Pages

16 Şubat 2009

Modernist Tarih Bilimi Olarak Yapısalcı Marksizm

Doğrusal süreklilik, evrime ve tarihsel süreçlerin ya da hedeflerin gerçekleşmesine dönük teleolojik görüşler, özerk insan failliği, birleşmiş sosyal öznellik, ayrı toplumsal yapılara ait farklılaşmamış anlayışlar, nedenselliğin doğrudan ya da indirgemeci biçimleri ve tarihsel bilginin tüm açıklığı ile doğru ve tam olduğunu söyleyen düşünceye karşı itirazlar geliştiren Althusser, geleneksel tarihselciliğin yapısalcı eleştirisinin en önemli mimarlarından birisidir.

Ancak Lévi-Strauss ve Foucault gibi diğer ünlü yapısalcıların çalışmalarının aksine Althusser’in eleştirisinin hedefi, tarihsel düşünceyi yok etmek değil, onu canlandırmaktır. Althusser’in çabası, bilimsel düşünceler ve tarihsel söylem üzerine özgün ve yeni çalışmalar yaparak tarihin bilimselliğini kurmak ve sınıf mücadelesine ait marksist çerçeve dâhilinde, insan öznelliği ile toplumsal formasyonların karmaşıklığına hakkını veren ekonomik belirlenime ilişkin, indirgemeci olmayan bir görüş geliştirmektir. Althusser’in sorunsalı ile bağlantı kurma konusunda çeşitlilik arz etseler de -ki bazıları yapısalcı marksizmin merkezî kavramlarını kabul ederlerken, bazıları da bu kavramlara seçici yaklaşırlar- birçok isim geniş bir ortak zemini paylaşır. Ağımı kasıtlı olarak geniş açmış olmama rağmen, aşağıdaki özeti az çok bileşik bir teorik sorunsal olarak sunmakta haklı olduğumu bu noktada belirtmeliyim.

Yapısalcı marksist analizin nesnesi, üretim tarzı temelinde yapılandırılmış bir toplumsal formasyondur. Yapısalcı marksistler, ekonominin “son durumda” belirleyici olduğu konusunda ısrar ederler, fakat ekonomik belirlenimi, doğrudan olmayan bir biçimde yansımacı ifadeler, ama dolaylı biçimde heterojen, eşitsiz, bu sebepten, çeşitli ekonomik, politik ve ideolojik işlevler ifa eden karşılıklı ilişkilere sahip yapılara ait bir hiyerarşi açısından kavramsallaştırırlar. Üretim ve mülkiyet ilişkilerinden müteşekkil olan üretim tarzı, emekçiler ve emekçi olmayanları üretim araçlarına bağlı olarak içerir ve bu kavram ekonomik işlevi tarif eder. Ekonomik işlev belirleyici bir unsur olarak görülmelidir; yani yapısalcı marksistler, üretim tarzını toplumsal formasyonun aslî yapısı olarak anlarlar.

Üretim tarzı içinde birleştirilen mülkiyet ve üretime ait ekonomik işlevler toplumsal formasyon düzeyinde ayrıştırılabilir. Ekonomik mülkiyete ait işlevlerin, ekonomik üretimden ve bu sayede, en azından yüzeysel bir biçimde, doğadaki ekonomik olmayan üretimden ayrı olan kurumsal aygıtlar içinde uygulamaya sokulması mümkündür. Bu durum dâhilinde, ekonomik işlevin belirleyici rolünü, üretim tarzının derin yapısını, politik, ideolojik ya da ekonomik olabilen özel kurumsal aygıtın toplumsal formasyon düzeyinde ifa edebileceği hâkim rolden ayrıştırmak gerekir. Genel anlamda mesele, ekonomik mülkiyete ait işlevi ifa eden kurumsal aygıtın toplumsal formasyon düzeyinde de hâkim olmasıdır. Ancak toplumsal formasyon düzeyindeki hâkimiyetin sorumlusu daima üretim tarzına ait derin yapıdır.

Yapısalcı marksizm ekonomik belirlenimi, yapısal nedenselliğin modernist çerçevesi dâhilinde anlar. Toplumsal formasyon, belirli toplumsal yapıların ve ilişkilerin içinde gösterilen bir paralelkenardır. Ekonomik işlev öncelikli olduğundan, politik ve ideolojik işlevlerin kendilerine has karakteri ve etkililiği vardır, politik, ideolojik ve ekonomik tüm belirlenmiş yapılar ve ilişkiler kendiliğinden, denk olmayan düzeylerde yapılandırılmış bir bütün, toplumsal formasyon olarak iş görürler. Buna ek olarak yapısalcı marksizm, ekonomik belirlenimin toplumsal formasyonu sevk ettiği bir teleolojiden ya da hedeften mahrumdur. O ekonomik belirlenim, tekil yapılar ve ilişkiler üzerine kurulu karmaşık bir bütün olarak toplumsal formasyonun tarihsel etkililiğine atıfta bulunur. Başka bir deyişle toplumsal formasyon, varoluşun tarihsel matriksini ya da geçişsiz koşullarını oluşturur, zira toplumsal formasyon bu unsurların fiilî ya da geçişli etkililiğine ait “karmaşık birlik” olarak var olur. Çünkü ekonomik işlev (her zaman ayrı bir kurumsal form olarak baskın değilse) tarihsel matriks içinde daima önceliklidir; tüm toplumsal yapılar ve pratikler “daima önceden” dolaylı olarak bir işlev ve yer belirlerler, yani son durumda ekonomi tarafından belirlenirler.

Ayrıca yapısalcı marksizm, toplumsal yapılar içinde ve arasında mevcut olan aykırı eğilimleri, toplumsal bütünün eşitsiz gelişmesinden türeyen çelişkileri ve tekil yapıların göreli özerkliğini tanır. Ekonominin önceliği ideolojik ve politik yapıların önüne sınırlar, engeller koyar, ancak o ne her bir politik kurumu özgülleştirir, ne de aile, üniversite ya da kilise gibi ideolojik aygıtları doğrudan belirler. Politik ve ideolojik yapılar göreli bir özerkliğe ve ekonominin gelişimi ile koordineli olmayan bir iç dinamiğe sahiptirler. Aynı zamanda ekonomik yapılar ve ilişkiler içinde yaşanan nesnel değişimlerin üretimi, bu değişimlerin yeniden üretimini hızla kolaylaştırmaması sebebiyle, ekonomik belirlenimin kendisi de çelişkilidir. Dolayısıyla ekonomik belirlenim, toplumsal bütün içinde iş başında olan nedensel belirlenimler çeşitliliğine “son durumda” saygı gösterir. Ne onların özel oluşunu göz ardı eder, ne de zamanla onların yeniden üretimini suiistimal eder. Bu, kaba bir çoğulculuğun içinde sıkışmayı, mekanik bir statiği ve teleolojik evrimi önler.

Yapısalcı marksizm toplumsal formasyonlar bilimidir. Ancak Althusser, tarihsel bütünlüğün bir seferde ve son kez kavranabileceğine ya da bilginin önceden tahmin edici ve yorumlayıcı bir biçimine dönüştürülebileceğine ilişkin anlayışa karşı çıkar. O, tekil ya da “bölgesel” (politika, söylem vb.) teorilerin(in) birbirleriyle asla tam mânâsıyla örtüşmeyeceğini, ayrıca farklı teorik nesnelerinin ve incelemelerinin bir işlevi olan özel oluş hâllerini asla yitirmeyeceklerini kabul eder. Felsefî açıdan Althusser, klasik modernist tarzda, bilginin tarihselliğini nesnesinin gerçekliğine bağlamak suretiyle, tarihsel bilginin geçerliliğini savunur. Geleneklere bağlılığı, tüm bilgilerin tarihselliğini kabul edip, gerçeklikle gerçekliğe ilişkin düşünce arasındaki ayrım (yani gerçeklik hakkındaki düşüncenin asla tam mânâsıyla yeterli olmayacağı ve gerçekliğe mükemmel biçimde denk düşmeyeceği anlayışı) üzerinde ısrar ederken o, bir yandan da bu tarz epistemolojik nitelemeleri gerçekliğin, gerçeklikle ilgili düşünce üzerindeki önceliğini vurgulayan ontolojik realizm ilkesine bağlar. Bilimsel bilginin geçerliliğini belli bir hâl dâhilinde ispatlama çabası içine girmeksizin (epistemolojik sorular felsefe tarafından asla doğrulanamaz ya da çürütülemezler, ayrıca felsefenin tarih dâhil herhangi bir bilimin yargıcı olma iddiası yoktur.) Althusser, felsefe içinde kalarak, bilim kategorisini ve tarihsel materyalizmin bilimselliğini, bunların izah edici güçlerini ve Althusser’in muhaliflerince ortaya konan, zamanla solan eleştiri dizisi temelinde savunan bir konum alır.

Yapısalcı marksistler, söylemsel pratiklerin ve diğer toplumsal olguların, bir nesnel gerçeklikle ya da gösterilenle kısmen bağlantılı farklı gösterenlere ait keyfî ve özerk sistemler olarak yapılandırıldığı öncülüne itiraz ederler. Onlara göre, söylem sadece sözdizimsel değil, ayrıca anlamsaldır. Tüm söylemsel pratikler, temelde toplumsal iktidar ilişkileri ile bağlantılıdırlar; onlar ne serbestçe süzülen dil ötesi sistemler (Barthes), ne de tarih dışı, aşkın yapılardır (Lévi-Strauss). Ancak aynı zamanda bu teorisyenler, söylemin sadece iktidar (dolayısıyla onun anlam, nesne ve teorik belirlenimlerin geçerliliğinden muaf) olduğunu, ayrıca iktidarın kendiliğinden, hareketlendirilmemiş ve sınıf çıkarları ile ilişkisiz olduğunu söyleyen Foucault gibilerin iddialarını da reddetmişlerdir. Bilimsel, felsefî, ideolojik ve estetik pratiklere ait işlevsel kavramlar üzerinde durarak yapısalcı marksizm, güçlü bir genel söylem teorisi geliştirmiş ve söylemin toplumsal üretimi ile kabulüne ilişkin tarihsel bir analiz için sağlam bir teorik zemin kurmuştur. Sonuç olarak yapısalcı marksizm, söylemsel pratiği tarihsici ya da yorumsamacı tekbenciliğe kaymadan tarihte temellendirmeyi becermiştir.

Yapısalcı marksizm, teknolojik belirlenimciler ile tarihsel gelişimin temel izah edici ilkesi olarak sınıf mücadelesini savunanlar arasındaki uzun süreden beri devam eden tartışmayı geçersizleştirir. Teknoloji, sadece sınıf mücadelesi bağlamında mevcut olduğundan ve sınıfsal güçlerle çıkarlar yalnızca üretim ilişkileri ile üretim güçlerinin birliğinde var olduğundan, yapısalcı marksistler, tarihsel gelişim meselesini ayrı üretim tarzları ve bunların karşılıklı ilişkileri (eklemlenmeleri) dâhilinde tekrar formüle ederler. Her türlü üretim tarzında üretim ilişkileri baskındır, çünkü o mülkiyetin toplumsal ürüne bölüştürme ve verili üretim güçlerinin yeniden üretilmesi için belli bir paya el koyma işlevidir. İki farklı üretim tarzının her türlü eklemlenmesi daima daha üretken olanın daha az üretken olana baskın olması ve az üretkenin çok üretken olana tabiyeti ile ilgili bir meseledir. Elbette mülkiyet işlevini üretim tarzı dâhilinde ifa eden bireyler kendi yönetici sınıflarını teşkil ederler ve verili eklemlenme içindeki baskın tarza ait yönetici sınıf, bağımlı olan tarzın baskın sınıfına hükmedecektir. Özetle, her türlü üretim tarzı dâhilinde bahis konusu edilen, esasta ilişkilerin güçler üzerindeki hâkimiyetidir, ancak gene de teknolojik belirlenime karşı sınıf mücadelesi meselesi tam mânâsıyla ele alınmış olmaz. İki üretim tarzına ait her türlü eklemlenmeden söz ediliyorsa, buradaki asıl mevzu, teknolojik belirlenimin sadece bir tarzın (ilişkilerle güçlerin tek birliği ve sınıf mücadelesi) diğerine hükmediyor oluşudur.

Ayrıca üretim tarzı anlayışı yapısalcı marksistlere ekonomik belirlenim ile kapitalist olmayan toplumsal formasyonların ilişkisini gösterme imkânı verir. İlk olarak üretim ilişkileri ile güçlerini emekçiler, teknoloji ve emekçi olmayanlar arasında hüküm süren iki toplumsal ilişki olarak kavramsallaştıran yapısalcı marksistler, bu sayede verili bir toplumsal formasyon dâhilindeki mülkiyetin ve üretimin ekonomik işlevlerini ayırma imkânı bulurlar. İkinci olarak ekonomik ve ekonomik olmayan işlevleri bu işlevlerin taşıyıcıları olan özel kurumlardan (soy ve tımar vb.) ayrıştırarak yapısalcı marksist analiz, yalnızca kurumları ve davranış kalıplarını tarif etmekle yetinen yöntembilimlerin göremedikleri belirlenim ilişkilerini de tespit eder. Üçüncü olarak, sözkonusu ilişkileri ve yapılandırılmış karşılıklı ilişkiyi belirleyen yapısalcı marksistler, verili bir zaman ve mekândaki tarihsel tekilliğe saygı gösterirken, bir yandan da ayrı üretim tarzları çeşitliliğine ait genel kavramlar geliştirmek suretiyle, etkileşimli ve üretken bir üslup dâhilinde, somut araştırma ve genel teori arasındaki dengeyi bulurlar. Kısacası üretim tarzı kavramı, klasik modernist mânâda, soyut yapısal belirlenimlerin yerçekimi gibi gerçek olduğunu varsayar. Yerçekiminin gücü, bilindiği üzere, sadece yol açtığı etkilerde görünebilir. Yapısalcı marksizm, sadece soyut yapısal belirlenimlerin nesnel gerçekliği üzerinde ısrar ettiği için değil, ayrıca bilgiyi, yani gerçekliğe ilişkin soyut kavramları bilginin nesnesinden, yani gerçekliğin bizatihi kendisinden ayıran aşılması imkânsız uçurumu kabul ettiği için tamı tamına modernisttir.

Sıklıkla iddia edildiğinin aksine, insanî öznelliği karalamayan yapısalcı marksizm, onun sahip olduğu önemi daima kabul eder ve hem öznelliğe, hem de pratiğe ait kavramların gelişimi için hatırı sayılır bir dikkat gösterir. Yapısalcı marksistlerle onların postmodern ve neo-liberal rakipleri arasındaki temel fark, ikinci kümedekilerin insanî öznelliği toplumsal teorinin temeli olarak kabul etmeleri, ancak öte yandan yapısalcı marksistlerin ve Althusser’in ise toplumsal özneler üreten toplumsal yapılarla ilişkilerin öncelikli olduğunu düşünmeleridir. Yapısalcı marksistlerin arzusu, ilk olarak toplumsal özneleri oluşturan yapıları ve süreçleri, sonrasında da toplumsal öznellik, iktidar ve pratik arasındaki ilişkileri izah etmektir. Yapısalcı marksizm, bizi toplumsal özneler kadar, toplum tarafından bize verilen konumlara ve rollere karşı gösterdiğimiz uyumun özünde bulunan itaate dayalı güçlerle aynı rol ve konumlara ait araçlar aracılığıyla toplumsal birer özne hâlinde davranma kapasitemizden çıkan yetkilendirme güçleri arasındaki gerilimler olarak da kuran farklı yollara mündemiç çelişkileri keşfeder. Toplumsal failler akılsız robotlar değildirler; onlar kurala bağlı, ancak öte yandan da açık uçlu ve etkileşimli planlar, söylemler ve çıkarlar sistemi dâhilinde faaliyet yürüten yaratıcı ve karar alıcı oyunculardır. Bu sistem ya da habitus, imkân verici-sınırlayıcı kapasiteleri faydacı okula ait “insan”ın özgür iradesine ya da üretim ilişkilerine ait mekanik bir düşünceye indirgenemeyen, tarihsel açıdan özgül, sınıf temelli bir yapıdır. Toplumsal öznellik, etkililiği, yani tekil toplumsal öznelerin pratiği, tabiî ki bilgiyi de içeren aynı yapısal güçler içinde ve arasında hüküm süren çelişkiler kadar, açık uçlu olan yapısal güçlerin bir yoğunlaşmasıdır. Tarih bilimi, belirli bir nesnesinin bilgisi ona ait belirli bir bilgiyi değiştirdiği ölçüde kendi belirsizlik ilkesine sahiptir. Toplumsal öznelliğin geçişli ve geçişsiz boyutlarını (birini diğerinin üzerine yıkmadan) idrak eden yapısalcı marksizm, sadece geçmiş bilgimizi değil, ayrıca bugünde etkin biçimde faaliyet yürütme kapasitemizi de geliştirir.

Birçok Batı marksizmi yanlısının aksine Althusser, “sınıf mücadelesi tarihin motorudur” diyen o “kaba” marksist tezi savunur. Sınıfsal sömürünün her yer ve zamanda bulunduğu tezini reddeden yapısal marksist üretim tarzı anlayışı, var olduğu her yerde sömürüyü açığa çıkartır, sömürünün gizlendiği sayısız biçime nüfuz eder ve meşrulaştırdığı çeşitli türden ideolojilerin itibarını sarsar. Sınıflar mücadelesi noktasında “ortodoks” olan yapısalcı marksizm giderek bu ortodoksluğu terk eder: esasında o, sınıfsal birer özne olarak toplumsal öznelerin ontolojisinin yeniden kavramsallaştırılmasıdır. Yapısalcı marksistlere göre, geleneksel sınıf anlayışında olduğu üzere, bireyler sadece üretim ilişkileri ile aralarındaki nesnel ilişki dolayımıyla birer sınıfsal özne meydana getirmezler, ayrıca onlar ekonomi dışı yapılar ve ilişkilerle aralarındaki nesnel ilişki dolayımı ile oluşan birer sınıfsal öznedirler. Her daim, hâlihazırda sahip oldukları tarihsel varoluş koşulları aracılığıyla yapılandırılmış olması sebebiyle toplumsal uzamı teşkil eden sayısız konum ve rol, toplumsal formasyon içindeki ekonomik işlevlerin önceliğine uygun bir konum ve işlev belirler. Bu ilişkiler sistemini içselleştiren ve sözkonusu konum ve rolleri işgal eden toplumsal özneler, bu sebeple, ister istemez toplumsal sınıfların üyeleri olarak oluşturulurlar.

Konumların ve rollerin yapılandırılmış hiyerarşisi bağlamında sınıfı izah ederek yapısalcı marksist hem sağdan, hem soldan kimi düşmanlar edinmiştir. Soldakilere göre, bilimsel izahat noktasında kazançlı olan böylesi bir yaklaşım mitik gücünü, ideolojik çekiciliğini ve politik yararlılığını yitirir. Günümüzdeki sınıflar mücadelesinin tüm karmaşık yapısını açımlayıp derinlere kök salmış kapitalist hegemonyayı ifşa eden yapısalcı marksist analiz, soldaki hâkim politik düşünme tarzını bozan “ânlık memnuniyet”e dayalı zihniyeti reddeder. Tabiî ki sınıf analizinin süregiden geçerliliğine ilişkin her türlü kanıt politik sağı da tehdit eder, gelişkin ve indirgemeci olmayan bir sınıf analizi üreterek yapısalcı marksizm, günümüz sosyal teorisi etrafındaki antimarksist ittifakın altını oyar ve soldan firar eden birçok kişinin gerçekleştirdiği antistalinist marksizmden kaba liberalizme geçiş sürecini altüst eder. Sonuç olarak yapısalcı marksist sınıf anlayışı, benim “indirgemecilik karşıtı indirgemecilik” olarak tarif ettiğim bir taktik aracılığıyla, tarihsel araştırmadan sınıf analizini tasfiye etmeye yönelik günümüzde ortaya konan çabaları etkisizleştirir. Kaba marksist yansımacılığın meşru eleştirisi artık neredeyse tarihsel olayların sınıf temelli analizini yapmak için harcanan her türlü çabanın “indirgemecilik”le mahkûm edilmesi noktasına gelmiştir. Görünen o ki sınıf analizi yerine kaba çoğulculuğun ikame edilişine eşlik eden izah etme kudretindeki zafiyet -ki bu, indirgemecilik karşıtı indirgemeciliğin özüdür- arada kaynamıştır.

Bilhassa bu, iktidar aracılığıyla izahı iktidarın izahı ile ikame eden postmodern metodolojiler için önemli bir meseledir. Yapısalcı marksizmin, her parçası postmodern rakipleri kadar ilişkisel ve ayrımsal olan bir iktidar anlayışı vardır. Ancak farklı “özgür” bireylere zulmedip onlara hükmetmek için “tarih”in duygusuz akışından kendiliğinden fışkıran ilkel enerji anlamında, hem her yerde, hem de hiçbir yerde olan bir iktidar anlayışına sahip postmodern teorilerin aksine yapısalcı marksizm, iktidarın sosyal yapılar hiyerarşisi içinde nasıl temellendiğini ve sınıfsal ilişkiler tarafından nasıl üstbelirlendiğini -zorunluluk arz etmese de bu ilişkileri doğrudan dönüştürerek sınıf iktidarının diğer tüm iktidar çeşitliliğini nasıl sınırladığını gösterir. Ayrıca yapısalcı marksist analiz, ekonomik ilişkilerden ayrışmış ve halkçı demokratik nitelikteki kapitalist devlet içinde bile sınıf iktidarının biçimsel anlamda nasıl “yoğunlaştığını” açıklar. Yapısalcı marksizm, kapitalist üretim tarzı dâhilinde, öncelikli işlevi yönetici sınıfın hegemonyasını örgütleyip sınıfsal sömürünün verili ilişkilerini yeniden üretmek olan halkçı-demokratik devletin zorunlu olarak bir sınıfsal devlet olduğunu ortaya koyar.

Robert Paul Resch

[Kaynak: Althusser and The Renewal of Marxist Social Theory, University of California Press, 1992, s. 22-29.]

Doğunun Ortası, Ortanın Doğusu

Merkezsizleşen Marksizm

Kopernik, Kepler ve Galile’nin ardından, üzerinde yaşadığımız gezegenin dinî-mitik bir değeri kalmadı. Büyü bozulunca insan denilen biyolojik canlı türüne kendi içinde var olduğu tarihin merkezi olmak öğütlendi: hümanizm ile birlikte, tarihin sınıflarla ve sınırlarla yaralı bedenini örten şık bir şal bulunmuş oldu. İnsanı sınırlayan tüm engeller burjuva devrimleriyle (sözde) yıkıldı. Artık insan geleceğe umutla bakabilirdi. Ama olmadı: insanî ilişkilerin toplumla tanımlı doğası kendisini teoride ve pratikte dayattı, bunun sonucunda insana toplumun merkezindeki taht önerildi. O tahtta kimin olduğunun önemi yoktu, özdeşlik kurmak, kendi bedensel ve ruhsal varoluşunu tahta oturanla bir tutmak yeterliydi.

Sosyalizm, böylesi bir iklime doğarak, kısa zamanda taht mücadelesi verenlerin ideolojisi oldu. İnsanın toplumun merkezi oluşuna ilişkin fikir de kısa sürede eskidi. 

Yirminci yüzyılda insanın dinî, sanatsal, felsefî, bilimsel ve politik alt anlamları sorgulandı, bu anlamlar farklı bedenlerle buluştu, ama farkların tarihsel-toplumsal sebeplerine hiç bakılmadı.

İnsanı tarihin ya da toplumun merkezine oturtanlar yalan söylüyorlardı. Yalan, “insan tarihsel-toplumsal bir varlıktır” diyen Marx ile bozuldu. Artık krallar hiç olmadıkları kadar çıplaklardı. Çünkü tarihin ya da toplumun efendisi olduğu iddiası ile yaşayan kralların karşısına, hikâyedeki çocuğun saflığı ile gerçeğe bakan, bu sahiplik oyununda seyirci olup özdeşlik kurmayı reddeden ve kendi pratiği ile varoluşunun tarihe ve/ya topluma ait olduğunu gören köleler çıktılar. Kral soytarıları ve dalkavuklar, insanı tarihle toplum arasına sıkışmış bir maddî varlık olarak resmedip, hürriyet adına, onun varoluşunu madde ötesine kaçırdılar ve onu canlı hayatın kutsallığı (vitalizm) içine oturttular.

Kopernik, bizzat “devrim” sözcüğünü var etmekle devrim yapmıştı, ama devrim’ciler, devrimin tarihsel-toplumsal macerasını hiçe sayarak, onun durumsal-dönemsel hâllerini görmezden geldiler. Bu körleşme, devrimin de gözlerini bağladı. Devrim, canlı hayatın varoluşuna indirgenerek kendi gerçekliğini yitirdi.

Her türlü “izm”in aslî sorunu, arkasına gelip süreklileştirdiği olguyu tarih ve toplum dışına atmak, kaş yapayım derken göz çıkarmak ve sürekliliği bir yerde oluşa indirgemekti. Devrim’ciler, kendi varlıklarıyla özdeşleştirdikleri devrimi muhafaza etmek için kendi bedensel ya da zihinsel varlıklarını kutsadılar; sosyalistler, toplum kurgularını kendilerinde dondurdular; komünistler ise arkaik kabile hayatını kafataslarının içine hapsettiler.

Marx, yeni doğum adına, bu üçlü düğümü çözmek için çabaladı: üç ideo-politik akımın ördüğü bentleri yıktı. Ama sonuçta korkuyla birbirine sarılan özneler, bu sefer “marksizm” yatağına sığındılar ve Marx’ın tarihsel-toplumsal alandaki devrimci teorik ve politik varoluşunu kendilerine kapattılar.

Kendisine “marksistim” diyen birisi var diye marksizm yaşıyor olamazdı. Öyle olsaydı, “ben marksist değilim” diyen Marx ile bu hikâye sona ermiş olurdu. Marx, kavgasının sürekliliği, hayatiyeti adına kendi benliğini eyleminde yok etmesini biliyor, tüm marksist pratiğin merkezine kendisini yerleştirmek isteyenleri ikaz ederek bu sözü söylüyordu. Bugün de hâlâ Marx’ın güncelde yeniden üretilmesi gerekiyor, ama günümüz marksistlerinde bu dirayet ve cesarete rastlanmıyor. Marksizm, Marx’ın kırbacından kaçıp kurtulmuş devrim’ci, sosyalist ve komünist ideolojilere indirgeniyor.

Burada, Edison ve Tesla arasındaki ayrım üzerinde durmakta fayda var. Doğrudan akımı bulan Edison, bu buluşa göre daha gelişkin olan alternatif akımı keşfeden Tesla’yı kıskanıyor. Edison’un buluşu ile bir ev ancak tek bir trafo ile aydınlatılabilirken, Tesla’nın buluşu tek trafo ile tüm şehrin aydınlatılmasını sağlıyor. Edison, Tesla’nın şöhretini yıpratmak için kampanyalar yürütüyor. Üstelik doğrudan akımla çalışan elektrikli sandalyeyi bile savunur konuma geliyor.

Bu benzetmeden hareketle, Marx’ın da üç ideoloji için bir trafo görevi gördüğü söylenebilir. O, bir kavşak noktasıdır. Ama onu kendi evini aydınlatsın diye kullananlar var. Marx, özellikle kapitalizm çağında oluşan genel teorinin zirvesi olmakla kendisini takip ettiğini söyleyenlere sadece postunu bırakıyor. Bu posta oturup kendisini marksist olarak adlandıranlar, bulundukları dönemin tüm teorik alanına hükmeden kral oluveriyorlar. Pratikteki kral ya da mesih ise Lenin!

Teori ve pratiğin merkezi olduklarını düşünenler odak yaratmak için çabalıyorlar. Herkesin kendi eylemleriyle oluşacak odağın etrafında toplanacaklarını zannediyorlar. Hiçbiri, Mustafa Suphi’nin Komintern kongresinde yaptığı konuşmada kullandığı biçimiyle, ocaktan söz etmiyor. Kendisini de içine attığı ocakta yanmayı ve kemâle ermeyi aklı kesmiyor. Herkes “Marx’çı” ama Marx gibi, devrim’ciliğin, sosyalistliğin ve komünistliğin ortaklaştığı ocakta oluşmanın önemini görmüyor.

Ocakta oluşun önemi güncelle ilişkili: orada olmamak, tabiatıyla, zaman-mekân ötesi tasavvurların fiilîleşmesine neden oluyor. Güncele ait fırsatlar, imkânlar, yenileşmeler ve ortaklaşmalar görülemiyor. Güncelin karşısına tüm çaresizliği ile çıkanlar, orada olanlara ait resimlerin tarihötesi akışını izliyorlar. Fırsatları algılamadan oportünist oluyorlar; biçimi ve özü ayrıştırma/birleştirme işlemine tâbi tutmadan biçimci/özcü oluyorlar; oradaki insanı değil, geçmişte oluşmuş, kanından ve barutundan sıyrılarak kodifiye edilmiş bir “insan”a bakıp hümanistleşiyorlar; oradaki işçiyi anlamadan işçicileşiyor ya da mazlumun yüreğine dokunmadan ezilencileşiyor. Özetle, her gelecek tahayyülü, geçmiş tasavvurunun kölesi olup ideolojik anlamda katılaşarak akla ve yüreğe hükmediyor.

Onlar, elli yıl öncenin siyaseti ile elli yıl sonranın siyasetinin kesişimi (bileşkesi) olarak kendilerini kabul edip herkesi kendileri gibi olmaya çağırıyorlar ve ardından da varlığını verili güncel gerçeğe dayatıyorlar. Oysa tarihi ve toplumu merkezsizleştiren, insanî ilişkileri sınıf bağlamında gerisin geri toplum ve tarihin içine atan marksizmin de tarihsel/toplumsal anlamda merkezsiz olması gerekiyor.

Depremler-Devrimler

Dünya kâinatın, insanoğlu dünyanın, insan, toplumun ya da tarihin merkezi değilse, canlı hayat ve bununla ilişkili üretim ve ilerleme de kâinatın merkezi değil. Merkezci düşünce, yerleşik hayata geçen kabilelerin davarlarını ve maddî ilişkilerini korumak için mecbur kaldıkları bir yöntem. Ama tarihin ve toplumun yasaları hiçbir merkez tanımadan hareket ediyor. Animist bir kafa ile maddî hareketliliği canlı hayatla bir tutan ve bu sayede kendi canlılığına ebediyet atfederek bunun edebiyatını üreten insan, en ufak bir depremde madde ile zihnin ayrımını tam o sarsıntı anında anlıyor ve maddî hareketlilikle biyolojik-kimyasal temelleri olan canlı hayat kurgusunun farklılığını görüyor. Bu farkındalık nereye ait olunduğunun görülmesiyle ilgili. Elbette bu hat boyunca öbür tarafa geçerek aidiyetin gerçeğine kendisini atanlar olabileceği gibi, bu tarafta kalıp daha canlı bir hayat kurarak maddeye hükmetmek ve onun kral-tanrısı olmak isteyecekler de olacaktır. Yahudilikte yoğun biçimde görülmeyen, ama öbür iki büyük dinde önemli bir yer edinen ötedünyacılık, felsefî-ideolojik bağlamda bu yönüyle değerlendirilmelidir, bilimci, pozitivist ve ilerlemeci (bizde kemâlist) bir kafayla değil.

Ahiret, cennet-cehennem ve araf gibi ötedünya kurgularına masal diyen akılcılar masallara inanmamak gerektiğini vazederlerken, nedense masalların gerçekliğini de çöpe atıyorlar, ama diğer yandan da savaşın hedefi olarak görmekle onları maddî olarak da kabul etmiş oluyorlar. Hem perhizde olup, hem lahana turşusuna saldıranlar, bu dünyada ötedünyacılık yapanlara karşı ötedünyadaki budünyacılığı çıkartıyorlar. Bunu yaparken de materyalist olmuş oluyorlar. Maddeden kaçmak suretiyle, ötedünyaya bakarak kendilerini aidiyet ilişkilerine bağlamış kitlelerin sebep olduğu sarsıntılara/devrimlere yabancılaşıyorlar ya da hissetse bile, korkup kendi kovuğuna saklanıyorlar.

Devrim de toplumsal-tarihsel süreçte yaşanan depremlere benzer. Canlı hayatın maddî hayata bağımlı oluşunu fark ettiren depremler gibi devrimler de canlılığını topluma ya da tarihe bağlamış sözsüz eylem içindeki kitlelerin kendi maddîliklerini fark etmelerini sağlar. Nesnel dinamiklerden bağımsızlaştığını, onlara hükmedip yönetebileceğini, tanrısal bir kudretle donatılmış olarak kilitlenen hareketi canlandırabileceğini düşünen özneler de bu momentte nesneyi ve kendi nesnelliğini fark ederler. Oysa zaten bir biçimde, nesnel planda içinde olduğu toplumsal-tarihsel dinamiğin bu tür kudret hesapları yoktur. Böylesi bir dinamiğin iç/dış tasarımı da olamaz.

Kolektif dinamikler, şiddetli deniz dalgaları, kayaç hareketleri, heyelan, sel, yanardağ püskürmesi ya da tayfun gibidirler. O dinamiğin içindeki insan, kendini muhafaza etmek, belinin kırılmasını önlemek için bir tür iç-dış tasarımına meyil edecek, bu tasarım, büyük ölçüde dinî, sanatsal, felsefî ve bilimsel nitelikte olacaktır. Sözkonusu tasarımın dinî kaynakları arandığında, tarihi aşan kutsal kitap bir ânda yüceleşir. Sanatsal yönelim, insanbiçimselleştirilmiş bir doğaya atıf yapacak, ama hiç doğa olmayacaktır. Felsefî tasarım, düşüncenin yeraltı dehlizlerine saklanıp dışarıyı kafanın dışı olarak betimleyecek, bilim ise dışarısını iç ölçüsünde dilimlediğinde anlam kazanacaktır.

Tüm bu karmaşanın kilit noktası, yukarıda bahsi edilen depremlerle/devrimlerle farklı bir düzlemde ilişki kurmak suretiyle görünür hâle gelir. Bu düzlem, politikanın teorideki ve pratikteki fiilî varlığı ile ilişkilidir. İç-dış tasarımına bağlı kalıp kendisine özne süsü verenlerin “içeride” olmayı kavradığı moment politikadır. Politikleşme, iç ile dışı ayıran sınırların nesnel anlamda esnemesi, kırılması ya da silinmesi ile bağlantılıdır.

Ancak tam da burada biçimlenen gerçeklik, apolitizm ve antipolitizm olarak çifte uç verir. Politika kendi karşıtıyla doğar. Sınırlarda yaşanan değişimi/dönüşümü mutlak kabul edip kendi dışarısına koşanlar ilkine, kabul etmeyip yeni iç tasarımlarına doğru yönelenler ikincisine eğilim gösterirler. Politik olmak, bu iki uç arasında gerilen gerçeğin içinde olmaktır. Politika yapmak, bu gerilimin, olası çelişki ve çatışma durumlarının dediğini yapmaktır.

Örneğin, ötedünyacı yönelimlerin budünyaya teslimiyet öngören yönleri olduğu gibi, onu imha eden tarafları da olabilir. Apolitizm teslimiyetçi, antipolitizm ret’çidir. Bu dünyanın ötesi politikanın gerçek zemini olabileceği gibi, onun inkârı ile de sonuçlanabilir.

Her iki eğilimin kesişiminde tanımlı olan hitlerizm, kendi politikasından başka politikaya alan açmayan bir tür ötedünyacı/mesihyen harekettir. Ancak benzer kesişimlere ve ayrımlara oynamak kimseyi faşist yapmaz. Bu iddiada olanlar, faşizmin fiilîleştiği 1920-45 arası dönemde ona karşı ret politikası geliştiren anti-faşist hareketi resim olarak dondurup bu resmi her gerçekle örtüştürmeye çalışan anti-faşizm’cilerdir.

Marksizmin yüz elli yıllık tarihinde öne çıkan iç-dış tasarımları üç ana başlıkta özetlenebilir: sınıf, ülke ve beden. Bu üç kolektif dinamiğin içinde iç-dış tasarımlarına yönelen ve buralarda yaşanan depremleri içe ve dışa göre algılayanlar, marksizmi farklı yönlere doğru çekmişlerdir. Örneğin işçi sınıfı adına konuşan sendikacılar, sınıfın böylesi tasarımları olmamasına rağmen, kendi iç-dış tasarımlarını sürece dayatmışlar, kendi varlığını bazen ABD, bazen AB, bazen de SSCB’ye bağlamışlardır. Sınıf için bu tip coğrafî tanımlamalar yokken, sendikacı ya da siyasetçi kendi hareketini bu noktalara göre belirlemiştir. “Sınıf bizi eyleme çağırıyor” denilmiş, bunu derken, sınıf dışılık zımnen kabul edilmiştir.

Devrimler ve depremler farkları var ediyorlar. Sınıf içi bir kişi öznelleşip iç-dış tasarımına yöneldiğinde, bu yönelimi koşullayan nesnelliğin yine sınıf olduğunu unutuyor. Aslını unutan haramzadeler misali, bir süre sınıf adına konuşuyor, ama sınıfsallaşmıyor, söylediklerinin ve yaptıklarının sınıf içiliğini ve sınıfa aitliğini ciddîye almıyor.

Tek kişi bile olsa, bir tür iç-dış tasarımına yönelip teorik ve politik tercihlere yöneliyorsa, bu yönelim, sınıfın diğer sınıflarla arasındaki sınırların değiştiğini somutta gösterir. Onun dışında bu kişinin teorik açıdan bir önemi yoktur. Sözkonusu kişi, sınıfı atalete, konumunu korumaya zorlayabilir, oysa belki de sınıf, kendisininki de dâhil, başka sınıfların duvarlarını yıkmak istiyordur.

Sınırların ve sınıfların nesnelliğini görmemek, orta sınıf solculuğunun genel karakteristik özelliğidir. Orta sınıf solculuğu, sınırların ve sınıfların hareketliliğinden ve değişiminden korkar. Arada olmanın belâsıyla sınırın her iki tarafına ayaklarını basar ki, duruma göre kendi varlığını koruyabilsin. Kazananın önceden bilinemediği bir düelloda ortada durup ilk kurşunu sıkanın kucağına atlamaya hazırlanan mülksüz korkak aristokrat gibidir o.

Türkiye için genel sorun da burasıdır: kırk yıldır orta sınıf solculuğunun hâkimiyetinde olan hareket, hep bu sınıfsal dinamiğin ihtiyaçlarını analiz etmiş, bu analize uygun teoriler ve siyasetler geliştirmiştir. Oysa proleter bakış açısıyla orta sınıf analizleri, temel sınıfsal çelişkinin analizi için birer veriden ibarettir. Proletaryanın hareketini ortaya bakarak anlamaya çalışanlar, gençliği yüceltmiş, toplumsal-tarihsel dönüşümdeki durumsal-dönemsel gelişmelerin üzerinden atlamışlardır. Bugün hâlâ teori ve pratik namına ortaya konan, gençlik hareketinin tarihsel ve toplumsal macerasıdır.

İşçiye (ve gence) işçi (ve genç) olduğunu öğretmek, bu yönde ona politik iktidar araçları bahşederek onu payelendirmek ve bu sayede demokrasi/devlet geriliminde ona rol vermek, komünist siyasetin ayırt edici özelliği olamaz.

Sınırların ve sınıfların öznelliğine inanmak, yani “sınıf ve sınır ben varım diye var” demek, marksist bir yaklaşımın ürünü değildir. Marksizm, öznellik iddiasında bulunanları da nesnel-teorik zemine oturtmayı bilmek zorundadır.

Sınırlar-Sınıflar

Geçmişte komünist hareketten kopup sağa, dinciliğe, liberalizme ve hattâ faşizme yâr olanların da ispatladığı gibi, komünist hareket, bu insanların siyasî maceralarında net, somut, nesnel, geriye dönüşe mani olacak bir ayrım çizgisi çekememiştir. Dün komün yaşayıp bugün bireyci “takılan” birisinin bu geçişi yapabilmesini mümkün kılan, komünist siyasetin yeterli ölçüde devrimcileşmemiş olmasıdır. Sözkonusu geçişi tarihsel-toplumsal anlamda imkânsızlaştıracak bir hamlenin yapılamaması, herkese kimlik ve etiket dağıtmakla yetinilmiş olduğunu gösterir.

Hakları, mülkî ilişkileri ve bedensel ihtiyaçları uyarınca ayaklanan işçiye sınıf olduğunun öğretilmesi, demokrasi ve devlet içinde rol kapmak isteyenlerin işi olmuştur. Aslında o işçi, bu isyanı işçi olmanın sınırlarının yaşadığı değişime yönelik bir tepki biçimi olarak somutlamaktadır. Burada işçi, artık işçi olmak istemiyor da olabilir, gerçekten işçi olmak istiyor da olabilir. Her ikisini aynı kefeye koyup “siz sınıfsınız, gelin benimle demokrasi sahnesinde rolünüzü oynayın” demek hiçbir şeyi çözmez. Her ikisi arasına devrimci-politik bir ayraç koymadan atılacak adım, hareketi kilitleyecek, işçi olmak istemeyenler, “hücre sorumlusu”, “sendika başkanı” ve “MK üyesi” gibi sıfatları isim olarak yaşamaya başlayacaktır. Oysa tam da bu noktada proleterleşme temel ayraç olmalı, gerçekten işçi olmanın kavgasını verenlerin proleterleşme eğilimi taşıdıkları görülmelidir. Sahip oldukları ile değil, kolektif ilişkiler içinde kalarak o kolektiviteye ait olmanın sancısını yaşayanlar dikkate alınmalıdır. Çünkü tam da onlar, zincirlerinden başka kaybedecekleri bir şey olmadıklarını fark edip sınırların ve sınıfların nesnelliğine yönelenlerdir. Sahiplik (mülkiyet) ilişkine göre bu aidiyet ilişkisi komünist hareket için daha fazla elzemdir. Sahiplik ve mülkiyet üzerinden kendi iç kurgusunu muhafaza etmek için kavgaya atılan bir işçi, kısa sürede belli bir sınıfa ait olduğunu somutta görecektir. Bu farkındalık ve onu takip eden bilinçlilik hâli, sınıf analizlerini içeren binlerce sayfalık kitaptan daha değerlidir.

“Sınıf ve sınır ben varım diye var” diyen bir kişinin önünde iki yol vardır: varlığının hayatiyeti için ya sınıfının sınırlarına veya sınırların sınıfsallığına biat edecek ya da tutarlılık gereği, intihar edecektir. (Soldan sağa geçişlerin önemli bir bölümü bir tür intihar olarak değerlendirilebilir.) Aradan çekildiğinde sınırların ve sınıfların bir anlığına kaybolacağını zanneder. O an, sonsuzluktur. Orta sınıf solculuğu, “ya o/ya bu” değil, “hem o/hem bu” mantığını kullanır.

Proleterleşme, para ve meta ilişkilerinin sınırlarını zorlayan dinamiklerde aranmalıdır. Komünizm nostaljisinin ve ütopyasının reddi üzerinden gelişecek politik hareketin bakacağı yer burasıdır.

Sınıf, ülke ve beden üçlüsüyle hareket eden marksizmin politikleşmesi, bu bakış açısına sahip olmayı bir mecburiyet olarak yaşaması ve bu mecburiyeti fark etmesi, akademilerden kendisine enjekte edilen teorisist zehirden arınmasına bağlıdır.

Sınıf, ülke ve beden anlamında duyargaları açık olan tarihsel marksizmin teorik düzlemde köprü kurduğu bilim disiplinleri, sırasıyla, ekonomi, coğrafya ve biyolojidir. Efendiler için gözlük numarası ve çerçeve ayarlayan üniversitelerin penceresinden topluma ve tarihe bakan marksizm körleşmiş, fazlalığa dönüştüğünden, kesilip atılmaya çalışılan bir ura dönüşmüştür. Son yıllarda çevirisi yapılan kitaplar bu yöndeki girişimlerdir. Orta sınıf solcularının marksizmden arınma teşebbüsleri hayra alâmet olarak görülmelidir.

Proleterleşmenin aranacağı ilk yer olan para-meta ilişkileri, meselenin ekonomik yönüdür. İkinci yer, coğrafî yöndür ki bu yön, devlet-millet ilişkilerine dairdir. Üçüncü yer ise biyolojik temeli olan irade-iktidar ilişkileridir.

Solun iki yüz yıldır kendisini sınırlarla kurulan ilişkilere, bu ilişkilerin gerilim, çelişki ve çatışma biçimlerine göre tanımlamış olması teorik düzlemde önemli bir marazdır. Marksizmin diğer sol akımlardan farkı, elindeki sınıf, devrim ve iktidar ayracıdır. Ancak onu solun bütününe yedirme ya da sol akım olmaya indirgeme teşebbüsleri, sınıf ayracının silinmesine ya da sınıfın sol ideolojinin oyuncağı hâline gelmesine, doğal olarak, marksizmin de teoride ve pratikte etkisizleşmesine sebep olmuştur.

Bu noktada, marksizmin sol içinde bir devrim olduğu üzerinde durulması gerekmektedir. Ama orta sınıf solculuğunun marksizmle mesaisi olmuş kesimleri, hâlâ sağ-sol ikiliğini üreten Fransız Devrimi ile düşünmektedir. Bizzat Engels’in ifadesi ile bu devrimi tarihin çöplüğüne fırlatıp atmış olan Paris Komünü’nü ve bu pratikten çıkarttığı derslerle Ekim’e yürüyen Lenin’i anlamayan sol, marksizmi de kendi meşrebince ve mezhebince şekillendirmektedir.

Sınırlarla düşünmek yetmez. Ufkunu sınırlara göre tayin eden, sınıfların bizzat sınırlandırıcı doğasını reddedeceğinden, bir süre sonra kolaylıkla ya “sınıf yok” diyecek ya da pratikte tüm sınıfları yok etmek isteyecektir. Salt sınırlara göre tayin edilmiş ideoloji ve politika, sınıfsallaşan dinamiklere ve dinamize olan sınıflara karşı körleşir. Sınırların aşılmasıyla sol, her türlü hareketi buna göre kodlayacak, devrimi basit değişime indirgeyecek, elinde çekiç olanın her şeyi çivi görmesi gibi, her sınıra saldıracak, bunu yaparken de hangi sınıfa hizmet ettiğini unutacaktır. Bu anlamıyla devrimi takip eden sosyalizmin önsel kurgusu, bizzat devrimin fiilî varlığı ile anlamsızlaşır.

Devrimden öğrenmeyen sosyalizm, marksizm dışıdır. Örneğin solcu gelenek içinde kalmakta ısrar eden troçkizmin anlamadığı budur: kapitalizmin sınırları ötesine yerleştirdiği sosyalizm, eni sonu devrimsizdir. Bu devrimsizlik, troçkistlerin devrimcileşme momentlerinin dışında kalmasına sebep olur. Oysa sosyalizme geçen ülkede de kapitalizm hâlâ mevcuttur ve kaldı ki dünyayı kuşatan kapitalizmin sınırları dâhilindeki bu sosyalizm, dışarıda (uzayda) kurulan sosyalizmden daha hayırlıdır.

Bir işçiyi sosyalist bilinç proleterleştirmez. Farklı toplumsal-tarihsel süreçler, bu proleterleşmede rol oynar. İşçi için önemli olan neden proleterleştiği değil, bu proleterleşmenin belli bir devrimci mecra bulabilmesidir. Komünist siyasetin tarihsel zaafı buradadır: o, sınıfı sınıf olma bilinci ve iktidar arzusu ile kuşatarak devrimcileştirebileceğini zannetmektedir. Oysa hâlâ aynı paradigma içindedir. Merkeze aldığı “sınıf”, onun farklı momentleri ve imkânları görmesini engeller. Sınıfın zorunlu yönelimlerini anlayamaz.

Bu anlamda, yukarıda bahsedilen efendi-köle ilişkisi, farklı bir bağlam dâhilinde, yeniden su yüzüne çıkar: komünist siyaset, işçi sınıfı ile bir tür efendilik ilişkisi kurar. Tek yaptığı, bir dönem hâkim olan özdeşlik ilişkisinin merkezine bir süreliğine kendisini koymaktır. Sonrasında ya komünist siyaset efendilerle uzlaşır ya da sınıf.

Sınırların sınıfsallığı, sınıfların sınırlılığı: komünist siyaset için bu ayrım ve bu ayrımın çelişkili bütünlüğünde düşünüp eyleme geçmek elzemdir. Çelişkili bütünlük, sınıf, ülke ve beden üçlüsü üzerinde kurulur. Sonuçta kapitalizmin gelişimiyle birlikte kitleler, somut tepkilerini dinî, millî ve sınıfî olanla vermişlerdir.

Marksizmin tarihsel seyrine bakıldığında, kendisini bu üç tepki biçiminden tek birisine indirgemesi ciddî marazlar doğurmuştur. On dokuzuncu yüzyılın ortalarından 1948’e dek Yahudilerle kurulan ilişki, esas olarak dinî düzlemde gerçekleşmiş, millî bir devlete yönelmeleriyle bu ilişki kesilmiştir. (BAAS çizgisi de millî bir hareketliliktir ve ihtiyatlı bir üslupla kurduğu ilişki, belli asabiyetlerin bölgede millî-devletleşmesiyle birlikte kopmuştur.) İlişkinin kesilmesi, marksist ve komünist harekete ağır bir darbe indirmiştir. Bu kopuşu hâlâ anlamayan kesimler ise Yahudilerin dinî-teolojik-kiliastik manada marksizmle ve komünizmle kurduğu ilişkilerin semeresini bugünkü Müslüman Ortadoğu’da güncelleştirmeye çalışmaktadırlar ki, bu bile tek başına coğrafyadaki cılızlığın sebebini izah eder.

Ortadoğu’nun ABD ve AB emperyalizminin saldırıları sonucunda giderek proleterleştiği tespiti, dinî ve millî olan unsurlarla daha onurlu, namuslu ve gerçek ilişkiler kurmanın yollarını açar. SSCB ve Çin’in diplomasi masasında koz olarak kullandığı Ortadoğu, bugün tüm masaları kıracak sınıfsallığa, coğrafî ortaklaşmaya ve ortaklaşan bedene doğru tüm sınırlarını zorlamaktadır. Burada emperyalistlerin çizdikleri sınırlarda değil, ortak-proleter kavganın/mücadelenin/savaşın tayin ettiği sınırlarda olmak gerekmektedir.

Bu coğrafyada devrimci sınıf bilinci ve eylemi tek başına, iktisadî olan burjuva karşıtı mücadeleyle değil, coğrafî anlamda yeni oluşan ortak “ülke”nin sınırlarındaki cephe savaşıyla ve ortaklaşan mazlum halkların proleter bedenine ait iradeyle birlikte oluşacaktır.

Bir işçinin “ey işçi, sömürülüyorsun” yazılı bildiriyi okuyarak devrimcileşmesi mümkün değildir; dün olduğu gibi bugün de devrimcilik, aynı zamanda coğrafî ve biyolojik olanla ilişkilidir. Oysa bugün orta sınıf solculuğu, ekonomideki, coğrafyadaki ve biyolojideki parçalanmaya tahammül edememekte, sınıfını, ülkesini ve bedenini muhafaza etmek için çırpınmakta, bu yüzden de çözüme hızla ulaşmak adına, bütünlüklü görülen sınıfî, vatanî ve bedenî unsurlara iltihak etmektedir. Bu iltihak, işçi sınıfının burjuvaziye, mazlum milletlerin efendilere ve parçalı alt bedensel iradelerin iktidara teslimiyetini getirmektedir.

Marx, nesnelerin içinde işe yararlılık potansiyeli olduğuna inanan ve onlara çıkar üzerinden yaklaşan alıklarla alay eder. Esasta marksizm de Marx’ın uyarısıyla her türlü pragmatizme karşı şerbetlenmiştir. Marksistler, her öznel öfkenin ve tepkinin nesnelliğe ait olduğunu nesnel bir bakışla tespit ederler.

Burjuva ideolojisinin temel niyeti, parçalanmanın sarsıntısını yaşayan insanları kendi tekil bütünlüklerine kapatmaktır. Bu yönüyle, sol,  bütünsel projeler üreterek parçalanmanın kabulünü tekil bireyler nezdinde sağladığı için bu sınıfa hizmet eder. Oysa örneğin, para ve meta ilişkileri üzerinden parçalanan ekonomik “bütünlük”te işçi, üç kuruş parasını korumaya ya da metaı ve üretimle kurduğu ilişkileri sürdürmeye çalışabilir. Bu parçalanmada sol, ya para ya meta ideolojisinin ürünlerini pazarladığı için, işçinin kendi sınırlarını zorlayan gerçeği ve onun eylemini görmez, görse de engellemek ister. Kendi varlığını sınırlarla tanımlı kıldığından, para/meta ile ilişkili gelişmeleri sınırları aşmak/korumak geriliminde değerlendirir. Bu gerilimi işçi sınıfına da atfederek, onun mücadelesini esir alır.

Bu noktada komünistlerin özgürlük mücadelesi vermek yerine, mücadelenin özgürleşmesi için çalışması gerekir. Böylece işçi sınıfı, para ve meta ilişkilerinin sınırlarını aşıp onların sınıfsallıkları ile dövüşerek kendisini yeniden kurar.

Türkiye’de “Doğu” kavramı, artık liberallerin “öteki” kavramı ile anlaşılamayacak bir düzeye gelmiştir. Empati ile ötekinin ayrıklığını örtmeye çalışan orta sınıf solculuğu, Batı’nın kalelerine saldırmak yerine, bu kalenin çatlaklarını örten duvar ustasına dönüşmüştür. Bugün orta sınıf merkezciliği yüzünden, burjuva devletin Doğu’dan Batı’yı inşa etme girişimine karşı komünist hareketin eli kolu bağlıdır.[1] İktidarın bu hamlesi sonucunda dışarıda kalan ve zulme/sömürüye tabi olan kolektif iradî hareketler, solun kucağında uyuşturulup iktidarın hizmetine sunulmaktadırlar.

Bir işçi/emekçi, para ve meta ile kurduğu sınıfsal ilişkiyi; bir millet, devletini; bir kişi, iradesini muhafaza etmek isteyebilir. Solun liberalizm-muhafazakârlık (ya da faşizm) ikilemine teslim olup kendi pozisyonunu bu ikileme göre tarif etmesi sebebiyle, bu muhafazanın devrimci imkânları çöpe atılmaktadır. Burada komünistler, sözkonusu ikilemi devrim ayracına tâbi tutmalı, işçinin sınıfıyla; milletin farklı milletlerle; kişinin farklı kolektif iradelerle ortaklaşması için çalışmalı, bu ortaklaşmalara eşlik eden proleterleşme ile kendi varlığını tanımlı kılarak proleter devrimciliğin mevzilerini güçlendirmelidirler.

Her muhafaza amaçlı edimin kendi içinde yıkıcı bir yön barındırdığını görmek zorunludur. Sınıf, kendi sınırlarını, Batı kürsülerinde sınıfların sosyolojik, psikolojik ve ekonomik sınırlarını öğrenerek onu aştıklarını zanneden solculardan değil, kendi kolektif mücadelesinden öğrenir.

Muhafaza amaçlı edimin bizatihi kendisi de sınırları öğretir ve sınıfın bu sınırlarla bağlantılı zulmü tanımasını sağlayarak farklı zulüm/sömürü ilişkileriyle ortaklaşmasını koşullar.

Millet ve din gibi baskıcı unsurlardan kurtulmayı öğütleyen Batılı solcular, bebeğin banyo suyunu dökerken bebeği de çöpe atıyorlar ve giderek, kendi benlikleriyle bir tuttukları işçiyi sınıfî ilişkilerden soyutlanmaya zorluyorlar. Sınıfın sınırları silinmeye çalışılırken sınıf da arada kaynıyor, sınıfların ortadan kaldırıldığını zannedilirken sınırların da silindiği varsayılıyor. Oysa sömürü ve zulüm, kendi işleyişi uyarınca, sınıfların sınırlarını ve sınırların sınıfsallığını değiştiriyor. Komünistlerin burada bizzat kendilerini bir proleter devrimci bir ayraç olarak konumlandırmaları gerekiyor.

Ortaklaşma-Proleterleşme

Komünist siyaset, sınıfçılık-işçicilik sapmasından kurtulup, proleterleşme eğilimlerine ve dinamiklerine bakmaya mecburdur. Üç katmanda düşünülmesi gereken proleterleşme analizinde temel kural, sınırları ve sınıfları birlikte düşünerek, bunların nesnel oluşları üzerinde durmaktır: ekonomi-sınıf (para/meta ilişkileri); coğrafya-ülke (devlet-millet); biyoloji-beden (irade-iktidar) koşutlukları, hem sınır-sınıf karşıtlığını iptal edecek, hem de öznelci yaklaşımların ipini çekecektir.

Roma’da kullanıldığı biçimiyle, Latince “döl” anlamına gelen proles sözcüğünden türeyen proletaryanın aranacağı yer, gene bu köktür. Zamanla çocuk yapmak dışında toplumda değeri olmayanların oluşturduğu bu sınıfa duhûl edenleri göreceğimiz yer, aşağısıdır. Alt sınıflar, alt ülkeler, alt bedenler proleterleşme tohumlarının ekildiği topraktır. Sol ve özelde komünist siyaset, alt ile üstün arasındaki sınırları zorlayanlara bakmakta, kendisini bu zorda tarif etmekte, alttakilerin şiddetini önemsememekte, daha doğrusu, kendisini bu şiddetten kaçırmaktadır. İşine gelen araziye kendisini kapatmakta ve diğer bölgelerle ilgilenmemektedir. İç-dış tasarımıyla savunmaya çekilerek, saldırıya geçeceği durum ve dönemleri görememektedir.

Sol, sınıf içinde biraz para ya da meta edinip yer değiştirenlerin, devletin ya da milletin arkasına saklananların ve irade’ci/iktidar’cı olup kolektif irade ve iktidara karşı körleşenlerin ideolojisi olarak biçimlenmektedir. Bu fasit daireyi kıracak olan, gene marksizmle kuşanmış komünist harekettir.

Ekonomiyle bağlantılı olarak sınıfta yaşanan ve para-meta hattında kırılmaya neden olan olaylar; coğrafyayla bağlantılı olarak ülkede yaşanan ve devlet-millet hattında kırılmaya neden olan olaylar; biyolojiyle bağlantılı olarak bedende yaşanan ve irade-iktidar hattında kırılmaya neden olan olaylar komünist siyaset için mutlak olgular değil, ilksel verilerdir. Bu kırılmaların ayrı ayrı ve birbiriyle bağlantılı olarak şekillendirdiği hat, yani sınır, artık potansiyel gerilimin çelişkiye dönüştüğünü, bu çelişkinin çatışma hâlini alacağı durumun yakınlaştığını gösterir. Üst sınıflarda, ülkelerde ve bedenlerde yaşanan çatlağın alttaki yansıması farklı olur ve bu farkın bilincinde olacak olan, gene komünist siyasettir.

Eğer bir yerde sınır varsa, verili bir mücadelenin var olduğu ve onun denge hâline geçtiği düşünülebilir. Solun “sınırları aşalım ya da silelim” aymazlığının sebebi, bu niyetinin altını sınıfsal-politik anlamda dolduramıyor oluşudur. Çünkü kendi altında proletarya vardır. Sınırların aşılması, öncelikle bu mücadelenin içinde olmayı, bir tercih ve ihtiyaç olarak değil, orada olmanın dayattığı bir zorunluluğun sonucunda, sözkonusu dengenin aşılması gerçeğinin bilince ve kuvveye çıkmasını gerektirir.

Sol, toplumsal-tarihsel bir olgu olmasına rağmen bu niteliğini unuttuğundan, sınırların her halükârda aşılmasını her şeyin üstünde tutmaktadır. Temel hata budur. Komünist siyaset de bu sol bataklığının içinde debelendiği ölçüde, sınıf, ülke ve beden dâhilindeki kırılmaları, hatları ve dönüşüm momentlerini görememektedir. Sınıfa nasıl bakıyorsa, onunla ne türden ilişki kuruyorsa, ülkeyle ve bedenle de benzer ilişkiler kurmaktadır. Ayağını her iki tarafa atanların hâkimiyetinde olan sol, işine gelenleri öne çıkartmaktadır.

Sınıfa vurgu yapması gereken yerde sınırlılığa, sınırlılığa vurgu yapması gereken yerde sınıfa vurgu yapmaktadır. Örneğin emperyalizmin çizmesi altında inleyen Arapları sınıf ölçütüne vurmakta, bir sonuç alamadığından, yüzünü eski ezberlerine çevirmekte, Arapların o çizme altında proleterleştiğini görememektedir. Vurdumduymazlığı ve solcu tarafgirliği siyonist-emperyalist efendilerin siyasetine eklemlenmektedir.

Yukarıda bahsedilen kırılmanın sonuçları ile kendisini tarif ettikçe sol, oluşan çatlaklara mastar olmaktan başka bir işe yaramaz. Oluşan hattın taraflarından birine kendisini indirgedikçe ortaya koyacağı pratik, çatlağın üstünü örtecek, bu örtü yüzünden de olası devrimci imkânlar görülemeyecektir. Para’cı, meta’cı, devlet’çi, millet’çi, irade’ci ve iktidar’cı olunduğunda proleterleşmenin sancıları hafifletilmiş olacak, ama buna bağlı gelişecek ortaklaşmanın zemini kaybolacaktır.

Yatay boyutla ilgili söylenen bu sözlere bir de dikey boyut eklenmelidir: komünist siyaset alta bakmalı, orayı anlamalı, hatta orada olmalı, ama gene ısrarla söylenmeli ki, alt’çı olmamalıdır. Üst’çülük gibi alt’çılık da altüst oluşları anlamaz.

Para, meta, devlet, millet, irade ve iktidardaki ortaklaşmaları da dikine kesen proleter vurgusu olmalıdır. Aksi takdirde her aksakallı “dede” diye kucaklanır, “ortaklaşmayı sağlaması sebebiyle Avrupa Birliği (ve ABD) hayırlıdır,” denilir. Özetle: sınıfçılığın panzehri ortaklaşma ise, ortak’çılığın panzehri proleterleşme vurgusudur. Komünistlik ortakçılık olarak anlaşıldığından, kimi komünist solcular, fiilî gerçekteki proleterleşme dinamiklerine kör bakarlar.

Örneğin, insanın Tevratik manada cinsiyet ötesi Yehova gibi olması için kadın-erkek arasındaki sınırı silip Tanrı katında tek “et” olmayı sağlayacak cinsiyet üstülüğü savunurlar; bu noktada, ilk aşama olarak gördükleri eşcinselleri öne çıkartırlar. Bu bakış açısı, erkeğin erkek, kadının kadın olarak yaşadıkları gerilimleri, çelişkileri ve çatışmaları anlamaz. Bir kadın bedeninin işçi olarak patronun, eş olarak kocasının malı oluşunu ve bu mülkiyet ilişkisine karşı farklı bir aidiyet ilişkisi için onun sahip olduğu dövüşme kabiliyetini görmez. Bir yandan gerçekteki kadın proleterleşirken, öte yandan ortakçı, ortaklığa ilişkin değerini kimseyle paylaşmamak için elinden geleni yapar. Kıskançlıkla koruduğu ortakçı düşüncesini ve eylemini kimseye yâr etmez. Öyle ki, kadın, işçi, eşcinsel, Arap ya da diğer dinamiklerin ortaklaşma teşebbüslerine kin ve hasetle yaklaşır; bu teşebbüsleri akamete uğratmak ister. Ortakçılığı kendi öznelliğinin bekası için bir zırha dönüştüren “komünist”in, diğer ortaklaşma dinamiklerine sıcak ve samimi bir gerçeklik olarak görünmesi, tabiatıyla, imkânsızdır.

İsrail Devleti’nin temeli olan ve Avrupa-Rusya hattında gelişen komünist hareketin rahle-i tedrisinden geçmiş siyonistlerin kurduğu kibbutz sisteminde böylesi bir ortakçılık mevcuttur. Yahudiler dışında kimseyi içine almayan bu komünal çiftlikler ve işletmeler, 67 Altı Gün Savaşı’ndan sonra Arapları da kabul etmiştir, ancak sadece köle-işçi olarak! Binlerce yıl zulme uğramış Yahudi komünizminin ürettiği sonuç, İsrail’dir ve bugün bu devletin ne işe yaradığı tüm sömürülenler ve mazlumlar nezdinde bilinmektedir. 1948’e dek sınıfsal/proleter bir nitelik olarak önemsenen Yahudiler, komünistlerin ve marksistlerin umutlarını kursağında bırakmış, sınıfa ve proleter mücadeleye “ihanet” etmişlerdir. Bugün Batı’da sözkonusu “ihanet”in ne düzeylere ulaştığı tartışılmakta, marksizm ve komünizm için yeni imkânlar araştırılmaktadır. Son kertede Batılı oldukları için göremeyecekleri bu imkânlar bugün Ortadoğu’dadır.

İsrail Devleti’nin resmî anlamda tanıdığı yegâne sınırı Mısır’sa ve onun dışında çevresindeki ülkelerle kurduğu hiçbir sınırı devlet hukuku anlamında tanımıyorsa, Soros gibi Yahudi para babaları açık toplum enstitüleriyle sınırsızlık yaygarası kopartıp finansal darbeler yapıyorsa, Yahudilerin on dokuzuncu yüzyıla ve yirminci yüzyılın ortalarına dek süren mazlumluğu bitmiştir. Dinî, millî ve sınıfî bir hareket olan Yahudilerin incelenmesi, önümüzdeki süreçte teorinin ve politikanın netleşmesine hizmet edecek, Ortadoğu’nun sunduğu imkânların daha net anlaşılmasını sağlayacaktır. Hâlâ “mazlum Yahudilik”le tanımlı olan bir komünist siyasetin bugünün gerçeğinde efendilere hizmet etmek dışında bir seçeneği yoktur.

Komünizm sınırsızlığın ve sınıfsızlığın kesişim hattı ise bugüne ait farazî, varsayımsal bir kesişim kümesi ile değil, somut maddî ayrışmalar ve çatışmalar üzerinde durmak zorunludur. Komünist teori ve pratiğin kendisini olmayanla değil, olan gerçeklikle tanımlı kılması gerekmektedir. İsrail ve Yahudi dinamiği örneğinde görüleceği üzere, proleter disiplinle, ahlâkla ve terbiye ile tanışmamış olmak, ortakçılığı efendilerin oyuncağı/silâhı hâline getirmektedir.

Türkiye hattında da benzer bir mesele, Kürt ve Alevî hareketleri için sözkonusudur. Belli bir disipline, ahlâka ve terbiyeye tabi olamamak, öznelerin hududunu (sınırlarını) tanımamaya zorlamaktadır. Bu öznelerin kontrolündeki kitlelerde pratiği farklı yöne doğru zorlamak isteyenler de mutlaka olacaktır. Komünistlerin öznel kişiliklerin hudutsuz pratikleri ile değil, kitlesel-kolektif hareketlerin sözsüz eylemleri ile kendilerini tarif etmeleri icap eder.

İşçi olsun olmasın, öznenin bedenin bizatihi kendisine indirgenmesine ve bu sayede politikanın ciddî bir serbestiyet imkânı bulmasına dönük niyet komünist teoriyi de vurmuştur. Sınırsız ve sınıfsız bir toplum arzusunu dillendiren komünistler, sınırsızlığı bugünde, bir biçimde var olan sınıfın kendisinin engellediğini görünce sınıfsızlığı teorik anlamda şimdide güncellemenin yollarını aramışlardır. Tersten sınıfçılar da sınırları bugünde iğreti bulup özel alanlarda oluşan mücadelenin sınır çizgilerini ve sınırlarda yaşanan dönüşümleri algılamamışlardır.

Sınırlar kafada silinince mücadelede haddini belirlemek zorunda olan öznenin içi de boşalmış, pragmatizm ve oportünizm kendini daha hızlı biçimde üretmiştir. Küreselleşme edebiyatı ile birlikte tek merkezî bir köye dönüştüğü iddia edilen Dünya’da bugün de sınıfsız ve sınırsız olanlar ortak durumlarda biraraya gelmişler, ama geleceğin sınırsız-sınıfsız Dünya’sı için hiçbir şey yapmamışlar, hatta bu süreci hızlandıracak olgu ve olaylara mani olmuşlardır.

Ortak Sınıf, Proleter Beden

“Tüm toplumların tarihi sınıf mücadeleleri tarihidir”: sınıfın, ülkenin ve bedenin birbirinden ayrı ve birbiriyle ilişkili tarihleri vardır. Sınıfın sınıf olarak Ortadoğululaşmasına değil, proleterleşen ülkenin Ortadoğululaşmasına bakılır. Bu ortaklaşma ortak bedeni bulacaktır. Ortak irade ile emperyalizm ezilecektir. Proleterleşmenin ortaklaşması, ortaklaşmanın proleterleşmesi: sınıf, ülke ve beden, Ortadoğu dâhilinde proleterleştikçe ortaklaşmakta, ortaklaştıkça proleterleşmektedir.

Bugün komünist harekette teknik ve teorik yetersizlikten dolayı ciddî bir indirgemecilik hâkimdir. Sınıfa kilitlenenler, her şeyi burjuva/kapitalist olarak görmekte, ayrı ayrı ya da birlikte ortaklaşan ve proleterleşen unsurları görmezden gelmektedirler. Bir sınıfçıya ülkeden bahsedildiğinde çıkınındaki faşizme, milliyetçiliğe ve yerelciliğe ilişkin tüm eleştirileri ortaya dökmektedir. Esas olarak sınıf adına konuşup onun varlığına ve eylemine ipotek koyan sınıfçılar, sınıfın gerçekte başka sınıflarla ve proleter dinamiklerle ortaklaşmasına engel olmaktadırlar.

“Kadın ve gençlik çalışması işçi çalışmasını böler” diyenlerle, tüm faaliyetini bu tip bileşenler üzerine kuranlar aynı evreni paylaşmakta, aynı mantığı kullanmaktadırlar: her ikisi de işçicidir; sadece birincisi, kendi örgüt merkezinde, ikincisi alanda herkesin işçiyle aynı sıraya girmesini istemektedir.

Kadın ve gençlik hareketleri, kendi iç bilinç ve eylem hattını kendileri belirleyebilmelidirler. Kadınların kadın olduklarına ilişkin bilinçle yaptığı hareket içinde kadın proleter niteliğini görecek, işçi sınıfının kavgasına ortak olacaktır. Bu farkındalık ve bilinç dışarıdan dayatılan pedagojik müdahaleyle oluşmayacaktır. Aynılaşmak değil, ortaklaşmak, önemli olan budur.

Örgütler, belli özel durumlara ve buralarda faal hâle gelen dinamiklere tabi olmaktadır. Bu tabiyetle birlikte örgütler, ya sınıfçı ya ülkeci ya da bedenci olmaktadırlar. Bunları teoride ve pratikte ayrıştırmayı bilmediklerinden, birleşmeleri hâlinde ne gibi sonuçların doğacağını da kestirememekte, bileşkelerin kendisine zarar vereceğini düşünmektedirler. Ülkesini ve ortak bedenini seven bir işçiyi bu “yük”lerden arındırmaya çalışan hareket, onu kendisi için zararsız duruma getirmektedir. İşçinin bu tip yüklerle örgütüne zarar vereceğini düşünen şefler işçinin soyut işçi, ülkenin soyut ülke, bedenin soyut beden olarak kalması için uğraşmaktadır. Bu soyutluğun somutla kurabileceği hiçbir ilişki olamaz.

Oysa bir işçi, belli bir coğrafî ve biyolojik dünya içinde hareket eder. Kırıntı değil, yeni bir dünya istemesi için bu dünya içinde parçalanmalı, parça oluşun gerilimiyle diğer parçaları disipline edip belli bir hatta oturtacak hareketi oluşturmalıdır. Bu harekete dönük ihtiyaç da gene içinde olduğu dünyada görülebilir. Ancak solcu örgütler, işçileri kendi soyut dünyalarına çağırmak dışında bir iş yapmamaktadırlar. Komünist siyaset için birleştirme işlemi ayırmak, ayırma işlemi birleştirmek için yapılır. Teorik anlamda iktisadî, coğrafî ve biyolojik anlamda ayrıştırılan teorideki işçinin pratikteki karşılıklarını aramak hatadır. Pratikte aranacak olan ortaklaşmalar, yani birleşmelerdir.

Marx’ı önceleyen devrim’cilerin yoğunlaştığı nokta irade-iktidar hattıdır; sosyalistlerin derdi devlet-millet meselesidir; komünistlerinki ise para-meta gerilimidir. Marx, bu unsurların teorideki ortaklaşmalarını somutta ifade eder. Ortaklaşmanın pratikteki karşılığı proletaryadır. Marx sonrasında devrim’ciler, sosyalistler ve komünistler, kendi “Marx”ını yaratmış, yeniden kendi içlerine kapanmışlardır.

Bugün “eğer proletarya üzerinde durursak böylesi bir ortaklaşmayı sağlarız” demek marksistlik değil, idealizmdir. Üç ideo-politik yönelimin kavşak noktası olarak marksizmin oluşması için onlara ait ortakçı değerlerden bu anlamda kurtulmak, daha doğrusu sözkonusu değerleri onlardan kurtararak onların teoride ve pratikte oluşan ortaklaşma deneyimleri ile öznelliği tarif etmek gerekmektedir. Tarihsel marksizmin ortaklaşma ve proleterleşme istidadı gösterebilmesi için kan ve baruttan soyutlanan, bu durumunu muhafaza etmek için herkesi kan ve baruttan korkup kaçmaya çağıran Batı marksizminden kopup Ortadoğululaşması zorunludur.

Bugün irade’cilik pompalayan devrim’ciler, milliyetçileşen sosyalistler ve meta üretimi bağlamında ilerlemeci-modernist olan komünistler vardır. Ama somut, maddî gerilimlerin, çelişkilerin ve çatışmaların her bir hareketin içindeki karşılıkları önemli yarılmalara ve dönüşümlere sebep olduğundan, bu hareketlerin en azından tabanda ortaklaşma ve proleterleşme kanalları bulmaya başladıkları söylenebilir. Sınıfın kolektif (ortak) niteliği ve proleter bedenin iradî yapısı arasında nesnel bir zıtlık mevcuttur. Solun bu noktada zıtlığı kendi lehine çevirmesi gerekir.

Bu amaçla, devrim ayracının devreye sokulması ve onun kurucu/yıkıcı yönlerinin anlaşılmasıyla pratikte sınanması gerekir. Sınıfın ortakçı niteliğinin meyli, meta üretimi bağlamında, kuruculuk yönünde olup, proleter bedenin iradesi her şeyi yıkmak niyetindedir. Devrim ayracına göre düşünüp harekete geçen komünistler için devrim öncesinde kuruculuk tehlikeli olduğundan, sınıftaki kuruculuk eğilimine alttan eşlik eden yıkıcılığın örgütlenmesi zorunludur. Solun bu yönde tercihi, yıkıcılığı kendi potasında eritmek ve zararsız kılmaktır. Burada ikili düşünmek elzemdir: yıkıcılığın kurma, kuruculuğun yıkma iradesi.

Sınıfla beden ilişkisi coğrafya/devlet-millet/ülke dolayımı ile kurulur. Kuzey-Güney ve Doğu-Batı başlıkları birer örnektir. Ortaklaşan unsurlar sınıfsallaşıyordur, sınıfsallaşan bu unsurlar, belli bir coğrafyaya yoğunlaşıp devlet-millet geriliminde kendisini ifade ederek ortak bedene yöneliyor ve bu beden de proleterleşiyordur. (Bu ilişkiye en güzel örnek Kürtlerdir.) Ortaklaşma hâlinde işçinin kendi hayatını özgül bedenine ve iradesine indirgemesi imkânsızlaşır. Başka milletlerle ve ülkelerle ortaklaşan ülkenin kendi tarihini ve geleceğini özgül varlığına kapatması artık zordur. Köylüler gibi alt sınıfsal katmanlarla ortaklaşan işçi sınıfının faaliyetini iktisadî olanla sınırlaması geçersizleşir.

Komünist hareketin tam da bu geçiş hududunda olması gerekir. Bu sebeple, sınırların silinmesine kilitlenmiş teori ve pratik, komünistlerin varlık imkânlarını sıfırlar. Sınır boylarında yaşayan göçebe kavimler gibi hareket edecek bir komünist hareketin, sınıfın ülkeyi, ülkenin bedeni, bedenin sınıfı çelen yönlerini görüp aşması kolaylaşır. Komünist hareket, tek boyutlu düşünme sakatlığından kurtulur. Sapla samanı karıştırmaz. Sınıfçı olduğundan, ülke ve bedenle ilişkili düşünceleri efendilerden almaktan vazgeçer. Gerçeğin diliyle konuşmayı ve buna uygun işler yapmayı öğrenir. Disiplinini işçiden, ahlâkını milletten ve iradesini mazlum/proleter kolektiflerden edinmeyi bilir. Bunların ortaklaşmasında kendisini tarif edip, işçiyi, milleti ve kolektifleri dönüştürür.

Marksizmin proletarya vurgusu, tek başına meta üretimi ve ilerleme bağlamında ele alınamaz: Engels proleteri, rekabeti, özel mülkiyeti ve tüm sınıf farklılıklarını ilga eden unsur olarak tarif eder ve aynı broşürde proleterin 19. yüzyılın çalışan sınıfı olduğunu vurgular (Komünizmin İlkeleri). Bu tarif ve vurgu uyarınca dönemsel olarak “proleter” değişkenlik arz edebilir. Örneğin bugün tabi oldukları sömürü ve zulüm uyarınca Müslüman Arap halklar proleterdir.

Bugün soldaki en ciddî hastalık, teorisisizmdir. Dünya’yı anlamak ve dönüştürmek edimini (11. Tez) teoriye kapatan sol, teori içi ayrışmaları ve birleşmeleri fark etmediğinden, Türkeş’in “mermer”i gibi yekpare bir teorik coğrafya belirleyip huzurlu fildişi kuleler inşa etmektedir. Sınıf mermerinden yapılan kuleye, ülkeye ve bedene dair hiçbir şey girmez vb. Fildişi kulelerinde huzurlu bir hayat yaşayıp ahkâm kesen teorisistler, ayrışma ve birleşmenin sonucunda bir gereklilik olarak gündeme gelen hiyerarşiyi de redde tabi tutacaklardır. Her şeyin kendisi ile başladığını ya da başlayacağını zanneden bu insanlar, disiplinden, ahlâktan ve terbiyeden de mahrum hâle gelecek, malûmat çorbasını herkese içirmek için çabalayacaklardır.

Hiyerarşik konum açısından din, sanat, felsefe, bilim ve politika, zamanla kendi içinde bölünebilir. Alt/üst ayrımı ile ifade edilebilecek bu bölünmeye karşı hiyerarşiyi reddedenler iki türlü tepki geliştirirler. Kendi teorilerine ve pratiklerine alan açmak için bu hiyerarşiyi reddettiklerinden: (1) alt ve üst arasında tercih yaparak onun devamı olduklarını düşünebilirler; (2) sıfatsız, niceliksiz bir alan oluşturmak için kavga edebilirler. Birinci seçenek durumsal/dönemseldir, ikincisi ise sürece aittir. Yani, belli bir durumda ya da dönemde, yüksek siyaset de denilen üst politika önemsenebilir; halk İslâm’ı özelinde alt din öne çıkartılabilir. Burada hangisi ile otantik, organik ilişki kurulacağı, ancak gerilimin, çelişkinin ve çatışmanın içinde olmakla görülebilir. İmkânlar ve fırsatlar, birincisinden üçüncüsüne doğru daralır. Bir savaşın ortasında ise artık tek bir (zorunlu) seçenek vardır.

Alt, üst gibi sıfatları reddedenler, altüst oluşları anlamayacaklar, ayakların baş olmak istediğini göremeyeceklerdir. “Ya ayaktan baş olmaz” diyecek ya da ayakları ve başları kesik bir gövde ile düşünmeyi öğreneceklerdir. Örneğin “mazlum” sıfatını isim yapmakla övünenler, mazlumları sadece gövde gibi görüp onu kullanmak isteyen başların sahipleridir ki, bu başlar kendine özgürdür!

Benzer bir durum, “proleter” sıfatının da başına gelir. O da gövdeden ayrılır ve onun adına konuşan başların kendi çıkarları, özgürlükleri için kullanılan bir gövdeye dönüşür. Bu açıdan proleterler ile proletaryanın arasındaki fark, ayak/baş ayrımıyla değil, bedenin kendisiyle (ve onu fiiliyatta işleyen ellerle) görülebilmelidir. Kimi komünist özneler bu ayrımı kabul etmekte, ikisinin örtüşmediğini görerek proleterlere seslenmekte, ama bu seslenişi, gövdeye sinyal gönderen beyin gibi kullanmaktadırlar. Oysa arada bir fark varsa orada gerilim vardır demektir ve bu noktada aslolan, gerilimden öğrenerek onun “yap” dediğini yapmaktır. Aksi takdirde, akılsız başın cezasını ayaklar çekecektir!

Ortada Olmak (Ilıklık)

“Bu mücadele, sadece her iki tarafın aralarındaki fark dâhilinde sahip oldukları ayrımsızlıkla değil, ayrıca birlik içinde birbirlerine bağlanıyor olmalarıyla tanımlanır. Ben sadece savaşa kilitlenen bir savaşçı değil, mücadelenin bizatihi kendisiyim. Ben hem ateşim, hem de su...”

Hegel’in bu sözünde ifade edilen savaşçılığı gerçekte ifa edebilmek için ikinci önermeden kurtulmak zorunludur. Savaşçı, mücadelenin bizatihi varlığı ile özdeşlik kurmaz: ya ateş ya da su olarak hareket eder. Savaşa kilitlenen kişi, kendisini kilitlememelidir.

Hem ateş, hem su olmak: işte bu orta sınıf solculuğunun genel karakteridir. Bu solculuk, mücadelenin içinde pişmek değil, mücadelenin bizatihi kendisi olmak arzusuyla gerçeğe bakar. Ayrımları ve farkları gören olarak mücadelenin gerçeğine hüküm koyduğunu zanneder. Bu idealist refleksle teori katına çıkarttığı ayrım ve fark bilinci diğer bilinç hâlleriyle arasındaki ayrımlarını yitirir, onlardan farksız bir hâl alır.

Mücadelenin özgürleşmesi, onun üzerinde yükseldiği gerilim, çelişki ve çatışmaların üzerini örten öznellik hâllerinden kurtulmayı mecbur kılar. Orta sınıf solculuğunun gerilim, çelişki ve çatışmalardan kurtulma gayretinin sebebi, mücadelenin iptali arzusudur. Proletarya ve burjuvazi arasındaki mücadelenin ortasında olmanın meşrulaşıp aklîleşmesi için aradakilerin mücadeleyi kendi öznel varoluşlarında somutlamaları gerekir. Alt ya da üst sınıfa geçme gerilimi, insanî özneleri sınıf dışı, sınıf üstü kimlik/kültür tanımlamaya iter. Sınıfsal gerilim, çelişki ve çatışmaların dışına atılan mücadele popüler kimliğin ve kültürün malzemesi olur. Tersten, bu kimlik ve kültür verili gerçekteki ayrışmaları ve birleşmeleri maskeler:

“Hegel’de üç unsur vardır: Spinoza’nın Töz’ü, Fichte'nin Özbilinci ve bunların zorunlu sonucu olarak kendisinin tesis ettiği bu ikilinin uzlaşmaz birliği, yani Mutlak Ruh. İlk unsur, doğadan ayrışmış olan insanı metafiziksel açıdan maskeler; ikincisi, doğadan ayrışmış olan ruhu metafiziksel açıdan maskeler; üçüncüsü, her ikisinin, yani gerçek insan ile gerçek insan türünün birliğini metafiziksel açıdan maskeler.” [Karl Marx, Alman İdeolojisi: “Aziz Max”]

Orta sınıflar, sahip oldukları kimlik ve kültüre ait sorunlarla birlikte, kendi özne-nesne ilişki tarzlarını teori-pratik ve tarih-toplum ilişkisine de dayatırlar. Sınıf dışı ya da üstü olan pratikleri sınıfsallıklarının sancılarını örtbas etmek için kullanılan birer yöntemdir. Bu yöntemi (reçeteyi) işçi sınıfına ve burjuvaziye önerirken, alttan alta kendi sınıfsal varlıklarının iktidarı için alan açmaya çalışırlar.

Hegel’in “tez/anti-tez/sentez”i, özne-nesnenin birliğinin eyleyenin varlığı ile tanımlanmasını ifade eder. Bu tanıma meyyal olan orta sınıf solcuları, işine geldiği yerde ayrışmasız birlik, işine geldiği yerde ortaklaşmasız ayrım derdine düşerler. Özne-nesne, teori-pratik ve tarih-toplum meselelerine mutlak birlikçi ya da mutlak ayrımcı olarak yaklaşırlar. Buradaki hata, öznelcilikten kaynaklanır. Mücadele, onsuz başlamaz ve bitmez, birlik ve ayrım onsuz gerçekleşemez. Bu yaklaşımın sınırlar yerine merkeze yakın ev tutması kaçınılmazdır.

Hem ateş, hem su olduğunu düşünen Hegel, ruhanî bir “ateş” olarak sönmemek, maddî bir “su” olarak buharlaşmamak istiyordur. Sönmek ve buharlaşmak istemeyen Prusya Devleti’nin onu hizmetine alması doğaldır. Sosyalizmle birlikte sönmeye, buharlaşmaya başlayacak devlete işaret eden Marx, bu fikre Hegel’den kopmakla ulaşabilmiştir. Gerilimlere, çelişkilere ve çatışmalara bilmekle[2] hükmettiklerini zannedenler bu üç unsura ait olamazlar ve paraya, devlete ve iktidara hizmet için görevlendirilirler. Bilgiyle değil de eylemle yaklaşıp bu üç unsuru gene mülkiyetçi bir yerden ele alanlar da meta, millet ve iradeye teslim olurlar. Bilen de eyleyen de kendi öznelliğini gerilimlerin, çelişkilerin ve çatışmaların merkezine yerleştirerek orada taht kurar, tarihi ve toplumu oradan anlar. Tarihe ve topluma koşulsuz teslim olamadığından, gerilimleri, çelişkileri ve çatışmaları öznelci anlayarak, ya sınıfını kurtarmaya ya da sınırları silmeye çalışır. Özne eleştirisi, nesne tapıncı ya da öznenin reddi demek değildir.

Merkezci düşünme tarzı, çok boyutluluğu ve çoklu düşünüp eylemeyi engellemektedir. Örneğin, kapitalizm öncesi üretim tarzlarının bugündeki artıklarını ve uzantılarını fetişleştirmeden, komünizmi onların varlığında tanımlama yanlışından uzakta durarak, bu dinamikleri geleceğe dönük imkânlar biçiminde değerlendirmek mümkündür. Düz mantıkla, kapitalizme rağmen bugüne gelen tarihsel-toplumsal ilişki biçimlerinin, hiç önemi yoksa bile, geleceğin komünizmi için onlardan öğrenecek çok şey vardır. Kapitalizmin defterini teoride dürenler, ona karşı varlığını koruyan geçmiş unsurları da küçümseme derdindedirler. İlk fırsatta geçmişe savaş açan burjuvazinin ordusuna yazılmak isteyen bu insanlar, gelecek adına geçmişin bugüne yönelik kavgasından hiçbir şey öğrenmezler.

Burjuvazi ve tekellerle kavgaya tutuşmuş geçmişe ait her unsur, kavganın ateşinde tüm pisliklerinden arınır ve ortaklaşıp proleterleşmek suretiyle komünizm için ciddî araçlar ve aklî/duygusal bir zemin üretirler. Gerçeğe işe yararlılık üzerinden bakan istismarcı yaklaşımların da bu kavgalardan öğrenecekleri bir şey yoktur.

Orta sınıflar, kendi zaman ve mekân algılarına uygun bir sol üretmektedir. Arada oluşunu geçmiş ve gelecek arasında oluşla ilişkilendirmekte ve bugünü ipotek altına almaktadır. Anı yaşamak, sadece ona ait bir meziyettir. Anın sonsuz gerçeğini kuşatan bir ideolojiye dönüştürdüğü Fransız Devrimi’nin “eşitlik-özgürlük-kardeşlik” solculuğunu hiçbir bozulmaya uğramasına izin vermeden bugüne dayatmakta, bugüne ait gerçeklerin sözkonusu üçlü sloganı parçalayıp dönüştürmesine engel olmaktadır. Her türlü ayrışma ve parçalanma bu bütünlüklü sol ideolojiye halel getireceğinden, sınıfların, ülkelerin ve bedenlerin pratiklerini dondurmaya çalışmaktadır. Sonuçta, eşitlik sınıfların, ülkelerin ve bedenlerin hareketsizleştirilmesi; özgürlük bu unsurların birbirinden bağımsızlaşması; kardeşlik tekilleşmesi uğruna istismar edilir. Oysa hareket hâlinde, birbirine bağımlı ve bütünleşen sınıf, ülke ve bedenler ortaklaşma imkânları yaratacaklardır.

Orta sınıf solculuğu için solun merkezinde Avrupa durur; solun ortası Avrupa ise, ortanın solu, duruma ve döneme göre değişse de, Sovyetler, Çin, Arnavutluk ve Küba; sağı ABD’dir. Türkiyelileşen ortanın solu ile solun ortası niteliksel ve niceliksel açıdan farklılık arz eder. Ölçek ülke sınırlarına çekildiğinden, merkez farklılaşır.

“Ortanın Solu” meselesi, Türkiye’nin gündemine altmışlı yıllarda gelir. DP/AP’nin Sovyetler’le ilişki kurmasını mas etmek için ortaya atılan bu politika, CHP’nin merkez kurucu parti olarak bugüne gelmesini sağlamıştır. Avrupa’yı solun ortası olarak görenler, bu yaklaşımı ortanın sağı, yani ABD’nin işi olarak görmüşlerdir. Dünya genelinde ortanın solu (SSCB, Çin, Arnavutluk ve Küba) ile ortanın sağı ABD arasındaki kavgadan iki Amerikan darbesi çıkmıştır.

CHP, ortanın solu ifadesiyle orta sınıflara, bürokrasiye, orduya ve memur/esnaf kesimine yeşil ışık yakmış, onların toplaştığı merkez olmak istemiştir. Sosyalist ya da marksist solun ise buna yönelik tepkisi solun ortası olmak istemidir. Oysa solun ortası, Dünya genelinde Avrupa, ülke özelinde kemâlizmdir. CHP’nin “ortanın solu”yla kastı, Sol Kemâlizm’dir. Solun ortasına oynayan sosyalizm hem Avrupaîleşmiş, hem kemâlistleşmiştir. Solun içinde görülen kemâlizmin ve diğer alt versiyonların ortasında olmakla CHP’nin değil, kendisinin merkez olacağını düşünen sosyalist sol, kemâlizm ve CHP karşıtı dinî, millî ve sınıfî tepki biçimlerini örgütleyememiştir.

Sözkonusu merkezciliğe göre pozisyon alan üç önemli sima, yakından uzağa: Doğan Avcıoğlu, Mihri Belli ve Hikmet Kıvılcımlı’dır. Bu üç şahsın temsiliyetleri Deniz, Mahir ve İbrahim şahsında parçalanmış ama Deniz’ciler, Mahir’ciler ve İbo’cular, bu parçalanmayı kendilerinde toparlamak adına, yeniden merkezciliğe meyil ederek, kendi mezhep ve meşrepleri uyarınca, Avcıoğlu/Belli/Kıvılcımlı’yla hazırladıkları bir karışımı farklı yollardan güncelleştirmeye çalışmışlardır. Yeni oluşan solun ortasına yerleşmek isteyen bu üç simayı merkezsizleştiren yetmiş solculuğu, onlarla harmanladığı siyasetini Dünya’daki ortanın soluna göre belirlemiş, ya Sovyetçi, ya Çin’ci ya Arnavut’çu ya da Küba’cı olmuştur. (Yanlış anlamaya mahal vermemek adına, “ortanın solu” ve “solun ortası” ayrımlarının orta sınıflara ait olduğu vurgulanmalıdır. Meseleyi bu şekilde anlamayan proleter devrimci bir hattın var olduğu, belli kesintilere rağmen, bugüne dek geldiği söylenmelidir. Yazının üzerinde yükseldiği güven zemini bu hatla ilişkilidir.)

Bugünkü solun hikâyesini hâlâ bu ayrımlar ve birlikler belirlemekte, hâlâ CHP ve onun türevi Demokrat Parti geleneği ile uğraşılmaktadır. MHP ve MSP gibi odaklara kayan halk kütlelerine yabancılaşarak, bu partilerin merkeze oturma eğilimi çaresizlikle izlenmektedir.

Ortanın Solu ile kurduğu ilişkiye ait bu açıklama bir analoji olarak kullanılacak olursa, marksist/sosyalist sol, Ortadoğu meselesine de benzer biçimde yaklaşmaktadır. “Ortanın doğusu”na karşı “doğunun ortası” çıkartılmaktadır. Burada ortanın solunda ifade edilen kemâlizmse, ortanın doğusunda tespit edilen “orta”, Türkiye’dir. PKK ve savaşla birlikte artık orta, Ankara-İstanbul hattıdır. (Merkez Bankası’nın İstanbul’a taşınmasını öneren hükümetle birlikte bu hattın kendisinde de çatlak oluştuğu görülmektedir.)

Bugün biri Türkiye’ci, diğeri Dünya’cı iki eğilim mevcuttur. Türkiye’ciler, merkeze yerleştirdikleri ülkeyi tüm dış etkenlerden korumaya çalışmaktadırlar. Onların Ortadoğu’yla ilişkileri, orada akan kan ve yanan barutun ülkeye bulaşmaması içindir. Bunu yaparak hangi sınıfa hizmet ettiklerini gizlemektedirler. Dünya’cılar ise, merkezdeki Türkiye’yi emperyalist projelere eklemlemek niyetindedirler. Bölgede tekellerin yürüttüğü siyasetin merkez üssü olarak ülkeyi önermek için içerisinin istikrarlı ve homojen olmasına gayret etmektedirler.

Her iki eğilim, bu konuda suç ortaklığı yapmaktadır. Aralarındaki fark, nicelik meselesidir: birinci eğilim, kendi konumuna göre, ülkeyi pahalıya, ikincisi ucuza satma niyetindedir. Her iki eğilime karşı verilecek mücadelenin ortaklaşması proleterleşen Ortadoğu halklarıyla ve milletleriyle buluşulmasını sağlayacak, bu sayede emperyalistlerin ülkeyi üs olarak kullanma arzuları kursaklarında kalacaktır. “Her musibette bir hayır vardır” diyerek meselelere yaklaşmak zorunda olan komünistlerin Türkiye ve Dünya gibi merkezci yaklaşımlardan uzak durması, bölgedeki ortaklaşmanın ve proleterleşmenin imkânlarını anlayıp ona uygun bir faaliyet içine girmesini sağlayacaktır.

Türkiye’cilerin bölge halkları ve milletleriyle ortaklaşma niyetleri zaten yoktur. Ortaklaşma niyeti olmayanın proleterleşme istidadı da olamaz. Bu unsurlar arasında ortakçı ve işçici kesimler mevcuttur, ama bunlar da işine geldiği yerde ortaklaşma, işine geldiği yerde proleterleşme edebiyatı yapmaktadır. Bu hâliyle, işçicilerin ve ortakçıların henüz olmamışlarsa bile Türkiye’ci ve Dünya’cı olmaları ân meselesidir. Efendilerle kuracakları ortaklık kanallarını kesme niyeti olmayan bu kesimlerin “yaşlı olmasaydım cepheye giderdim” diyen Plehanov’lar üretmemesi, İran’a ya da Doğu’ya elde silâh koşmaması için herhangi bir sigorta mevcut değildir.

Ünlü futbolcu Pele, “futbol basit bir oyundur, onu karmaşıklaştıran, teknik direktörler.” demektedir. Gene Cruyff ise, “futbol basit bir oyundur, zor olan bu basitlikte oynamaktır.” diye eklemektedir. Proleter bir spor olan futbolla ilgili bu alıntılar uyarınca, komünistlerin orta sınıfa mensup teknik direktörlerden kurtulup basit, ortada olana bakmaları gerekmektedir. Che’nin yaptığı “karışık bilinç, basit hayat” tespitinden hareketle, hayatın sadeliği ile bilinçler basitleştirilmeli, bu sayede hayat basitleştirilmelidir. Amerikalı marksist yazar Harry Magdoff’un ifadesiyle, komünistler “öyle basit yaşamalıdırlar ki herkes bu hayatı yaşabilsin.”

“Senin işlerini bilirim, ne soğuksun ne de sıcak: keşke ya soğuk ya da sıcak olaydın. Böylece ne soğuk ne de sıcak, ılık olduğun için seni ağzımdan kusacağım.”[3]

Onu ancak “ben size barış değil, kılıç getirmeye geldim”[4] diyen kusabilirdi. Kılıca muhtaç olan komünist hareketin ılık orta sınıf solculuğunu kendi ağzından kusmadan Ortadoğu’da var olması mümkün değildir.

Eren Balkır
16 Şubat 2009

Dipnotlar:
[1] Marx, teorik anlamda inşa süreci için Eski Grek tarihinden bir alıntı yapar: denizden gelen düşmanın saldırılarını göğüsleyemeyen Grek polis (şehir) devleti, hatanın şehri karadan kurmak olduğunu fark edip, onu denizden kurmaya karar verir. Böylece devlet, “deniz içre balık” olduğu için göremediği karadaki çatlakları denizden bakarak görmüş ve kendisini daha sağlam biçimde tesis edebilmiştir. Doğu’daki savaşın yirmi yılın ardından bıraktığı tehlikeli miras budur. Solun bir bölümü savaş karşıtlığı ve PKK düşmanlığı ile bu kuruluş (restorasyon) sürecine ortak olmak istemiştir. Oysa sınıfsallık ve sınıf devrimci bir irade hâline gelip kendi coğrafyasını sürece dayatabilseydi, bu yeniden inşa süreci sekteye uğrayacaktı.

[2] İbranicede ve Eski Grekçede “bilmek”, “cinsel ilişkide bulunmak” anlamında kullanılıyor: “Ve Âdem karısı Havva’yı bildi; ve gebe kalıp Kain’i doğurdu; ve Rab’bin yardımıyla bir adam kazandım, dedi” [Kitab-ı Mukaddes, Tekvin, 4. Bap]. Sonradan Kabil çiftçi, Habil çoban oluyor. Kabil Habil’i öldürüyor. Dinî kaynaklara göre insanlar arası çatışmanın ilk sebebi, toprak ve kimin onu bilip ona sahip olacağı meselesidir. Bilmenin, yani cinsel ilişkinin mülkiyetçi bir yönü olabildiği gibi, aidiyetçi bir tarafı da vardır. Âşık ile maşuk birbirlerine aittirler ve her ikisi aşka tâbidirler.

[3] İncil, Yuhanna’nın Vahyi, 3. Bap.

[4] İncil, Matta 10:35.