalizme ve Sömürüye Karşı İşçi Yürüyüşü düzenlendi. 30 bin kişinin katıldığı yürüyüşe faşistler saldırdı. Tarihe Kanlı Pazar olarak geçen olaylarda iki kişi öldü, onlarca insan yaralandı. Böylelikle Taksim Meydanı solun kavga alanı olarak simgeleşmeye başladı.

50 Yıl Sonra 1 Mayıs!

71 Muhtırası sonrası tekrar güç kazanan işçi sınıfı hareketi ve devrimci güçler, 50 yıldır engellenen 1 Mayıs kutlamalarını 76 yılında Taksim’de gerçekleştirdi. İşçiler, köylüler, öğrenciler, kadınlar; yüzbinler Taksim Meydanı’nda tüm renkleriyle boy gösterdi. Bu, yalnızca sıradan bir işçi bayramı kutlaması değildi. Halk için şenlik havasında güven tazeleyen bir tören olduğu gibi sermayeye karşı amansız bir güç gösterisiydi. Aynı zamanda Taksim’i, 50 yıl sonra 1 Mayıs’ın kutlandığı alan olarak simgeleştiriyordu.

Sermaye Güçlerinin İntikamı: Kanlı 1 Mayıs

77 1 Mayıs’ında Taksim’de yine yüzbinler boy gösteriyordu. Bir yanda ellerinde baltalarıyla maden işçileri diğer yanda şalvarlarıyla köylüler. Devasa DEV-GENÇ pankartının arkasına dizilmiş üniversiteliler, önlükleriyle yürüyen doktorlar, sendika mücadelesi veren sinema emekçileri, en az patron çocukları kadar sevimli işçi çocukları… İşçi türküleri, faşizme karşı mücadele sloganları alanın coşkusuna coşku katıyordu. Taksim, artık işçi sınıfının simgesel mekânıydı.

Alandaki tüm coşku ve neşe bir anda patlayan silah sesleriyle çığlıklara dönüştü. Otel üzerinden işçilerin tepesine kurşunlar yağıyordu. Silah seslerinin ardından panzerler alana girdi, ses bombaları peşi sıra patlamaya başladı. DİSK’in verilerine göre 34 kişi alanda katledildi. Taksim akıllara öyle bir kazınmıştı ki meydan, artık sadece simgesel bir mekân değil bir savaş alanıydı. Sermaye ve emek güçlerinin karşı karşıya geldiği bir cenk yeriydi.

Devlet olan bitenin sorumluluğunu üzerinden atabilmek için “sol içi çatışma” gibi yalanların arkasına sığındı ancak ateş otelden direkt işçilerin üzerine açılmıştı. Bu saldırı, sermaye güçlerinin işçi sınıfına bir had bildirme girişimiydi, sökmedi.

Bir sonraki 1 Mayıs’ta, 78 yılında yüzbinlerce işçi yine Taksim Meydanı’na aktı. İşçi sınıfının kararlı tutumu ve yükselen devrimci hareket karşısında sermaye güçleri bir yıl sonra 1979 yılında sıkıyönetimle birlikte sokağa çıkma yasağı ilan etti.

1980’de de Taksim’de kutlamaya izin verilmedi. Dönemin parlamentarist sol kanadını temsil eden TİP dahi Behice Boran öncülüğünde Taksim’in yolunu tutarken DİSK, 1 Mayıs kutlamasını Mersin’de yapma kararı aldı. Bu karara bütün üye sendikalar katıldı.

12 Eylül öncesi 77 Katliamı, devrimci güçlerin Taksim inadında bir eşiktir. 77 Katliamı’ndan sonra Taksim Meydanı, Türkiye Devrimci Hareketi için simgesel bir anlam taşımaya başladı. Taksim işçi sınıfının alanıydı ve öyle kalmalıydı. Taksim’de düşenler olmuştu, anılarını yaşatmak kalanlara mirastı. Bu miras, yalnızca duygusal, manevi bir miras değildi. Tersine toplumların tarihini oluşturan sınıf savaşımının en somut hâliydi. İşçi sınıfının sermaye güçlerine karşı verdiği savaşın somut simgesiydi artık Taksim. İşçi sınıfının mevziiydi ve mevzi kaybedilemezdi.

Taksim’de Israr

12 Eylül sonrası ayağa kalkan devrimci güçler de aynı ısrarı sürdürdü. 89 yılında Taksim’e çıkmak isteyen gruba ateş açan polis, 17 yaşındaki tekstil işçisi Mehmet Akif Dalcı’yı öldürdü. Devrimci Sol, 8 aylık takip sonrası Dalcı’nın intikamını aldı.

2010’a kadar 1 Mayıslar, bazı istisnalar haricinde, Taksim ısrarında bulunanların çatışmalarıyla, devletin gösterdiği alana doluşanların görüntülerine sahne oldu.

2010 yılında 1 Mayıs, 32 yıl sonra yeniden Taksim’de kutlandı. 2007 yılında DİSK’in Taksim kararından sonra işçiler yine Taksim’deydi. Hem de bu defa tazyikli su, cop ve biber gazı yoktu. Yüzbinler alanda 1 Mayıs’ı kutladı. Solun bir kısmı bu kazanımı fazlasıyla yüceltti, Taksim’deki kalabalıktan öylesine mest oldu ki kör olmuş gibi yeni bir siyasal hattın imkânını tartışmaya başladı.

AKP’nin politikalarını solda meşru kılma soytarılığını üstlenen liberal sol ise Murat Belge öncülüğünde Taksim’in bir kazanım olmadığını AKP’nin bir lütufta bulunduğunu zırvalamaya başladı.

2010, 2011 ve 2012’de Taksim’i dolduran yüzbinlerin elbet siyasi bir karşılığı vardı. Burada önemli nokta, kirli siciliyle DİSK’in tutumuydu. DİSK ve ona bağlı birçok sendikanın 2007’deki Taksim ısrarı, öncü misyonunda değil, tersine, her 1 Mayıs’ta Taksim’in arka sokaklarını savaş alanına çeviren devrimci güçlerin iradesinde yatıyordu.

2013 yılında Taksim’in 1 Mayıs’a kapatılmasından tam bir ay sonra Gezi Direnişi ile birlikte Taksim Meydanı yeni bir anlam kazandı. Parkın yıkılmasına izin vermeyen yüzbinlerce insan, Taksim’e akın etti ve aylarca süren eylem zinciri baş gösterdi. Direniş, Taksim’in fiziki sınırlarını aşarak tüm ülkeye yayıldı. Eylemlerde “her yer Taksim her yer direniş” sloganı bir kez daha zihinlere kazındı. Mücadelenin merkezi yine Taksim’di!

Gezi Direnişi, Taksim’i yeniden bir mücadele alanına çevirirken var olan mirası da hatırlatıcı bir işlev gördü. Taksim, ilerleyen yıllarda birçok devrimci örgütün 1 Mayıs hedefi oldu. Şüphesiz bu Gezi Direnişi’nin yarattığı rüzgârla doğrudan bağlantılıydı ancak yine bu rüzgârla sınırlıydı.

Taksim’in 2013’te kapatılmasının ardından Gezi eylemlerinin de sönümleniyor oluşu DİSK’in pasif tutuma çekilmesiyle sonuçlandı. Devlet nereyi gösterdiyse DİSK oraya koştu.

2024 yılında DİSK’in “hedef Taksim” diyerek Saraçhane’de çevirdiği tiyatro ise eline tuz alıp koşan sol kurumlara aylarca tutukluluk getirirken, DİSK’in rezalet tutumunu bir kez daha gözler önüne serdi. DİSK, 15 dakikalık konuşma ardından, CHP ile birlikte alanı terk etti.

Bahar Direnişleri ve Taksim İnadı

İmamoğlu’na yönelik operasyonla başlayan son protesto dalgası da bizlere Taksim’in devletin ve halkın hafızasındaki yerini bir kez daha gösterdi. 19 Mart günü sabah saat altı sularında İmamoğlu gözaltına alınırken devlet, hesabını yapmış olacak ki üç saat sonra Taksim metrosunu kapattı. Aynı akşam Saraçhane’ye toplanan kalabalık, Taksim sloganları atarak Taksim’e yürümek istedi. Bozdoğan Kemeri önüne gelen kitle, yaklaşık yedi gün boyunca polisle çatıştı. Bozdoğan Kemeri bile Taksim’i anımsatan bir simgeye dönüştü. CHP, yedi gün sonunda çatışmaların yaşandığı mitingleri bitirdiğini duyurdu. Sonraki mitingleri ise farklı bölgelerde organize ederek, Taksim inadını taşıyan gençlerin polisle çatışmasını engelledi.

DİSK’in Uzlaşmacılığı ve Taksim

Neoliberalizmin saldırıları ve sendika bürokrasisinin uzlaşmacılığı, DİSK’i işçi sınıfı mücadelesinin hayati parçası olmaktan uzaklaştırdı, reformist çizgisi derinleşti. Geriye “devrimci” sıfatıyla kitleleri düzen muhalefetinin sınırları çerçevesine iten bir sendikal anlayış kaldı.

Oysa TDH’nin ana hatlarının belirginleştiği; işçi sınıfının sarı sendika bürokrasini aşarak DİSK’in çatısı altında toplandığı, gençlik hareketinin reformist resmi sol partileri aşarak yeni bir devrimci gelenek yarattığı 70’lerin ilk yarısını da kapsayan devrimci kopuş süreci, DİSK’in bugün içinde bulunduğu sendikal yaklaşımın tam tersini ifade ediyordu. Bu açıdan DİSK’in güncel sendikal yaklaşımı, tarihsel kuruluş kodlarını çiğnediği hatta tükürdüğü anlamına gelir.

1 Mayıs kararı, bu çürümenin en görünür temsilidir. Bu açıdan DİSK’in teslim olduğu uzlaşmacı tavırla, CHP’nin gençliğin eylem çizgisini düzen içi sınırlarda tutma gayreti aynı madalyonun farklı yüzleridir.

Devrimci kurumlar güç kaybettikçe ve konfederasyon içerisinde köşe kapma yarışını derinleştikçe DİSK üzerinde baskı kurma eğilimi de ortadan kalktı. Bu da kurumların DİSK’in sınırları dışında bağımsız politika üretemediği tabloyu doğurdu.

Diğer yandan, faşizmin baskısı derinleştikçe “Taksim inadı”, “Taksim iradesi” gibi iddialı sloganlar yerini “maceracılık” tanımlarına, “romantizm” analizlerine bıraktı. Teoriler aksi yönde yazılmaya başlandı. Taksim inadını taşıyanlar “maceracı”, “küçük burjuva radikali” ya da “kendini kitleden soyutlayan sekter kabadayılar” diye fişlendi. Devletin gösterdiği alana koşanlar ise kitleyi terk etmeyen, kitlenin reflekslerini ve içinde bulunduğu aşamayı doğru tahlil eden, sınıfın öncü örgütleri sayıldı. 8 Mart’ta, Onur Yürüyüşü’nde Taksim’e çıkmak için Beyoğlu’nun yolunu tutanlar, polisin işkencesinden, şiddetinden çekinmeyenler mesele 1 Mayıs olduğunda, birden kitlelerin hassasiyetlerini hatırladı, gözaltı ve şiddet masalları yazılmaya başlandı.

Gezi’nin yıldönümünde 150 kişiyle polis barikatının önüne dizilip 30 kadar gözaltı verenler, mesele 1 Mayıs olduğunda devlete “neden 1 Mayıs’ta Kartal Meydanı’nı bize vermediniz?” diye sitem ediyor, günün sonunda Kadıköy’e razı geliyor.

Sözde kitlenin hassasiyetlerini düşünülüyor, yeni üyeler gözaltı ve tutuklama tehdidinden uzak tutuluyor. Kimsenin aklına gelmeyen bu müthiş stratejik hamlenin ne kadar işe yaradığını test etmek zor değil. 2013’ten bu yana devletin tesis ettiği alana koşar adım giden sol kurumların bu gibi hamlelerle ne kadar kitleselleştiği ortadadır. Bu “stratejik” hamle, polis şiddetinden korunmayı hedeflediğini söylerken, faşizmin mekân yasağını meşrulaştırıyor.

Başka bir deyişle, DİSK’in uzlaşmacı sendikal anlayışına türlü çıkarlar ekseninde ortak olan sol, DİSK’in aldığı kararların sözcülüğünü yapan, devletin tesis ettiği alanlar için teorisyenliğe soyunan, kitle nezdinde rıza üreten aparat görevini layığıyla yerine getiriyor.

Taksim Romantizmi Değil, Yaşayan Bir Mücadele Alanını Temsil Eder!

Taksim ısrarına yönelik alışılagelmiş “romantizm, mekân fetişizmi, sekterlik” gibi kılın kırk yarılarak yapılan suyu çıkmış zorlama eleştiriler bu yıl da Taksim’i terk edenlerin sığınağı olmuş durumda.

Taksim ısrarına yönelik eleştirilerde genellikle gerçekliğin idealize edilerek sahiplenilmesi, güncel koşulların dikkate alınmaması ve Taksim’e olağandışı anlamlar yükleyerek ona duygusal veya sembolik bir güç atfedilmesi gibi romantik eğilimlere dikkat çekilmektedir. Bu anlayışa göre Taksim’e çoktan kefen giydirilmiş, tabuta yatırılmıştır. Taksim Meydanı, ısrar edilmesi gereken bir alan olmaktan çıkmış, önemini yitirmiştir. Taksim’i savunmak, Taksim’de ısrarcı olmak, sekter eğilimlerden kaynaklanan, gereksiz bir romantizmdir.

Peki geçen yıl böyle değil miydi? Ne hikmetse yitirilen bu önem, DİSK ve CHP’nin Saraçhane çağrısıyla bir anda tekrar hatırlanmaktadır. 2024 yılında DİSK ve CHP’nin çağrısıyla Saraçhane’de toplanan sol kurumlar, polis şiddetiyle karşı karşıya kaldı, operasyonlar gerçekleştirildi ve gözaltına alınanlar aylar süren tutuklamalara maruz kaldı. Kitlenin hassasiyetlerini düşünen sol, Saraçhane’ye DİSK ve CHP’nin çağrısıyla toplandığı için romantizm eleştirileri yerine Taksim methiyeleri dizip, polis barikatlarını tekmeleyen militanlarının en güzel fotoğraflarını paylaşma telaşına düştü.

Bu tutum, güncelin analizi, kitle hassasiyetlerinin önemsenmesi ya da kurulan derin stratejiler midir? Yoksa düzen muhalefeti ve sendikal bürokrasinin bahçesine bakıp yapılan parsel hesapları mıdır?

Taksim Meydanı, çelişkili tutumlara yaslanılarak, iddia edildiği gibi, zamanı geçmiş, önemi ortadan kalkmış herhangi bir arsa değildir. Taksim Meydanı, yaşayan ve hâlâ sermaye sınıfı için tehdit unsuru olarak işçi sınıfına yasak edilen, canlı bir alandır. Peki neden?

Taksim’i, omuzladığı tarihsel yükle birlikte düşünmek ve günümüzdeki önemini açığa çıkarmak, Taksim ısrarını anlamak için asli zorunluluğumuzdur. Neden en küçük bir olayda, en küçük bir ayaklanmada adım atılması ilk yasaklanan yer Taksim Meydanı’dır? Neden her eylemde kitlelerin kendiliğinden attığı slogan “Her yer Taksim her yer direniş”tir?

Mücadele dönemleri ve isyan dalgası, mekânıtarihsel zamanın askıya alındığı bir alana dönüştürür. Bu süreçte bireyler, gündelik yaşamın rutin mekânlarını devrimci birer semboleçevirir.[1]

Taksim Meydanı ve 1 Mayıs kutlamaları arasındaki ilişki, bir isyan anı ile devrim sürecinin kesiştiği yerdir. Bu kesişim, meydanın zamansızlığı ile mücadelelerin sürekliliğini bir araya getirerek, onu yalnızca İstanbul’un merkezindeki bir meydan olmaktan çıkarıp, toplumsal hafızasının vazgeçilmez bir unsuruna dönüştürür.

Taksim Meydanı, Türkiye işçi sınıfı hareketinin yaşayan fiziksel ve sembolik sahnesidir. İşçi sınıfı ve toplumsal hareketler için bu tarih, yalnızca geçmişin bir kaydı değil, aynı zamanda gelecekteki mücadeleler için bir referans noktasıdır. Bu referans noktası, her toplumsal ayaklanmada kendini göstermektedir.

Meydanın bugünkü “yasaklı” durumu, siyasal iktidarın işçi sınıfı üzerindeki egemenliğine ve 1 Mayıs’a yönelik politikalarını da gözler önüne serer. Meydanın fiziksel olarak kapatılması ve alternatif alanların önerilmesi, Taksim’i bir iktidar alanına dönüştürmektedir. 1 Mayıs’ı Taksim’de kutlama isteği, yalnızca bir tarihsel anıya bağlılık değil, aynı zamanda bir mevzi savaşıdır. Özgürlük, hak ve mücadele taleplerinin canlı tutulması ihtiyacıdır.

Taksim inadı, devletin işçi sınıfının mekân kullanımına getirdiği yasaklara karşı eyleme geçmenin en canlı, en güncel biçimidir. Bu, işçi sınıfının çalışma alanlarından, yaşam alanlarına kadar var olan bir mücadele hattının en görünür ve sembolik hâlidir. İşçi sınıfının birlik ve dayanışma ruhunu hedef alan ideolojik bir saldırıya karşı pratik olarak cephe olmaktır. Bu sebeple, en kitlesel biçimde savunulmalıdır.

İşçi sınıfının mücadelesi, sadece kaç kişiyle yürüdüğüyle değil, aynı zamanda nerede yürüdüğüyle, hangi sembollere sahip çıktığıyla ve sermayenin dayatmalarına hangi biçimlerde direndiğiyle de şekillenir ve gördüğü saldırılara karşı daha ileri cevaplar üretebilecek alanları kendine açar.

Asıl romantizm ve mekân fetişizmi ise Kadıköy semalarından Taksim’in 1 Mayıs alanı olduğunu söyleme gafletidir. Bu tutum, Taksim’i çoktan öldürüp tabuta koymuş ve gömmüştür. Mezarının başına bile gitmeden dua temennileri salıvermektedir. 1 Mayıs’ta Kadıköy’de izleyeceğimiz kalabalık toplantı, İşçi Bayramı kutlaması değil, düzen muhalefetinin sofrasında lokma hesapları yapan sendika bürokrasisinin Taksim Meydanı için düzenlediği cenaze törenidir.

Sonuç Yerine

Halk TV spikerinden bile fırça yiyen Arzu Çerkezoğlu gibi kokuşmuş sendika ağalarının, üniversitelilerin DİSK’in kapısına bıraktığı “bu sendika sarı sendika” pankartlarını okuyup yüzünün kızarmadığı çok iyi biliyoruz.

DİSK ve DİSK şemsiyesi altındaki kurumların Taksim’i terk ediş kararı, CHP’nin Saraçhane’de yıkmaya çalıştığı mekânsızlık algısını derinleştirmekte ve mücadeleyi sınıflar düzleminden kopararak, düzen muhalefetinin prangasına sıkıştırmaktadır. Sol bloğu, CHP’nin gerekli gördüğü zaman başvurduğu sokak gücü hâline dönüştürmektedir.

DİSK’in Kadıköy kararı, yalnızca mekânsal bir terk ediş değildir. Sola biçilen CHP gömleğini kabul etmektir. Aynı zamanda, henüz üniversite kampüslerinde boykotlar devam ediyorken, henüz eylemler sıcaklığını koruyor ve kitleler sokağa olan önyargısını kırmaya başlamışken barikatları yıkan binlerce gencin iradesine fiili saldırıdır.

Kemal Hakkı İhsan
27 Nisan 2025
Kaynak

Dipnot:
[1] Furio Jesi, Spartacus: The Symbology of Revolt, Çev. Alberto Toscano, Seagull Books, 2014, s. 44-66. Türkçesi: Textum.