George
Souvlis
12 Eylül 2016
Narendra
Modi’nin Hindistan’da başbakan olması, Hint toplumunun karanlık yanını açığa
çıkardı. Oysa Hindistan, Avrupa ve Kuzey Amerika’da Küresel Güney için bir
umut, demokrasiye dair bir fener olarak görülüyordu. Birçok yönden Modi,
İngilizlerin Hindistan’daki sömürge yöneticilerinin ve Hindistan’da
sömürgecilik sonrası hâkim hâle gelen seçkinlerin toplumsal egemenlik formları
dâhilinde geliştirdikleri stratejileri arasındaki sürekliliğin somut bir
tezahürü. Purdue Üniversitesi’nde Güney Asya Tarihi profesörü, Küresel
Çalışmalar direktörü olarak çalışan Tithi Bhattacharya, kendisi ile yapılan
mülâkatta Modi’nin üst kastını, çoğunlukçu şiddeti; sömürgecilik sonrası
Hindistan devletinin yapısını; üst sınıfa işaret eden “bhadralok” [beyefendi]
ile ilgili çalışmasını; kadına yönelik cinsiyeti ve toplumsal yeniden üretimi
ve Filistin’le dayanışma ile BDS hareketini irdeliyor.
¤ ¤ ¤
Akademi
ve siyaset alanı dâhilinde sizi oluşturan ve yoğun biçimde etkileyen unsurlar
nelerdir?
Hindistan’da, yetmişlerin o karışıklık ortamında
büyüdüm. İşin tuhaf yanı şu ki Hindistan Komünist Partisi’ndeki şiddetli
ayrışma ve bölünmelere paralel aile içinde yaşanan bölünmelere tanıklık ettim.
Anne tarafım, 1967’de KP’den ayrılan Naksalcı
hareketindendi. Dedem Charu Mazumdar’ın doktoruydu. Anne ve baba tarafımın iç
içe geçen hikâyeleri var. Baba tarafımda bir milletvekili dâhil Naksalitlerden
kopan Hindistan Komünist Partisi (Marksist)’in önde gelen üyeleri olan
akrabalarım var.
Çocukken İndira Gandi’nin uygulamaya soktuğu
olağanüstü hâl süresince “yeraltında” olan bazı amcalarımla konuşma imkânı
bulamadığımı hatırlıyorum. Birçok kez polis evimizi basmıştı. Anne-babamın
devlet terörü karşısında çaresiz kaldıklarına şahidim.
Baba tarafımı ziyaret edebiliyordum. Orada
Naksalcıların kırsalda, komünist hareketin uzun yıllarda biriktirdiklerine mal
olacak bir tür “romantik” maceracılık ve aşırı solculuk peşinde olduklarına
dair sohbetlere tanıklık ettim.
Bu, Naksalcılarla ilgili politik açıdan doğru, ama
tarihsel açıdan acımasız bir değerlendirmeydi.
Genç Naksalcı kadın ve erkeklere yeni ve usta işi
yöntemlerle işkenceler edilirken, HKP (Marksist) kadroları eski yoldaşlarından
uzaklaşmakla meşgullerdi, hatta kimi durumlarda onların tutuklanmaları
noktasında devlete yardım ediyorlardı.
Eğer o kitlesel ayaklanma esnasında on yılın
bilançosunu çıkartma fırsatını bulmuş olsaydık, pratiğin kıyıcılığı politik
hükümlerin doğruluğuna baskın çıkardı.
Kültür Gözcüleri isimli kitabınızdan biraz
bahsedelim. Çalışma, bhadralok sınıfının
oluşumunda eğitimin rolünü ele alıyor. Bu sınıfın bileşimini, oluşum sürecini,
daha da özelde kimliğinin oluşturulması dâhilinde eğitimin oynadığı rolü izah
edebilir misiniz? Buna ek olarak şu soru da sorulabilir: bu sınıfın Hint milliyetçiliğinin
oluşumundaki rolü nedir?
Bengalî diline ait bir kelime olan bhadralok motamot çevrildiğinde
“beyefendi” anlamını veriyor (bhadra=efendi;
lok=bey). Kelime ve temsil ettiği
toplumsal ilişki, ağırlıklı olarak Viktoryen dönemde ülkenin üzerine düşürülen
imparatorluk gölgesi altında gelişiyor.
Bengal’de terim çifte bir ömre tanıklık ediyor.
İlkinde gündelik dilin/algının parçasını teşkil
ediyor. Örneğin yaygın bir anlayış dâhilinde, Bengallilerin diğer Hintlilerden
entelektüel açıdan üstün olduğu düşünülüyor. Kalküta’daki trafik polisinin size
ezbere Hamlet’ten pasajlar
okuyabileceği iddia ediliyor.
ABD ve Avrupa akademyasında öğretim görevlilerinin
rehberlerine baktığınızda bhadralokçuluk tüm canlılığı ile karşınıza çıkar.
Akademide hâkim olan, bhadraloklardır: çatirciler, muhirciler, çakravartiler ve
bataharyalar.
İkinci olarak bu grupla ilgili akademik yazın,
onların hâkimiyetini doğallaştırır ya da kanıksayıcı bir dil kullanır. Bhadralok,
onunla ilgili çalışmalarda kültür ve bilgi konusunda özel bir idrake sahip
sınıf olarak değerlendirilir ve efendinin mâlikanesini söküp atmak için
(dekolonizasyon) efendinin araçlarını (aydınlanmayı) kullandığı iddia edilir.
Doksanların ortasında üniversiteye başladığımda bhadralok
ile ilgili çok sayıda çalışma kaleme alınmıştı. Ulusun doğuşu, edebiyat
alanındaki olağanüstü başarıları, cinsiyetler tarihi gibi konulara yönelik
katkıları üzerinden ulusun ihtiyaç duyduğu besinin sağlanması noktasında
oynadığı yaratıcı ve kahramanlara özgü role dair çokça kelam edildi. Örneğin
Sumit Sarkar gibi az sayıda Marksist tarihçi ise bu iddialara şüpheyle
yaklaşıyordu ama gene de ilgili saha bu sınıfa karşı zerre şüphe duymayan
kişilerin hâkimiyeti altındaydı. Genç bir öğrenci iken bana yol gösteren madun
tarihçileri bile farklı şeyler söylemeye başladılar. Ünlü bir Güney Asyalı
yazar, “taşralılaşan Avrupa’dan küreselleşen Bengal’e” başlıklı bir yazı kaleme
almıştı örneğin.
Gördüğünüz üzere, benden esasen bir “bhadra” olmam
bekleniyordu. En iyi akademisyen olmam, en iyi eş ve en iyi anne olmam
beklentisi içerisindeydi herkes. Hem ilerici öğretilere destek vermek hem de
burjuva aile değerlerine sıkı sıkıya bağlı olmak zorundaydınız. En katı
“komünist bhadra kadınları” ile kuşatılmıştım. Onlarda Marksizm Stalin ve Lenin
resimlerini duvarlara asmaktan ibaretti, öte yandan da her türden cinselliğe
ait emareyi “pis” diyerek dışlayan bir bhadralokçuluk hükmünü sürdürüyordu.
Doğalında bu konuyla ilgili inceleme yapmaya
başladığımda bu “bhadralok” dünyasına yönelik sadakatimi ve sevgimi yitirdim.
Bu sınıfla ilgili çalışmaların çoğu, onun kendisi
ile ilgili tanımını sorgusuz sualsiz kabul ederek işe koyuluyor. İlgili grubun
“kültür” ve “eğitim” ya da “adab-ı muaşeret”le ilgili kurallara dair iddiaları,
grubun sömürgeciliğe ve onun kendilerine dayattığı “madunluğa” karşı çabası
olarak görülüyor.
Bhadralok, pratikte sömürgecilik sonrası pastayı
yeme noktasında oyunu kazanıyor ve sömürge statüsü özünde sınıfın imtiyazlarını
örtbas ediyor. Madun çalışmalarının o cehenneminde, madunluğun ortadan
kalkmasıyla, bhadralok kendisini gerçek mazlum olarak takdim etme imkânı
buluyor!
Bhadralok ile ilgili araştırmamın bağlamı özet
olarak bu. Kültür Gözcüleri isimli
kitap, bhadralok’un sınıfsal konumu ve bileşimine dari tarihsel bir
değerlendirme sunuyor. Çalışma, Hindu üst sınıflarının farklı katmanlarını
birleştirmek suretiyle, Bengal’de on dokuzuncu yüzyıl ortalarından itibaren
sınıfsal mobilizasyona ait bir dil olarak iş gören “bhadra” olmaya dair söylemi
ele alıyor. Eğitim kurumları ve kültürel başarılar gibi bhadra dünyasına giriş
imkânları, esas olarak nesnel toplumsal kurallarca belirleniyor. Bhadralok olmaya
dair öznel söylem ise bir yandan hem İngilizlere hem de işçilere ve köylülere
karşı oluşturulan ortak milliyetçi proje dâhilinde, toprak sahibi rantiyeci
sınıf ile küçük burjuvaziyi birleştiriyor.
Perry
Anderson’ın The Indian Ideology [Hint
İdeolojisi] isimli çalışmasına göre, Hindistan demokrasisi tarihsel bir hata.
Bu demokrasi, başını Hindu Kongre Partisi’nin çektiği sömürgecilik karşıtı
mücadelenin içindeki kökleri ile uzlaşmış bir demokrasi. Anderson’ın
ifadesiyle, adı geçen parti, 1947’de İngilizlerin idaresi altındaki kıta
altının ayrışması sürecinde dökülen kandan sorumlu. Sizin bu meseleye
yaklaşımınız nedir?
Bir dizi Hintli tarihçi ve yorumcu Anderson’ı bu
çalışmasından ötürü epey eleştirdi. Esasında Anderson’ın eleştirisi, milliyetçi/Nehrucu
projenin savunulmasına ilişkindi. Ananya Vajpeyi ve Pankac Mişra gibi liberal
yazarlar, sıkı bir savunmaya geçtiler hemen. Onların ifadesiyle Anderson,
esasında sömürgeci devleti eleştiriden muaf tutuyor, Hindistan’ın mevcut hâline
dair günahları ülkenin liberal-milliyetçi geçmişinin üzerine yıkıyordu. Vijay
Prashad gibi kimi Marksist yazarlar ise daha zayıf bir savunma geliştirdi ve
Anderson’ın milliyetçiliğin liberal çekirdeğinin içinde işçi sınıfı mücadelesi
denilen o radikal özü göremediğini söyledi.
Bence Anderson’ın bu kitabında yaptıkları iki
sebepten ötürü önemliydi.
İlk olarak o, milliyetçi liderliği veya liberal
milliyetçiliği hedef tahtasına koyuyor. Bu, özünde bağımsızlık sonrası ulusun
aldığı forma dair akademik çalışmaların niteliği açısından önemli bir yaklaşım.
Bağımsızlık sonrası ulus devlete dair teorilerin
temel sorunu, sömürgeciliği tüm trajedilerden sorumlu tek tip belirleyici unsur
olarak görmeleri. Nick Dirks, sömürgeciliğe ait bir form olarak kastları suçlu
bulurken, Gyan Pandey ise sömürgecilik ve diğer hususlar üzerinden işleyen bir
uygulama olarak komünalizmi (cemaatçiliği) eleştiriyor. Sömürgecilik, bu
yapılar dâhilinde ve zulüm pratiklerinde hâkim bir rol oynamıştır.
Ama tüm bunlar, zalime karşı yerli yönetici
sınıfın (üst sınıfın ve kastın) yürüttüğü sınıf mücadelesi ile yüklü geçmiş
üzerinden gerçekleşebildi.
Yerli yönetici sınıf, sömürgecilik sonrası devleti
miras aldı, kurumları muhafaza etti, sömürgecilik geçmişine ait yönetim
alışkanlıklarını devraldı. Bu sürekliliğin en çarpıcı örneği ki bu örneklerden
sürüyle var, sömürge döneminde Eşkıyalar ve Çeteler Dairesi olan kurumun adının
Merkezî Soruşturma Bürosu yapılması. İlk kurum, Doğu Hindistan Şirketi’nin
yönetimine direnenleri ve göçmenleri kovuşturdu, ikinci kurumsa tüm yapıyı
muhafaza ederek, Naksalcıları ve diğer politik muhalifleri kovuşturuyor.
Sömürgecilik sonrası devlete dair çalışma kaleme
alanlar, sömürgecilik dönemindeki şiddete vurgu yapıyorlar, ama sonraki dönemde
fiilen varolan sürekliliği asla ağızlarına almıyorlar. Şiddetin ele alınması
elbette gerekli, ama kesinlikle yeterli değil. Anderson’ın kitabı, sömürgecilik
geçmişi ile sömürgecilik sonrası arasındaki ilişkiyi ortaya koyuyor. Böylelikle
bugünün geçmişin gölgesi ardına saklanmasına izin vermiyor.
Anderson’ın kitabının yaptığı ikinci katkı ise,
“seküler” teriminin soruşturulmasının gerekliliğini bize anımsatması. Talal
Esad’ın argümanlarını andıran ifadeler kullanan Anderson, ulus devletteki Hindu
çoğunlukçuluğunun derin köklerini ifşa ediyor. Liberal eleştirmenlerin hâkim
liberalizm ile yaygın Hinduculuk arasındaki kopuşa odaklandıkları yerde
Anderson, bunların arasındaki ilişkiyi, her ikisinin birbirini nasıl teşkil
ettiğini ortaya koyuyor ve sermayenin ihtiyaçlarına uygun olarak bu ilişkinin
nasıl ön plana çıktığını tespit ediyor. Dolayısıyla özünde Hint Halk Partisi
(BJP) ile Kongre Partisi farklı projelere sahip farklı oluşumlar, ama ortak
köklere ve varoluş mantığına sahipler.
Anderson’ın argümanı, Hindistan’da devrimci sol
için gerçek mânâda stratejik sonuçlar doğurabilecek nitelikte. 1996 ve 2016’da
HKP (M) nezdinde sol, seçimlerde kaderini BJP’ye karşı Kongre Partisi’ne
bağlamış, “ehveni şerci” bir yaklaşım benimsemişti, oysa devrimci solun
bağımsız işçi örgütlenmesi ve siyasetine dair tartışmayı yeniden diriltmesi ve
gündeme taşıması gerekiyor.
2002’de
Gujarat eyaletinin siyasi lideri olduğu dönemde yaşanan katliam esnasında
binlerce Hintli Müslümanın öldürülmesi sebebiyle Hindistan’ın mevcut başbakanı
Narendra Modi’nin ABD’ye girişine onlarca yıl yasak getirilmişti. Sizce
Hintliler, Modi gibi bir milliyetçi neoliberal siyasetçiyi nasıl başbakan
seçtiler? Varolan ölçüler dâhilinde konuşursak, Modi’ye karşı hegemonya tesis
edebilecek güçler nelerdir?
İlkin şu hususu netliğe kavuşturmak lazım:
Hindistan’da Modi’ye seçim esnasında ve sonrasında verilen en güçlü destek,
sıradan Hintlilerden değil, patronlar sınıfından geldi. Bu kesim, Modi’nin
arkasında sağlam bir birliktelik teşkil etti, örneğin seçim günü borsa tüm
rekorlarını kırdı.
Neden?
Çünkü Narendra Modi, Hindu milliyetçiliğini
“kalkınma” meselesine başarıyla bağlamayı bildi, böylelikle üst kasttaki
çoğunlukçuluğun şiddeti denilen, kendine has Hint zehrini evrensel kapitalizm
zehrine karıştırdı.
Bu sayede modern bilimi ve (kast sisteminin
dışındaki insanlar anlamında) dalitlerle (dokunulmazlarla) kadınlara temel
demokratik hakların verilmesine yönelik önerileri mahkûm etti, öte yandan da
Barack Obama ile birlikte demokrasi ve özgürlüğün mağrur destekçileri olarak Washington Post’ta yazılar kaleme aldı.
İki hususu hatırlamak gerek:
İlki, 2014’te Modi’nin başında bulunduğu BJP’nin
toplam oyların yüzde 31’ini kazanmış olması. Bu, Hindistan’da meclis
çoğunluğunu teşkil eden en düşük oy oranı. İkinci husus şu: Modi’nin Hindistan
için ışıltılı bir gelecek vaat eden “kalkınma” söylemi, nihayetinde
sürdürülemez bir nitelik arz ediyor. Burada sermayeye ait bir mit söz konusu.
Sonuçta ne ekonomistler daha iyi büyüme rakamlarına kavuşacak ne de çok sayıda
insan daha iyi bir hayata.
Bu noktada asıl mesele, Hint işçi sınıfının
onlarca yıllık mağlubiyet ve saldırının ardından mücadele edip etmeyeceği. Bu
mücadele bağlamında bizim sadece işyeri mücadelelerine değil, Keşmir ve
Manipur’da adaletle ilgili olarak süren mücadele gibi tüm mücadelelere bakmamız
gerekiyor.
Hint devletinin şiddetine karşı verilecek her
türden mücadele, ilk çıkışındaki bağlamının dışına taşma potansiyeline sahip.
Umudumuz da karşı karşıya olduğumuz tüm bu ihtimallerin mevcut bolluğunda.
Makalelerinizin
birinde neoliberal dönemde toplumsal cinsiyetlere yönelik şiddet meselesini ele
alıyorsunuz. Sizce ikisi arasında ne tür bir ilişki var? Neden iki olgu
arasındaki muhtemel diyalektiği yorumlama noktasında toplumsal yeniden üretim
teorisinin yeterli bir analitik çerçeve sunduğunu düşünüyorsunuz?
Bu iyi bir soru, tüm yönleriyle ele alınmayı hak
ediyor. Kısa yoldan şu cevap verilebilir: neoliberalizm, birikim krizine çözüm
bulmak için kapitalizmin benimsediği özel bir strateji. Ama sisteme dair bir
strateji olarak neoliberalizm, zorunlu olarak sermayenin egemen olduğu
koşullarda tüm toplumsal hayatı etkiliyor.
Kapitalizmin ekonomi projesi, artı değeri
gerçekleştirme projesidir. Kapitalizm, tarih boyunca bu hedefe toplumsal ilişkilerde
“tarafsız” olmak suretiyle, asla ulaşamamıştır. Bu nedenle cinsiyet, cinsellik,
ırk, fiziksel beceri kapitalist toplumsal ilişkilerin önemli belirleyici
unsurlarındandır. Artı değerin evrensel gerçekleşme biçimi ile bu gerçekleşme
için gerekli özel politik formlar, özel somut form arasında dinamik bir ilişki
söz konusudur. İlişkisel ve dinamik bir nitelik arz eden özel, somut formlar
sömürü sürecine bağlıdırlar ve onu biçimlendirirler.
Bu, kapitalizmin neoliberalizm aşamasında
toplumsal cinsiyete yönelik şiddete dair yazılarımın genel çerçevesini teşkil
etmektedir. Cinsiyete yönelik şiddetteki artışa dair liberal feministlerin
yazıları beni hüsrana uğrattı, ben de bu sebeple şu iki soruya cevap bulmak
istedim: “neden toplumsal cinsiyet?” ve “neden şimdi?” İkisi arasındaki köprüyü
benim açından “işgücü”ne dair çözümleme kuruyor.
Toplumsal yeniden üretim teorisi, emtia üretimi
(değer) ve işgücünün yeniden üretimi (insanlar) arasındaki ilişkiyi ortaya
çıkartır. Marksizmin önemli tespitlerinden biri de kapitalizm koşullarında tüm
toplumsal hayatı bu ikisi arasındaki diyalektik ve çifte ilişkinin nasıl
biçimlendirdiğine dairdir.
Cinsiyet meselesine ilişkin olarak benim
söylediğim şu: birikim krizi ile karşılaştığında kapitalizm, üretimi yeniden
düzene sokmakla (sendikaları dağıtıp ücretleri azaltmakla vs.) yetinmiyor,
ayrıca yeniden üretim sürecine müdahale etmeye çalışıyor. Bu müdahaleyi de işçi
sınıfına mensup aileleri, hayatlarını yeniden düzene sokmak için yeni yollar
icat ediyor. Bu yolları meşrulaştırmak amacıyla yeni ideolojiler geliştiriyor.
Bu sebeple neoliberal dönem, toplumsal yeniden
üretimin ve toplumsal tedarik sürecinin ailelerin sırtındaki yükü artırdı.
Sermaye bu sürece nasıl katkı yaptı? Toplumsal yeniden üretime, barınmaya,
eğitime, ulaşıma yönelik kamu desteğinin ortadan kalkması, işçilerin üretim
düzeyinde işçi olmaktan muaf tutulduğu anlamına gelmiyor. Önceden devletin
sağladığı destek ya belirli ailelere devrediliyor ya özelleştiriliyor ya da
büyük çoğunluğun erişemeyeceği bir fiyata satılıyor. Bu da kadın erkek tüm
işçilerin işyerlerinde güçsüzleşmesini ve sermayenin saldırılarına yönelik
direncinin düşmesini sağlıyor.
Toplumsal tedarik alanı özelleştirildiğinde, bu
işlerin yapılması için birilerinin evde kalması gerekiyor. Bu noktada aileyle
alakalı ideolojiler gündeme geliyor, kadın-erkek ile ilgili mecazî kimi
yaklaşımlar veya daha yaygın biçimde eski yaklaşımlar, yeni bir bağlam
dâhilinde tekrar dolaşıma sokuluyor. Şiddet tohumları tam da bu noktada
ekiliyor. Toplumsal cinsiyete yönelik şiddet, erkek kadından nefret ettiği için
değil, kapitalizm bu şiddetin koşullarını yaratması sebebiyle yaşanıyor.
Uzun
süredir Filistinlilerin adalet davasına hizmet eden biri olarak, iki devletli
çözümün İsrail-Filistin çatışmasına makul, uygulanabilir bir çözüm sunduğunu
düşünüyor musunuz? Sizce solcu güçler, Filistinlilerin öncülüğünde ilerleyen,
İsrail karşıtı BDS hareketine iştirak etmeliler mi? Eğer öyle ise neden
etmeliler?
İki devletli çözüm önerisinde pratik bir sorun ve
mantıksal bir saçmalık söz konusu. Pratik sorun şu hususla ilgili: her türden
adil devlet oluşumu, onlarca yıl süren, mülksüzleştirmeye dayalı şiddetin
ardından, yerinden yurdundan edilmiş tüm Filistinli mültecilerin geri dönüş
hakkını tanımak zorunda. Saçmalık da şurada: Siyonist “iki devletli çözüm”
önerisinin merkezinde Filistin ve Yahudi halkının birlikte yaşayamayacağı fikri
var. Bu iki görüş de Yahudilerin bütünleşme ve mazlumları hariçte bırakma ile
yüklü mağrur tarihine ters, ayrıca saçma.
Kanaatimce bugün BDS, Özgür Filistin hareketi için
en hayırlı ve en enternasyonalist stratejidir.
Biçim itibarıyla BDS, Filistinli yoldaşlarımızın
meydana getirdiği ve bizim savunmak zorunda olduğumuz uluslararası grev
hattıdır.
İçeriği ve günbegün yaygınlaşan niteliği ile BDS,
anti-emperyalizm politikası dâhilinde faaliyet yürüten her yeni genç eylemci
düzeyini eğitmektedir.
Bu tarz bir anti-emperyalist politika, Siyahların
Hayatı Önemlidir ve Filistinli eylemcilerin ortaklaşa kaleme aldıkları o
mükemmel dayanışma bildirisinde gördüğümüz türden, ülke
içine dönük şiddet biçimlerine yönelik direnişlerle birleştiğinde, işte o vakit
sermayeye dönük gerçek bir tehditten de söz etme imkânını buluruz.
Kanaatimce sadece BDS’yi büyütmekle yetinmemeli,
ayrıca onun kapsamını işyerlerinden cemaat örgütlerine, dersliklerden sınıf
mücadelesinin alanlarına dek genişletmeliyiz. Bize lazım gelen, kapitalizme,
onun ülke dışındaki emperyalist yağmasına ve ülke içindeki ırkçı şiddete karşı
oluşan direniş kanallarını birleştirmek.
Demokrat
Parti’nin emekçi halkın çıkarına uygun hareket edecek şekilde reforma tabi
tutulabileceğini söyleyen solculara katılıyor musunuz? Sanders’ın seçim
kampanyasına yönelik tavrınız nedir?
Bernie Sanders’a verilen desteği, onun kendisinden
ve örgütsel bağlılıklarından ayırmak gerektiğini düşünüyorum. Birinci elden
tanık olduğum biçimiyle, Bernie’ye bu ülkede destek vermek mümkün. Bernie
kaynaklı olan şey, seçime dayalı pasif bir kategori değil, bir hareket.
Ama bunun ötesine bakmak lazım. Bir hareket, yeni
alanlarda kök salmak, diğer hareketlerden beslenmek ve büyümek için örgütsel
köklere ihtiyaç duyar.
Eğer Bernie Sanders’ın bir anlığına göz kamaştıran
bir şey olsa da, açığa çıkardığı bu “hareket” karşısında bizim aynı zamanda
Bernie’nin bu hareketin büyüyüp ve kök salması için teşkil ettiği örgütün
Demokrat Parti olduğunu görmemiz gerek. Bu parti sermayenin partisidir.
Hillary-Trump arasında geçen son seçim komedisinin de açık biçimde gösterdiği
üzere, Demokrat Parti özünde sermayenin tercih ettiği bir partidir. Böylesi bir
partinin sermayenin mantığına temelden düşman olan bir hareketin büyümesine
neden izin versin ki?
Bu söylediklerimin yanında şunu da tespit etmem
lazım: Sanders ile birlikte açığa çıkan o devasa, heterojen, kolektif yapının
yol açtığı umut ve neşeyi de görmek gerek. Bu yapı, onlarca yıl kamusal söylem
dâhilinde yasaklı kalmış “sosyalizm” sözcüğünün vücut bulmasına imkân sağladı.
Bernie’nin etrafında oluşan hareket, aynı zamanda Demokrat Parti’nin yolumuza
diktiği yüksek otoriteryan engelleri de bir biçimde dışavurdu. Demokrat
Parti’nin toplumsal hareketlerin bir tür mezarlığı hâline geldiğine dair tonla
kitap ve makale yazmak mümkün, ama bu derslerin öğrenileceği en iyi yerin
sokaklar olduğunu bilmek gerek. Kanaatimce Sanders kampanyası, bu türden derslerin
yeni eylemci kuşağınca öğrenildiği bir süreci tetikledi.
Tüm bu türden politik
dersler, gelecekte filizlenecek birer tohumdur. O gelecek henüz yazılmış
olmayabilir, ama önemli olan, zaten o gelecek geldiğinde neyin yazılmayacağını
öğrenmektir.
0 Yorum:
Yorum Gönder