Charlie Hebdo saldırılarının ardından “cumhuriyetçi
değerler” lafını çok işitir olduk. Gerçekten de bazı Fransızlar haddinden çok
duymuş olmalılar ki geçenlerde yapılan bir ankette halkın yüzde 65’inin
“cumhuriyetçi değerler” gibi terimlerin kullanıla kullanıla anlamsızlaştığını
düşündüğü ortaya çıktı.
Bu “değer”lerden merkezî önemde olanı ise laïcité.
Malum, bu terimin o kadar çok yorumlanış biçimi ve farklı çağrışımı var ki tam
olarak çevirmek mümkün değil, “sekülerizm makul ölçüde yakın bir karşılık”
denebilir. Bugün laïcité, başörtülü annelerin çocuklarına okul
gezilerinde eşlik etmesinin yasaklanmasından tutun da Müslüman ve Yahudi okul
çocuklarına okul yemekhanesindeki domuz etli yemekleri yemedikleri takdirde aç
kalacaklarının söylenmesine kadar birçok şeyi meşrulaştırmaya yarıyor.
Ancak laïcité, basitçe sağın kültürel ya da
siyasi emelleri için tasarrufunda bulundurduğu bir fikir değil; o, solun da,
hatta radikal solun da sahip çıktığı bir “değer”.
Dahası, laïcité, sadece insanların kafasının
içinde gezinen bir “değer” olduğu için öneme sahip değil; o, Fransız eğitim
siteminde tecessüm etmiş bir olgudur. Bugün Fransa’da nüfusun yaklaşık dörtte
biri (yüzde 24,7’si) ya çalışan ya da öğrenci olarak eğitim sistemine dâhildir.
Bu durum, laïcité ile ilgili idealleri ve bunların uygulanışını Fransız
ulusunun iktisadî ve toplumsal yapıları bakımından hayatî kılmaktadır.
Laïcité, uzun ve
çetrefilli bir tarihe sahipse de esas dönüm noktasını şüphesiz ki Fransa’da
ilköğretimin ücretsiz, zorunlu ve seküler olması üzerine kurulu ilkeyi
yürürlüğe koyan 1881-1882 tarihli Ferry Yasaları teşkil eder.
İlköğretimde benzer adımlar tüm Avrupa’da atılmıştır.
Sanayileşmenin getirdiği değişiklikler, özellikle de 1870 savaşında Prusya’nın
kazandığı (ve birçoklarının onun eğitim bakımından üstünlüğüne bağladığı)
mutlak zaferin ardından, Fransa’da okuma yazma bilen nitelikli işgücüne yönelik
ihtiyacı artırmıştır.
Ancak başka etkenler de vardır. Artık Üçüncü
Cumhuriyet’i yönetmekte olan siyasetçilerin İkinci Cumhuriyet yıllarında
muhalefetteyken sütten ağızları yanmıştır. Katolik Kilisesi, Üçüncü Napolyon
rejiminin kurulmasında ve sürdürülmesinde mühim bir rol oynamıştır. Vatikan,
bir Fransız garnizonu tarafından korunmaktadır ve Vatikan’ın bağımsız bir
devlet olma statüsünü kaybedip İtalya’nın bir parçası hâline gelmesi, ancak bu
garnizon Fransa-Prusya Savaşı için çekildiğinde gerçekleşmiştir.
Bu nedenle cumhuriyetçi siyasetçiler, ruhban
karşıtlığına ve Katolik Kilisesi’ne güvenmemeye eğilimlidirler (ki bu tutum,
Fransa halkına hâkim olan havaya da uygundur).
Bu güvensizliğin açık kimi sebepleri vardır. Ruhbanın
sadakati, Papalık ve Fransa devleti arasında bölünmüştür, Papalığınsa kendine
ait bir dış siyaseti vardır ve bu siyaset, Fransız devletininkiyle bir olmak
zorunda değildir. Ayrıca Katolik öğretmenlerin gönüllerinin Paris’ten değil de
Roma’dan yana olabileceğinden de korkulmaktadır; örneğin 1859’da,
Fransa-Avusturya Savaşı sırasında bir köy rahibinin cemaatten, onlar da Katolik
olduklarından ötürü, Avusturyalılar için dua etmelerini istediği yollu bir rivayet
edilir.
Sonuç olarak Ferry ve destekçileri, yeni nesli eğitmek
gibi mühim bir görevin kilisedeki güvenilmez müttefiklere bırakılamayacağına ve
bu işin doğrudan doğruya devletçe üstlenilmesi gerektiğine kani oldular.
Ulusal savunma da kilit önemde bir meseleydi. Fransa,
Prusya ile girdiği savaşta feci bir yenilgi almış ve yeni kurulan Alman
İmparatorluğu’na Alsace ve Lorraine bölgelerini kaptırmıştı. O dönemde bazı
çevrelerde Fransa’nın kaybettiği bölgeleri geri almaya çalışması gerektiği
görüşü hâkimdi.
Ferry, Almanya ile savaşmaktan yana değildi, bu komşu
ülkeyle Fransa’nın ilişkilerini geliştirmeye çalıştı. Ancak hareket alanı,
Fransız halkının genel eğilimi ve Almanya ile savaşın gerçekten de ihtimal
dâhilinde olması gibi sebeplere bağlı olarak kısıtlıydı.
Ferry’nin tercihi, Fransa’nın sömürge imparatorluğunu
genişletmek yönündeydi; bu, onun “üstün ırkların […] aşağı ırkları
medenileştirmekle mükellef olduğu” yönündeki ırkçı düşünceleri ile de uyumlu
bir misyondu. Filhakika, Fransa’nın Hintçini’ni işgal ve ilhak edişi Ferry
döneminde gerçekleşti.
Bu hedefler, orduyu merkezî önemde bir mesele hâline
getirdi; Fransa, hâlâ büyük oranda bir tarım ülkesiydi: 1900 yılında Fransa’nın
çalışan nüfusunun yüzde 45’i çiftçi ve köylülerden oluşuyordu. 1848 ve 1871’de
Parisli işçilerin ayaklanmalarını bastırarak “düzen”i yeniden tesis edenler
köylü askerlerdi ve takip eden yirmi-otuz yıl içerisinde de ordu, defaten
grevcilere karşı kullanıldı.
Ancak ortada köylülükle ilgili bir sorun vardı.
Köylülerde ulusal kimlik bilinci kesinlikle çok zayıftı, onlar kendilerini,
Fransa ulusundan ziyade yaşadıkları köy ya da bağlı oldukları bölgeye ait hissediyorlardı.
Bretonya’dan Provans’a kadar birçok köylü, Fransızcadan farklı diller ya da
standart Fransızcaya uzak lehçeler konuşuyordu; 1863 yılının resmî
istatistiklerine bakıldığında, nüfusun dörtte bire yakın bölümünün Fransızca
konuşmadığı görülüyor. Bazı bölgelerde köylüler, Fransız olduklarına dair bir
bilgiye bile sahip değillerdi.
Dolayısıyla, Ferry’nin eğitim projesinin merkezî
yönelimlerinden biri, Fransız kimliğine dair bilinci güçlendirmek, onu
vatanseverlik ve ulusal kimlik fikirlerini aşılayacak “ahlakî ve medeni” bir
eğitimle dinî yapının yerine yerleştirmekti. Yeni eğitim modelinin temel
müfredatı, erkekler için askerî eğitimi, kızlar içinse dikiş-nakış işlerini
(muhtemelen üniforma imalatını) içermekteydi.
Yeni okullarda askerî talimler dikkate değer bir önem
kazandı. Bir tarihçinin tarifiyle:
“O
dönemde okullarda cumhuriyetçi Paul Bert’in icadı olup 1882’de hayata
geçirilmiş olan ‘okul müfrezeleri’ vardı. Bu müfrezeler, ilköğretime kaydolan
öğrencilerin kafalarına ‘vatansever vatandaşlık’ fikrini askerî talim yoluyla
sokmaya yarayacaktı. Çocuklar, tahta kasatura ve oyuncak silâhlarla uygun adım
yürüme talimlerinin yanı sıra, okul dışında, orduya ait atış sahalarında gerçek
mühimmatla da eğitim alıyorlardı.”
Ferry yasaları ile ilgili 1985 tarihli bir seminerin
açılış konuşmasında François Furet, eğitimde laïciténin tesisini
“Fransız Devrimi’nden bu yana solun yegâne zaferi” olarak tanımlar. Ne var ki
Ferry Yasaları ve laïcité hayata geçirildiğinde, Sol o kadar da mutlu
olmamıştı.
Sosyalist Parti’nin, başında karizmatik Jean Jaurés’in
olduğu bir kanadı için Ferry yasaları ve kilise ile devletin ayrılmasının
ileriye doğru büyük bir adım olarak görüldüğü kesinlikle doğru. Jaurés genç bir
adamken Ferry ile dostane bir ilişki içindeydi ve laïcité fikrine
cumhuriyetçi siyasete verdiği genel desteğin bir parçası olarak sempati
duyuyordu. 1904’te Jaurés, cumhuriyetçi hükümette Sosyalistlerin yer alması
gerektiğini -bu hükümetin cumhuriyeti kurtardığını söyleyerek- savunuyor,
cumhuriyetçi hükümetin aynı zamanda grevdeki işçilerin üzerine ateş etmeleri
için asker yolladığı gerçeğine ise yalnızca üstü kapalı olarak değiniyordu.
Marksist sol içinse işler oldukça farklıydı. 1882
yılının yazında, laïcité ile ilgili Ferry Yasası henüz geçmişken Karl
Marx üç aydır -Cezayir dönüşü geldiği- Paris’te idi. O dönemdeki yazışmalarında
bu olaydan hiç bahsetmemektedir. Furet’nin laïcitéyi Sol’un en büyük
zaferi olarak gördüğünü düşünürsek bu, hayli tuhaf bir durumdur.
Paris’e 1882 tarihinde yerleşmesinden itibaren, otuz
yıl boyunca en önemli Marksist düşünür ve yazarlardan biri hâline gelmiş olan,
Marx’ın damadı Paul Lafargue da Engels’le yaptıkları çok sayıdaki yazışmaların
hiçbirinde Ferry yasalarına atıfta bulunmamaktadır. Belki de bu ihmal, Marx ve
Engels’in Ferry hakkındaki kanaatlerinden kaynaklanıyordur; Marx, Paris
Komünü’nden önceki dönemde Ferry’nin kötü idaresini tahkir ediyor, Engels ise
onu “halis hırsız” diye tanımlıyordu.
Ne var ki -Engels’in ölümünün ardından “Marksizmin
Papası” diye anılmaya başlanan- Kautsky’nin görüşü oldukça farklıydı. Her ne
kadar genel olarak Üçüncü Cumhuriyet’e ve onun ihtiva ettiği, Fransız sosyalist
hareketinde yer alan birçoklarının da inandığı aldatmacalara karşı tutumu
eleştirel idiyse de Kautsky, herhangi bir şerh düşmeksizin, “eğitim sahasında
Üçüncü Cumhuriyet muazzam işler yaptı” demişti.
Yine de Kautsky, kilise ve devletin ayrılması
konusunda şüpheciydi; şunu iddia ediyordu:
“Eğer
şimdi Devlet ve Kilise ayrıldıysa bu, Kilise’nin kışkırtmasına da yorulabilir.
Her durumda bu ayrılığın kalıcı olacağına hâlâ şüpheyle bakılabilir.”
Daha sonrasında ise Kautsky şunları söyledi:
“Bugün
Kilise’ye karşı mücadele etmek burjuva liberal siyasetçilerin çıkarına, ama
Kilise’nin hakkından gelmek asla çıkarına değil. Bu mücadele sürdükçe
müttefikliğine itimat edebilecekleri tek unsur, proletaryadır. Eğer mücadele
bir gün son bulursa, Kilise’nin tepe üstü düştüğü gün müttefikleri düşmana
dönüşecekler. En devrimci zamanlarında bile burjuvazi, Kilise olmadan uzun süre
ayakta duramadı.”
Başka bir deyişle Kautsky, laïcitéyi bir
ideolojik strateji seçeneği olarak değil, Sol’a verilmiş bir imtiyaz olarak
görüyordu.
Lafargue’ın meselelere bakışı ise daha keskindi. O bir
ateist ve materyalistti, ayrıca kilisenin nüfuzuna şiddetle karşıydı; meclise
girdiğinde yaptığı ilk şey (bu konuda başarılı olamadıysa da) devletin ve
kilisenin birbirinden ayrılması için bir yasa teklifi vermek olmuştu.
Ama öte yandan Lafargue, ruhban karşıtlığına büyük
önem atfedenlere karşı da kuşkuyla yaklaşıyordu. İşçi Partisi’nin Lafargue ve
Jules Guesde tarafından yazılmış 1883 tarihli programında, “devlet tarafından
kiliseye yapılan maddî yardımın kesilmesini ve devletle kilisenin ayrılmasını”
talep eden özgür düşünceli burjuvalara yönelik küçümseyici bir atıf mevcuttu.
Yazarlar, ABD’de böyle bir ayrımın bulunduğuna (böylece orada dinin manav ya da
kasap dükkânı gibi bir özel işletmeye dönüşmüş olduğuna) ancak bunun “din denen
cüzzamın büyük Amerikan cumhuriyetini başka hiçbir iktidarın tecrübe etmediği
kadar yiyip tüketmesine mani olamadığına” işaret ediyorlardı.
1886’da Lafargue, La Religion du capital [“Sermayenin
Dini”] adlı bir taşlama yayınladı. Burada Clemenceau, Rothschild, Gladstone,
Herbert Spencer, von Moltke gibi Avrupa kapitalizminin iktisadî ve siyasî
temsilcilerinin katılacakları, Londra’da yapılacak hayalî bir konferanstan söz
ediliyordu. Katılımcıların arasında Ferry ve eğitim bakanı olduğu dönemde
Ferry’nin laïcitéyi hayata geçirmesinde baş müttefiki olan Paul Bert de
vardı. Ele aldıkları mesele, kapitalizmin nasıl sürdürülebileceğiydi. Bunun
için de bir tür din zaruriydi.
Bert, kendisi inançsız olmakla beraber işçi sınıfı
için bir dinin bulunmasına taraftar olduğunu belirtiyordu.
“İşçiler,
yoksulluğun cennetin anahtarı olduğuna inanmalılar. […] Ben, gayet dindar bir
adamım […] ama başka insanlar adına.”
Sorun, Hıristiyanlığın artık inanılır olmaktan çıkmış
oluşuydu. Voltaire’e has bir alaycılıkla Bert, artık insanları “bir güvercinin
bir bakireyle yattığına, ahlaken ve fizyolojik olarak kabul edilemez olan bu
birleşmeden bir kuzunun doğduğuna” inandırmanın mümkün olmadığını belirtiyordu.
Konferans delegeleri de yeni bir dinin gerekliliğine kaniydiler. Bu din,
sermayeye ibadete dayanmalı ve işçilere çalışmayı bir ödev olarak aşılayan bir
ilmihali bulunmalıydı.
Burada Lafargue’ın, köhnemiş Hıristiyanlık
öğretilerinin artık yerine getiremeyeceği rolü üstlenebilecek bir doktrin olan laïciténin
konumuna bir yergi biçemi içinde işaret ettiği anlaşılıyor.
Zaman zaman laïciténin Paris Komünü’nün
geleneğini sürdürdüğü iddia edilir. Komünün dini eğitim dışına çıkardığı
doğrudur. Ama Maurice Dommanget’nin de belirttiği gibi, komünarlar din
meselesine dair tarafsız bir tutum takınmaktansa kendilerini materyalist olarak
tarif ettiklerinden, laïcité terimini çok fazla kullanmadılar.
Daha da önemli olan nokta ise Kristin Ross’un
geçenlerde yayımladığı dört dörtlük çalışmasında gösterdiği gibi, Komün’ün
kendisini bir devlet olarak değil uluslararası çerçevede yerel özerklik hedefi
güden bir yapı olarak görmüş olmasıdır. Komün, eğitimi asla askerliğe bir ön
adım olarak görmemişti. Bu açıdan Komün, laïcité partizanlarının
geliştirdiğinden oldukça farklı, enternasyonalist bir geleneğin temsilcisiydi.
Laïcitéye
yönelik en keskin eleştirilerden bazıları anarşist ve sendikalist akımlardan
geldi. Anarşistlerin tutumu “ne kilise ne devlet” biçiminde özetlenebilir.
Sébastien Faure’nin tespitiyle Hıristiyan okulu, “Kilise tarafından Kilise için
örgütlenmişken, laik okullar devlet tarafından devlet için örgütlenmişlerdi”.
Faure, buna karşılık, “geleceğin okulunun çocukların kendileri için
örgütleneceğini” belirtiyordu. André Lorulot, daha keskin bir ifadeyle, devlet
okullarının öğretmenlerinin “kapitalist sınıfın zihin polisleri” olduklarını
söylemekteydi.
Anarşistler, muhtelif zamanlarda hem kiliseden hem de
devletten bağımsız olacak liberter okullar kurma girişimlerinde bulundular.
Böylesi girişimlerden biri, Émile Zola’nın ve başka yazarların maddî desteğini
almış, ne var ki yine de kaynak eksikliğinden amacına ulaşamamıştı.
Anarşistler de tıpkı Marx ve Engels gibi Ferry’yi
değersiz buluyor, onu katiyen Sol’un bir kahramanı olarak görmüyorlardı. Émile
Pouget’nin gazetesi Le Père Peinard [“Yorgun Yaşlı Adam”] radikal
düşünceleri dolaysız ve genellikle kaba bir halk dili kullanarak
dillendiriyordu ve Pouget’nin Ferry hakkındaki düşünceleri, en hafif tabirle,
düşmanlık düzeyindeydi:
“Şu
dünyada midemi kaldıran biri varsa o da Ferry’dir. Bu pis vahşi hayvan,
Fransa’nın en büyük düzenbazıdır. […] Birinin ipi boynuna geçirdiğini görmeyi
ne çok isterdim; insan bu adamı öldürse böcek öldürmüş kadar bile azap duymaz.”
Pouget’nin rahiplerin öğretmen olarak çalışmalarına
izin verilip verilmemesi konusunda da ilginç fikirleri vardı. Öğretmenlik
yapmalarının tamamen yasaklanmasına taraftar değildi, o, cinsel ilişki yasağına
riayet ettiklerini göstermek ve öğrencileri korumak adına rahiplerin hadım
edilmelerini öneriyordu.
Başka birtakım anarşist dergiler de laïcité karşıtı
yayınlar yapıyorlardı.
L’École: Antichambre de caserne et de sacristie [“Okul: Kışlanın ve Kilisenin Eşiği”] adlı, anonim
gibi görünen ama Fransız sendikası CGT’nin kurucularından ve rivayete göre
Fransa’daki ilk liberter okulun kurulmasına önayak olmuş olan Émile Janvion’un
kaleminden çıktığı anlaşılan broşürde, laïciténin sadece kiliseninkine
alternatif bir dogma oluşturduğunu savlamak üzere Bakunin ve Stirner’den
yapılmış alıntılara yer verilmekteydi.
Broşürde ayrıca cumhuriyetçi siyasetçi Léon
Gambetta’nın “ruhban sınıfının esas düşman” olduğu iddiası aktarılıyor ve bu
iddiaya “(ister devletinki olsun ister kiliseninki) dinler(in) esas düşman”
olduğu biçiminde karşılık veriliyordu. Varılan sonuç şuydu: “Bizim ruhban
karşıtlarımız, rahiplere benzer bir ruha sahip, ateistlerimizse dindar.”
Janvion, bilhassa seküler okulların ulusal
hassasiyetleri güçlendirmeye yönelik tutumlarına dikkat çekiyordu. “Çocuğun
kafası, bilmem hangi nehrin diğer yakasında yaşayan insanlara karşı körlemesine
ve aptalca bir nefretle doldurulacak, onun başka ulusların hilafına kendi
ulusuna sevdalanması” sağlanacaktı.
Seküler okulların öğretmenlerinin tahtaya öğrencilerin
gün boyunca muhtelif zamanlarda koro hâlinde tekrar edecekleri cümleler
yazdığından söz ediyordu Janvion. Şunlar yaygın olarak kullanılan örneklerdi:
“İyi bir Fransız’ın bayrağı için ölmeyi bilmesi gerekir”, “İnsan, vatanı
sayesinde vardır ve onun için yaşar” ve “İyi bir Fransız çocuğu, iyi bir asker
olmaya kendini hazırlamalıdır.”
Janvion’un işaret ettikleri arasında “askerlik
görevinin savaşa hazırlık” anlamına geldiğini, “bizi dâhili ve harici
bedhahlardan koruyacak sağlam bir ordu kurmanın” elzem olduğunu anlatan “ahlakî
ve medenî eğitim” içerikli bir kitabı vardı. Esasta “dâhili bedhah” da olsa
olsa 1914’e kadar işi gücü grevleri bastırmak olan ordu olmalıydı.
Antonin Franchet’nin Le Bon Dieu laïque [“Seküler
Tanrı”] adlı risalesi, seküler okullarda kullanılan okuma kitaplarına
odaklanıyordu. Bunlardan eski bir eğitim bakanı Charles Dupuy’un yazdığı ve
hayli popüler olan bir tanesi, öğrencilere şunu sormaktaydı: “Vatanımıza olan
sevgimizi nasıl gösterebiliriz? -Bize güçlük de çıkarsalar, yasalarına uyarak,
vatan toprağını ve onun yabancılardan bağımsızlığını kanımız pahasına
koruyarak.”
Okul kitaplarındaki metinler, çocuklara Fransa
hakkında nasıl düşünmeleri gerektiğini de öğretiyordu:
“Fransa’yı
anamı babamı sevdiğim kadar seviyorum. Sevgimi ispat için iyi huylu ve çalışkan
bir çocuk olacağım ki böylelikle büyüdüğüm zaman iyi bir vatandaş ve iyi bir
asker olayım.”
Enternasyonalist idealler ise hor görülüyordu:
"Belki
yörenizdeki aylak ve bencil insanlardan bir ülkenin vatandaşı olmanın bir şey
ifade etmediğini, insanın ‘kozmopolitan’ dedikleri türden bir dünya vatandaşı
olması lazım geldiğini, bir insanın vatanının kendini rahat ve evinde
hissettiği her yer olabileceğini, vatanın bir sözcükten ibaret olduğunu, müspet
ve pratik zihinler için bu sözcüğün bir soyutlamadan öte bir anlamı
olmayacağını işitmişsinizdir.”
Ahlakî eğitim vermeyi hedefleyen kitaplarda ahlakın
izine rastlanmıyordu:
“Biliyorum
ki diğer halklardan nefret etmeden ve onların felaketini arzu etmeden insanın
kendi vatanını sevmesi mümkündür. Ancak askerler için gücünü kötüye kullanıp
bizi Alsace-Lorraine’deki kardeşlerimizden ayrı düşüren ve her zaman son
darbeyi indirmek üzere tetikte olan acımasız düşmandan nefret edebilmenin
gerekli olacağı durumlar mevcuttur.
Vatanımızı
işgal edene duyulan nefret varoldukça yenilen, ne affeder ne unutur.
Şu
hâlde geçmişteki adaletsizliğe ki bu adaletsizlik hâlâ bir tehdittir, nefret
beslemeli. Evet, geçmişteki adaletsizliğin öcünü almak ve muhtemel
adaletsizliğin etkilerini savuşturmak için nefret gerekli bir kuvvettir ey
Fransız ulusu, nefret bir görevdir.”
Émile Lavisse’in yazdığı Tu seras soldat [“Sen
Asker Olacaksın”] isimli okul kitabında genç okurlar, geleceği bir casus
gözüyle görmeye teşvik ediliyorlardı. Kitap, onlara bir tür James Bond’luk
yapmalarını önermiyorsa da kati şekilde amaca giden yolda her aracın mubah,
yalan söylemenin ve ikiyüzlülüğün tamamen meşru olduğunu öğretiyordu:
"Barış
zamanlarında ülkesine hizmet eden bir casus, gözü açık, cesur ve atılgan bir
adamdır. Bu adam, yabancı bir ülkeye gidip o ülkenin savunma önlemlerini ve
savaş hazırlıklarını, vatanını bu konularda bilgilendirmek amacıyla, tetkik
eder.
Bu
adamı hedefine ulaştıracak her yol meşrudur. Hangi ulustan olduğunu saklar,
sahte bir isim kullanılır; hangi ülkedeyse o ülkenin dilini konuşur ve sürekli
iş değiştirerek asıl görevini gizler.”
Gerçi Laïcité’yi eleştiren anarşistlerin
kendileri de eleştiriye muhtaçtır. Pouget ve Janvion antisemitisttiler. Bununla
beraber, onların gözlemleri, laïciténin doğru bir bağlama
yerleştirilmesine ve bu kavramın çokça iddia edildiği gibi mutlak surette
ilerici olmadığının ortaya konmasına katkı sundu.
Bazı itirazlara karşın laïcité, askerî bir
gücün desteklediği bir ulusal kimlik oluşturma hedefinde büyük oranda başarıya
ulaştı. Tarihçi Eugen Weber’in yazdığı gibi:
“1914
Ağustos’unda Fransa’nın Var bölgesinden bir köylünün (ailesine yazdığı mektupta
belirttiği üzere) arkadaşlarıyla beraber cepheye gidip Fransa’yı savunmaktan
mutluluk duyduğunu işitmek şaşırtıcı değildi.”
Ama 1912 yılında ilkokul öğretmenleri sendikasının
anti-militarist bir fon olan sou du soldat lehine oy vermesi ile işler
ufaktan sekteye uğradı. Bu durum, bir derece paniğe yol açtı. Eski savaş bakanı
Adolphe Messimy, şüphesiz samimi bir biçimde, kendisinin laïcité’yi
desteklediğini, ancak bununla beraber, öğretmenlerin davranışlarının kabul
edilemez olduğunu söyleme gereği duydu. Bir an için devletin memurları ona
sırtlarını döner gibi olmuşlardı. Ne var ki öğretmenlerin sadece yüzde beşi
sendikalıydı ve nihayetinde muhalefetin bu gösterisi bir gösteri olarak kaldı.
Laïcité eleştirisi,
Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra da sürdü. Tamamen komünist partinin organı
olmamakla beraber ona yakın olan Clarté isimli dergi, devrim sonrası
Rusya’sından eğitimle ilgili devlet ya da kilise eğitimine alternatif
olabilecek gelişmeleri haber veriyordu. Örneğin 1919 yılında Moskova’da
gerçekleştirilen bir konferans, akademik yansızlığı ve laïcitéyi
burjuvazinin çıkarlarının hizmetinde olan bir tür üçkâğıtçılık olarak
niteliyordu.
Fransız Komünist Partisi ise ilk yıllarında laïcitéye
karşı bugünkü Sol’un genelinden oldukça farklı bir tutum takınmıştı. Bir
Fransız’la evli olan ve bu nedenle birçok Kuzey Afrikalının aksine tam Fransız
vatandaşı olan Abdülkadir Haceli partinin kurucu üyelerindendi, (göçmenlere ve
sömürgelerdeki işçilere yönelik komünist yayın organı) Le Paria’ya düzenli olarak katkı sunuyordu
ve 1924 yılında meclise girmesine ramak kalmıştı. Hayatı boyunca mümin bir
Müslüman olan Abdülkadir, Komünistlerin İslam’a karşı polemik yürütmeyi esas
almayan bir tutum benimsemeleri gerektiğini savunuyordu.
Bugün İslamofobinin hizmetine koşulmuş olması
hasebiyle laïcitéyi yükseltildiği yerden indirmek, bilhassa önemli.
Bunun için de laïciténin yanlış yorumlanıp saptırılmış soylu bir ideal
değil, başından beri sakat bir fikir olduğunun anlaşılması gerekiyor.
Ian Birchall
19 Kasım 2015
Kaynak