Pages

30 Kasım 2015

Uluslararası Terörizm


“Uluslararası terörizm” diye bir şey yok.

“Uluslararası terörizm”e savaş açmak saçmalık. Böylesi bir savaşı açan siyasetçiler ya aptallar ya bizimle alay ediyorlar ya da her ikisi de geçerli.

Terörizm bir silâh. Tıpkı top gibi bir silâh. “Uluslararası topçu birliği”ne savaş açan birisine gülüp geçmek gerek. Top ordunun bir parçasıdır ve onun amaçlarına hizmet eder. Bir tarafın topu diğer tarafın topuna ateş açar.

Terörizm bir operasyon yöntemi. Çoğunlukla mazlum insanlarca kullanılıyor, misal, II. Dünya Savaşı’nda Nazilere karşı direnen Fransızlar gibi. “Uluslararası direniş”e savaş açtığını söyleyenlere gülüp geçmek gerek.

Prusyalı askerî strateji düşünürü Carl von Clausewitz’in ünlü ifadesiyle, “savaş politikanın başka araçlarla sürdürülmesidir.” Eğer Clausewitz bugün yaşasaydı muhtemelen şunu derdi: “Terörizm politikanın başka araçlarla sürdürülmesidir.”

Düz manada terörizm, mağdurlarını korkutup onları teröristin iradesine teslim olmasını sağlamak demektir.

Terörizm bir silâh. Genel manada o zayıfların kullandığı bir silâh. Japonları teslim olmaya zorlamak için onları terörize etmek amacıyla Hiroşima ve Nagazaki’ye atılan türden bir atom bombası olmayanların silâhı. Ya da Almanları korkutup onları savaşmaktan vazgeçirmek için Dresden’i imha eden uçak gibi bir silâh.

Terörizmi kullanan birçok grup veya ülke çoğunlukla birbirleriyle çelişen farklı amaçlara sahip olduğundan, terörizmin “uluslararası” bir yanı yok aslında. Her terörist saldırı kendine has bir özelliğe sahip. Burada kimsenin kendisini bir terörist değil, Allah, Özgürlük vs. için savaşan bir savaşçı olarak gördüğünden söz etmeye bile gerek yok. Burada eskiden beri kullandığım ifadeyi tekrar kullanmama izin verin: “Bir kişinin teröristi başkası için özgürlük savaşçısı olabilir.”

Birçok sıradan İsrailli, Paris saldırıları karşısında büyük bir memnuniyet duydu ve “şu lanet Avrupalılar bizim her daim hissettiklerimizi bir kez olsun hissetmiş oldular” dedi.

Aklı küçük ama parlak bir simsar olan Binyamin Netanyahu saldırı sonrası İsrail’de ve işgal altındaki topraklarda Filistinlilerin uyguladıkları terörizmle Avrupa’daki cihadî terörizmi arasında doğrudan bağ kurma fırsatını tabii ki kaçırmadı.

Bu dâhiyane bir fikir doğrusu: eğer İsrailli askerlere bıçaklarla saldıran Filistinli gençlerle IŞİD’in Belçikalı üyeleri bir ve aynı ise, ortada bir İsrail-Filistin sorunu, işgal sorunu ya da yerleşim sorunu diye de bir şey yok. Sadece Müslüman fanatizmi var. (Bu yaklaşım, seküler Filistinli “terörist” örgütlerde yer alan birçok Hristiyan Arap’ı göz ardı ediyor.)

Tüm bu söylenenlerin gerçeklikle bir alakası yok. “Allah için savaşan ve ölen Filistinliler Suriye’ye gitsin” deniliyor. Oysa dindar ve seküler Filistinliler bugün işgalden kurtulup kendi devletlerini kurmak istedikleri için İsrailli askerlere ve sivillere bıçakla saldırıyor, arabaları onların üzerlerine sürüyor ya da onlara ateş açıyor.

Bu apaçık gerçeği mevcut kabinedeki bakanlar arasındaki en gerizekâlı olanlar kadar zekâya sahip bir kişi bile kavrayabilir. Ama bu kişi söz konusu gerçeği kavradığı takdirde, İsrail-Filistin çatışması ile ilgili hiç de hoş olmayan tercihlerle de yüzleşmek zorunda kalabilir.

O noktada bize şu içimize huzur veren çıkarımı dilimize dolamak düşüyor: “onlar bizleri doğuştan terörist oldukları, cennette kendilerine vaat edilen 72 bakireyle buluşmak istedikleri, antisemitist oldukları için öldürüyorlar.” Dolayısıyla Netanyahu’nun da mutlu bir ifadeyle öngördüğü biçimiyle, “biz elimizde kılıçla sonsuza dek yaşarız.”

Her terörist saldırının trajik sonuçları var, ama aynı zamanda Avrupa’nın son olaylara dönük tepkisi de bir miktar saçma.

Bu saçmalık Brüksel’de tavan yaptı. Kaçan bir terörist tek kurşun sıkmaksızın tüm kenti felç etti. Bu, en düz anlamıyla korkuyu bir silâh olarak kullanan terörizmin nihai başarısı.

Paris’te bundan daha iyi bir tepki ortaya konmuş değil. Katliamda ölenlerin sayısı birkaç haftada bir Fransa’da yollarda ölenlerin sayısıyla neredeyse aynı. Bu sayı II. Dünya Savaşı’nda bir saat içinde ölenlerin sayısından düşük. Ama rasyonel bir düşünce sayı saymaz. Terörizm kurbanlarının algılarını etkilemeye çalışır.

Sıradan on kişinin birkaç ilkel silâhla tüm dünyayı paniğe sürüklemesi gerçekten inanılmaz. Ama gerçek bu. Geçimini bu tip olaylardan sağlayan medyanın desteğiyle bugün belirli bir ülkedeki terörist eylemler tüm dünyayı tehdit eden bir olguya dönüşüveriyor. Doğası itibarıyla modern medya teröristlerin en iyi dostu. Medya olmaksızın terörün canına can katması mümkün değil.

Teröristin diğer en iyi dostu ise siyasetçi. Bir siyasetçinin panik dalgasına binip yükselmenin cazibesine karşı koyması neredeyse imkânsız. Panik her yöneticinin hayali olan “ulusal birliğin” yaratıcısı. O “güçlü lider”e dönük hasretin ana kaynağı. İnsanın temel içgüdüsü böyle işliyor.

Francois Hollande bunun tipik bir örneği. Vasat ama cinfikirli bir siyasetçi olarak Hollande lider pozu kesme imkânını buldu. “C’est la guerre!” [“Bu savaş!”] diye bağırdı ve ülke genelindeki öfkeye benzin döktü. Ortada savaş mavaş yoktu aslında. III. Dünya Savaşı’ndan da söz edilemezdi. Alt tarafı gizli bir düşmanın gerçekleştirdiği terörist bir saldırıydı bu. Esasında yaşananların ifşa ettiği bir gerçek de tüm politik liderlerin ne denli aptal oldukları. Meydan okumanın kendisini hiç mi hiç anlamıyorlar. Hayalî tehditlere tepki koyup gerçek tehditleri göz ardı ediyorlar. Ne yapacaklarını bilmiyorlar. Bu nedenle kendisine kolay geleni yapıyorlar: konuşup duruyorlar, toplantı düzenliyorlar (oralarda kimlerin olduğunu, ne için yapıldığını umursamaksızın) bir yerlere bombalar atıyorlar.

Hastalığı anlamaktan acizler, buldukları çare hastalığın kendisinden kötü. Bombardıman yıkıma sebep oluyor, yıkım intikam ateşi ile yanıp tutuşan yeni düşmanlar yaratıyor. Bu, teröristlerle doğrudan kurulmuş bir işbirliği.

Güçlü ülkeleri yöneten tüm bu dünya liderlerinin toplantılar yapıp nutuklar atarak ve saçma sapan laflar ederek, labirentte koşup duran fare misali hareket ettikleri ve krizin kendisiyle başa çıkamadıkları bu manzara gerçekten üzüntü verici.

Esasında sorun, ahmak insanların inandıklarından daha karmaşık, çünkü ortadaki gerçek sıra dışı: bu sefer düşman bir ulus, devlet hatta gerçek bir toprak parçası da değil, tanımsız bir varlık: bir fikir, bir ruhsal durum, gerçek bir devlet olmayıp belirli bir toprak parçasına sahip olan bir hareket.

Bu yeni bir olgu da değil: yüz yıl önce tek bir toprağa bağlı bir üssü olmaksızın her yerde terörist eylemler gerçekleştiren bir anarşist hareket vardı. Dokuz yüz yıl önce Haşişîler bir ülkeleri olmaksızın bir dinî tarikat olarak Müslüman dünyayı terörize ediyorlardı.

Devlet olmayan İslam Devleti [IŞİD] ile nasıl mücadele edilir bilmiyorum. Bence bunu kimse bilmiyor. Muhtelif hükümetlerdeki salakların da bildiğinden emin değilim.

Bu gerçeği bölgesel bir işgal hareketi ortadan kaldırır mı kaldırmaz mı, bilmiyorum. Böylesi bir işgal hareketi de pek mümkün görünmüyor zaten. ABD’nin bir araya getirdiği Gönülsüzler Koalisyonu görünüşe göre kara harekâtı gerçekleştirme eğiliminde değil. Bu yönde çaba ortaya koyan Suriye devleti ordusu ve İranlılardan ABD ve bölgedeki müttefikleri nefret ediyorlar.

Esasında ABD ve AB, deliliğin kıyısına varmış, artık çevresini tanımaktan aciz olmaya dair birer örnek. Söz konusu iki güç, Esad-İran-Rusya ekseni ile IŞİD-Suudi-Sünni kampı arasında bir seçim yapamadılar. Buna bir de Türk-Kürd meselesi, Rus-Türk düşmanlığı ile İsrail-Filistin çatışması eklendi. Eldeki resimse hâlâ eksik.

Tarih seven insanlar için yüzlerce yıllık bir mazisi olan Rusya-Türkiye mücadelesinin sahneye yeniden dâhil oluşunda büyüleyici bir yan var. Coğrafya nihayetinde diğer her şeye baskın çıkıyor.

Denilir ki savaş generallere bırakılmayacak kadar önemli bir konudur. Mevcut durum da siyasetçilere terk edilmeyecek kadar karmaşıktır. Ama ortada başka kim var ki?

İsrailliler (olağan hâliyle) dünyaya bir şeyler öğretebileceklerine inanırlar. “Biz terörizmi biliyoruz. Neler yapılacağından haberdarız” derler.

İyi ama öyle mi?

Haftalardır İsrailliler korku ve panik içerisinde yaşıyorlar. Daha iyi bir isim bulamadıkları için buna “terör dalgası” diyorlar. Her gün 13 yaşlarında iki, üç ya da dört genç İsraillilere bıçaklarla saldırıyor, üzerlerine otomobil sürüyor ve genelde onları silâhla vuruyor. Bizim şu meşhur ordumuz elinden geleni ardına koymuyor, ailelere saldırıyor, köyleri toplu bir biçimde cezalandırıyor ama nafile, hiçbir sonuç alamıyor.

Bunlar çoğunlukla kendiliğinden, bireysel eylemler, bu nedenle bu tip saldırılara mani olmak neredeyse imkânsız. Bu, askerî bir mesele de değil. Mesele gayet politik ve psikolojik.

Netanyahu da tıpkı Hollande ve şürekâsı gibi bu rüzgârla yelkenlerini şişirmeye çalışıyor. Halil kentinden on altı yaşındaki bir genci Auschwitz’deki azılı bir SS subayına benzetiyor, Holokost’a atıfta bulunuyor ve antisemitizm hakkında bitmek bilmeyen gevezelikler ediyor.

Hepsi de şu apaçık gerçeği çarpıtmak için: işgal her gün, her saat, her dakika Filistin halkına hile yaparak varlığını sürdürüyor. Bazı bakanlar Batı Şeria’yı ilhak etmeyi ve Filistinlileri kendi yurtlarından sürmeyi amaçladıklarını artık hiç saklamıyorlar bile.

Dünya genelindeki IŞİD terörizmi ile Filistinlilerin devlet olmaya yönelik ulusal mücadeleleri arasında hiçbir doğrudan bağlantı yok. Ama eğer bu sorun çözülmezse sonuçta mevcut sorunlar iç içe geçecek ve biz yeni Haçlılara karşı, tıpkı geçmişte Selahaddin Eyyübî’nin yaptığı gibi, çok daha güçlü bir IŞİD çıkıp tüm Müslüman dünyayı birleştirecek.

Bir mümin olsaydım fısıltıyla şunu derdim: Allah göstermesin.

Uri Avnery
30 Kasım 2015
Kaynak

BAE-İsrail İlişkileri



QudsNet’in haberine göre, İsrail Başbakanı Benjamin Netanyahu dün [29.11.2015] İsrail Dışişleri Bakanlığı Genel Direktörü Dore Gold’un Abu Dabi’de bir İsrail ofisi açma çabasından övgüyle söz etti.

İsrail radyosuna konuşan Gold, İsrail ile Birleşik Arap Emirlikleri [BAE] arasındaki ilişkilerin “gizli aşk ilişkisi”nden çıkıp “resmî” bir kanala girmesi gerektiğini söyledi.

BAE’nin birkaç kez inkâr etmesine karşın Gold, İsrail bayrağının temsilcilik ofisinde dalgalanacağından ve ofisin içine İsrail başbakanı ile cumhurbaşkanının resimlerinin asılacağından, bunun İsrail için bir başarı olduğundan söz etti.

İsrail bakanlar kurulunun haftalık toplantısının açılışında ise Netanyahu şunları söyledi: “Bu gelişme Ortadoğu içinde ve dışında, teknoloji dâhil birçok farklı sahada İsrail’in yaptığı değerlendirmenin bir dışavurumudur.”

İsrail gazetesi Haaretz’e göre,

“BAE ve İsrail hâlihazırda resmî hiçbir diplomatik ilişkiye sahip değil, İsrail pasaportu taşıyanların bu Körfez ülkesine girişleri yasak. Ama iki ülke birkaç yıldır aradaki bağları güçlendirme yönünde gizli görüşmeler yürütüyor.”

Gazete devamında şunları söylüyor:

“Ocak 2010’da Uzi Landau BAE’yi ziyaret eden ilk İsrailli bakan. Landau, Uluslararası Yenilenebilir Enerji Kurumu’nun Abu Dabi’de düzenlediği konferansa katıldı. Bir ay sonra üst düzey Hamas yöneticisi Mahmud Mebhu Dubai’de suikasta kurban gitti. Bu cinayet konusunda Mossad suçlanmış, Mebhu’nun ölümü dünya genelinde öfkeye sebep olmuştu.”

Middle East Monitor
30 Kasım 2015
Kaynak

Syriza-İsrail İlişkileri


Syriza, IMF ve AB’nin dayattığı tasarruf tedbirleriyle geçen döneme son verme vaadiyle Yunanistan’daki seçimlerde iktidara gelmiş olan popüler bir solcu politik partiydi.

Ancak şimdi parti liderliği ilkelerini üç kuruşa sattı ve daha ağır koşullarda yeni bir kurtarma paketi ile ilgili olarak yazın yapılan referandumda “hayır” oyu verilmesine karşın, eskiden karşı çıktığı aynı tasarruf tedbirlerini uygulamaya soktu.

Bu gelişme Maliye Bakanı Yanis Varifakis’in partiden ayrılıp başka bir parti kurmasına yol açtı. Çipras ise oyları bir miktar azalmasına karşın yeni yapılan seçimlerde tekrar iktidara gelmeyi bildi.

Daha önce de yazdığım üzere, iktidarda iken Syriza önderliğinde kurulan hükümet anti-militarist dış politika yürüteceğine dair vaadi gibi diğer vaatlerine de ihanet etti. Seçim bildirgeleri “İsrail ile kurulmuş olan askerî işbirliğine son verilmesi” vaadini içeriyordu. İktidara geldiğinde parti 2009’da muhafazakâr hükümet döneminde başlamış olan İsrail ile ortaklaşa askerî faaliyetlere devam etti.

Üstelik Temmuz’da İsrail’e yaptığı ziyaret esnasında Dışişleri Bakanı Nikos Kotzias Yunanlıların “İsrail’i sevmeyi öğrenmeleri” gerektiğinden bile bahsetti ve utanç verici bir biçimde İsrail’in bölgedeki “istikrar hattı”nın bir parçası olduğunu söyledi. Bu hattın parçası olan İsrail 2014 yazında 551 Filistinli çocuğu katletmişti.

Syriza böylelikle o eski nezih siyasetinden çark etmiş oldu. Aynı değişime ülke içine dönük ekonomik meselelerde de tanık olundu.

Syriza solcu bir hareket olarak kendisi ile hükümetin İsrail ile yürüttüğü temaslar arasına belirli bir mesafe koyuyor. Savunma Bakanı Panos Kammenos (sağcı koalisyon ortağı) Bağımsız Yunanlılar’dan, Kotzias ise bağımsız bir isim.

Ancak bu mesafe geçen hafta itibarıyla kapandı. Syriza İsrail konusunda U dönüşünü tam manasıyla gerçekleştirdi.

Başbakan Aleksis Çipras bu hafta İsrail’e ilk ziyaretini yaptı. Herkes bunu gerekli bir diplomatik temas olarak değerlendirdi (ben şahsen böyle olduğu kanaatinde değilim). Çipras, İsrail ile ekonomik bağların artırılması gerektiğini söyledi, bu noktada kısa süre önce açık denizde bulunan doğal gazın Avrupa’ya taşınması da bu ekonomik ilişkilerin bir parçası olarak görülüyor.

Çipras ayrıca Siyonist mitolojiye de destek atarak “halklarımız oldukça kadim halklardır” dedi. Esasında İsrail 1948’de yerli halka yönelik Siyonist saldırganlık üzerinden etnik temizliğe maruz kalmış Filistin’deki toplu mezarlar üzerine kurulmuş olan bir ülke. Filistinlilerin Nekbe (Felaket) olarak adlandırdıkları bu zulmü gerçekleştirmiş olan İsrail, özünde Avrupalı bir yerleşimci-sömürgeci devlet. İsrail, gayrimeşru devleti için kurucu efsaneler bulmak için Tevratik kaynakları istismar ediyor.

Çipras savaş suçlusu Benjamin Netanyahu ile bir araya geldi. Neşeli geçen basın konferansında her iki taraf “İsraillilerle Yunanlılar arasındaki doğal yakınlığa” dair abartılı ifadeler kullandı.

En mide bulandırıcısı ise Çipras’ın İsrail’e yaltaklanması ve İsrail’in (1980’de resmiyete dökülen) Kudüs’ü 1967’de ilhak edişini diğer Avrupalı liderlere nazaran daha hevesli bir biçimde tanımış olmasıydı. Çipras, İsrail Cumhurbaşkanı Reuben Rivlin’in ziyaretçi defterine “tarihî başkentinizde olmak büyük bir onur” diye yazdı.

Esasında Kudüs’ün ilhakı uluslararası hukuka göre yasadışı. Dünyada hiçbir devlet bu ilhakı meşru kabul etmiyor. İsrail ile diplomatik ilişkileri bulunan devletler bile büyükelçiliklerini Kudüs’te değil, Tel Aviv’de açıyorlar.

Çipras’ın bu konuda bu denli ileri gitmesi utanç verici. İsrailli diplomatlar bilhassa bir Avrupalı lider olarak Çipras’ın sarfettiği bu sözleri beklenmedik bir ifade olarak nitelendiriyorlar.

Yunanistan’da olan bitene baktığımızda tüm bunlarda şaşılacak bir şey yok aslında. Gene de bu gelişmelerin Çipras’ın ve partisinin siyasetçiler dünyasına yeni ve hakiki bir şeyler katabileceğini uman Yunanistan ve Avrupa’daki birçok insanı hayal kırıklığına uğrattığını söylemek gerek.

Tüm bu üzücü hikâye, Jeremy Corbyn ve yeniden canlandırılan İşçi Partisi konusunda bir miktar umutlanan benim gibi kişiler için ihtiyata sevk eden bir hikâye. Britanya ve Yunanistan’daki mevcut durumlar birçok yönden çok farklı, zira İşçi Partisi Syriza gibi yeni bir parti değil.

Gene de bu meseleler, halk hareketlerinin hükümet veya hâkim politik birer parti olma konusunda sahip oldukları nüfuzla ilişkili temel soruları ve çelişkileri gündeme getiriyor. Siyasetçilerin ve seçimle işbaşına gelmemiş olan AB ve IMF gibi politik gruplaşmaların halkın demokratik iradesini artık daha fazla kırmaya çalıştığı bir dönemde, halkın hükümetleri ve devletleriyle ilgili olarak derin bir şüphe içerisinde olmalarında şaşılacak bir yan yok.

Asa Winstanley
28 Kasım 2015
Kaynak

27 Kasım 2015

Yanlış Sekülerlik


Charlie Hebdo saldırılarının ardından “cumhuriyetçi değerler” lafını çok işitir olduk. Gerçekten de bazı Fransızlar haddinden çok duymuş olmalılar ki geçenlerde yapılan bir ankette halkın yüzde 65’inin “cumhuriyetçi değerler” gibi terimlerin kullanıla kullanıla anlamsızlaştığını düşündüğü ortaya çıktı.

Bu “değer”lerden merkezî önemde olanı ise laïcité. Malum, bu terimin o kadar çok yorumlanış biçimi ve farklı çağrışımı var ki tam olarak çevirmek mümkün değil, “sekülerizm makul ölçüde yakın bir karşılık” denebilir. Bugün laïcité, başörtülü annelerin çocuklarına okul gezilerinde eşlik etmesinin yasaklanmasından tutun da Müslüman ve Yahudi okul çocuklarına okul yemekhanesindeki domuz etli yemekleri yemedikleri takdirde aç kalacaklarının söylenmesine kadar birçok şeyi meşrulaştırmaya yarıyor.

Ancak laïcité, basitçe sağın kültürel ya da siyasi emelleri için tasarrufunda bulundurduğu bir fikir değil; o, solun da, hatta radikal solun da sahip çıktığı bir “değer”.

Dahası, laïcité, sadece insanların kafasının içinde gezinen bir “değer” olduğu için öneme sahip değil; o, Fransız eğitim siteminde tecessüm etmiş bir olgudur. Bugün Fransa’da nüfusun yaklaşık dörtte biri (yüzde 24,7’si) ya çalışan ya da öğrenci olarak eğitim sistemine dâhildir. Bu durum, laïcité ile ilgili idealleri ve bunların uygulanışını Fransız ulusunun iktisadî ve toplumsal yapıları bakımından hayatî kılmaktadır.

Laïcité, uzun ve çetrefilli bir tarihe sahipse de esas dönüm noktasını şüphesiz ki Fransa’da ilköğretimin ücretsiz, zorunlu ve seküler olması üzerine kurulu ilkeyi yürürlüğe koyan 1881-1882 tarihli Ferry Yasaları teşkil eder.

İlköğretimde benzer adımlar tüm Avrupa’da atılmıştır. Sanayileşmenin getirdiği değişiklikler, özellikle de 1870 savaşında Prusya’nın kazandığı (ve birçoklarının onun eğitim bakımından üstünlüğüne bağladığı) mutlak zaferin ardından, Fransa’da okuma yazma bilen nitelikli işgücüne yönelik ihtiyacı artırmıştır.

Ancak başka etkenler de vardır. Artık Üçüncü Cumhuriyet’i yönetmekte olan siyasetçilerin İkinci Cumhuriyet yıllarında muhalefetteyken sütten ağızları yanmıştır. Katolik Kilisesi, Üçüncü Napolyon rejiminin kurulmasında ve sürdürülmesinde mühim bir rol oynamıştır. Vatikan, bir Fransız garnizonu tarafından korunmaktadır ve Vatikan’ın bağımsız bir devlet olma statüsünü kaybedip İtalya’nın bir parçası hâline gelmesi, ancak bu garnizon Fransa-Prusya Savaşı için çekildiğinde gerçekleşmiştir.

Bu nedenle cumhuriyetçi siyasetçiler, ruhban karşıtlığına ve Katolik Kilisesi’ne güvenmemeye eğilimlidirler (ki bu tutum, Fransa halkına hâkim olan havaya da uygundur).

Bu güvensizliğin açık kimi sebepleri vardır. Ruhbanın sadakati, Papalık ve Fransa devleti arasında bölünmüştür, Papalığınsa kendine ait bir dış siyaseti vardır ve bu siyaset, Fransız devletininkiyle bir olmak zorunda değildir. Ayrıca Katolik öğretmenlerin gönüllerinin Paris’ten değil de Roma’dan yana olabileceğinden de korkulmaktadır; örneğin 1859’da, Fransa-Avusturya Savaşı sırasında bir köy rahibinin cemaatten, onlar da Katolik olduklarından ötürü, Avusturyalılar için dua etmelerini istediği yollu bir rivayet edilir.

Sonuç olarak Ferry ve destekçileri, yeni nesli eğitmek gibi mühim bir görevin kilisedeki güvenilmez müttefiklere bırakılamayacağına ve bu işin doğrudan doğruya devletçe üstlenilmesi gerektiğine kani oldular.

Ulusal savunma da kilit önemde bir meseleydi. Fransa, Prusya ile girdiği savaşta feci bir yenilgi almış ve yeni kurulan Alman İmparatorluğu’na Alsace ve Lorraine bölgelerini kaptırmıştı. O dönemde bazı çevrelerde Fransa’nın kaybettiği bölgeleri geri almaya çalışması gerektiği görüşü hâkimdi.

Ferry, Almanya ile savaşmaktan yana değildi, bu komşu ülkeyle Fransa’nın ilişkilerini geliştirmeye çalıştı. Ancak hareket alanı, Fransız halkının genel eğilimi ve Almanya ile savaşın gerçekten de ihtimal dâhilinde olması gibi sebeplere bağlı olarak kısıtlıydı.

Ferry’nin tercihi, Fransa’nın sömürge imparatorluğunu genişletmek yönündeydi; bu, onun “üstün ırkların […] aşağı ırkları medenileştirmekle mükellef olduğu” yönündeki ırkçı düşünceleri ile de uyumlu bir misyondu. Filhakika, Fransa’nın Hintçini’ni işgal ve ilhak edişi Ferry döneminde gerçekleşti.

Bu hedefler, orduyu merkezî önemde bir mesele hâline getirdi; Fransa, hâlâ büyük oranda bir tarım ülkesiydi: 1900 yılında Fransa’nın çalışan nüfusunun yüzde 45’i çiftçi ve köylülerden oluşuyordu. 1848 ve 1871’de Parisli işçilerin ayaklanmalarını bastırarak “düzen”i yeniden tesis edenler köylü askerlerdi ve takip eden yirmi-otuz yıl içerisinde de ordu, defaten grevcilere karşı kullanıldı.

Ancak ortada köylülükle ilgili bir sorun vardı. Köylülerde ulusal kimlik bilinci kesinlikle çok zayıftı, onlar kendilerini, Fransa ulusundan ziyade yaşadıkları köy ya da bağlı oldukları bölgeye ait hissediyorlardı. Bretonya’dan Provans’a kadar birçok köylü, Fransızcadan farklı diller ya da standart Fransızcaya uzak lehçeler konuşuyordu; 1863 yılının resmî istatistiklerine bakıldığında, nüfusun dörtte bire yakın bölümünün Fransızca konuşmadığı görülüyor. Bazı bölgelerde köylüler, Fransız olduklarına dair bir bilgiye bile sahip değillerdi.

Dolayısıyla, Ferry’nin eğitim projesinin merkezî yönelimlerinden biri, Fransız kimliğine dair bilinci güçlendirmek, onu vatanseverlik ve ulusal kimlik fikirlerini aşılayacak “ahlakî ve medeni” bir eğitimle dinî yapının yerine yerleştirmekti. Yeni eğitim modelinin temel müfredatı, erkekler için askerî eğitimi, kızlar içinse dikiş-nakış işlerini (muhtemelen üniforma imalatını) içermekteydi.

Yeni okullarda askerî talimler dikkate değer bir önem kazandı. Bir tarihçinin tarifiyle:

“O dönemde okullarda cumhuriyetçi Paul Bert’in icadı olup 1882’de hayata geçirilmiş olan ‘okul müfrezeleri’ vardı. Bu müfrezeler, ilköğretime kaydolan öğrencilerin kafalarına ‘vatansever vatandaşlık’ fikrini askerî talim yoluyla sokmaya yarayacaktı. Çocuklar, tahta kasatura ve oyuncak silâhlarla uygun adım yürüme talimlerinin yanı sıra, okul dışında, orduya ait atış sahalarında gerçek mühimmatla da eğitim alıyorlardı.”

Ferry yasaları ile ilgili 1985 tarihli bir seminerin açılış konuşmasında François Furet, eğitimde laïciténin tesisini “Fransız Devrimi’nden bu yana solun yegâne zaferi” olarak tanımlar. Ne var ki Ferry Yasaları ve laïcité hayata geçirildiğinde, Sol o kadar da mutlu olmamıştı.

Sosyalist Parti’nin, başında karizmatik Jean Jaurés’in olduğu bir kanadı için Ferry yasaları ve kilise ile devletin ayrılmasının ileriye doğru büyük bir adım olarak görüldüğü kesinlikle doğru. Jaurés genç bir adamken Ferry ile dostane bir ilişki içindeydi ve laïcité fikrine cumhuriyetçi siyasete verdiği genel desteğin bir parçası olarak sempati duyuyordu. 1904’te Jaurés, cumhuriyetçi hükümette Sosyalistlerin yer alması gerektiğini -bu hükümetin cumhuriyeti kurtardığını söyleyerek- savunuyor, cumhuriyetçi hükümetin aynı zamanda grevdeki işçilerin üzerine ateş etmeleri için asker yolladığı gerçeğine ise yalnızca üstü kapalı olarak değiniyordu.

Marksist sol içinse işler oldukça farklıydı. 1882 yılının yazında, laïcité ile ilgili Ferry Yasası henüz geçmişken Karl Marx üç aydır -Cezayir dönüşü geldiği- Paris’te idi. O dönemdeki yazışmalarında bu olaydan hiç bahsetmemektedir. Furet’nin laïcitéyi Sol’un en büyük zaferi olarak gördüğünü düşünürsek bu, hayli tuhaf bir durumdur.

Paris’e 1882 tarihinde yerleşmesinden itibaren, otuz yıl boyunca en önemli Marksist düşünür ve yazarlardan biri hâline gelmiş olan, Marx’ın damadı Paul Lafargue da Engels’le yaptıkları çok sayıdaki yazışmaların hiçbirinde Ferry yasalarına atıfta bulunmamaktadır. Belki de bu ihmal, Marx ve Engels’in Ferry hakkındaki kanaatlerinden kaynaklanıyordur; Marx, Paris Komünü’nden önceki dönemde Ferry’nin kötü idaresini tahkir ediyor, Engels ise onu “halis hırsız” diye tanımlıyordu.

Ne var ki -Engels’in ölümünün ardından “Marksizmin Papası” diye anılmaya başlanan- Kautsky’nin görüşü oldukça farklıydı. Her ne kadar genel olarak Üçüncü Cumhuriyet’e ve onun ihtiva ettiği, Fransız sosyalist hareketinde yer alan birçoklarının da inandığı aldatmacalara karşı tutumu eleştirel idiyse de Kautsky, herhangi bir şerh düşmeksizin, “eğitim sahasında Üçüncü Cumhuriyet muazzam işler yaptı” demişti.

Yine de Kautsky, kilise ve devletin ayrılması konusunda şüpheciydi; şunu iddia ediyordu:

“Eğer şimdi Devlet ve Kilise ayrıldıysa bu, Kilise’nin kışkırtmasına da yorulabilir. Her durumda bu ayrılığın kalıcı olacağına hâlâ şüpheyle bakılabilir.”

Daha sonrasında ise Kautsky şunları söyledi:

“Bugün Kilise’ye karşı mücadele etmek burjuva liberal siyasetçilerin çıkarına, ama Kilise’nin hakkından gelmek asla çıkarına değil. Bu mücadele sürdükçe müttefikliğine itimat edebilecekleri tek unsur, proletaryadır. Eğer mücadele bir gün son bulursa, Kilise’nin tepe üstü düştüğü gün müttefikleri düşmana dönüşecekler. En devrimci zamanlarında bile burjuvazi, Kilise olmadan uzun süre ayakta duramadı.”

Başka bir deyişle Kautsky, laïcitéyi bir ideolojik strateji seçeneği olarak değil, Sol’a verilmiş bir imtiyaz olarak görüyordu.

Lafargue’ın meselelere bakışı ise daha keskindi. O bir ateist ve materyalistti, ayrıca kilisenin nüfuzuna şiddetle karşıydı; meclise girdiğinde yaptığı ilk şey (bu konuda başarılı olamadıysa da) devletin ve kilisenin birbirinden ayrılması için bir yasa teklifi vermek olmuştu.

Ama öte yandan Lafargue, ruhban karşıtlığına büyük önem atfedenlere karşı da kuşkuyla yaklaşıyordu. İşçi Partisi’nin Lafargue ve Jules Guesde tarafından yazılmış 1883 tarihli programında, “devlet tarafından kiliseye yapılan maddî yardımın kesilmesini ve devletle kilisenin ayrılmasını” talep eden özgür düşünceli burjuvalara yönelik küçümseyici bir atıf mevcuttu. Yazarlar, ABD’de böyle bir ayrımın bulunduğuna (böylece orada dinin manav ya da kasap dükkânı gibi bir özel işletmeye dönüşmüş olduğuna) ancak bunun “din denen cüzzamın büyük Amerikan cumhuriyetini başka hiçbir iktidarın tecrübe etmediği kadar yiyip tüketmesine mani olamadığına” işaret ediyorlardı.

1886’da Lafargue, La Religion du capital [“Sermayenin Dini”] adlı bir taşlama yayınladı. Burada Clemenceau, Rothschild, Gladstone, Herbert Spencer, von Moltke gibi Avrupa kapitalizminin iktisadî ve siyasî temsilcilerinin katılacakları, Londra’da yapılacak hayalî bir konferanstan söz ediliyordu. Katılımcıların arasında Ferry ve eğitim bakanı olduğu dönemde Ferry’nin laïcitéyi hayata geçirmesinde baş müttefiki olan Paul Bert de vardı. Ele aldıkları mesele, kapitalizmin nasıl sürdürülebileceğiydi. Bunun için de bir tür din zaruriydi.

Bert, kendisi inançsız olmakla beraber işçi sınıfı için bir dinin bulunmasına taraftar olduğunu belirtiyordu.

“İşçiler, yoksulluğun cennetin anahtarı olduğuna inanmalılar. […] Ben, gayet dindar bir adamım […] ama başka insanlar adına.”

Sorun, Hıristiyanlığın artık inanılır olmaktan çıkmış oluşuydu. Voltaire’e has bir alaycılıkla Bert, artık insanları “bir güvercinin bir bakireyle yattığına, ahlaken ve fizyolojik olarak kabul edilemez olan bu birleşmeden bir kuzunun doğduğuna” inandırmanın mümkün olmadığını belirtiyordu. Konferans delegeleri de yeni bir dinin gerekliliğine kaniydiler. Bu din, sermayeye ibadete dayanmalı ve işçilere çalışmayı bir ödev olarak aşılayan bir ilmihali bulunmalıydı.

Burada Lafargue’ın, köhnemiş Hıristiyanlık öğretilerinin artık yerine getiremeyeceği rolü üstlenebilecek bir doktrin olan laïciténin konumuna bir yergi biçemi içinde işaret ettiği anlaşılıyor.

Zaman zaman laïciténin Paris Komünü’nün geleneğini sürdürdüğü iddia edilir. Komünün dini eğitim dışına çıkardığı doğrudur. Ama Maurice Dommanget’nin de belirttiği gibi, komünarlar din meselesine dair tarafsız bir tutum takınmaktansa kendilerini materyalist olarak tarif ettiklerinden, laïcité terimini çok fazla kullanmadılar.

Daha da önemli olan nokta ise Kristin Ross’un geçenlerde yayımladığı dört dörtlük çalışmasında gösterdiği gibi, Komün’ün kendisini bir devlet olarak değil uluslararası çerçevede yerel özerklik hedefi güden bir yapı olarak görmüş olmasıdır. Komün, eğitimi asla askerliğe bir ön adım olarak görmemişti. Bu açıdan Komün, laïcité partizanlarının geliştirdiğinden oldukça farklı, enternasyonalist bir geleneğin temsilcisiydi.

Laïcitéye yönelik en keskin eleştirilerden bazıları anarşist ve sendikalist akımlardan geldi. Anarşistlerin tutumu “ne kilise ne devlet” biçiminde özetlenebilir. Sébastien Faure’nin tespitiyle Hıristiyan okulu, “Kilise tarafından Kilise için örgütlenmişken, laik okullar devlet tarafından devlet için örgütlenmişlerdi”. Faure, buna karşılık, “geleceğin okulunun çocukların kendileri için örgütleneceğini” belirtiyordu. André Lorulot, daha keskin bir ifadeyle, devlet okullarının öğretmenlerinin “kapitalist sınıfın zihin polisleri” olduklarını söylemekteydi.

Anarşistler, muhtelif zamanlarda hem kiliseden hem de devletten bağımsız olacak liberter okullar kurma girişimlerinde bulundular. Böylesi girişimlerden biri, Émile Zola’nın ve başka yazarların maddî desteğini almış, ne var ki yine de kaynak eksikliğinden amacına ulaşamamıştı.

Anarşistler de tıpkı Marx ve Engels gibi Ferry’yi değersiz buluyor, onu katiyen Sol’un bir kahramanı olarak görmüyorlardı. Émile Pouget’nin gazetesi Le Père Peinard [“Yorgun Yaşlı Adam”] radikal düşünceleri dolaysız ve genellikle kaba bir halk dili kullanarak dillendiriyordu ve Pouget’nin Ferry hakkındaki düşünceleri, en hafif tabirle, düşmanlık düzeyindeydi:

“Şu dünyada midemi kaldıran biri varsa o da Ferry’dir. Bu pis vahşi hayvan, Fransa’nın en büyük düzenbazıdır. […] Birinin ipi boynuna geçirdiğini görmeyi ne çok isterdim; insan bu adamı öldürse böcek öldürmüş kadar bile azap duymaz.”

Pouget’nin rahiplerin öğretmen olarak çalışmalarına izin verilip verilmemesi konusunda da ilginç fikirleri vardı. Öğretmenlik yapmalarının tamamen yasaklanmasına taraftar değildi, o, cinsel ilişki yasağına riayet ettiklerini göstermek ve öğrencileri korumak adına rahiplerin hadım edilmelerini öneriyordu.

Başka birtakım anarşist dergiler de laïcité karşıtı yayınlar yapıyorlardı.

L’École: Antichambre de caserne et de sacristie [“Okul: Kışlanın ve Kilisenin Eşiği”] adlı, anonim gibi görünen ama Fransız sendikası CGT’nin kurucularından ve rivayete göre Fransa’daki ilk liberter okulun kurulmasına önayak olmuş olan Émile Janvion’un kaleminden çıktığı anlaşılan broşürde, laïciténin sadece kiliseninkine alternatif bir dogma oluşturduğunu savlamak üzere Bakunin ve Stirner’den yapılmış alıntılara yer verilmekteydi.

Broşürde ayrıca cumhuriyetçi siyasetçi Léon Gambetta’nın “ruhban sınıfının esas düşman” olduğu iddiası aktarılıyor ve bu iddiaya “(ister devletinki olsun ister kiliseninki) dinler(in) esas düşman” olduğu biçiminde karşılık veriliyordu. Varılan sonuç şuydu: “Bizim ruhban karşıtlarımız, rahiplere benzer bir ruha sahip, ateistlerimizse dindar.”

Janvion, bilhassa seküler okulların ulusal hassasiyetleri güçlendirmeye yönelik tutumlarına dikkat çekiyordu. “Çocuğun kafası, bilmem hangi nehrin diğer yakasında yaşayan insanlara karşı körlemesine ve aptalca bir nefretle doldurulacak, onun başka ulusların hilafına kendi ulusuna sevdalanması” sağlanacaktı.

Seküler okulların öğretmenlerinin tahtaya öğrencilerin gün boyunca muhtelif zamanlarda koro hâlinde tekrar edecekleri cümleler yazdığından söz ediyordu Janvion. Şunlar yaygın olarak kullanılan örneklerdi: “İyi bir Fransız’ın bayrağı için ölmeyi bilmesi gerekir”, “İnsan, vatanı sayesinde vardır ve onun için yaşar” ve “İyi bir Fransız çocuğu, iyi bir asker olmaya kendini hazırlamalıdır.”

Janvion’un işaret ettikleri arasında “askerlik görevinin savaşa hazırlık” anlamına geldiğini, “bizi dâhili ve harici bedhahlardan koruyacak sağlam bir ordu kurmanın” elzem olduğunu anlatan “ahlakî ve medenî eğitim” içerikli bir kitabı vardı. Esasta “dâhili bedhah” da olsa olsa 1914’e kadar işi gücü grevleri bastırmak olan ordu olmalıydı.

Antonin Franchet’nin Le Bon Dieu laïque [“Seküler Tanrı”] adlı risalesi, seküler okullarda kullanılan okuma kitaplarına odaklanıyordu. Bunlardan eski bir eğitim bakanı Charles Dupuy’un yazdığı ve hayli popüler olan bir tanesi, öğrencilere şunu sormaktaydı: “Vatanımıza olan sevgimizi nasıl gösterebiliriz? -Bize güçlük de çıkarsalar, yasalarına uyarak, vatan toprağını ve onun yabancılardan bağımsızlığını kanımız pahasına koruyarak.”

Okul kitaplarındaki metinler, çocuklara Fransa hakkında nasıl düşünmeleri gerektiğini de öğretiyordu:

“Fransa’yı anamı babamı sevdiğim kadar seviyorum. Sevgimi ispat için iyi huylu ve çalışkan bir çocuk olacağım ki böylelikle büyüdüğüm zaman iyi bir vatandaş ve iyi bir asker olayım.”

Enternasyonalist idealler ise hor görülüyordu:

"Belki yörenizdeki aylak ve bencil insanlardan bir ülkenin vatandaşı olmanın bir şey ifade etmediğini, insanın ‘kozmopolitan’ dedikleri türden bir dünya vatandaşı olması lazım geldiğini, bir insanın vatanının kendini rahat ve evinde hissettiği her yer olabileceğini, vatanın bir sözcükten ibaret olduğunu, müspet ve pratik zihinler için bu sözcüğün bir soyutlamadan öte bir anlamı olmayacağını işitmişsinizdir.”

Ahlakî eğitim vermeyi hedefleyen kitaplarda ahlakın izine rastlanmıyordu:

“Biliyorum ki diğer halklardan nefret etmeden ve onların felaketini arzu etmeden insanın kendi vatanını sevmesi mümkündür. Ancak askerler için gücünü kötüye kullanıp bizi Alsace-Lorraine’deki kardeşlerimizden ayrı düşüren ve her zaman son darbeyi indirmek üzere tetikte olan acımasız düşmandan nefret edebilmenin gerekli olacağı durumlar mevcuttur.

Vatanımızı işgal edene duyulan nefret varoldukça yenilen, ne affeder ne unutur.

Şu hâlde geçmişteki adaletsizliğe ki bu adaletsizlik hâlâ bir tehdittir, nefret beslemeli. Evet, geçmişteki adaletsizliğin öcünü almak ve muhtemel adaletsizliğin etkilerini savuşturmak için nefret gerekli bir kuvvettir ey Fransız ulusu, nefret bir görevdir.”

Émile Lavisse’in yazdığı Tu seras soldat [“Sen Asker Olacaksın”] isimli okul kitabında genç okurlar, geleceği bir casus gözüyle görmeye teşvik ediliyorlardı. Kitap, onlara bir tür James Bond’luk yapmalarını önermiyorsa da kati şekilde amaca giden yolda her aracın mubah, yalan söylemenin ve ikiyüzlülüğün tamamen meşru olduğunu öğretiyordu:

"Barış zamanlarında ülkesine hizmet eden bir casus, gözü açık, cesur ve atılgan bir adamdır. Bu adam, yabancı bir ülkeye gidip o ülkenin savunma önlemlerini ve savaş hazırlıklarını, vatanını bu konularda bilgilendirmek amacıyla, tetkik eder.

Bu adamı hedefine ulaştıracak her yol meşrudur. Hangi ulustan olduğunu saklar, sahte bir isim kullanılır; hangi ülkedeyse o ülkenin dilini konuşur ve sürekli iş değiştirerek asıl görevini gizler.”

Gerçi Laïcité’yi eleştiren anarşistlerin kendileri de eleştiriye muhtaçtır. Pouget ve Janvion antisemitisttiler. Bununla beraber, onların gözlemleri, laïciténin doğru bir bağlama yerleştirilmesine ve bu kavramın çokça iddia edildiği gibi mutlak surette ilerici olmadığının ortaya konmasına katkı sundu.

Bazı itirazlara karşın laïcité, askerî bir gücün desteklediği bir ulusal kimlik oluşturma hedefinde büyük oranda başarıya ulaştı. Tarihçi Eugen Weber’in yazdığı gibi:

“1914 Ağustos’unda Fransa’nın Var bölgesinden bir köylünün (ailesine yazdığı mektupta belirttiği üzere) arkadaşlarıyla beraber cepheye gidip Fransa’yı savunmaktan mutluluk duyduğunu işitmek şaşırtıcı değildi.”

Ama 1912 yılında ilkokul öğretmenleri sendikasının anti-militarist bir fon olan sou du soldat lehine oy vermesi ile işler ufaktan sekteye uğradı. Bu durum, bir derece paniğe yol açtı. Eski savaş bakanı Adolphe Messimy, şüphesiz samimi bir biçimde, kendisinin laïcité’yi desteklediğini, ancak bununla beraber, öğretmenlerin davranışlarının kabul edilemez olduğunu söyleme gereği duydu. Bir an için devletin memurları ona sırtlarını döner gibi olmuşlardı. Ne var ki öğretmenlerin sadece yüzde beşi sendikalıydı ve nihayetinde muhalefetin bu gösterisi bir gösteri olarak kaldı.

Laïcité eleştirisi, Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra da sürdü. Tamamen komünist partinin organı olmamakla beraber ona yakın olan Clarté isimli dergi, devrim sonrası Rusya’sından eğitimle ilgili devlet ya da kilise eğitimine alternatif olabilecek gelişmeleri haber veriyordu. Örneğin 1919 yılında Moskova’da gerçekleştirilen bir konferans, akademik yansızlığı ve laïcitéyi burjuvazinin çıkarlarının hizmetinde olan bir tür üçkâğıtçılık olarak niteliyordu.

Fransız Komünist Partisi ise ilk yıllarında laïcitéye karşı bugünkü Sol’un genelinden oldukça farklı bir tutum takınmıştı. Bir Fransız’la evli olan ve bu nedenle birçok Kuzey Afrikalının aksine tam Fransız vatandaşı olan Abdülkadir Haceli partinin kurucu üyelerindendi, (göçmenlere ve sömürgelerdeki işçilere yönelik komünist yayın organı) Le Paria’ya düzenli olarak katkı sunuyordu ve 1924 yılında meclise girmesine ramak kalmıştı. Hayatı boyunca mümin bir Müslüman olan Abdülkadir, Komünistlerin İslam’a karşı polemik yürütmeyi esas almayan bir tutum benimsemeleri gerektiğini savunuyordu.

Bugün İslamofobinin hizmetine koşulmuş olması hasebiyle laïcitéyi yükseltildiği yerden indirmek, bilhassa önemli. Bunun için de laïciténin yanlış yorumlanıp saptırılmış soylu bir ideal değil, başından beri sakat bir fikir olduğunun anlaşılması gerekiyor.

Ian Birchall
19 Kasım 2015
Kaynak

Genç Ho Chi Minh


Yetmiş yıl önce, 2 Eylül’de, liderliğini Ho Chi Minh’in yaptığı Vietminh Hanoi’de Demokratik Vietnam Cumhuriyeti Bağımsızlık Deklarasyonu’nu yayınladı. O güne dek Ho Batı’nın pek bildiği bir isim değildi, ama altmışlarla birlikte onun ismi, tüm dünyada göstericilerin attığı sloganlarda yankılanmaya başlandı. Ho Chi Minh, Üçüncü Dünya’nın kolektif iradesinin ve Amerikan emperyalizmine kafa tutma becerisinin bir sembolü hâline geldi.

Nguyen-Ai-Quoc olarak bilinen Ho Chi Minh, eğitim imkânından istifade etme imkânı buldu. Kendisinin ifadesiyle, “özgürlük, eşitlik, kardeşlik” şiarını işitmesi üzerine Fransa’yı görmek istedi. Ancak ülkedeki sömürge kanunu, Vietnamlıların ülkeyi terk etmesini yasaklamıştı. Avrupa’ya gitmenin tek yolu, bir gemide iş bulmaktı. Ho, ilkin Londra, ardından da Paris’e gitti.

Görebildiğimiz kadarıyla Nguyen, Fransa’ya varır varmaz ilkin solcu sendikacılarla temas kurdu. Önce Pierre Monatte ve Alfred Rosmer’in çıkarttığı devrimci sendika gazetesi La Vie ouvrière’in [“İşçilerin Hayatı”] bürolarından birinde bulunan Librairie du travail’i [“Emek Kitapçısı”] ziyaret etti. Monatte ve Rosmer, Birinci Dünya Savaşı’nın ilk günlerinden beri tutarlı bir enternasyonalist tutum sergilemiş isimlerdi.

Ho, Fransız Sosyalist Partisi’ne [İşçi Enternasyonali Fransa Seksiyonu –SFIO] katıldı. Örgüt o dönemde, Rus Devrimi sonrasında kurulan Komünist Enternasyonal’e katılıp katılmama konusunda yoğun bir tartışmaya tanık oluyordu.

SFIO, nihai karar için Aralık 1920’de Tours’da toplantı gerçekleştirdi. Kongre, Komintern’e bağlanma ve Fransız Komünist Partisi’ne [FKP] dönüşme kararı aldı. Komintern’deki Rus Bolşeviklerin hâkimiyetine girmeyi istemeyen sosyalist bir azınlık örgütten koptu.

Nguyen, kongredeki konuşmasında vatanının nasıl zulme uğradığından ve sömürüldüğünden, alkol ve afyon ile nasıl “zehirlendiğinden” bahsetti. Ülkede hapishanelerin sayısı okulların sayısından fazlaydı ve basın hürriyeti yoktu. Ho, partinin “tüm sömürgelerde sosyalizm propagandası yapması gerektiği”ni söyledi ve konuşmasının sonunda şu isteğini dile getirdi: “Yoldaşlar, bizi kurtarın!”

Ho’nun hitabı alkışlandı, ama bazı kişilerin de canını sıktı. Konuşması iki kez kesildi. İlkinde Karl Marx’ın torunu Jean Longuet kendi itibarını savunmak adına söze karıştı. Olayla ilgili yorumu şu şekildeydi: “Ben yerlileri savunmak için müdahale etmiştim!” Kısa bir süre sonra ismi bilinmeyen bir delege, Ho’nun konuşmasını kesince Ho “Sessizlik lütfen, sayın parlamenterler!” demek zorunda kaldı.

Nguyen’in sözlerinin özel bir ağırlığı vardı, zira partinin Komintern’e bağlanmasının bir koşulu da komünist partilerin “her bir sömürgedeki kurtuluş hareketini sadece sözle değil eylemle de desteklemelerini, sömürgelerdeki ‘kendi’ emperyalistlerinin hile ve desiselerini ifşa etmelerini, emperyalistlerin bu sömürgelerden kovulmasını istemelerini, kendi ülkelerindeki işçiler arasında sömürgelerdeki ve mazlum milletlerdeki emekçilere gerçek manada kardeşçe bir tutum sergilenmesine ilişkin bir yaklaşımı telkin etmelerini ve sömürge halklarına yönelik her türden zulme karşı kendi ülkelerindeki askerleri arasında sistematik ajitasyon yürütmelerini gerekli kılmakta”ydı.

FKP, yeni politikasını sömürgelerle ilgili çok sayıda konuyla bağlantılı bir dizi yol üzerinden uygulamaya koymaya çalıştı.

1914-1918 arası dönemde Avrupa’daki savaşa sömürgelerden dokuz yüz binin üzerinde insan taşındı. Bu sayının yarısı askerdi. Askerlerinse en az iki yüz elli bini Kuzey Afrika’dandı. Hintçini’nden [Kamboçya, Laos, Singapur, Tayland, Myanmar, Tayland ve Vietnam’ı kapsayan bölge -çn] gelenlerin sayısı binleri buluyordu. FKP, Fransa’da yaşayan, sömürgelerden gelen insanlar için bir örgüt kurdu. Union inter-coloniale (“UIC Sömürgelerarası Birlik”) isimli bu örgüt, Nisan 1922’de Le Paria isimli bir gazete çıkartmaya başladı. Gazetenin yayın yönetmeni Nguyen-Ai-Quoc’tu.

Le Paria düzensiz yayınlanan bir gazeteydi. Parasal desteği yetersiz, dağıtımı epey düşük düzeydeydi. Ancak buna rağmen gazete, küçük fakat anti-emperyalist mücadeleye kendisini adamış bir grubu örgütlemeyi başardı. Bu isimler arasında Nguyen-Ai-Quoc’un yanında, 1924’te partinin seçimlerde aday gösterdiği Cezayirli Abdulkadir Haceli de vardı.

Abdulkadir, süreç içerisinde Hacı Ahmed Messali isminde bir fabrika işçisini örgütledi. İkili, birlikte Cezayir’in bağımsızlığını talep eden ilk örgüt olan Étoile Nord-Africaine’ı [“Kuzey Afrika Yıldızı”] kurdu. Ellilerde bu örgütün bağrından FLN [Ulusal Kurtuluş Cephesi] çıktı.

Le Paria [“Parya”] İkinci Dünya Savaşı’nı takip eden yirmi yıl içerisinde Fransız siyasetine hükmeden iki büyük ulusal kurtuluş savaşının tohumlarını ekti. 1922-1926 arası dönemde otuz altı sayı çıkan gazete, genelde tek bir büyük yaprak olarak basılıyordu. Gazetenin üst kısmında yer alan isminin solunda Arapça, sağında da Çince hâli bulunuyordu.

Gazetenin esas olarak üzerinde durduğu husus, Fransa’nın sömürgelere dayanan imparatorluğundaki durumdu. Nguyen-Ai-Quoc’un tespitiyle, sömürge idaresinde “sadist memurların inanılması güç zulmü”ne tanık olunmaktaydı. Yazar yazılarında, Fransa’nın sömürge pratiğindeki barbarlığın karşısına cumhuriyetçi siyasete ait geleneksel tasviri çıkartıyordu.

Ho, Fransız Devrimi’nden beri Cumhuriyet’in kişileşmiş hâli olarak görülen Marianne figürünü anımsattı ve şunları söyledi:

“O kibar kadın imajıyla sunulan, özgürlük, adalet vb. gibi muhtelif formlarda sembolize edilen medeniyet, hanımefendilere karşı nazik olmayı savunan erkeklerce düzenlenmiş. Oysa bu medeniyet, o kadına en aşağılayıcı tarzda muamele ediyor, ar namus bilmeksizin onun davranışlarına, mütevazılığına ve tüm hayatına saldırıyor.”

Yazılarda diğer önemli bir konu da politik özgürlükler mücadelesi, bilhassa basın hürriyetiydi. Bu bağlamda, Le Paria’ya yazılar gönderilmesine mani olan posta hizmetlerine karşı bir eylem gerçekleştirildi. Gazete bir dizi kampanya başlattı. Bunlardan birisi de Vietnam’daki Nguyen Hanedanlığı imparatoru Khai Dinh’in protesto edilmesiydi.

Le Paria, sadece sömürgelerde bağımsızlık talebini dile getirmekle yetindi. Gazetenin esas olarak talep ettiği husus, sömürgelerdeki baskıların ve zulmün son bulması ve sömürgelerdeki halkların Fransız yurttaşları ile eşit haklara sahip olmasıydı.

Bu amaç doğrultusunda gazete, Hintçini ile Avrupa’daki emekçi sınıfların birliğini talep etti. Mayıs 1922’de FKP’nin günlük yayın organı L’Humanité için kaleme aldığı yazıda Nguyen-Ai-Quoc, Fransa’daki ve sömürgelerdeki işçiler arasında varolan cehaletin ve önyargıların derinliğine işaret etti.

Lenin’in merkez ülkelerdeki işçilerin sömürge uluslardaki mücadelelere yardım etmesi gerektiğine dair sözlerini alıntıladıktan sonra Ho Chi Minh şunları söyledi: “Maalesef ortalıkta hâlâ sömürgeyi güneşin battığı, her yanın kumla dolu olduğu bir ülke zanneden çok sayıda militan mevcut. Bunlara göre, sömürgelerde birkaç yeşil hindistancevizi ağacı ve birkaç beyaz olmayan insan var, hepsi bu.”

Ho Chi Minh’e göre, sömürgelerdeki birçok insan da Bolşevizm fikrini reddetmekte ya da kendilerini sadece milliyetçilikle tanımlıyordu. Eğitim konusunda bu insanların komünizmin ne anlama geldiğini anlamaları gerekiyordu ama bu insanlar komünizmin kurulduğu noktada nelerle karşılaşacakları ile pek ilgilenmiyorlardı: “Bunlar, tıpkı şu masaldaki köpek gibi, tasmalarını takıp kemiklerini dişlemekle yetiniyorlar.”

Ho buradan şu tespiti yaptı:

“İki ayrı proletaryanın bu ortak cehaletinden söz konusu önyargılar doğmaktadır. Fransız işçiye göre yerli aşağılık bir varlıktır, önemsizdir, anlama becerisinden yoksundur, hatta eyleme geçmeyi bile becerememektedir. Yerliye göre ise kim olursa olsun, Fransız, aşağılık bir sömürücüdür. Emperyalizm ve kapitalizm karşılıklı güvensizlikten istifade etmekte, propagandayı karalamak için suni ırka dayalı hiyerarşiden faydalanmakta ve birleşmeleri gereken güçleri bölmektedir.”

Ardından şu sonuca ulaştı:

“Söz konusu güçlükler karşısında parti ne yapmalı? Bu güçlükleri aşmak için propagandayı yoğunlaştırmalıdır.”

Bu tespitler üzerinden, Le Paria Fransa’daki ve sömürgelerdeki işçilerin birleştirilmesi talebinde bulundu. Ağustos 1922’de kaleme alınan “Sömürge Halklarına Çağrı”da şunlar söylendi:

“Kapitalizm ve emperyalizm karşısında hepimizin çıkarları birdir; Karl Marx’ın ifadesini hatırlayalım: Tüm ülkelerin işçileri, birleşin.”

Gazetenin bir sonraki sayısında Max Clainville-Bloncourt şunları söylüyordu:

“Sömürgelerdeki kardeşlerimiz, Avrupa’da politik iktidarın emekçi kitlelerce fethedilmesi dışında kurtuluşun mümkün olmadığını anlamak zorundasınız.”

Bu mesaj, tüm sömürgelere ulaştı. İlk baskı bin adetti. Sonra bu sayı üç bine çıkartıldı. Gazetelerin önemli bir kısmı sömürgelere gönderildi; iki bin nüshanın beş yüzü Fransa’da kalırken, Madagaskar’a beş yüz, Benin’e dört yüz, Mağrib’e iki yüz, Okyanusya’ya yüz, Hintçini’ne ise iki yüz adet ulaştırıldı.

Dağıtım gizli yapıldığından ve nüshalar sıklıkla devletin eline geçtiğinden, gazetenin pratikte ne kadar yaygın dağıtıldığı bilinmiyor. Ancak Le Paria’nın mücadeleye coşkuyla bağlı bir ekibin oluşumuna katkı yaptığı açık. Bu ekip, FKP üyeleri arasındaki yaygın ilgisizliğe rağmen, gazetenin faaliyetlerini sürdürdü.

Le Paria, Eylül 1925’te yayınına ara verdi, son sayısı da Nisan 1926’da çıktı. Parti içerisindeki sömürge halklarına mensup küçük grupla bürokratik aygıt arasındaki çatışma yoğunlaştı. Gazete çalışmasına katılan ekip dağıtıldı. Nguyen-Ai-Quoc/Ho Chi Minh, 1923’te Moskova’ya gitti, hâkim Stalinist, resmi çizgiyi benimsedi.

Enternasyonalizm Faaliyetlerindeki Azalma

Le Paria, etrafında toplaşan küçük öncü birliği besleyen proleter enternasyonalizm ruhu Ho Chi Minh ile birlikte kayboldu, Fransız solunun emperyalizmle kurduğu eşitsiz ilişki galebe çaldı.

Bunun en net biçimde görüldüğü yer, Güneybatı Asya’dır. Ekim 1887’de Çin-Fransa Savaşı sonrası Fransız Hintçini kuruldu. Sömürgeleştirme sürecinin mimarlarından birisi de 1885’e dek başbakanlık yapan Jules Ferry’ydi. Bariz biçimde ırkçı olan Ferry, 1885’te Ulusal Meclis’te şunları söyleyen kişiydi:

“Üstün ırkların aşağı ırkları medenileştirmek gibi bir görevi bulunduğunu açık yüreklilikle ifade etmemiz gerekmektedir.”

Ferry’nin en önemli başarısı, Fransa’da ücretsiz, zorunlu ve seküler bir eğitimi tesis etmesiydi. Bu mirasa genelde sol sahip çıksa da esasında Ferry’nin bu girişimi emperyalist arzuların bir parçasıydı. Eğer Fransa büyük bir emperyalist güç olacaksa, büyük bölümü köylülerden oluşacak bir orduya ve ulusal kimlikle ilgili güçlü bir hissiyata ihtiyaç duyacaktı.

İkinci Dünya Savaşı esnasında Hintçini, 1940’ta Japonya ile anlaşma imzalamış olan, Almanya yanlısı Vichy rejiminin kontrol ettiği Fransız sömürge idaresince yönetiliyordu. 1945’te Japonya bu toprakları işgal etti. Hiroşima ve Nagazaki’ye atılan bombalardan sonra Japonya hemen teslim oldu. Bu, Müttefik Kuvvetler’i şaşırtan bir gelişmeydi; onlar, savaşın 1946’ya dek sürmesini bekliyorlardı.

Esasında Vietnam’ı ilk işgal eden Fransa değil, Britanya’ydı. O dönemde Britanya’da İşçi Partisi iktidardı. Temmuz 1945’teki Potsdam Konferansı’nda Çin güçlerinin Hintçini’nin kuzey kısmını, Britanya birliklerinin de güneyi kısmını işgal etmesi öngörülüyordu.

Dört yıl süren işgal sürecinden kurtulmaya çalışan Fransa, silâhlı kuvvetlerini yeniden organize etmek için zamana muhtaçtı. Fransız birlikleri, Ekim ayında Hintçini’ni (gemilerle) terk etmeye başladı. Britanya kuvvetleri ise kısa süre önce mağlup edilen Japon birliklerini kullanarak, Fransa’nın sömürgesini geri elde etmesini güvence altına almak için müdahale etti.

1945’teki geçici hükümetin başındaki isim olan Charles de Gaulle, Dördüncü Cumhuriyet’in kurulduğunu ilân ettiği konuşmasında, savaş sonrası oluşan ivmeden şu şekilde bahsediyordu:

“Limanlarımız yeniden açılıyor. Tarlalarımız sürülüyor. Tüm enkaz kaldırılıyor. Ülkeyi terk etmiş olan insanların neredeyse tamamı geri döndü. İmparatorluğumuzu geri kazanıyoruz. Ren Nehri boyunca yeniden kuruyoruz ülkemizi. Dünyada kaybettiğimiz yerleri geri alıyoruz.”

Hükümette hâkim olan solcu partiler, komünistler, sosyalistler ve Hristiyan demokratlar, Gaulle’ün emperyalizmle ilgili teşvik edici sözlerine dair bir muhalefet içerisinde görünmemektedirler. Esasında 1947’de savaş tüm yönleriyle patlak verene dek komünist bakanlar kabinedeki disipline saygı gösterir ve savaş kredileri lehine oy kullanırdı (kimi zaman komünistler bu konularla ilgili oylamalarda muhalefetlerini çekimser kalarak göstermişlerdi.)

1946’da Fransa’yı ziyaret eden bir Hintçini delegesi, komünist parti lideri Maurice Thorez’le yaptığı toplantıya ilişkin şunları söylüyor:

“Thorez partisinin Hintçini’nde Fransız mevzilerinin sökülüp atılması konusunda kullanılacak potansiyel güç olmak gibi bir niyeti bulunmadığını ve Fransız Birliği’nin tüm burçlarında Fransız bayrağının dalgalandığını görme hususunda çok istekli olduğunu söyledi.”

İmparatorluğun korunması konusunda hevesli olan diğer bir parti de Sosyalist Parti’ydi. Savaş gazisi olan lideri Léon Blum, Vietnam’ın “Fransız Birliği içinde özgür bir devlet” olarak tanınması formülünü destekliyor, ama bu desteği emperyalizmle ilgili retoriğe benzer bir söylemle gerekçelendiriyordu:

“Hintçini’ni korumanın tek bir yolu var, o da medeniyetimize ait prestiji, politik ve manevi nüfuzumuzu sürdürmek, ayrıca meşru maddî çıkarlarımızı korumak ve bunları da bağımsızlık temelinde imza edilmiş samimi bir anlaşma temelinde yapmaktır.”

1946’da Hintçini Savaşı patlak verdiğinde başbakan Blum’du. Savaşın kısmî nedeni, onun Fransa’daki askerî liderliğin savaşı kaçınılmaz görmesine karşı çıkamamış olmasıydı.

Hintçini’nin yeniden sömürgeleştirilmesine sadece küçük birkaç solcu akım karşı çıktı. 22 Aralık 1945’te bağımsız solcu gazete Franc-Tireur [“Keskin Nişancı”] Fransa’nın dış politikasına saldıran bir yazı yayımladı. Yazıda Nazilerin Fransa’yı işgal ettiği dönemde gerçekleştirdikleri en kötü mezalimlerden biri olan Oradour Katliamı ile Hintçini’ndeki Fransızların yaptıklarını kıyaslayan, bir Fransız askerine ait mektuba yer veriliyordu.

Fransız İmparatorluğu’nun yeniden kurulmasına karşı çıkma konusunda Fransız solunun gösterdiği başarısızlık bir dizi etkenin sonucuydu. Bu etkenlerden biri de Komünist Parti’nin Rusya’ya sadakatiydi. Parti, o dönemde Batı emperyalizmine karşı çıkarak bindiği dalı kesmek istemiyordu.

Ama asıl etken, Fransa’daki politik düşünceyi, bilhassa solu hükmü altında tutan cumhuriyetçi gelenekti. Bu fikriyat üzerinden Fransa’nın ilerici bir rol oynadığına hükmediliyor, onun nispeten daha cahil bölgelere aydınlanma ve medeniyet götürdüğüne inanılıyor, ülkenin “medenileştirme misyonu”nu ifa ettiği söyleniyordu.

Genel kanaate göre, sömürge dünyasında yaşayanlar, Fransız Cumhuriyeti’nin birer yurttaşı olmaktan başka bir şey olmayı isteyemezlerdi, hatta istememelilerdi. Aynı yaklaşımı, Hindistan’ın bağımsızlığını kabul eden, savaş sonrası dönem kurulan İşçi Partisi hükümetinin nispeten daha pragmatik yaklaşımı ile kıyaslamak ilginç çıkarımlara yol açabilir; Fransa ise uzun soluklu ve şiddetli bağımsızlık mücadeleleri üzerinden sökülüp atılana dek Hintçini’ne ve Cezayir’e pençelerini geçirmeyi sürdürdü.

Hikâyenin geri kalan kısmı herkesin malumu. Fransa, 1954’teki Dien Bien Phu Savaşı’nda yaşadığı son mağlubiyete dek Hintçini’ni elinde tutmak için savaştı. Vietnam bölündü, Amerikalıların ülkeye müdahalesi ve Güney Vietnam’a arka çıkması başka bir savaşa yol açtı. Otuz yılın ve iki milyon civarında insanın ölümünün ardından 1975’te Vietnam bağımsızlığına ulaştı.

Her şey daha farklı olabilir miydi? Bu tarz spekülasyonlarda bulunmak her daim güç bir iştir, ancak eğer Fransız solu, 1945’te yirmilerin başında genç Ho Chi Minh’in uğruna mücadele ettiği gerçek enternasyonalist ilkelere sadık kalmış olsaydı, tarih nispeten daha az trajik, daha az acı yüklü bir seyre sahip olabilirdi.

Ian Birchall
30 Eylül 2015
Kaynak