“Kâfirler birbirleriyle dayanışma
içine giriyorlar.
Eğer siz de dayanışma ve dostluk içine girmezseniz
yeryüzünde baskı ve zorbalık artar, büyük zulümler olur.”
[Enfal:73]
“Söz içinde olan kişi, lakırdıdan
başkası değildir.
Hal içinde olan ise, hallerden başkası değildir.
Söz ehli olan kesrete dönüktür.
Hal ehli ise vahdete dönüktür.”
[Seyyid Abdülkadir Belhi]
Kimi zaman düşman saflarından öğrenecek çok şey
vardır. Mussolini faşizminin İtalyan senatosunda görevlendirdiği Pareto, modern
burjuva demokrasileri ile diktatörlüklerin aslında benzer “elit yönetimleri”
olduğunu söylerken, hakikatte devlet ve sermaye iktidarının iki farklı
dışavurum biçimini tanımlamaya çalışır. Birinci Dünya Savaşı sonrası dönemi
yaşayan, İtalya’da işçi konseylerini, kitlesel grevleri, ayaklanmaları gören ve
devrim tehlikesini sezinleyen Pareto’nun tercihi, o dönem için “mecbur
kalındığında güç kullanmaktan çekinmeyecek” faşist Mussolini’nin diktatörlüğü yönünde
olmuştur.
Pareto, bütün teorik üretimini, bir yönüyle, o dönemde
güçlenmekte olan ezilenlerin, işçi sınıfının mücadelesine ve o mücadelenin
teorik-politik eylem kılavuzu olan Marksizme karşı konumlandırmıştı. Ona göre,
ezilen kitlelerin, alt sınıfların verili eşitsizlik durumunu ve sömürüyü
ortadan kaldıracak bir hareket içine girmeleri olanaksızdı. En ideal yönetim
şekli, demokrasi ve diktatörlüğü belirli oranlarda birleştiren bir yönetim,
yani -Machiavelli’den mülhem- “tilki ve aslan”ın birlikte yönetimiydi. Ama
şartlar gerektirdiğinde, yani proletarya başkaldırdığında, onun kolektif
iradesini kırmak için “aslan”, ön plana çıkmalıydı.
Pareto’nun tilki ve aslan metaforlarını günümüz
siyasetinde liberalizme ve faşizme karşılık gelecek şekilde düşünmek mümkün.
Liberalizm, kolektif olanı dağıtmak, atomize etmek için var. Onun yetmediği
yerde ise, kolektifin iradesini kırmak, faşizme düşüyor. Biri, mücadeleyi ve
mukavemeti düzlemeye ve kırmaya çalışırken; diğeri, mücadele ve mukavemetin
gündeme gelmeyeceği bir ortam hazırlamaya çalışıyor.
Devlet iktidarının ve sermayenin hâlihazırda
sürdürdüğü zulüm ve sömürü pratiklerine karşı çıkış, liberalizmin batınında
bulunan faşizmi ortaya çıkarıyor. Faşizm işini bitirdiğinde ise liberalizm yine
sahneye çıkıyor; çünkü sermayenin efendileri, devletin efendilerinden daha çok
tüketim, daha çok yatırım, daha çok kâr talep ediyorlar. Sükûn ortamının
sağlanması, “özgürlük” yanılsamasının diri tutulması, kapitalist dinamiklerin
işlemesi için elzem görülüyor. “Sınıf devleti”nin gereği olarak düzen adına
talimat liberalizmden gelirken, tatbikat faşizmi çağırıyor.
Liberalizmin ve faşizmin suç ortaklığı, günümüz
Türkiyesi’nde bütün çıplaklığı ile gözüküyor. AKP, küresel efendilere ve
müesses nizama daha fazla kâr, daha fazla büyüme ve daha fazla işbirliği vaat
ederek bugünlere kadar gelirken, o, Haziran Ayaklanması’ndan bu yana efendiler
adına daha çok sertlik ve katliam vaat ediyor. Liberalizmin ve faşizmin
diyalektik birlikteliği, AKP’de ve onun şahsında kurumsal devlet iktidarında
cisimleniyor. “İstikrar”ın ilkinde yatırım, kâr ve büyüme, ikincisinde ise
katliam, sokağa çıkma yasağı ve “operasyon” odaklı olması, egemenler açısından
sorun yaratmıyor.
Kürd’ün kolektif iradesini ve mukavemetini kırmak için
devletin katliamları sürerken, sermaye adına konuşan Ali Koç, egemenlere ait
bir öngörüyle, eşitsizliğe kapitalizm içi çözüm bulunmazsa, “birilerinin bunu
zorla düzeltmeye çalışacağından emin olunması” gerektiğini belirtiyor. Tayyip
Erdoğan’ın müesses nizam ve devletin bekası adına “aslan”lığa soyunduğu
noktada, Ali Koç’a ise “tilkilik” görevi düşüyor. Müstekbirlerin yönetimi her
daim böyle işliyor.
Kapitalizm de, Marx’ın belirttiği gibi, daha fazla
artı değer elde edebilmek için emek gücünün yeniden üretimini sağlamak zorunda
kalıyor. Burjuvazinin dilindeki “daha eşit ve daha adil bir kapitalizm”
söylemi, “sosyal patlamalara” yönelik bir önlem sadece. Burjuvazinin lügatinde
“sosyal patlama” ise, mülksüzleştirilen, sömürülen, katledilen ezilenin hayatta
kalma çabasına karşılık geliyor. Yoksulun ve mazlumun var olma çabasında bile
tehlike algılayanların, vaktiyle “sosyalizm tehdidi” azaldıktan sonra
Keynesçilik yerine neoliberalizme sarıldıklarını, sermayenin krizine böyle
çözüm bulduklarını unutmamak gerek.
Yunus Emre, yaşadığı dönemin egemenlerinden söz
ederken, “Yediği yoksul eti, içtiği kan olmuştur” diyordu. Bugün de devlet
Kürdistan’da, sermaye de Soma madenlerinde, Tuzla tersanelerinde, inşaatlarda
yoksul eti yiyip, yoksul kanı içerek hayatta kalmaya çalışıyor. İşçilere,
ezilenlere, Kürd’e yönelik zulüm, hep devlet ve düzenin bekası adına
gerçekleştiriliyor. Devletini ve iktidarını dinleştirenler, Firavun’un,
mülklerini putlaştıranlar ise Karun’un sembolik ardılları olarak karşımıza
çıkıyorlar.
Yazının başında sözünü ettiğimiz Pareto’dan öğrenilecek
son bir şey daha bulunuyor. Pareto, elitlerin yönetiminin üstünlüğünü ve
devamlılığını savunurken, bu üstünlük ve devamlılığın dağınık ve örgütsüz halk
kitleleri karşısında üst sınıfların örgütlü ve birleşik olmasından
kaynaklandığını belirtir. “Tilki ve aslanın” ortak hareket edebildiği noktada,
ezilenlerin dertlerini ve öfkelerini de ortaklaştırabilmek zorunludur.
Liberalizm gücünü faşizmden ürken kitlelerden alırken, faşizm ise gücünü
liberalizme öfkelenen kitlelerden alır.
Oğuz Atay’dan bir alıntı yapılacak olunursa,
“Birbirlerine ödül dağıtan, oyunun kurallarını bozmaya cesaret edemeyen bu kuru
kalabalık, aslında tek bir kütledir; ilericilik-gericilik kavgası, görünüşte
bir çekişmedir. Karşılıklı bir oyundur bu.”
Müslüman yoksul halk, devletinin bekasını din
belleyenlerden aldığı emirle sosyalizme, Kürd’e düşmanlaşırken, sosyalistler
ise burjuvaziden, liberalizmden aldıkları akılla, AKP’nin devlet ve sermaye
adına yürüttüğü siyasetten “gerçek İslam bu” yanılsaması üretmektedir. Hakikati
kendi özel alanlarına hapsettiklerini zannedenler, derdi, öfkeyi ve mücadeleyi
kolektif kılma çabası gütmemektedir.
Sadi-i Şirazi’nin deyişiyle, “benliğini öne çıkaran,
kendine yol bulamaz”.
Eğer mücadelemiz “şirke karşı tevhid”, “sınıflı
topluma karşı sınıfsız toplum” mücadelesi olacaksa, sömürü ve zulme karşı bir
yol bulunacaksa, kendi benliklerine, mülklerine tapan, saltanatlarını
putlaştıran efendilerin, müstekbirlerin şirk ve küfrüne, sömürü ve zulmüne
karşı ezilenin, yoksulun, garibin derdinin ve mücadelesinin birlikteliğini
örmek mecburidir.
Tevfik Ziya
11 Ocak 2016
0 Yorum:
Yorum Gönder