13 Kasım 2016

, , ,

Tithi Bhattacharya Söyleşisi


Tithi Bhattacharya Söyleşisi
George Souvlis
12 Eylül 2016
Narendra Modi’nin Hindistan’da başbakan olması, Hint toplumunun karanlık yanını açığa çıkardı. Oysa Hindistan, Avrupa ve Kuzey Amerika’da Küresel Güney için bir umut, demokrasiye dair bir fener olarak görülüyordu. Birçok yönden Modi, İngilizlerin Hindistan’daki sömürge yöneticilerinin ve Hindistan’da sömürgecilik sonrası hâkim hâle gelen seçkinlerin toplumsal egemenlik formları dâhilinde geliştirdikleri stratejileri arasındaki sürekliliğin somut bir tezahürü. Purdue Üniversitesi’nde Güney Asya Tarihi profesörü, Küresel Çalışmalar direktörü olarak çalışan Tithi Bhattacharya, kendisi ile yapılan mülâkatta Modi’nin üst kastını, çoğunlukçu şiddeti; sömürgecilik sonrası Hindistan devletinin yapısını; üst sınıfa işaret eden “bhadralok” [beyefendi] ile ilgili çalışmasını; kadına yönelik cinsiyeti ve toplumsal yeniden üretimi ve Filistin’le dayanışma ile BDS hareketini irdeliyor.
¤ ¤ ¤
Akademi ve siyaset alanı dâhilinde sizi oluşturan ve yoğun biçimde etkileyen unsurlar nelerdir?
Hindistan’da, yetmişlerin o karışıklık ortamında büyüdüm. İşin tuhaf yanı şu ki Hindistan Komünist Partisi’ndeki şiddetli ayrışma ve bölünmelere paralel aile içinde yaşanan bölünmelere tanıklık ettim.
Anne tarafım, 1967’de KP’den ayrılan Naksalcı hareketindendi. Dedem Charu Mazumdar’ın doktoruydu. Anne ve baba tarafımın iç içe geçen hikâyeleri var. Baba tarafımda bir milletvekili dâhil Naksalitlerden kopan Hindistan Komünist Partisi (Marksist)’in önde gelen üyeleri olan akrabalarım var.
Çocukken İndira Gandi’nin uygulamaya soktuğu olağanüstü hâl süresince “yeraltında” olan bazı amcalarımla konuşma imkânı bulamadığımı hatırlıyorum. Birçok kez polis evimizi basmıştı. Anne-babamın devlet terörü karşısında çaresiz kaldıklarına şahidim.
Baba tarafımı ziyaret edebiliyordum. Orada Naksalcıların kırsalda, komünist hareketin uzun yıllarda biriktirdiklerine mal olacak bir tür “romantik” maceracılık ve aşırı solculuk peşinde olduklarına dair sohbetlere tanıklık ettim.
Bu, Naksalcılarla ilgili politik açıdan doğru, ama tarihsel açıdan acımasız bir değerlendirmeydi.
Genç Naksalcı kadın ve erkeklere yeni ve usta işi yöntemlerle işkenceler edilirken, HKP (Marksist) kadroları eski yoldaşlarından uzaklaşmakla meşgullerdi, hatta kimi durumlarda onların tutuklanmaları noktasında devlete yardım ediyorlardı.
Eğer o kitlesel ayaklanma esnasında on yılın bilançosunu çıkartma fırsatını bulmuş olsaydık, pratiğin kıyıcılığı politik hükümlerin doğruluğuna baskın çıkardı.
Kültür Gözcüleri isimli kitabınızdan biraz bahsedelim. Çalışma, bhadralok sınıfının oluşumunda eğitimin rolünü ele alıyor. Bu sınıfın bileşimini, oluşum sürecini, daha da özelde kimliğinin oluşturulması dâhilinde eğitimin oynadığı rolü izah edebilir misiniz? Buna ek olarak şu soru da sorulabilir: bu sınıfın Hint milliyetçiliğinin oluşumundaki rolü nedir?
Bengalî diline ait bir kelime olan bhadralok motamot çevrildiğinde “beyefendi” anlamını veriyor (bhadra=efendi; lok=bey). Kelime ve temsil ettiği toplumsal ilişki, ağırlıklı olarak Viktoryen dönemde ülkenin üzerine düşürülen imparatorluk gölgesi altında gelişiyor.
Bengal’de terim çifte bir ömre tanıklık ediyor.
İlkinde gündelik dilin/algının parçasını teşkil ediyor. Örneğin yaygın bir anlayış dâhilinde, Bengallilerin diğer Hintlilerden entelektüel açıdan üstün olduğu düşünülüyor. Kalküta’daki trafik polisinin size ezbere Hamlet’ten pasajlar okuyabileceği iddia ediliyor.
ABD ve Avrupa akademyasında öğretim görevlilerinin rehberlerine baktığınızda bhadralokçuluk tüm canlılığı ile karşınıza çıkar. Akademide hâkim olan, bhadraloklardır: çatirciler, muhirciler, çakravartiler ve bataharyalar.
İkinci olarak bu grupla ilgili akademik yazın, onların hâkimiyetini doğallaştırır ya da kanıksayıcı bir dil kullanır. Bhadralok, onunla ilgili çalışmalarda kültür ve bilgi konusunda özel bir idrake sahip sınıf olarak değerlendirilir ve efendinin mâlikanesini söküp atmak için (dekolonizasyon) efendinin araçlarını (aydınlanmayı) kullandığı iddia edilir.
Doksanların ortasında üniversiteye başladığımda bhadralok ile ilgili çok sayıda çalışma kaleme alınmıştı. Ulusun doğuşu, edebiyat alanındaki olağanüstü başarıları, cinsiyetler tarihi gibi konulara yönelik katkıları üzerinden ulusun ihtiyaç duyduğu besinin sağlanması noktasında oynadığı yaratıcı ve kahramanlara özgü role dair çokça kelam edildi. Örneğin Sumit Sarkar gibi az sayıda Marksist tarihçi ise bu iddialara şüpheyle yaklaşıyordu ama gene de ilgili saha bu sınıfa karşı zerre şüphe duymayan kişilerin hâkimiyeti altındaydı. Genç bir öğrenci iken bana yol gösteren madun tarihçileri bile farklı şeyler söylemeye başladılar. Ünlü bir Güney Asyalı yazar, “taşralılaşan Avrupa’dan küreselleşen Bengal’e” başlıklı bir yazı kaleme almıştı örneğin.
Gördüğünüz üzere, benden esasen bir “bhadra” olmam bekleniyordu. En iyi akademisyen olmam, en iyi eş ve en iyi anne olmam beklentisi içerisindeydi herkes. Hem ilerici öğretilere destek vermek hem de burjuva aile değerlerine sıkı sıkıya bağlı olmak zorundaydınız. En katı “komünist bhadra kadınları” ile kuşatılmıştım. Onlarda Marksizm Stalin ve Lenin resimlerini duvarlara asmaktan ibaretti, öte yandan da her türden cinselliğe ait emareyi “pis” diyerek dışlayan bir bhadralokçuluk hükmünü sürdürüyordu.
Doğalında bu konuyla ilgili inceleme yapmaya başladığımda bu “bhadralok” dünyasına yönelik sadakatimi ve sevgimi yitirdim.
Bu sınıfla ilgili çalışmaların çoğu, onun kendisi ile ilgili tanımını sorgusuz sualsiz kabul ederek işe koyuluyor. İlgili grubun “kültür” ve “eğitim” ya da “adab-ı muaşeret”le ilgili kurallara dair iddiaları, grubun sömürgeciliğe ve onun kendilerine dayattığı “madunluğa” karşı çabası olarak görülüyor.
Bhadralok, pratikte sömürgecilik sonrası pastayı yeme noktasında oyunu kazanıyor ve sömürge statüsü özünde sınıfın imtiyazlarını örtbas ediyor. Madun çalışmalarının o cehenneminde, madunluğun ortadan kalkmasıyla, bhadralok kendisini gerçek mazlum olarak takdim etme imkânı buluyor!
Bhadralok ile ilgili araştırmamın bağlamı özet olarak bu. Kültür Gözcüleri isimli kitap, bhadralok’un sınıfsal konumu ve bileşimine dari tarihsel bir değerlendirme sunuyor. Çalışma, Hindu üst sınıflarının farklı katmanlarını birleştirmek suretiyle, Bengal’de on dokuzuncu yüzyıl ortalarından itibaren sınıfsal mobilizasyona ait bir dil olarak iş gören “bhadra” olmaya dair söylemi ele alıyor. Eğitim kurumları ve kültürel başarılar gibi bhadra dünyasına giriş imkânları, esas olarak nesnel toplumsal kurallarca belirleniyor. Bhadralok olmaya dair öznel söylem ise bir yandan hem İngilizlere hem de işçilere ve köylülere karşı oluşturulan ortak milliyetçi proje dâhilinde, toprak sahibi rantiyeci sınıf ile küçük burjuvaziyi birleştiriyor.
Perry Anderson’ın The Indian Ideology [Hint İdeolojisi] isimli çalışmasına göre, Hindistan demokrasisi tarihsel bir hata. Bu demokrasi, başını Hindu Kongre Partisi’nin çektiği sömürgecilik karşıtı mücadelenin içindeki kökleri ile uzlaşmış bir demokrasi. Anderson’ın ifadesiyle, adı geçen parti, 1947’de İngilizlerin idaresi altındaki kıta altının ayrışması sürecinde dökülen kandan sorumlu. Sizin bu meseleye yaklaşımınız nedir?
Bir dizi Hintli tarihçi ve yorumcu Anderson’ı bu çalışmasından ötürü epey eleştirdi. Esasında Anderson’ın eleştirisi, milliyetçi/Nehrucu projenin savunulmasına ilişkindi. Ananya Vajpeyi ve Pankac Mişra gibi liberal yazarlar, sıkı bir savunmaya geçtiler hemen. Onların ifadesiyle Anderson, esasında sömürgeci devleti eleştiriden muaf tutuyor, Hindistan’ın mevcut hâline dair günahları ülkenin liberal-milliyetçi geçmişinin üzerine yıkıyordu. Vijay Prashad gibi kimi Marksist yazarlar ise daha zayıf bir savunma geliştirdi ve Anderson’ın milliyetçiliğin liberal çekirdeğinin içinde işçi sınıfı mücadelesi denilen o radikal özü göremediğini söyledi.
Bence Anderson’ın bu kitabında yaptıkları iki sebepten ötürü önemliydi.
İlk olarak o, milliyetçi liderliği veya liberal milliyetçiliği hedef tahtasına koyuyor. Bu, özünde bağımsızlık sonrası ulusun aldığı forma dair akademik çalışmaların niteliği açısından önemli bir yaklaşım.
Bağımsızlık sonrası ulus devlete dair teorilerin temel sorunu, sömürgeciliği tüm trajedilerden sorumlu tek tip belirleyici unsur olarak görmeleri. Nick Dirks, sömürgeciliğe ait bir form olarak kastları suçlu bulurken, Gyan Pandey ise sömürgecilik ve diğer hususlar üzerinden işleyen bir uygulama olarak komünalizmi (cemaatçiliği) eleştiriyor. Sömürgecilik, bu yapılar dâhilinde ve zulüm pratiklerinde hâkim bir rol oynamıştır.
Ama tüm bunlar, zalime karşı yerli yönetici sınıfın (üst sınıfın ve kastın) yürüttüğü sınıf mücadelesi ile yüklü geçmiş üzerinden gerçekleşebildi.
Yerli yönetici sınıf, sömürgecilik sonrası devleti miras aldı, kurumları muhafaza etti, sömürgecilik geçmişine ait yönetim alışkanlıklarını devraldı. Bu sürekliliğin en çarpıcı örneği ki bu örneklerden sürüyle var, sömürge döneminde Eşkıyalar ve Çeteler Dairesi olan kurumun adının Merkezî Soruşturma Bürosu yapılması. İlk kurum, Doğu Hindistan Şirketi’nin yönetimine direnenleri ve göçmenleri kovuşturdu, ikinci kurumsa tüm yapıyı muhafaza ederek, Naksalcıları ve diğer politik muhalifleri kovuşturuyor.
Sömürgecilik sonrası devlete dair çalışma kaleme alanlar, sömürgecilik dönemindeki şiddete vurgu yapıyorlar, ama sonraki dönemde fiilen varolan sürekliliği asla ağızlarına almıyorlar. Şiddetin ele alınması elbette gerekli, ama kesinlikle yeterli değil. Anderson’ın kitabı, sömürgecilik geçmişi ile sömürgecilik sonrası arasındaki ilişkiyi ortaya koyuyor. Böylelikle bugünün geçmişin gölgesi ardına saklanmasına izin vermiyor.
Anderson’ın kitabının yaptığı ikinci katkı ise, “seküler” teriminin soruşturulmasının gerekliliğini bize anımsatması. Talal Esad’ın argümanlarını andıran ifadeler kullanan Anderson, ulus devletteki Hindu çoğunlukçuluğunun derin köklerini ifşa ediyor. Liberal eleştirmenlerin hâkim liberalizm ile yaygın Hinduculuk arasındaki kopuşa odaklandıkları yerde Anderson, bunların arasındaki ilişkiyi, her ikisinin birbirini nasıl teşkil ettiğini ortaya koyuyor ve sermayenin ihtiyaçlarına uygun olarak bu ilişkinin nasıl ön plana çıktığını tespit ediyor. Dolayısıyla özünde Hint Halk Partisi (BJP) ile Kongre Partisi farklı projelere sahip farklı oluşumlar, ama ortak köklere ve varoluş mantığına sahipler.
Anderson’ın argümanı, Hindistan’da devrimci sol için gerçek mânâda stratejik sonuçlar doğurabilecek nitelikte. 1996 ve 2016’da HKP (M) nezdinde sol, seçimlerde kaderini BJP’ye karşı Kongre Partisi’ne bağlamış, “ehveni şerci” bir yaklaşım benimsemişti, oysa devrimci solun bağımsız işçi örgütlenmesi ve siyasetine dair tartışmayı yeniden diriltmesi ve gündeme taşıması gerekiyor.
2002’de Gujarat eyaletinin siyasi lideri olduğu dönemde yaşanan katliam esnasında binlerce Hintli Müslümanın öldürülmesi sebebiyle Hindistan’ın mevcut başbakanı Narendra Modi’nin ABD’ye girişine onlarca yıl yasak getirilmişti. Sizce Hintliler, Modi gibi bir milliyetçi neoliberal siyasetçiyi nasıl başbakan seçtiler? Varolan ölçüler dâhilinde konuşursak, Modi’ye karşı hegemonya tesis edebilecek güçler nelerdir?
İlkin şu hususu netliğe kavuşturmak lazım: Hindistan’da Modi’ye seçim esnasında ve sonrasında verilen en güçlü destek, sıradan Hintlilerden değil, patronlar sınıfından geldi. Bu kesim, Modi’nin arkasında sağlam bir birliktelik teşkil etti, örneğin seçim günü borsa tüm rekorlarını kırdı.
Neden?
Çünkü Narendra Modi, Hindu milliyetçiliğini “kalkınma” meselesine başarıyla bağlamayı bildi, böylelikle üst kasttaki çoğunlukçuluğun şiddeti denilen, kendine has Hint zehrini evrensel kapitalizm zehrine karıştırdı.
Bu sayede modern bilimi ve (kast sisteminin dışındaki insanlar anlamında) dalitlerle (dokunulmazlarla) kadınlara temel demokratik hakların verilmesine yönelik önerileri mahkûm etti, öte yandan da Barack Obama ile birlikte demokrasi ve özgürlüğün mağrur destekçileri olarak Washington Post’ta yazılar kaleme aldı.
İki hususu hatırlamak gerek:
İlki, 2014’te Modi’nin başında bulunduğu BJP’nin toplam oyların yüzde 31’ini kazanmış olması. Bu, Hindistan’da meclis çoğunluğunu teşkil eden en düşük oy oranı. İkinci husus şu: Modi’nin Hindistan için ışıltılı bir gelecek vaat eden “kalkınma” söylemi, nihayetinde sürdürülemez bir nitelik arz ediyor. Burada sermayeye ait bir mit söz konusu. Sonuçta ne ekonomistler daha iyi büyüme rakamlarına kavuşacak ne de çok sayıda insan daha iyi bir hayata.
Bu noktada asıl mesele, Hint işçi sınıfının onlarca yıllık mağlubiyet ve saldırının ardından mücadele edip etmeyeceği. Bu mücadele bağlamında bizim sadece işyeri mücadelelerine değil, Keşmir ve Manipur’da adaletle ilgili olarak süren mücadele gibi tüm mücadelelere bakmamız gerekiyor.
Hint devletinin şiddetine karşı verilecek her türden mücadele, ilk çıkışındaki bağlamının dışına taşma potansiyeline sahip. Umudumuz da karşı karşıya olduğumuz tüm bu ihtimallerin mevcut bolluğunda.
Makalelerinizin birinde neoliberal dönemde toplumsal cinsiyetlere yönelik şiddet meselesini ele alıyorsunuz. Sizce ikisi arasında ne tür bir ilişki var? Neden iki olgu arasındaki muhtemel diyalektiği yorumlama noktasında toplumsal yeniden üretim teorisinin yeterli bir analitik çerçeve sunduğunu düşünüyorsunuz?
Bu iyi bir soru, tüm yönleriyle ele alınmayı hak ediyor. Kısa yoldan şu cevap verilebilir: neoliberalizm, birikim krizine çözüm bulmak için kapitalizmin benimsediği özel bir strateji. Ama sisteme dair bir strateji olarak neoliberalizm, zorunlu olarak sermayenin egemen olduğu koşullarda tüm toplumsal hayatı etkiliyor.
Kapitalizmin ekonomi projesi, artı değeri gerçekleştirme projesidir. Kapitalizm, tarih boyunca bu hedefe toplumsal ilişkilerde “tarafsız” olmak suretiyle, asla ulaşamamıştır. Bu nedenle cinsiyet, cinsellik, ırk, fiziksel beceri kapitalist toplumsal ilişkilerin önemli belirleyici unsurlarındandır. Artı değerin evrensel gerçekleşme biçimi ile bu gerçekleşme için gerekli özel politik formlar, özel somut form arasında dinamik bir ilişki söz konusudur. İlişkisel ve dinamik bir nitelik arz eden özel, somut formlar sömürü sürecine bağlıdırlar ve onu biçimlendirirler.
Bu, kapitalizmin neoliberalizm aşamasında toplumsal cinsiyete yönelik şiddete dair yazılarımın genel çerçevesini teşkil etmektedir. Cinsiyete yönelik şiddetteki artışa dair liberal feministlerin yazıları beni hüsrana uğrattı, ben de bu sebeple şu iki soruya cevap bulmak istedim: “neden toplumsal cinsiyet?” ve “neden şimdi?” İkisi arasındaki köprüyü benim açından “işgücü”ne dair çözümleme kuruyor.
Toplumsal yeniden üretim teorisi, emtia üretimi (değer) ve işgücünün yeniden üretimi (insanlar) arasındaki ilişkiyi ortaya çıkartır. Marksizmin önemli tespitlerinden biri de kapitalizm koşullarında tüm toplumsal hayatı bu ikisi arasındaki diyalektik ve çifte ilişkinin nasıl biçimlendirdiğine dairdir.
Cinsiyet meselesine ilişkin olarak benim söylediğim şu: birikim krizi ile karşılaştığında kapitalizm, üretimi yeniden düzene sokmakla (sendikaları dağıtıp ücretleri azaltmakla vs.) yetinmiyor, ayrıca yeniden üretim sürecine müdahale etmeye çalışıyor. Bu müdahaleyi de işçi sınıfına mensup aileleri, hayatlarını yeniden düzene sokmak için yeni yollar icat ediyor. Bu yolları meşrulaştırmak amacıyla yeni ideolojiler geliştiriyor.
Bu sebeple neoliberal dönem, toplumsal yeniden üretimin ve toplumsal tedarik sürecinin ailelerin sırtındaki yükü artırdı. Sermaye bu sürece nasıl katkı yaptı? Toplumsal yeniden üretime, barınmaya, eğitime, ulaşıma yönelik kamu desteğinin ortadan kalkması, işçilerin üretim düzeyinde işçi olmaktan muaf tutulduğu anlamına gelmiyor. Önceden devletin sağladığı destek ya belirli ailelere devrediliyor ya özelleştiriliyor ya da büyük çoğunluğun erişemeyeceği bir fiyata satılıyor. Bu da kadın erkek tüm işçilerin işyerlerinde güçsüzleşmesini ve sermayenin saldırılarına yönelik direncinin düşmesini sağlıyor.
Toplumsal tedarik alanı özelleştirildiğinde, bu işlerin yapılması için birilerinin evde kalması gerekiyor. Bu noktada aileyle alakalı ideolojiler gündeme geliyor, kadın-erkek ile ilgili mecazî kimi yaklaşımlar veya daha yaygın biçimde eski yaklaşımlar, yeni bir bağlam dâhilinde tekrar dolaşıma sokuluyor. Şiddet tohumları tam da bu noktada ekiliyor. Toplumsal cinsiyete yönelik şiddet, erkek kadından nefret ettiği için değil, kapitalizm bu şiddetin koşullarını yaratması sebebiyle yaşanıyor.
Uzun süredir Filistinlilerin adalet davasına hizmet eden biri olarak, iki devletli çözümün İsrail-Filistin çatışmasına makul, uygulanabilir bir çözüm sunduğunu düşünüyor musunuz? Sizce solcu güçler, Filistinlilerin öncülüğünde ilerleyen, İsrail karşıtı BDS hareketine iştirak etmeliler mi? Eğer öyle ise neden etmeliler?
İki devletli çözüm önerisinde pratik bir sorun ve mantıksal bir saçmalık söz konusu. Pratik sorun şu hususla ilgili: her türden adil devlet oluşumu, onlarca yıl süren, mülksüzleştirmeye dayalı şiddetin ardından, yerinden yurdundan edilmiş tüm Filistinli mültecilerin geri dönüş hakkını tanımak zorunda. Saçmalık da şurada: Siyonist “iki devletli çözüm” önerisinin merkezinde Filistin ve Yahudi halkının birlikte yaşayamayacağı fikri var. Bu iki görüş de Yahudilerin bütünleşme ve mazlumları hariçte bırakma ile yüklü mağrur tarihine ters, ayrıca saçma.
Kanaatimce bugün BDS, Özgür Filistin hareketi için en hayırlı ve en enternasyonalist stratejidir.
Biçim itibarıyla BDS, Filistinli yoldaşlarımızın meydana getirdiği ve bizim savunmak zorunda olduğumuz uluslararası grev hattıdır.
İçeriği ve günbegün yaygınlaşan niteliği ile BDS, anti-emperyalizm politikası dâhilinde faaliyet yürüten her yeni genç eylemci düzeyini eğitmektedir.
Bu tarz bir anti-emperyalist politika, Siyahların Hayatı Önemlidir ve Filistinli eylemcilerin ortaklaşa kaleme aldıkları o mükemmel dayanışma bildirisinde gördüğümüz türden, ülke içine dönük şiddet biçimlerine yönelik direnişlerle birleştiğinde, işte o vakit sermayeye dönük gerçek bir tehditten de söz etme imkânını buluruz.
Kanaatimce sadece BDS’yi büyütmekle yetinmemeli, ayrıca onun kapsamını işyerlerinden cemaat örgütlerine, dersliklerden sınıf mücadelesinin alanlarına dek genişletmeliyiz. Bize lazım gelen, kapitalizme, onun ülke dışındaki emperyalist yağmasına ve ülke içindeki ırkçı şiddete karşı oluşan direniş kanallarını birleştirmek.
Demokrat Parti’nin emekçi halkın çıkarına uygun hareket edecek şekilde reforma tabi tutulabileceğini söyleyen solculara katılıyor musunuz? Sanders’ın seçim kampanyasına yönelik tavrınız nedir?
Bernie Sanders’a verilen desteği, onun kendisinden ve örgütsel bağlılıklarından ayırmak gerektiğini düşünüyorum. Birinci elden tanık olduğum biçimiyle, Bernie’ye bu ülkede destek vermek mümkün. Bernie kaynaklı olan şey, seçime dayalı pasif bir kategori değil, bir hareket.
Ama bunun ötesine bakmak lazım. Bir hareket, yeni alanlarda kök salmak, diğer hareketlerden beslenmek ve büyümek için örgütsel köklere ihtiyaç duyar.
Eğer Bernie Sanders’ın bir anlığına göz kamaştıran bir şey olsa da, açığa çıkardığı bu “hareket” karşısında bizim aynı zamanda Bernie’nin bu hareketin büyüyüp ve kök salması için teşkil ettiği örgütün Demokrat Parti olduğunu görmemiz gerek. Bu parti sermayenin partisidir. Hillary-Trump arasında geçen son seçim komedisinin de açık biçimde gösterdiği üzere, Demokrat Parti özünde sermayenin tercih ettiği bir partidir. Böylesi bir partinin sermayenin mantığına temelden düşman olan bir hareketin büyümesine neden izin versin ki?
Bu söylediklerimin yanında şunu da tespit etmem lazım: Sanders ile birlikte açığa çıkan o devasa, heterojen, kolektif yapının yol açtığı umut ve neşeyi de görmek gerek. Bu yapı, onlarca yıl kamusal söylem dâhilinde yasaklı kalmış “sosyalizm” sözcüğünün vücut bulmasına imkân sağladı. Bernie’nin etrafında oluşan hareket, aynı zamanda Demokrat Parti’nin yolumuza diktiği yüksek otoriteryan engelleri de bir biçimde dışavurdu. Demokrat Parti’nin toplumsal hareketlerin bir tür mezarlığı hâline geldiğine dair tonla kitap ve makale yazmak mümkün, ama bu derslerin öğrenileceği en iyi yerin sokaklar olduğunu bilmek gerek. Kanaatimce Sanders kampanyası, bu türden derslerin yeni eylemci kuşağınca öğrenildiği bir süreci tetikledi.
Tüm bu türden politik dersler, gelecekte filizlenecek birer tohumdur. O gelecek henüz yazılmış olmayabilir, ama önemli olan, zaten o gelecek geldiğinde neyin yazılmayacağını öğrenmektir.

0 Yorum: