12 Ocak 2016

Aslan ve Tilki


Kâfirler birbirleriyle dayanışma içine giriyorlar.
Eğer siz de dayanışma ve dostluk içine girmezseniz
yeryüzünde baskı ve zorbalık artar, büyük zulümler olur.

[Enfal:73]

Söz içinde olan kişi, lakırdıdan başkası değildir.
Hal içinde olan ise, hallerden başkası değildir.
Söz ehli olan kesrete dönüktür.
Hal ehli ise vahdete dönüktür.

[Seyyid Abdülkadir Belhi]

Kimi zaman düşman saflarından öğrenecek çok şey vardır. Mussolini faşizminin İtalyan senatosunda görevlendirdiği Pareto, modern burjuva demokrasileri ile diktatörlüklerin aslında benzer “elit yönetimleri” olduğunu söylerken, hakikatte devlet ve sermaye iktidarının iki farklı dışavurum biçimini tanımlamaya çalışır. Birinci Dünya Savaşı sonrası dönemi yaşayan, İtalya’da işçi konseylerini, kitlesel grevleri, ayaklanmaları gören ve devrim tehlikesini sezinleyen Pareto’nun tercihi, o dönem için “mecbur kalındığında güç kullanmaktan çekinmeyecek” faşist Mussolini’nin diktatörlüğü yönünde olmuştur.

Pareto, bütün teorik üretimini, bir yönüyle, o dönemde güçlenmekte olan ezilenlerin, işçi sınıfının mücadelesine ve o mücadelenin teorik-politik eylem kılavuzu olan Marksizme karşı konumlandırmıştı. Ona göre, ezilen kitlelerin, alt sınıfların verili eşitsizlik durumunu ve sömürüyü ortadan kaldıracak bir hareket içine girmeleri olanaksızdı. En ideal yönetim şekli, demokrasi ve diktatörlüğü belirli oranlarda birleştiren bir yönetim, yani -Machiavelli’den mülhem- “tilki ve aslan”ın birlikte yönetimiydi. Ama şartlar gerektirdiğinde, yani proletarya başkaldırdığında, onun kolektif iradesini kırmak için “aslan”, ön plana çıkmalıydı.

Pareto’nun tilki ve aslan metaforlarını günümüz siyasetinde liberalizme ve faşizme karşılık gelecek şekilde düşünmek mümkün. Liberalizm, kolektif olanı dağıtmak, atomize etmek için var. Onun yetmediği yerde ise, kolektifin iradesini kırmak, faşizme düşüyor. Biri, mücadeleyi ve mukavemeti düzlemeye ve kırmaya çalışırken; diğeri, mücadele ve mukavemetin gündeme gelmeyeceği bir ortam hazırlamaya çalışıyor.

Devlet iktidarının ve sermayenin hâlihazırda sürdürdüğü zulüm ve sömürü pratiklerine karşı çıkış, liberalizmin batınında bulunan faşizmi ortaya çıkarıyor. Faşizm işini bitirdiğinde ise liberalizm yine sahneye çıkıyor; çünkü sermayenin efendileri, devletin efendilerinden daha çok tüketim, daha çok yatırım, daha çok kâr talep ediyorlar. Sükûn ortamının sağlanması, “özgürlük” yanılsamasının diri tutulması, kapitalist dinamiklerin işlemesi için elzem görülüyor. “Sınıf devleti”nin gereği olarak düzen adına talimat liberalizmden gelirken, tatbikat faşizmi çağırıyor.

Liberalizmin ve faşizmin suç ortaklığı, günümüz Türkiyesi’nde bütün çıplaklığı ile gözüküyor. AKP, küresel efendilere ve müesses nizama daha fazla kâr, daha fazla büyüme ve daha fazla işbirliği vaat ederek bugünlere kadar gelirken, o, Haziran Ayaklanması’ndan bu yana efendiler adına daha çok sertlik ve katliam vaat ediyor. Liberalizmin ve faşizmin diyalektik birlikteliği, AKP’de ve onun şahsında kurumsal devlet iktidarında cisimleniyor. “İstikrar”ın ilkinde yatırım, kâr ve büyüme, ikincisinde ise katliam, sokağa çıkma yasağı ve “operasyon” odaklı olması, egemenler açısından sorun yaratmıyor.

Kürd’ün kolektif iradesini ve mukavemetini kırmak için devletin katliamları sürerken, sermaye adına konuşan Ali Koç, egemenlere ait bir öngörüyle, eşitsizliğe kapitalizm içi çözüm bulunmazsa, “birilerinin bunu zorla düzeltmeye çalışacağından emin olunması” gerektiğini belirtiyor. Tayyip Erdoğan’ın müesses nizam ve devletin bekası adına “aslan”lığa soyunduğu noktada, Ali Koç’a ise “tilkilik” görevi düşüyor. Müstekbirlerin yönetimi her daim böyle işliyor.

Kapitalizm de, Marx’ın belirttiği gibi, daha fazla artı değer elde edebilmek için emek gücünün yeniden üretimini sağlamak zorunda kalıyor. Burjuvazinin dilindeki “daha eşit ve daha adil bir kapitalizm” söylemi, “sosyal patlamalara” yönelik bir önlem sadece. Burjuvazinin lügatinde “sosyal patlama” ise, mülksüzleştirilen, sömürülen, katledilen ezilenin hayatta kalma çabasına karşılık geliyor. Yoksulun ve mazlumun var olma çabasında bile tehlike algılayanların, vaktiyle “sosyalizm tehdidi” azaldıktan sonra Keynesçilik yerine neoliberalizme sarıldıklarını, sermayenin krizine böyle çözüm bulduklarını unutmamak gerek.

Yunus Emre, yaşadığı dönemin egemenlerinden söz ederken, “Yediği yoksul eti, içtiği kan olmuştur” diyordu. Bugün de devlet Kürdistan’da, sermaye de Soma madenlerinde, Tuzla tersanelerinde, inşaatlarda yoksul eti yiyip, yoksul kanı içerek hayatta kalmaya çalışıyor. İşçilere, ezilenlere, Kürd’e yönelik zulüm, hep devlet ve düzenin bekası adına gerçekleştiriliyor. Devletini ve iktidarını dinleştirenler, Firavun’un, mülklerini putlaştıranlar ise Karun’un sembolik ardılları olarak karşımıza çıkıyorlar.

Yazının başında sözünü ettiğimiz Pareto’dan öğrenilecek son bir şey daha bulunuyor. Pareto, elitlerin yönetiminin üstünlüğünü ve devamlılığını savunurken, bu üstünlük ve devamlılığın dağınık ve örgütsüz halk kitleleri karşısında üst sınıfların örgütlü ve birleşik olmasından kaynaklandığını belirtir. “Tilki ve aslanın” ortak hareket edebildiği noktada, ezilenlerin dertlerini ve öfkelerini de ortaklaştırabilmek zorunludur. Liberalizm gücünü faşizmden ürken kitlelerden alırken, faşizm ise gücünü liberalizme öfkelenen kitlelerden alır.

Oğuz Atay’dan bir alıntı yapılacak olunursa, “Birbirlerine ödül dağıtan, oyunun kurallarını bozmaya cesaret edemeyen bu kuru kalabalık, aslında tek bir kütledir; ilericilik-gericilik kavgası, görünüşte bir çekişmedir. Karşılıklı bir oyundur bu.”

Müslüman yoksul halk, devletinin bekasını din belleyenlerden aldığı emirle sosyalizme, Kürd’e düşmanlaşırken, sosyalistler ise burjuvaziden, liberalizmden aldıkları akılla, AKP’nin devlet ve sermaye adına yürüttüğü siyasetten “gerçek İslam bu” yanılsaması üretmektedir. Hakikati kendi özel alanlarına hapsettiklerini zannedenler, derdi, öfkeyi ve mücadeleyi kolektif kılma çabası gütmemektedir.

Sadi-i Şirazi’nin deyişiyle, “benliğini öne çıkaran, kendine yol bulamaz”.

Eğer mücadelemiz “şirke karşı tevhid”, “sınıflı topluma karşı sınıfsız toplum” mücadelesi olacaksa, sömürü ve zulme karşı bir yol bulunacaksa, kendi benliklerine, mülklerine tapan, saltanatlarını putlaştıran efendilerin, müstekbirlerin şirk ve küfrüne, sömürü ve zulmüne karşı ezilenin, yoksulun, garibin derdinin ve mücadelesinin birlikteliğini örmek mecburidir.

Tevfik Ziya
11 Ocak 2016

0 Yorum: