Pages

12 Ocak 2009

Sol İçi Komünist Devrimcilik İçin Gerekçeler


Akıl insanın içindeki peygamber, peygamber insanın dışındaki akıldır.

[İmam Cafer el-Sadık]


Genel olarak sol; hukuk, özgürlük, saygı ve kabul üzerinden ilerler. İlerlemecidir. Kendi varlığını bu kavramlar üzerinden kurar. Özgürlükçü olması, onun eşitlikçi talepleri dillendirmesini beraberinde getirmektedir. Ancak buradaki eşitlikçi söylemler, özgürlüğün verili nesnel sınırlarına tâbidirler. Bütün nesnelerin düzlendiği bir gerçekte özgürlükçüler, kendi özlerini öne çıkartma imkânını daha rahat bulabileceklerdir.
Sol, nesnelerle eşitlenmek için kendi özgürlüğünü diğer insanların karşısına çıkartanların ortak vatanıdır. Bu anlamda sol, nesnelerle eşitlenme meselesini özgürlük dolayımıyla insanlara kabul ettirmek isteyenlere gerekli silâhları veren bir mühimmat deposudur. Bu noktada sol, kendi çeperi içinde topladığı insanlara diğer insanları nesneleştirmeye ilişkin teorik zemini verir.
“Tüm kadınlar aynı” sözünü eden bir kişi, kadını nesneleştirmek için eşitlemektedir. Özgül olanın kendisine verdiği ya da verebileceği zararı en aza indirmek için onu bir tümellik içinde eritir. Tekil bir kadınla yaşadıklarının sonucunda oluşan acıyı hafifletmek için tekil kadın bütünlenip kapatılarak geçmişe hapsedilir. O, artık bugünde değil, geçmiştedir ve ancak nostaljiyle hayat bulur.
Sağ ise öznelerle özgürleşmek için kendi eşitliğini diğer insanlara kabul ettirmek isteyenlerin ortak vatanıdır.
“Devrimi yapacak kadro sensin” diye “kandırılan” bir insan, özneleştirilmek için özgürleştirilmiştir. Bu sözü eden, nesnel olanın kendisine verdiği ya da verebileceği zararı en aza indirmek için insanı belli bir tekillik içinde biricikleştirir. Onu bağlamından kopartır. “İnsanlık” ve “toplum” gibi tümellerle yaşadığı acıyı hafifletmek için kadro olacak kişi bir ve bölünmez bir bütünlüğün içine hapsedilir. O artık bugünde değil, gelecektedir. Ancak ütopyalarla hayat bulur.
Sol nesne, sağ özne olmak isteyenlerin zeminidir.
Geçmişe hapsedilmek istenen nesneleştirilir, geleceğe hapsedilmek istenen özneleştirilir.
Eşitleyenler kendi biricikliklerini, özgüllüklerini ve nesnel özgürlük hâllerini; özgürleştirenler, kendi nesnelliklerini, genel oluşla kurdukları aidiyet ilişkilerini ve öznel eşitliklerini düşünüyorlardır. Kimse babasının hayrına bir iş yapmaz!
Bu söylenenler siyasetin diline çevrildiğinde şu tespit yapılabilir: sol içinde kalıp, “nesnenin öznelliği” meselesini tartışanlar sağcılaşma eğilimindedirler. Sağ içinde kalıp “öznenin nesnelliği”ni tartışanlar ise solculaşmaktadırlar. Örneğin “işçi sınıfı” meselesinde sol siyaset, onu nesne ya da özne olarak okuma konusunda ikiye bölünmüştür. Nesne görenler, bu nesnelliğin özneliğini öne çıkartmak istediği noktada sağa; özne görenler, bu özneliğin nesnelliğini öne çıkartmak istediği noktada sola kapılanmışlardır. “Proletarya öncü politik güçtür” ve “proletarya ideolojik öncüdür”, iki ayrı söylem olarak, sol tarihi biçimlendirmiştir. Ama her iki kanalın ortaklaştığı düzlem, gene kendisini proletaryanın ve proleter olanın dışında tanımlayanların varoluş alanıdır. Örneğin TKP, somut proletere, bordrosunda işçi yazan adama; Dev-Yol, insanların proleter niteliğine bakmıştır. Ancak zamanla ne somut, ne de soyut proleter için bir şey yapılmıştır. Her iki kesimin kaymak tabakası ÖDP’yi var etmiştir.
İşçi üretim sürecine aittir ve onun disiplinine göre biçimlenir. Üretim hiyerarşiye sebep olur. Bu, mal üretiminin doğasının bir sonucudur. Ancak fiiliyatta üretimdeki doğal hiyerarşi ile hiyerarşik bir örgütlenme olan devlet ve hatta örgütün bizzat kendisine karşı gelişen zulüm edebiyatı, yani hiyerarşi karşıtlığı, işçilere de öğütlenir. Sömürülene mazlumların, Kürt ve Alevî gibi mazlumlara sömürülenin dili öğretilir. Fabrikadaki işçi özgürleştirilir, dağdaki Kürt Türk’le eşitlenir. Dünya genelinde ise bunun karşılığı Troçki ve Mao’dur. Troçki her mazlumu sömürü, Mao ise her sömürüleni zulüm süzgecinden geçirir. Sovyetlerin varlığı bu iki hattın arasındaki gerilimle birlikte son bulmuştur. Arada varsayılan “denge” bozulmuş, troçkistler ve maoistler ya soyut bir dünyacılığa ya da soyut bir yerelciliğe kendilerini bağlamışlardır.
Denge kurgusu öznelci bir kurgudur. O, öznenin gerçekle ilişkisinde bir tür huzur ve rahatlık alanı olarak resmedilir. Bu noktada gerçeklik ve özne dengededir, yani eşittir. Özne, maddenin seyrini madde olmama bilinci ile değiştirebileceğini, istediği zaman pat durumuna getirebileceğini zanneder. Bu zan düşüncenin bedene oynadığı bir oyun, bedenin maddeden uzaklaşmak için bir süre haz aldığı illüzyon (gözbağcılık) gösterisidir. Bu simbiyotik ilişkide düşünce ve beden aslolarak bu oyunu birbirlerine oynamaktadır. Böylesi bir oyuna, zanna, illüzyona, yani denge anlayışına tav olan yaklaşım sömürülene de, mazluma da aynı pencereden bakar.
Sömürülen düşüncesini, mazlum bedenini kesip atar. Sol, sömürülene mazlum, mazluma sömürülen muamelesi yaparak kendi dengesini sabitlemeye ve bu denge noktasını zamanda askıya almaya çalışmaktadır. Sömürülenin bedeniyle, mazlumun kafasıyla ortaya koyacağı mücadele her hâlükârda bu dengeyi bozacağından, terazinin kefelerinin dengelenmesi için hassas ölçümler yapılması zorunludur. Solun orta sınıf niteliği terazinin şirazesini kontrol eden bakkalın gözüne tâbidir. Bu bakkal sürümden kazandığı dönemde farklı bir tavır sergileyecek, stokçuluk yaptığında ise siyasî yaklaşımı farklı olacaktır.
Sovyetler’de zulüm görenler (örneğin Yahudiler) iktidara (devlete) taşınmış, sömürülenler ise demokrasinin ana direği yapılmışlardır. Bu yarılma ne ideolojik, ne de maddî saldırılara göğüs gerebilmiştir. Kafa bir başka yöne, beden bir başka yöne ayrışmıştır. Dengeci siyaset, proletaryanın kafası ile bedeninin çelik iradesi olduğunu düşünen Stalin dönemi kısmen kenarda tutulursa, Sovyet tarihine hükmetmiştir. Bu siyaset, düşmanların manevralarını da aynı mantık içinde anlamaya başlamış, onun güç kaynaklarının taklidini yaparak gerçeğe yenilmiştir.
Eşitlik-özgürlük, meta-para, ahlâk-hukuk, sağ-sol gibi ikilikler ancak fiilî, maddî ilişkiler içinde, bugünde kalarak anlaşılabilir. Verili maddî gerçekte, bugünün devrimciliğinde bu ikilikler mevcut değildir. Bu ikilikler verili durum, bugün, zamanda mutlaklaştırılmak ve sabitlenmek için askıya alınıp ihtiyaçlara binaen geçmişe ve geleceğe dönük atılan en ufak adımda açığa çıkar, kendini ele verir ve sanki sorunun bu ikiliklerin bir tarafına abanmak gerektiğine dair bir hissin ve düşüncenin oluşmasına sebep olur.
Birey, örgüt, her türlü “özne”, içinde bulunduğu, hatta bizzat kendi varlığı ile kurduğunu düşündüğü ânı (bugünü) dondurduğunda hareketin iki yönü olarak “geçmiş ve gelecek” önemli hâle gelecektir. Bu noktada eşitlikçilerin zorunlu tercihi geçmiş, özgürlükçülerinki ise gelecektir. Birinciler mutlak bir bütünlüğe biat edecekler; ikinciler göreceli, kendinden menkul, biricik olan bir parçaya kendilerini kapatacaklardır. Nâzım’ın dediği gibi “en tehlikeli hapishane yürekteki hücredir.” (F Tipleri bu yönüyle içeriye değil, dışarıya dönük bir saldırıdır. Sol tüm bileşenlerince küçük, parçalı, dağınık hücrelere sıkıştırılmak istenmiştir. Onun saldırıya topyekûn bir cevap üretememesi sebebiyle sonuç oldukça vahim olmuştur.)
Solun en genel hatası, yukarıda bahsi geçen ikiliklerin altında yaşanan somut gerilim, çelişki ve çatışmalara öznelci ve nesnelci yaklaşmasıdır. Ya öznelliği adına onları ya da onların nesnelliği adına kendi öznelliğini harcamaktadır. İkilikler arasında tercih yapacak kadar özgür ve sözkonusu ikilikler arasında tercih yapabildiğini düşündüğü güçlerle kendisini eşit zannettiği için böylesi bir yönelime zorunlu olarak girer. Onları koşullayan maddî gerçekliği anlamaz. İkiliklerin ancak kendi zihnî ve bedensel müdahalesiyle çözülebileceğini düşünür. Bu yanılsama, ikiliklerle kurulan ilişkinin sebep olduğu bir yanılsamadır.
Sol sözde materyalisttir, ancak maddenin bilincini madde olmanın bilinciyle kaynaştırmaz. Biyoloji yasalarını bilir, ama kendisinin biyolojiye tâbi olduğunu unutur. Fiziği bilir, ama fizik yasalarının üzerinde zanneder kendisini. Uçtuğunda ya da yüzdüğünde o yasalara kendisinin hükmettiğini düşünür. Oysa o hâlâ sözkonusu yasalara tâbidir.
Örneğin bir zaman SİP’in, şimdilerde ÖDP’nin “eşitlik-özgürlük” kurgusu baştan bir yalan üzerine kurgulanmıştır. İki olgu tarihsel olarak karşıttır, sahip olduğu nesnellik uyarınca bu karşıtlık ancak nesnellik tarafından çözümlenebilir. “Bu karşıtlığı ben çözdüm, onun yüzünden acı çekmek istemiyorsanız benim gibi olun, bana katılın” demek yalandır. Oysa söylenen budur. Bu, bir zamanların “Sivas’a deniz getireceğim” vaadi kadar boştur.
Eşitlik ve özgürlük vaatleri ayrı ayrı ya da bütün olarak tarafların sınıfsal politik sahiplerine hizmet eder. Özgür olmak isteyenler örgütlenirler, ama örgüt üretime geçtiği noktada hiyerarşize olacak ve özgürlüğün baki olduğunu zannedenler ayrışacaklardır. Aynı şey, eşitlikçi söylem ve pratik için de geçerlidir. Buradaki kritik halka eşitlikçi ve/ya özgürlükçü olmak değil, eşitleyici ve özgürleştirici olan nesnel pratiklerin içinde, onların kaynaştığı kavşakta olup iş yapabilmektir.
Üç dinin kimi önemli isimleri özgürlük meselesini tartışırken genel olarak şunu söylerler: “Nerede tanrı varsa orada özgürlük vardır” (Aziz Paul). Engels de “özgürlük zorunluluğun bilincidir” sözüyle bu alana ek yapar: Tanrı, nesnel zorunluluğun özbilincidir.
Sol, 1789’un kazanımlarının sonuna kadar götürülmesini önerenlerin meclisteki oturum konumuna göre aldığı isimdir. Sağ, devrimin kazanımlarını yeterli bulup onu verili yapının zarar görmeyeceği bir yerde tutmak isteyenlerdir. Bu anlamda sol için özne halk, nesne Fransa iken, sağ için özne Fransa, nesne halktır. Bir sağcıya göre Fransa olmazsa özgürlük olmaz. Bir solcuya göre “birey-insan” olmazsa eşitlik ve her türlü eşitlik düzlemi anlamsızlaşır. Biri için önsel olan, diğeri için sonsaldır.
Makine kıran işçiler, sonradan o makinelerin çok hayrını görmüş kişilerce vandallık, barbarlık statüsünde değerlendirilmişse de, onlar esasında özgürlükçüdürler ve nesnelerle kurdukları eşitlik ilişkisine tâbi olarak yaşamayı sürdürmek istemektedirler. Makinenin fabrikaya girişi iş sürecini parçalar, hiyerarşize eder, ast-üst ilişkisine dayalı olarak işçilerin sosyal ilişkilerini böler. Bu kimilerinin “özne” olmalarını, en azından başkalarınca “özne” olarak işaretlenmelerini beraberinde getirecektir.
Üretimin emek zemininde olanların, emekçilerin, tarih boyunca somutladıkları isyanlar, geleceğe dönük bir talep için değil, geçmişten isyan ânına dek gelen nesnelerle ilişki biçiminin sürmesi içindir. Anadolu halk isyanları da bu minvalde okunabilir. Büyük bölümünün sonlara doğru iktidarla uzlaşma yoluna gitmesi birçok solcu tarihçiyi şaşırtmaktadır. Oysa bir kopuşla sonuçlanmadığı ölçüde tüm isyanlar, aynı zamanda halk iradelerinin iktidarla yaptığı bir tür pazarlık kavgasıdır.
Bu yönüyle İdris Küçükömer’in tarih okuması “yerindedir”: “solun zemini sağcı, sağın zemini solcudur.” Ancak Küçükömer de ilerlemecilik hastalığından mustariptir. O hem Batılı kavram ve değerleri reddedermiş gibi görünmekte, hem de onların üzerinden teorik bina kurmaktadır. Onun devlet ve demokrasi karşıtlığında tarafı bellidir ve asla Marx ve Lenin gibi her ikisine mesafe alamaz. Onun ve her tür demokrasicinin misyonu, ilerlemek isteyen devletin demokrasi içinde alan tutma kavgasında ona yardımcı olmak, daha doğrusu, (batılı) devletin ajanlığını, taşeronluğunu yapmaktır. Son zamanlarında ülkedeki sivil toplumcu, II. Cumhuriyetçi eğilimlere hizmet etmesi tesadüf değildir. Küçükömer yerelleşme vurgusu yapar, ama bu vurgu, batının yerele ilişkin fikriyyatına yaslanır. Batı, örneğin Türkiye gibi bir yerelliği kapalı bir bütünlük olarak analiz edemez. O, batı için kendi egemen dünyasına tâbi olması gereken küçük bir parçadır. Küçükömer, İslamî ve Türkçü kesimler içinde liberalist bir hat çizmesi için sola akıl vermektedir. Bu akıl ise tümüyle batılıdır.
Küçükömer’deki hata, ast-üst gerilimini hafifletmek ve zararlarını en aza indirmek için yatay ilişkileri düzene sokma niyeti taşımasıdır. Ucuz bir devlet karşıtlığı, onu mikro-devletlû alanları vurgulamaya itmiştir. Liberallerin en genel derdi budur.
Sol, bugün dolaylı ya da dolaysız olarak, şu tespite kanidir: devlet Türk ve Müslüman’dır. Bu nedenle devleti yıkmak için Türk ve Müslüman olana saldırmak gerekir. Bu anlayış, devletin Türk ve Müslüman ol(a)madığını görmez. Bu imkânsızlık sebebiyle Türk ve Müslüman kitlelerin devletin sömürü ve zulme dayalı siyasetine maruz kaldığını anlamaz. Bunu anlamamakla söz konusu kitleleri devletin karşısında devrimci bir güç olarak örgütlemeye fırsat bulamaz. Sol, Yahudi-Mason grupların batıya göbekten bağlı ilişkiler ağıyla örülmüş bir devletin Türk ve Müslüman olamayacağını hiçbir zaman anlamamıştır.
Bugün Yalçın Küçük’ten başlayarak Türklük ve İslam’ın çetin coğrafyasına girip kalem oynatanlar da aynı yanlışa ortak olmaktadırlar. Küçükömer gibiler toplumsal olana ayağını basıp demokrasicilik yaparlarken, Küçük gibiler tarihsel olana ayağını basıp devletçilik yapmaktadırlar. Bu isimler de batılı demokrasinin devlet içi ajanlığını yapmaktadırlar. Her iki kesimin de Türk-Müslüman kitlelere samimi ve gerçek gelmemesi komünist devrimciler için bir ölçü olmalıdır.
Küçükömer ve Küçük, ast-üst ilişkisini bir anlamda baki kılmak adına aralarındaki gerilimi hafifletmenin ve zararlı sonuçlarını azaltmanın yollarını arar. Birinin “ileri” dediğine diğeri “geri” der. Oysa alta ve üste doğru yaşanan çift başlı harekete, altla üst arasındaki gerilimin sebep olduğu bir başka hareket eşlik eder. İleri-geri ya da sol-sağ olarak isimlendirilen bu hareketin mensupları belli durum ve dönemlerde ana ve babalarını unuturlar. Altüst arasındaki gerilimin somut sonucu olduklarını akıllarından çıkartıp, sanki tüm meselelerin sağ ile sol arasında yapılacak akıllı bir tercihe baktığını söylerler. Bu anlamda alt-üst arasındaki gerilim, çelişki ve çatışmaların en iyi okunacağı alan orta sınıflardır. Orta sınıflar, en iyi alt-üstlerin yaşandığı momentlerde tanınırlar.
Belli durum ve dönemlerde sınıfsal, zorunlu “tercih”leri uyarınca orta sınıflar, üstteki burjuvazinin aklı/proletaryanın gövdesi, kimi zaman da proletaryanın aklı/burjuvazinin gövdesi oluverirler. Gerilim, çelişki ve çatışmanın yakıcı sonuçlarından kaçınmanın en iyi yolu, kafa ve bedeni ayrı kozmoslara bölmektir.
İslamî anlamda zekât, servetin ve paranın yoğunlaşması sonucu onun akışını rahatlatmak için farz kılınan bir yöntemdir. Bu açıdan zekât kan vermek gibidir.
Alt-üst arasındaki gerilimin çelişki ve çatışma aşamalarında elbette ki belli miktar kan ve ter dökülecektir. Bunun hesabını yapanlar, aklını ya da bedenini bir meta ya da sermaye olarak görenlerdir. Bu noktada hiç de hoşlanmadan yaptığı şu tespitinde Küçük haklıdır: “yankesicilik, gasp gibi olaylar fakirlerin kendi zekâtını almasıdır.”
İleri-geri, sağ-sol ayrımlarını öznel müdahaleye ve öznel pratiğe tâbi kılan küçük burjuvazi, yaptığı bu lafzî ayrımla, kendi bedeni zarar gördüğünde aklını, aklı zarar gördüğünde bedenini muhafaza etmenin imkânını bulur. Küçük burjuvazinin mantığı “hem o, hem o”dur. Bir ayağı minderin içinde, diğeri dışarıdadır. Bedeni zarar gördüğünde aklını kullanıp doktora, aklı zarar gördüğünde ise bedenini kullanıp psikiyatriste gidecek, bu meziyetini de “kutsal yaşam” adına meşrulaştıracaktır. Küçük burjuva, ancak teorik bir işlemle yapılabilen madde-ruh ayrımını pratik maddî ilişkilerde de uygulamakta mahirdir.
Orta sınıfların bugünkü siyasal dağılımı bu anlamda iki başlıklıdır: burjuvazinin aklı, proletaryanın bedeni olanlar İP, SİP gibi adlar; proletaryanın aklı burjuvazinin bedeni olanlar ise özellikle radikal devrimci ekipler altında toplanmıştır.
İlk yönelim eşitlikçilik, ikincisi özgürlükçülük yalanı arkasına saklanır. Birinciler maddeden ayırdıkları parçalanmış ruhlarını bütünlüklü maddeye, ikinciler parçalanmış maddîliklerini bütünlüklü ruha tâbi kılmak niyetindedirler. Orta sınıf siyaseti bu yönüyle orta yolu bulmaya muhtaç olanlara hizmet eder. Eşitlikçiliğin “özne”leştirdikleri, özgürlükçülerin nesneleşen kesimleri ile uzlaştırılır.
Ara bir not olarak şu söylenebilir: bugünün marksist devrimci siyaseti orta sınıf siyasetine ve onun hükmü altındaki sola dönük düşmanlıkla var olabilir. Düşman edebiyatı yaparak değil, belli bir kavganın, mücadelenin ve savaşın ortak bilinç ve eyleminde hareket edilmelidir. Devrimci dönüştürücülük geleceğin saflaşmalarına katkı sunacaktır. Bu anlamda sağ-sol ayrımına bağlı kalmaksızın, orta sınıf siyasetin eşitlikçilik bayrağı altında “özne”leştirdiklerine karşı nesneleştirdiklerini, özgürlükçülük bayrağı altında nesneleştirdiklerine karşı özneleştirdiklerini kolektivize eden bir teorik ve politik faaliyet içine girilmelidir. Burada oluşacak diyalektik birlik, sol içindeki “devrim”in adı, daha doğrusu, gelecekte yaşanacak maddî politik devrimin sol içinde bugündeki izi olacaktır.
Alt ile üst arasındaki sıkışmanın sancılarını, zararlarını azaltmak için özellikle orta sınıflar sağa sola kaçışmaktadırlar. Tersten şu söylenebilir: orta sınıfların maddî oluşum koşulu, bu gerilimin tampon bölgesi olmaktır. Bu anlamda sol içi komünist devrimci mücadele, orta sınıflara elde kılıç savaşmanın adıdır. Çünkü sol, en azından bugün itibariyle, orta sınıfların önemli bölümünün ortak ideolojik kozası olmuştur. Maddenin diyalektiği gereği solla savaşan sağla da savaşmalıdır. Sol içinde bir yaşam alanı bulup işi gücü sağla savaşmak olan kesimlerin bir arpa boyu yol alamamalarının nedeni, kendilerini de mücadelenin hedefi hâline getirememeleridir. (Tersten ve dışarıdan, belki de tam da terste ve dışarıda olması sebebiyle, bunu başarmış en güzel örnek PKK’dir.)
Sol içi tartışmalar genelde TV’de yayınlanan boya reklâmında görüldüğü üzere biçimlenmektedir. Boya piyasası içinde olabilmek için söylenmektedir o sözler. “En iyi kırmızı bende” ya da “tüm renklerin en canlısını ben ürettim”den başka söylenen bir şey yoktur. Boş koltuklar aranıp bulunmakta, yoksa imal edilmektedir. Oysa bu sözler, renk körü olmuş ya da açlık ve zulümden renklerle uğraşacak zamanı olmayanlara hiçbir şey ifade etmemektedir. Hele evi olmayanlara hiç!
Piyasadaki üç aylık dergi reyonları benzer tartışmalarla yüklüdür. Hepsi de Sovyetler, Çin, Tiran ya da Havana gibi güvendikleri dağlara kar yağdığı için “ah vah” ediyorlar. Bu “ah vah”ın sonucunda bir tür hiddet ve teslimiyetle belli alanlara yöneliyorlar. Tartışmaları pazarlığın bir aracı kılanlar gereken yerlere vuramıyorlar.
Y. Küçük’ün Caligula kitabındaki psikolojik çözümlemeleri paralel bir bağlam dâhilinde değerlendirilirse, bu dergi şeflerinin de birer “caligula” olduğu görülür. Küçük onu, başkalarının tarifiyle şu şekilde betimler: “küstah ve köle.” “Küstah”, Farsçada “ölçüsüz” demektir. Güvendikleri dağların ölçüsü kalmayınca şarampolden yuvarlanan bu isimler küstahlaşmış, yukarıya, arşa teorik anlamda çıkmanın bir bedeli olarak pratikte aşağının kimi güçlerinin kölesi olmuşlardır.
İki yüz yıl öncesinin ideolojik ve politik tahayyülleri açısından eşitlik ve özgürlük sloganları, mülkiyet ve rekabetle ilişkilidir. İlerlemeyi mülk sahipliğinin ve üretimin mi, yoksa rekabetin ve tüketimin mi sağlayacağı sorusuna verilen cevaba göre bu iki slogan öne çıkartılmıştır. Oysa ilerleme, bir maddî ilişkinin tahakküm iradesiyle ilgili bir meseledir. Mülkiyetçiler bu anlamda bedenen kurulan maddî ilişkilerin tahakkümüne, rekabetçiler fikren kurulan maddî ilişkilerin tahakkümüne hizmet ederler.
Ekonominin iki alanı olan üretim ve tüketim, bu ayrımda tarafların niyetlerine göre öne çıkartılır. Örneğin sınıf olgusunu üretime göre tasnif edenlere karşı seksenlerle birlikte onu tüketime göre tarif edenler çıkmıştır. Eşitlikçiler üretime, özgürlükçüler tüketime bakarlar. Bir ülkede üretim imkânları azalmışsa, üretimin zorunlu sonucu olan hiyerarşi ve işbölümünün de anlamsızlaşması sebebiyle, orada devletin fiilî varlık gerekçesi de silinir. Bu durumda tüketime, rekabete ve özgürlüğe düşkün olan, bu anlamda hiyerarşiye karşı tavır geliştiren kesimlerin esamisi daha fazla okunur hâle gelir. Tersi de geçerlidir.
Üretimin azalmasına koşut olarak tüketimdeki azalma rekabetçi eğilimlerin kuyruğunu daha fazla acıtır. Bu noktada rekabet için önsel olarak metaa ihtiyaç vardır, bu demektir ki özgürlükçüler, mülk sahiplerinin politik çığlığını atarlar. Ne için özgürlük isteniyorsa onun satılabilmesi için uygun zeminin oluşturulması talep ediliyordur. (Kadına, düşünceye özgürlük vb.)
Kafanın ya da bedenin rahat ve huzuru için maddeye tahakkümcü yaklaşmanın adı olan ilerlemecilik, eşitlik ve özgürlük şiarlarının ortak zeminidir. Her dönem ilerlemecilik geçmişin ilerlemiş, yani belli maddî ilişkilere tahakküm kurma noktasında kısmen başarılı olmuş güçlerin ortak tarihine eklemlenir ve onun diliyle konuşur. Aynı şekilde geleceğe “başarılı” ve güçlü bir kol çıkartmış toplumsal ilişkilerin hâkim öznelerinin dili de bu noktada kendini hissettirir. Bu bağlamda örneğin “eşitlikçilik” sloganı geçmişte üretim, mülkiyet ve ahlâk noktasında kendi dışını hükmü altına almış olan kimi güçlerin tecrübesini taklit ediyor demektir. Aynı durum özgürlükçülerin tüketim, rekabet, para ve hukukla kurdukları ilişki için de geçerlidir.
“Taklit” Arapçada “yular geçirmek” kök sözcüğünden türer ve bu anlamda başkasının tabiyetine girmek anlamını ihtiva eder. Sol içinde ideolojik, politik ve teorik anlamda boyna geçirilen yuların iki adı vardır: din ve bilim. Din ve bilim arasında batıda yaşandığı varsayılan özgürleşme ve eşitlenme mücadelesinin kimi sonuçları sol tarafından farklı biçimlerde içselleştirilmiştir. Teknik ve bilimin Hristiyanlık'tan özgürleşmesi sözkonusu ise tersi de doğrudur: din de yeryüzünün sorumluluklarından kurtulmuştur. Artık Eden Bahçesi’ni yeryüzünde kurmak isteyen ve dine ağır gelen gelenek dışarı atılabilir.
Din ve bilim arasındaki gerilim, felsefe ve politika düzleminde somut sonuçlar vermiştir. Solun teorik zemini bu açıdan felsefî politika ve politik felsefe arasında salınır. Bilimden bahseden de en fazla bilim felsefesi yapmaktadır.
Eşitlikçilerin ayakları dinde, özgürlükçülerinki ise bilimdedir. Bilimin dinden özgürleşmiş olduğuna dair hikâyeler bilimi özgürlüğün bayrağı yapar. Özgürlüğün teorik zemini bilim olunca teori hukukî diline kavuşmuş olur. Tüm bilgi nesneleri, aralarındaki sınır çizgilerinin mutlak kabul edilmesi suretiyle ayrıştırılır, her şeyin bir yeri vardır. İç hukuk anlamında ahlâk teori düzleminde, kafada, yerini bilimle sağlamlaştırır. Dış ahlâk anlamında hukuk (şeriat), pratik düzleminde, bedende ve bedensel ilişkilerde, yerini dinle pekiştirir. Özgürlükçü solun teoride, kafada, yani içte kurduğu ahlâkî düzlemin dışa yansıması, bedensel ilişkilere dönük karşılığını doğal olarak üretmek zorundadır. Bu anlamda özgürlükçüler, batının içte tuttuğunu dışta kurar, dışta kurduğunu içte tutarlar.
Sol, batı taklidiyle, batının hukukî, dış ahlâkî zeminde kurduğu bilimi ile iç dünyasını; batının ahlâkî, iç hukukî zeminde kurduğu dini ile dış dünyasını kurar. Solun her yönden Yahudi-Hristiyan cereyana maruz kalıp hastalanmasının sebepleri burada aranmalıdır. Sol, iç dünyasının kurgusunu batının dışta tuttukları ile dış dünya kurgusunu ise batının içte kurdukları ile oluşturur.
Sol, hâlâ Yahudî ve Mason olan bileşenlerinin bugün nasıl sağcılaşıp AB ve ABD’ye hizmet edebildiğini anlayamamakta, buna bağlı olarak, onların kendisine çaldığı renkten kurtulamamaktadır. Onlar hem solcu, hem sağcı olmuş, “bu ülkeye komünizm lâzımsa onu da biz getiririz.” demişlerdir.
Solun neredeyse tüm özneleri, batının yakın dönemde geliştirdiği doğuyla ilgili yirmi ilâ elli yıllık projelerinin bir yerlerinde olmak niyetindedirler. Gizli ya da açık bu niyetini batıya beyan etmektedirler. 14 ve 29 Nisan mitinglerindeki ortak çığlık, “batı, yanlış anlama, biz doğudaymış gibi görünsek de esasen batılıyız. Senin ajanlığını yapar, Truva atın oluruz.” şeklindedir. Laiklik ve demokratlık her şeye galebe çalmaktadır.
Marx’ın kapitalizmin insanî hata, sapma değil, doğal maddî bir zorunluluk olduğunu teorik anlamda ortaya koyma çabası devrim, sosyalizm ve komünizm ütopyalarının insanlardan bağımsız nesnel zorunluluklar olduğunu tespit etme çabasına eşlik eder. İki kanaldan birine burjuvazinin “insan” ve “birey” anlayışını bir biçimde sokan kişi, adımlarını marksizmin dışına atmış demektir. Bu tespit, ütopya ve nostaljilerle organik ilişki içinde olanların öznelliklerini paranteze alıp onların maddî ilişkilerinin anlaşılıp değerlendirilmesini engellemez.
Eşitlik ve özgürlük sözcüklerini sosyalizm için kullananlar, sosyalizmin kapitalizm öncesine ait bağlarını kesip atarlar. Çünkü onlar için sosyalizm, tarih zincirinin kapitalizm halkasını izler ve ondan ileridir. Buradaki ilerilik sıfatı, madde ve gerçekle kurulan ilişki tarzlarını verili mutlak kabul eder, onlara hiç dokunmaz, sadece bedenen ya da fikren onlara daha fazla ve daha iyi nasıl hâkim olunacağının hesabını yapar. Buradaki nicel (daha fazla) ve nitel (daha iyi) tanımlama, eski ve yeni hâkim sınıfların hesabına yapılıyordur. Bu nedenle, bir devrimcinin devrim sonrasına ilişkin kurgularına tâbi olması, esasında onun burjuvaziye dolaylı olarak hizmet ettiğini gösterir.
Eşitlikçi pratiklerin özgürleştirici, özgürlükçü pratiklerin eşitleyici yönleri mevcuttur. Bu yanıyla eşitlikçi olup özgürlükçüleri, özgürlükçü olup eşitlikçileri eleştirmenin bir anlamı yok. Kütlelerin maddeyle ve gerçekle kurdukları ilişkilerin geçmişten bugüne gelen hâllerini dönüştürmek anlamında eşitlikçilerin özgürleştirici, özgürlükçülerin eşitleyici yönlerine bakmak gerekir. Eşitlikçilerin fiilî eşitleyiciliği ile özgürlükçülerin fiilî özgürleştiricilikleri daima hâkim sınıflar ile yapıların hizmetindedir.
Sol öznelerin insanları tek tek ikna etme girişimleri akamete uğramaya mecburdur. Tek tek ikna edilen, esasında bireylerdeki eşitlikçi ve özgürlükçü niyetlerdir. Örneğin Türkiye’de sol, özgürlüğün ana başlığı, çatısı hâline gelmiştir. Alevî, Kürt, işçi, köylü ya da öğrenci olan bir kimse bu niteliklerinden kurtulmak için sola iltihak etmektedir. Yaşadığı sömürü ve zulmün ana nedeninin belli yapılar ve sınıflar değil, Alevî, Kürt, işçi, köylü ya da öğrenci olması olduğunu düşünür, buna bağlı olarak, söz konusu niteliklerin silindiği bir alan olan sol kendisine cazip gelmektedir. Orada başkalarıyla eşitlenmekte, bu tabiyet içinde özgürleşmektedir. Sol özne, belli bir durum ya da dönem dâhilinde ideolojik, teorik ve politik üretime geçtiği noktada hiyerarşi zorunlu olarak meydana geleceğinden, bu kişi başkalarıyla eşit olmadığını görecek, kendisine dayatılan yasaların ve zorunlulukların gölgesinde özgür olamayacağını fark edecek, bu nedenle örgütten ayrışacaktır. Bu yönüyle sol kendi bindiği dalı kesmekte, kendi kuyusunu kazmaktadır.
Tek tek bireyleri ikna etme siyaseti, II. Dünya Savaşı sonrasında Avrupa solcularının düştüğü bir gayya kuyusudur. Faşizmin peşinde sürüklenen kütlelerin kütlesel bilinç ve eylemlerinden korkan sol, bir daha faşizm yaşanmasın diye, birey eksenli faşizmi, yani liberalizmi içselleştirmiştir. Savaşta kitle eksenli liberalizm, yani faşizm yenilmiş, varlığını bir mağlubiyet psikolojisi içinde yeniden üretmiş, öte yandan, birey eksenli faşizm kendini üretecek yeni kanallar bulmuştur. Bu kanallara göre sol kendisini yeniden tarif etmiştir.
Avrupa sol akademyasındaki iki temel yönelim olan varoluşçuluk ile yapısalcılık marksizmi de bu açıdan ele almıştır. Birinciler “genç”, ikinciler “olgun Marx”ı öne çıkartmışlardır. Marx’ı ve marksizmi birey-toplum karşıtlığı temelinde bölen sol, bireyi toplumun karşısına çıkartmanın yanlış olduğunu, bireyin toplumsal bir varlık olarak görülmesi gerektiğini söyleyen Marx’ı rafa kaldırmıştır. İkna çabası tam da burada gündeme gelmiştir. Birey nesnellikle eşitlenmeye, oradan da özgürlük bilinciyle sorumluluk almaya çağrılmıştır. Yıkık ve yorgun Fransa halkı, bireyler nezdinde, yeni ve daha bütünlüklü bir ülkenin inşası sürecine örgütlenmiştir. Aralara serpiştirilen sol, sosyalist ve komünist söz ve pratikler ise burjuvazinin ekmeğine yağ sürmüştür.
Halkın kolektif olarak bilinçaltında ve bilincinde eskinin değerleri olduğu düşüncesiyle önce halk bireylere bölünmüş, yani bireyler halktan özgürleştirilmiş, ardından da o bireyler yeni halk kurgusuna örgütlenmiştir.
Ters bir kanalın da olduğu söylenmelidir: halkı da bireyden özgürleştirmek ve onu yeni birey kurgusuna örgütlemek isteyen politik-ideolojik bir hat mevcuttur. Bu işlemde Sovyetler'in devrimci anlamda hiçbir katkısı olmamış, aksine süreci olumlamıştır. Ve artık Sarkozy ile bu süreç bitmiştir. (Sarkozy’nin bizdeki muadili olan Erdoğan iktidarı da Türkiye’deki sona tekabül eder.)
Bireylerin karşısında değil, bireylerin ait olduğu kolektif, maddî, nesnel ve yapısal ilişki kanalları mevcuttur. Devrimci siyasetin kendisini bu kanalların arterlerinde, kavşak noktalarında tanımlaması zorunludur. O devrimci olanı ancak orada bulabilir.
Sol, örgütlediği bireyleri öncü, militan, diri kadrolar olarak ciddîye almakla hata etmektedir. En genel anlamda onlar, ait olduğu kolektivitelerin düşkünleridirler. Bu insanlar, yaşadığı tüm sömürü ve zulmün günahını kolektifine yüklemekte, bedelini ona ödetmektedir. Örgütlenmiş olan bir Kürt esasında yaşadığı sömürü ve zulmün sebebini Kürtlük olduğunu düşünen bir bireydir. Böylesi bir birey oluşun ve bu tarz düşünmenin imkânlarını sol bizzat kendisi inşa eder. Birey, Kürt olmak yerine solcu, sosyalist, örgütlü vb. olmayı tercih etmektedir. Burada tercihmiş gibi görünen şey pazarın ya da rekabet piyasasının ihtiyacıdır ki bu ihtiyaç da iktisadî, coğrafî ve biyolojik saikler uyarınca biçimlenmektedir.
İktisadî alanda birey, meta ve parayla kurduğu öznel ilişkinin nesnelliğinden ya da nesnel ilişkinin öznelliğinden rahatsızdır. Hatayı kendi öznelliğinde buluyorsa sağcılaşır, nesnellikte buluyorsa solculaşır. Nesnelliğin ilerlemesini ister. Ancak burada ilerlemenin genel ve özel ölçütü geçmişte ilerlemiş, tahakküm kurmuş güçlerin fiilî ölçütüdür. Meta ise sorun, onların mallarını talep eder, para ise onların parasına tâbi olmayı ister. ABD dolarının hâkimiyeti buradan incelenmelidir.
İkna edilmiş bireyler mutlak ideal rekabet adına ve onun için örgütlenmiştir. Rekabete örgütlenmiş bir bireyin ise meta ve üretimle ilişkisi olmamalıdır. Rekabet için önsel olan eşitlik, üretim, mülkiyet ve meta için sonsaldır. Rekabet ve mülkiyet ilişkileri ile yürüyen burjuva kapitalist sistem eşitlikçiliğe bu anlamda muhtaçtır.
Ülke için çalışmak bu ihtiyacın coğrafî düzlemde tanımlanmasıdır. Kanla tanımlı biyolojik alanda ise bu işin kolektif olana aksettirilmesi ve onun iktidarının potansiyel anlamda kurulması gerekir. Sol bir yandan da bu ikincil iktidar alanlarına oynamaktadır. Her toplumsal-tarihsel bileşenin, her kolektifin kendisi gibi bir iktidar mücadelesi olduğunu ön varsaymaktadır. Bu varsayımdan hareketle, bireyler nezdinde kolektiflere, kolektifler nezdinde bireylere ulaşıp içlerindeki iktidar hırsını açığa çıkartmak istemektedirler. Bu istek, Lenin’in tabiriyle, devletin bir başka formu olan demokrasiye, dolaylı olarak devlete hizmet etmektedirler. Sınıfsal ve devrimci olmayanın iktidar hırsını kendi iktidar aşkı adına istismar etmektedir. Bu istismar genel sömürü ilişkilerinin bir uzantısıdır.
Rekabet için eşitlik önsel, özgürlük sonsaldır. Mülkiyet için eşitlik sonsal, özgürlük önseldir. Eşitlik sömürüyle, özgürlük zulümle bağlaşıktır. Bu anlamda eşitlikçiler rekabetin nesnelliğini ve mülkiyetin öznelliğini; özgürlükçüler ise tersten rekabetin öznelliği ile mülkiyetin nesnelliğini kendi şahsında bütünleyenlerdir. Rekabetin nesnelliğinden kasıt, üretim sürecinin nesnelerle eşitlediği insanlar ve metalardır. Öznelliği ise esnaflar, tüccarlar, tekeller ve şirketlerdir. Mülkiyetin nesnelliğinden kasıt, tüketim sürecinin özgürleştirdiği insanlar ve metalardır. Öznelliği ise paradır. Tüccarlarla, şirketlerle tüketim sürecinin özgürleştirdiği insanlar ve metaları buluşturanlar hep özgürlükçü sol siyasetler olmuştur. Eşitlikçi sol siyaset ise üretim sürecinin eşitlediği insan ve metalarla parayı buluşturanlarla bağlantılıdır. Özgürlükçüler sömürüye, eşitlikçiler zulme kördürler.
Tüm bu söylenenler, gündelik pratiğe ilişkin iki bağlantılı örnekle pekiştirilebilir: çoklu bir muhabbet içinde başkasının kendisinden farklı olan yönünü öne çıkarttığını görüp rahatsız olan ve bu yönü ezmeye çalışan kişi, kendisini önsel olarak ötekiyle eşitlemiş olarak o muhabbete dâhil olduğundan, her türlü farka alerji geliştirecek, her şeyi farklı algılayacak, giderek, tüm konuşulanları kendisini ezmeye çalışan nesnel olgular olarak anlamaya başlayacaktır. Muhabbetin kesildiği nokta burasıdır.
Aynı muhabbet içinde diğer kişinin kendisine benzer yönlerini öne çıkartma gayretini gören kişi, bu tavrın kendisini istismar etme (sömürme) niyetiyle oluştuğunu düşünecektir. Bunun nedeni, kişinin kendi özgürlüğünün altını çizmek, özgüllüğünü, biricikliğini vurgulamak ve geçici de olsa muktedir olmak için sözkonusu muhabbeti istismar etmek istemesidir. Bu noktada kişi, her türlü benzerliğe alerji geliştirecek, onları kendisini ezmek niyetinde olduğu fikri ve hissine kapılacaktır. Muhabbetin tıkanacağı bir diğer nokta budur.
Oysa devrimci olan da, tâbi olunması gereken de, özgürleştirip eşitleyecek de, eşitleyip özgürleştirecek olan da muhabbettin bizzat kendisidir.
Nostaljilerden ve ütopyalardan bağımsız bir muhabbet geçmişimizi özgürleştirecek, geleceğimizi ortak hayatla eşitleyecektir.
Eren Balkır
2007

10 Ocak 2009

Hulk’ın Devrimci Yolu Eleştirisi


Hulk

Kural böyle, aldatan aldanır
İnsan en çok kendini kandırır.
[Yıldız Tilbe]

1962’de Stan Lee ve Jack Kirby tarafından yaratılan kurgusal süper kahraman Hulk, yaratıcılarının ifadesine göre, Dr. Jekyll-Mr. Hyde ile Frankenstein’ın bir bileşimidir. Çekingen bir karakter olan fizikçi Bruce Banner’ın ikinci kişiliği olan Hulk, Amerikan popüler kültürünün başarılı bir imgesi olarak kabul görür.

Genel değerlendirmeye göre o, Soğuk Savaş Amerika’sının orta sınıf ailelerine mensup gençlerin idolüdür. Soğuk Savaş, Irak Savaşı ve 11 Eylül gibi momentlerde, farklı biçimlerde tekrar yorumlanır. Savaş korkusunun, hüsranın ve psikolojik yıkımın temsilidir. Hulk, altmışlarda Vietnam Savaşı ile ilgili düş kırıklığının popüler kültürdeki simgesidir.

2003 versiyonunu çeken Tayvanlı yönetmen Ang Lee, film çekimi esnasında Irak Savaşı’nın kendisini etkilediğini, onun, zaman içinde bastırılmış olan kariyerini simgelediğini söyler. Hulk, 11 Eylül’e dönük bir tepki olarak yeniden biçimlendirilir. Genel anlamda orta sınıfların değer düşümü noktasında yaşadıkları öfkeyi ve sıkıntıları ifade eder. Savaş gibi bir yıkım momentinde maruz kaldıkları ideolojik “radyasyon” sonucu başkalaşan, kendini olandan cüsseli ve güçlü gösterme gayretinde olanların sesi olur. Hulk, Chávez’in dilinde “dünya jeopolitiği, Hulk misali, dönüşüm öncesi geriliyor.” cümlesinde karşılığını bulur.

“Olağanüstü İzbandut”, yani Hulk, beden imgesinin bedene gerilim süresince hükmettiği bir hayal dünyasıdır. Savaşların orta sınıflarda yol açtığı travmanın karşılığıdır. O, öz-bedenin muhafazası, beden imgesinin kontrolsüz genişlemesine muhtaçtır. Burada çift dinli, çift dilli, çift cinsiyetli ve çift kimlikli olmak şarttır. Öz-bedenin muhafazası için onun çatışmaların içinde kalmaması, korunaklı bir yere doğru çekilmesi gereklidir. Hulk’ın yazarlarının ifadesi ile onun eşcinsel oluşunun sebebi de buradadır. (Genişleme ânında bütün kıyafet parçalanır, ama pantolon yırtılmaz!) Hulk’ta zekâ asıl sahibinde, yani Bruce’tadır, ama Hulk’ın kendisi geri zekâlıdır. Sinirlendikçe daha da güçlenir, ancak zihnî kontrol hep Bruce’tadır.

* * *

Bu Hulk hikâyesi ve tasviri Dev-Yol’a dair çok şey anlatıyor. 1977 tarihli bir bildirge ile sahneye çıkan Dev-Yol, partileşmeme, ideolojik anlamda irileşme, halkın pratik mücadelesini istismar şeklinde özetlenebilecek bir kurgu ile yola koyulur. Mahir’de halk, somut ve gerçek iken, Dev-Yol’un diline tercüme edilen “halk” soyutta kurulmuş, çıkarları devrimde değil, gündelik kazanımlarda olan, “antifaşist”, hiyerarşik oluşumları dışlayan, Mahir’in kitle kazanımları üzerinde bir süre yükselen, yükseldikçe gerçeğini kaybeden bir kurgudur. Bu dönemin ara kadrolarının seksen sonrasında şeflerini şef olma arzusu ile eleştirmesi sonucu doğan Halkın Devrimci Yolu’nda bu “halk” iyice şişirilir. “Halk”tan kasıt, CHP’nin devlet ve sermaye eliyle kardığı hamurdur.

12 Eylül’ün şiddeti, gerçek’ten kaçışı örgütler. Ara kadrolar, beka adına, varlıklarını muhafaza etmek amacıyla, “yukarı”ya, üst ideolojik, aklî ve hayalî dünyaya sığınmışlardır. Halka böyle yaklaşanlar, “biz örgüt değil, dergi çevresiyiz” dedikleri mahkeme salonlarına o halkın gelmemesine küsmüşler, halk düşmanlığını teorize etmişler, halka dışsal, tepeden bakışlarını meşrulaştırarak, konumlarını aklîleştirmişlerdir. Halka dışrak olanlar da, onun çekilip dışarıda durması karşısında küsenler de kendileridir.

79-82, 89-92, 99-2002 momentleri dâhilinde diğer sol örgütler gibi Dev-Yol da belli dönüşümlere maruz kalır, ama bu konuda hesap vermez, bir şeyler, özsel ve biçimsel anlamda bu tür momentlerde her türlü dönüşüme karşı direnir.

78’de Dev-Yol’un Dev-Sol ile bölünmesi gibi birçok örgüt darbeye giderken bölünür. Bu, darbenin sesleri duyulmaya başlandığında sözkonusu örgütlerin savaşmayacağını ele verir. Bölünme hâli, “savaşmayacağız” demenin başka bir biçimidir.

Darbenin yerleşip kurumsallaşmasını müteakip Faşizme Karşı Birleşik Direniş Cephesi kurulur. Tabanı oyalamak için, PKK’nin coşkusuna ve dışsallığına tutunulmaya çalışılır. Ülke gerçeğinden kaçanlar, beka adına, Beka’nın sıcak kucağına sığınırlar.

89-92 arası dönem, hem Sovyetler’in dağılmasını, hem de PKK ile Dev-Sol’un yükselen eylemliliğini verir; burada teorik ve pratik anlamda sosyalist hareketin “yeni” bir kurguya yönelmesinin imkânları da bir kez daha ertelenir. 99 Apo’nun tutsaklığı, 2000 Ölüm Orucu süreci ve 2002 AKP’nin iktidara gelişine işaret eder. Bu dönemeçlerdeki genel refleksler, Mahir dâhil tüm devrimci gençlerin 69-72 dönemecinde neyi nasıl yaptığına ilişkin bilgiyi berhava eder. Zaten Mahir’in de içinde olduğu dönemecin ortaya koyduğu mücadele birikimi, hemen ardından redde tâbi tutulup, bu ret miras kabul edildiğinden, ilerleyen dönemde oluşan momentlerin gereği de yapılamamıştır. Nesnel planda Türkiye’nin yerli “Bruce Banner”ı olan HDY, bu beceriksizliğin, red-i mirasın ve kaçkınlığın ürünüdür.

HDY’nin sözkonusu dönemeçlere dönük cevabı, fiilî gerilimlerin, çelişkilerin her iki tarafına ayağını basarak nemalanma yöntemidir. Gerilimler ve çelişkiler, bu tip özneler için nesnel, maddî değil, öznel ve manevîdirler. Çelişkinin seyrine göre bir tarafa kaçmak için fırsat kollanır. O iki ayak fırsatçılık gereği iki tarafa basar.

82’deki başarısızlık, birçok örgütü troçkizmin kucağına fırlatmıştır. 89 ve 99’da da yaşanan budur. Kitlenin evladı, ürünü olduğunu unutanlar, en geri kitlenin içinde “kaynama”nın, erimenin, ama bir yandan da diri, çelik bir çekirdeğin muhafaza edilmesinin gerektiğine inanmışlardır.

Yukarıda sıralanan her dönemeçte her örgüt gibi HDY de radyasyona maruz kalmış, kendi öznelliğinin şişkinliğini yansıtan bir dizi “işçi” ve “halk” karikatürüne yönelmiştir. HDY’nin Hulk’ı, bu dönemeçlerde, her seferinde biraz daha irileşmiş olarak, bir kez daha doğar.

Bürolardaki entelektüel faaliyetler esnasında biraz daha genişleyip düzleşen akıl ve düşünce dünyası, kendisine uygun bir nesnelliği de peşinen üretir. Düşünce ve aklın ekonomisi yayılmacı, yağmacı bir seyir izledikçe olguların özgüllüğü kalmaz, bunlar çıbanbaşı gibi durmaya başlarlar. Düşünce, kendisini maddî dünyaya da dayatır ve kendi pürüzsüzleşen doğasını gerçek doğaya kabul ettirmeye çalışır. Bunun için Hulk gibi devler, süper kahramanlar, her şeyi düzleyecek bir buldozer gibi iş görürler.

HDY’nin de bahsi geçen dönemeçlerde şişirdiği, irileştirdiği Hulk, böylesi bir buldozerdir. Kaleme aldıkları bildirge[1] bu buldozerin kullanım talimatı olarak biçimlenir.

Dar Kadro-Geniş Kitle

Halk soyut bir kavram değildir. Halk, ülkenin içinde bulunduğu devrim aşamasında çıkarları devrimde olan sınıf ve tabakalardır.

[Mahir Çayan]

Sol, gerçekte bir boş alan, gösteren olarak örgütlenir. Bu yönüyle temel kişisel sorunlarını, gerilimlerini toplumsal-tarihsel niteliklerinde gören, onları genel bir bağlam içine oturtamayıp öznel algılayan, örneğin, tüm sorunlarını Kürt, Alevî, işçi, fukara, çingene, müslüman oluşuna bağlayan, bunlardan kurtulduğunda özgürleşeceğini zanneden kişileri bu boş alana doldurur. Bu tip kişiler, örgütler kurup belli kademelere yükseldiğinde de toplum içinden bu tip unsurları görecek, onlara yönelik ideolojik ve politik çalışma içine gireceklerdir. İşçilikten çıkan şef, işçi olmak istemeyenleri örgütler. Bu türden şeflerin teorik metinlerinde, bildirilerinde adı geçen işçi sınıfı, halk ya da ezilenler, esasta burjuva birey bağlamında ele alınıp özgürleştirilir.

HDY’cilerin sokaklarda “İsyaaan!” diye bağırarak koşması, yeri geldiğinde “isyan” ile “devrim”i yan yana kullanması, bu sınıfsal-politik zorunlu tercihten kaynaklanır. Esasında onun şahsında bireyin yüceliği; devrimin hiyerarşisi, disiplini ve ahlâkı karşısında isyan etmektedir:

“Devrimle isyan eşanlamlı görülmemelidir. [...] İsyan, yerleşik olana karşı bir mücadele değildir, çünkü o başarılı olursa yerleşik olan kendiliğinden çöker. [...] O hâlde benim hedefim, yerleşik bir düzenin devrilmesi değil, benim onun üzerine yükseltilmem olduğuna göre, amacım ve hareketim politik ve toplumsal değil, egoisttir. Devrim düzenlemeler yapmayı emreder; isyan ayağa kalkmayı ve kendini yüceltmeyi talep eder.”[2] [Stirner]

Kavramların üzerinde oynayanların, yakın zamanda “devrim” diye bağırmaktan vazgeçip “isyan”ı öne çıkartanların bu alıntıda buldukları çok fazla şey olmalıdır. Sınıf, toplumsal devrim/politik devrim ayrımı ve temelde devrim gibi kavramlardan uzaklaşanlar, liberterizme ve anarşizme yelken açmakta, Marksizmi bu iki suya yatırıp tasfiye etmektedirler.

“Toplumsal devrim, politik bir devrim aracılığıyla gelirse ciddî bir şekilde tehlikeye girer.”[3] diyen Proudhon ise birey merkezlilikten topluma, onların ortaklaşmalarına bakar. Bu ortaklaşmaların kendisini politik değil, ahlâkî ve sosyal bir sonuç olarak değerlendirir. Bu nedenle, bireyin çeşitliliğine karşı proletaryanın o kaba saba hâlini çıkartanlara kızar. Politik devrim, toplumsal ahlâkî gelişmeyi sekteye uğratır, dolayısıyla politik olandan uzak durulmalıdır. Bu alerji, politik olanın parçalı, kısmî, görece niteliğinden kaynaklanmaktadır.

Politika, bütünselliğe, homojenliğe ve tutarlığa mecbur olan ilkesel, ahlâkî ve ruhsal olanın gelişimine halel getirir. Toplumsal kurtuluşu soyut bir insanseverlikle gerçekleştirmek isteyen her insan, toplumu sınıflara “bölüp”, o parçalardan birinin iktidarını talep edenlere kinle bakacaktır.

HDY’nin “en geniş kitle, en dar kadro” formülünün sırrı buradadır. Zihin engellilerin en kolay algıladıkları ve bu sebeple onlarla ilgili örgütlerin rengi olan turuncu rengine boyanan bu örgüt, en geriden, en geniş kitleye bakar. Bu noktada halk sabit, mutlak, su sızdırmaz, sınıfsız ve hattâ tarihsiz olarak kodlanır. Politik ve ideolojik mücadele ile en geniş kitle, halka doğru daraltılmaz, aksine halk algısı, en geniş kitleye doğru şişirilir. Bu şişkinliğin içine çıkarı devrimde olanlar değil, evrimde, güncel kazanımlarda, pratik mevzilerde olanlar dolar. Çıkarı devrimde olan ise bu pragmatik kurguya ikna edilir ve devrimin yıkıcı, bozucu niteliğinden kurtarılır.

Dar kadro ise bir think-tank gibi örgütlenir. Geniş kitlenin pratik mücadeleleri sınırlarını görmez, görenler ve o sınırlarda dövüşenler, her seferinde dar çekirdeğin uzağına itilirler. “Militan kitle hareketi” hiyerarşi emrettiğinde derhal ezilir ya da yatay düzleme yayılır. Her şey, ezelî ve ebedî olan dar kadronun salahiyeti içindir. Kitle, her daim o kadar geniş tutulur ki darlık muhafaza edilebilsin. Militanlık vurgusu da zaten kitlenin öfkeyi içe çevirmemesi için lâzımdır. Alimallah, bu kitle birilerinin zırhı olduğunu anlarsa, vay o zırhın arkasına saklananların hâline!

HDY, diğer küçük burjuva örgütler gibi, kitleyle organik, maddî, hakikî bir ilişki kurmaktan imtina eder. Kitle ve halk, onun masa başı işlemlerindeki sıradan bir kalemdir. Kitlenin maddî, hakikî, organik ve yapısal bir karşılığı olmanın yükümlülüğü ve ağırlığı HDY’yi ezeceğinden, özne “kendimi en iyi nasıl korurum?” derdine düşer.

Katı, dar örgütlenme, alabildiğine yavan ve yayvan bir kitle tasavvur eder. “Bana kitleni söyle sana kim olduğunu söyleyeyim” yöntemiyle analiz edildiğinde, onda görülen budur. Eski Dev-Yol’un orta kademe kadroları, seksen ortalarından itibaren örgütlenmiş dağınık otonomların felsefesini güncelleştirip oradaki yöntemi yinelerler. Orta kadrolar, orta sınıf siyasetinin bir başka versiyonunu üretirler.

HDY ile aynı kozmosu paylaşanlarca kaleme alınmış olan THKP-C’den Dev-Yol’a Bu Tarih Bizim adlı kitapta açıktan temel sorunlar, zaaflar ve eksiklikler kişisel bir düzlemde analiz edilirler ve “biz olsaydık böyle olmazdı” denilir. Ama bu yaklaşım, neden kendilerinin şef olmadıklarını, faal olan üst kadroların neden o şekilde davrandıklarını soğuk ve objektif bir dille analiz edemez. Günbegün kendisini kurup yıkan bir kitlenin organik, maddî ve yapısal karşılığı, bileşeni olarak kendi öznelliğini “kurmayanlar”, seksen öncesi hataları da canlı hayat, maddiyat ve yapısal hakikat dışında, öznelci, idealist bir yerden görürler.

Hem Dev-Yolcu olan, hem de öyle olmayan bir üslup deneyen HDY, Dev-Yol dışından gelen eleştirileri elinin tersiyle iter ve Mahir’i reddeden Dev-Yol çizgisini bugüne uzatır. Dev-Yol’culuk, geniş bir miras üzerinden dönen kardeş kavgası olarak biçimlenir. Miras alınan araziye AB ya da Latin Amerika menşeili bir binanın dikilmesi arasında niteliksel açıdan bir fark yoktur. Zira her ikisi de araziye rantçı bir perspektiften yaklaşmaktadır.

Mirasın kurucu devrimcisi Mahir Çayan için halk, devrimle tanımlı, ideolojik-politik çıkarlarını devrime doğru daraltmış, bu anlamıyla devrim yolunda sürekli bir oluşum hâlinde olan bir “özne” iken, HDY’nin “halk”ı, devrim ayracına tâbi tutulmamış, özel kişilerin özel tahayyüllerinde, özel çıkarlara binaen, önceden oluşturulmuş bir kurgudur. Mahir’in halk’ı, sınıfla, sınıfsal olanla, sömürüyle ve zulümle, mazlumlaşma süreçleriyle, iktidar karşıtlığıyla malul iken, HDY’nin “halk”ı, tüm bu gerilimli alanlardan münezzeh, steril ve soyuttur.

İşçi sınıfının ekonomi ile bağları kurulabiliyorsa halkın ve milletin de coğrafya ile ilişkisi kurulabilir. Fabrikanın sınırlarını aşmak, marksizmi bu alanların gerilimi içine sokmuştur. Tüm yaşananlardan sonra fabrika ölçeğine geri dönerek arınmak isteyenlerle, saf, kendinden menkul ülke ölçeğine geri dönerek arınmak isteyenler, aynı kumda oynarlar. Biyoloji ve beden üzerinden aynı arınmayı yaşamak derdi ile ilkel beden tasavvuruna dönmek isteyenler de aynı yerdedirler. Teorideki soyutlamaların sadeliğini pratik hayatta arayanların bu tür yönelimleri ciddî bir apolitizm üretir. Bu tip solcuların işçide, halkta ve ezilenlerde gördükleri kir, kendi kirleridir. Kendilerini yüceltmek için bu unsurları yerin dibine batıranlar, önce kendilerine bakmalı ya da kendilerinin, bu unsurların politik karşılıkları olduklarını bir kereliğine hatırlamalıdırlar.

Esasta HDY’nin halkçılığı bir tür laik milliyetçiliktir. “Demokrasi, bağımsızlık ve eşitlik” sloganları bu laikliğin sonucudur. Laiklik ise burjuva devletinin zırhıdır. Bu sloganlar, sınıflar mücadelesinden ve onun kirinden azadedir. Sözkonusu kavramları kitlelerin pratik mücadeleleriyle devrime uğratmadan ilerleyen HDY, eni sonu burjuva siyasetine bağlanır. Zira yaptıkları, belediyelerde ve çeşitli kitle örgütlerinde kitleyi pazarlık silâhı olarak kullanmaktan ibarettir. Kitle genişleyecek ki kirlensin, böylelikle temiz dar kadrolara gün doğsun, hesap budur.

HDY, gerçek, canlı, maddî bir halkın değil, özel kişilerin özel kurguları dâhilinde ürettikleri özel bir tahayyülün “DY”sidir. Ne yârdan ne serden geçen küçük burjuvalar, DY tarihi içinde onu ara bir düzleme çekmişlerdir. Yâr eski DY, ser eski şeflerdir. Halkın DY’si, bu açıdan, bir ara halkla, dışarıdan bir üslupla temasta olan eski ara kadroların DY’sidir. Zaten fiilî olarak eskiden kurulmuş olan bu ara kadrolardan müteşekkil özne, kadroların geçmişte somut insanlarla, halkla kurdukları ilişki içinde soyutlayıp kurdukları “halk” denilen bir nesneye seslenir. Burada diyalog değil, monolog vardır. Kendi çalar kendi dinler! Kurduğu nesnenin teorik, ideolojik ve politik sınırları, kendi öznelliğinin teorik, ideolojik ve politik sınırlarıdır.

“Avcı-toplayıcı sosyalizmi”nin inatçı militanları, ağlarını germiş beklemektedirler. Avlandıkları göl kendilerinindir, topladıkları balıklar zaten kendilerine benzerler. Geniş kitle içinden dar kadro toplayanlar, geniş kitlenin politik, ideolojik ve teorik mücadele dâhilinde belli bir darlaşma yaşayacağını düşünmezler, daha doğrusu, bu konuda isteksizdirler. Zira böylesi bir daralma, önceden kurulmuş dar kadroyu tedavülden kaldıracaktır. İsteksizliklerinin sebebi, temin edecekleri kadronun da Marx’ın Almanca ifadesi ile “lose”, larç, gevşek olması yönündeki taleptir. Devleti karşıya alacak bir devrimci parti yoluna girememelerinin sebebi ve sonucu, sırtı böylesi kadrolara yaslamaktır.

“İşçilere sınıfsal politik bilinç sadece dışarıdan, yani ekonomik mücadelenin, işçilerle işverenler arasındaki ilişki alanının dışından verilebilir. Bu bilginin temin edilmesinin mümkün olduğu yegâne alan, tüm sınıfların ve katmanların devlet ve hükümetle aralarındaki ilişki alanı, tüm sınıflararası karşılıklı ilişki alanıdır. Bu sebeple, işçilere politik bilgi taşıma noktasında ne yapılması gerektiğine ilişkin sorunun cevabı, sadece pratik işçilerin, birçok durum dâhilinde, özellikle ekonomizme meyledip, çoğunlukla ‘işçilerin içine gitmek’ fikri ile tatmin olanların verdiği cevap olamaz. İşçilere politik bilgi taşımak için sosyal demokratlar, halkın tüm sınıfları içine gitmeli; ordusuna âit birimleri tüm yönlere sevk etmelidirler.” [Lenin -Ne Yapmalı?]

Lenin’in politik düzlemi halka denk düşer, ama bu düzlemin merkezîleştirilip statikleştirilmesi, hâlihazırda müesses bir olgu olarak gücün dayanağı hâline getirilmesi, yani halkçılık Lenin’in siyasetini iğdiş eder. Marx’ın “işçi”si nasıl ki işçiciliğin gayya kuyusunda boğulmuştur, Lenin’in örtük, Mao’nun açık “halk”ı da halkçılık, halk kuyrukçuluğu ile ezilmiştir. “İşçinin veya halkın kıçı arkasında secdeye varmak” (Lenin’in Plehanov’dan alıntıladığı ifade -Ne Yapmalı?) devrimci öznenin her daim eksikli, tam olmayan, gerilimli karşılık olma esprisini siler. İşçi veya halk sabitlenirse, onun bir döneminin fiilî teorik, ideolojik ve politik karşılığı olan devrimci özne de sabitlenir. Böylesi bir sabitenin, mücadelenin iç dinamizminde tehlikeli sonuçlar doğurması kaçınılmazdır.

Kemalizm-Bolivarizm

Günün ânlık/geçici çıkarları için önemli ve temel sebeplerin (bu) unutuluşu, takip edecek sonuçları göz önüne almaksızın ânın başarısı için verilen mücadele ile gösterilen gayret ve hareketin geleceği için bugününün kurban edilişindeki kasıt muhtemelen ‘dürüstçedir’, fakat bu oportünizmdir ve oportünizm olarak kalacaktır, ayrıca ‘dürüst’ oportünizm belki de tüm oportünizmlerin en tehlikelisidir.

[F. Engels -Erfurt Programının Eleştirisi]

Simón Bolívar 1783’te Caracas’ta doğar ve 1830’da veremden Kolombiya’da ölür. “Kurtarıcı” lakabı ile anılan Bolívar için 1858’de bir yazı yazan Marx, onun “sahtekâr, dönek, fesat, yalancı, korkak ve çapulcu” olduğunu söyler. Marx analizinde; kreol burjuvazisinin temsilcisi olan Bolívar’ın, ezilen halkları toplumsal sınıflar arasındaki ilişkileri değiştirmeyen antiemperyalist bir mücadeleye sevk ettiğini, esas olarak yaptığı devrimin Avrupalı burjuva devrimlerinin “soluk bir taklidi” olduğunu, siyahî mazlumların sayısal çoğunluğundan ürktüğü için onlara “özgürlük” bahşettiğini, sonuç olarak “Amerika’nın yeni Napolyon’u” olan bu zatın İspanyol boyunduruğundaki kıtayı Britanya ve ABD eline teslim etmek için askerî anlamda destek aldığını tespit eder.[4]

Rousseau’dan feyz alan Bolívar, esasta bugünkü Avrupa Birliği’ne eş bir ön kurgu ile hareket eder. Ondaki birliğin temeli, askerîdir. Bu noktada bizdeki zihniyetle ortaklaşır. Kemalizmin bolivarizmle kesiştiği zemin, burjuva dönüşümün ve kuruculuğun ordunun kontrolünde gerçekleştirilmesidir.

HDY ise AB’ye ABD projesi diye karşı çıkar. Bu karşıtlık temelsiz olduğundan, Latin Amerika’nın AB’si olan bolivarizmin gerçeğine bağlanır; şeytanı kapıdan kovup bacadan alır. (s. 136) AB’ye girilmesine, hattâ AB’nin kendisine karşıdır. Ama bu karşıtlık “yeni sömürgecilik”, daha doğrusu anti-ABD’cilik noktasında, gereksizdir. HDY, ülkeyi Avrupa medeniyetinde görerek AB’nin yıkılmasını söyler. AB ile ilgili bir siyaset önermez, asıl hedefe yönelmeyi emreder. (s. 137)

ABD karşıtlığı ondaki batıcılığı örtmez. Bolivarizm dolayımı ile gizlediği kemalizmi siyasal İslâm meselesine dönük yaklaşımında açığa çıkar. O kadar Latin Amerikacılık yaparken, oradaki “kurtuluş teolojisi”ni kendi gerçekliğinde aramaz, arayamaz.

Doğu denilince HDY’nin aklına birden “sınıf” gelir nedense. Zaten sınıf, millî ve dinî dinamikleri ezmek için basit bir araçtan ibarettir onun için. Millî ve dinî olanın sınıfsallığını anlamaz. Somut bu türden dinamiklerin karşısına teorideki “sınıf”ı çıkarır birden. “Doğu müslüman dünyası değildir” der. Coğrafî olarak böyledir, ama politik coğrafî açıdan doğu, bugün, müslüman dünyasına doğru daralmıştır: doğu müslümandır, müslüman doğudur.

HDY, hâlâ “yeşil kuşak” ve “emperyalizm güdümündeki İslâm”da kalmıştır. Bugün o emperyalizme silâh sıkan İslâm’ı anlamaz, onu “kökü dışarıda” bulur (ki ne var bunda!). HDY’ye bahsini ettiği “Ortadoğu’nun ilerici toplumsal güçleri”nin kimler olduğu sorulmalıdır. Cevabı mutlaka Fransız Devrimi ve burjuva ideolojisinin toprağından türeyenler olacaktır.

“Bağımsız ve demokratik Ortadoğu” sloganı dinsizdir, milletsizdir ve aslında sınıfsızdır. Bu anlamda bunlardan bağımsız olmak ve eşdüzlemde oydaşmak isteyen küçük burjuvalara dönük bir çağrıdır. Bu açıdan HDY, millî ve dinî hareketlere karşı hem savaş öngörür, hem de “bunlar iktidara gelirse bizi ezer” diyerek feveran eder (ne yapsın peki?).

Bu tip solcuların temel kozu olan İran Devrimi ile ilgili şu tespit yapılabilir: 79 öncesinde İran’da sol ne söylerse söylesin Yahudi ve batıcı idi. Ya da bugün Kürt coğrafyasında ne söylenirse söylensin Türk’tür ve devletlûdur. (HDY de ikisinin harmanı olan bir solculukla laflar sıralayacak ve millî, dinî hareketlerin kendisine yönelik öfkesini kabullenecek!)

Bir işçi sınıfsal gerçekliği, bir milliyetçi milleti, bir dindar dini içinde savaşmıyorsa, bunlara önerilen antiemperyalizm de yalandır. Kitleler, emperyalizmin yumruğunu yediği vakit kapitalizme karşı olabilirler ve ona karşı mevzilere koşabilirler. Ama önce sınıf, millet ve din içindeki savaş bölgelerinde olmak, oranın gereğini yapmak gereklidir. HDY bir SİP’li gibi düşünür, L. Amerika’da bu işlerin nasıl döndüğünü o kadar Latinciliğine rağmen anlamaz.

Bu açıdan HDY’nin antiemperyalist, daha doğrusu “yeni liberal yeni sömürgeciliğe karşı mücadelesi” de yalandır! Mahir’in “yeni sömürgecilik” tespitini neo-liberalizmle birlikte ele alan örgüt, Mahir’in tespitinde hedefin devlet olduğunu görmez ve onu hedef olmaktan çıkartarak, devlete karşı savaşı askıya alır.

HDY, Mahir’in Mao dolayımı ile edindiği “yeni sömürgecilik” kavramını “neo-liberal” sıfatı ile zenginleştirdiğini ve bu sayede Mahir’e bağlı kaldığını düşünür. Oysa Mahir’in politik hedefini ucuz bir iktisat bilgisi ile sulandırır ve somutta ondan uzaklaşır. Mahir, HDY pratiğinde bir kez daha alnından vurulur.

ÖDP’yi “sol liberalizm” başlığı altında eleştiren HDY, Kürt ve Filistin meselesi sözkonusu olunca onunla aynı dilden konuşur ve aynı minvalde “yaşama kültürü”nden dem vurur. Onun dilinde içi boş bir sözcük olan “halk”, her yerde joker niyetine kullanılır. “Halkçı”dan kasıt, savaşsız, mücadelesiz ve kavgasız, uzlaşmış, stabil, huzurlu bir gerçek hayâlinin savunusudur. Oysa devrimciler savaştan, mücadeleden ve kavgadan asla kaçmazlar!

“Yeniden kardeşleşme” de buraya denk düşer. Ahir zamanda bir ara kardeşlik vuku bulmuş gibi Türk ve Kürd'ü soyut “etnik” bir halk düzleminde yan yana getirmek niyetindedir. SİP bu işi sınıfla kurar. Bu solcuların devleti eskiden “Kürt yoktur” diyordu, bunlar da “Kürt yok, sınıf ya da halk var” diyorlar. (s. 142)

Türkiyeli ya da Ortadoğulu değil, Latin Amerikalı[5] olan HDY, bu eksende düşünerek Mahir’in bunalım dönemleri analizini “bilimsel-teorik” düzlemde genişletir ve ondan kopar. Mahir, Sovyetler’in bunalım dönemi analizini politikleştirir. Sovyetler, bilimsel-teorik tespiti politikaya dayatır ve Mahir, bu dayatmayı revizyonist bularak reddeder. Oysa HDY, bu bilimsel-teorik çalışmayı sürdürerek revizyonizmi günceller. Mahir, altmışlarda kutuplaşan “sol ve sağ TKP”nin iki okulundan devrimci politik müdahale ile kopar. HDY ise ilgili alana evrimci teorik bir müdahale ile tekrar bağlanır.

Mahir, MDD ve SD’yi var olan devlete dokunmamakla eleştirirken HDY, ayağını iki yana basarak, ikisinin birleşimi anlamında bir “sosyalist halk devrimi” formüle eder ve devleti görmeyen, sadece AKP hükümetine karşı bir eylemlilik içinde, radikal CHP’cilik yapar. Oysa Mahir’i teorik-bilimsel ya da akademik değil, ideo-politik düzlemde okumak gerekir. İlk düzlemde yapılan okuma, Mahir’i bugün CHP’ye üye yapmakta, örgütünün yönetim kurulunda CHP milletvekilleriyle yoldaş kılmakta bir beis görmez.

Teorik ve pratik devrimciliğinde Latin Amerika solculuğu tali olan Mahir’de “sömürge tipi faşizm” tespiti HDY’de “sömürge tipi kapitalizm”e dönüşür. Mahir’in tespiti, onun devrimci mücadelesi sayesinde “sömürge tipi olmayan faşizm”e alan açamazken, HDY’nin tespiti, onun evrimci küçük burjuva siyaseti sayesinde “sömürge tipi olmayan bir kapitalizm”e cevaz verir. (s. 110)

HDY şahsında Mahir’in “oligarşi”si, doğal olarak oligarşi karşıtı hareket de tekelci sermayeye bağlanır (s. 118 ve 122). “Yerel sermaye birikim kanallarının tıkanmasından, uluslararası sermayenin yerli sermaye üzerindeki üstünlüğünden” (s. 109) yakınan HDY, bu konuda somut işaretler verir. Dünyasını, Halkevleri mitinginde krize çare olarak “ülkeden yabancı sermaye çıkışı önlensin” önerisinde bulunanlarla ortaklaştırıyor oluşunun sebebi de burada aranmalıdır.

Kemalizmin “imtiyazsız, sınıfsız kaynaşmış bir kitle” olarak Türkiye tasavvuru HDY’de ses verir. TKP hainleri Kadrocuların icadı olan bu fikir, marksizmi istismar ederek vücut bulur. Marksizmde üretim ilişkileri ile üretim güçleri arasındaki çelişki başatken Kadrocular, teknoloji ile üretim ilişkileri arasındaki uyumsuzluğa vurgu yaparlar.

Bu teknisist algı sonucu, sözkonusu çelişkinin sosyo-politik zuhuru olan sınıf mücadeleleri yerini, teknik bir kalem olan devletlerarası çelişkiye bırakır. Bu özneyi, çelişkiyi milletlerarası güç ilişkilerine indirgeyen faşistlere yakınlaştırır. Devlet ve ülke sınıf ötesi, üstü bir gerçeklik olarak alınır. O, her şeyden münezzehtir ya da öyle olmalıdır. Sömürülen ve sömüren devletlerarası kavgada zaten devletin sınıf dışı ele alınması zorunludur. Milliyetçiler “sınıf diyerek milleti bölüyorsunuz” derler, (sanki biz komünistler böyle dediğimiz için sınıf vardır!) devletçiler de benzer bir mantık uygularlar.

HDY’nin dayandığı zeminde devlet ve milletin yerini “halk” alır. Bu soyut, ama ezilen ve sömürülen olgu sınıf dışı, bu anlamıyla toplumsal ve tarihsel hareketlilikten bağımsızmış gibi ele alınır. Teorik olarak bu halk ile devlet ve millet kurgusu arasında geri dönülmez engeller yoktur. HDY’nin devletçi ve milliyetçi ideolojileri eleştirmesinin sebebi, iki maddenin aynı ânda, aynı yerde olamamasına ilişkin yasa ile ilintilidir. Onun kemalizmle bağı buradadır.

HDY, otuzlarda bir iktidar ideolojisi, altmışlarda ise bir muhalefet ideolojisi olarak kurulan kemalizmin doksanlarda muhalif bir iktidar ideolojisi anlamında yeniden kurulma sürecine âit bir öznedir. Bu anlamda, Venezuela merkezli olarak oluşturulan muktedir bir “muhalefet” ideolojisi olan bolivarizmle buluşur.

Öznel bir algı ile bolivarizmle, alttan alta kemalizmle buluşan HDY, sanki bir insan doğmuş gibi emperyalizmin doğum tarihini (1870) verir (s. 39). HDY, bu dönemlere ilişkin ülke gerçeğindeki sınıfların seyrini, devletin aldığı içerik ve biçimi, toplumsal çelişkilerin niteliğini anlamaktan imtina eder.

Onun gözü başka yerdedir: “emperyalizm” diye karikatür bir düşman belirlemek, onu “kötü”, bu kötüyü alt edecek kahramanı, yani kendisini de yücelterek “iyi” olarak kodlamaktır niyeti. Maniheist bu iyi-kötü savaşına koşulan teoride, bilimsel anlamda, o “iyi”nin neden iyi, “kötü”nün de neden kötü olduğuna ilişkin bir izahat bile yoktur. Kötüye karşı devlete ve kimi burjuva olgulara sarılan HDY’nin derdi, bu Yeşilçam senaryosundaki “iyi-kötü” çatışmasındaki kendi safına âit kimi kötülükleri ideolojik anlamda temizlemektir.

Yazdığı bunalım hikâyesinde kronolojik hatalar vardır; meselâ III. Dönem 1990’da biterken, IV.’sü 1982’de başlar (s. 39)[6] Nedense her üç dönem de öznel müdahaleler, yıkımlar ve savaşlarla bitmiştir. Demek ki kendi bahçesinde oyun oynayan HDY, kendi belirlediği tarihî süreci (hikâyeyi) gene kendisi bitirecektir. Tam bir zanaatkâr solculuğu! (Ayakkabının imalatına ben başladım, ben bitiririm!)

“IV. bunalım” döneminin genel karakteristiği, işçileşmedir, HDY’ye göre. Ama o bu işçileşmeyi berbat bir durum olarak resmeder. İşçileşen kesimlerin önceki hâllerine âit his ve düşüncelerini formülleştirip yeni işçileşmiş olana bir parmak bal niyetine sunar. Mülklü, eski Dev-Yolcu ağabeylerinden devraldıkları reklâmcılık ve yayıncılık bürolarında mülksüzlere nostalji önerir. “İlerici hareketlerin toplumsal temeli ise (artık işsizler, geçici ve yarı işsizler, emekliler, kadınlar, göçmenler, gençler, sözleşmeli köylüler gibi grupları da içine alan yeni bir bileşimle toplumun çoğunluğunu oluşturan) işçi sınıfına daralmıştır.” (daha ne olsun!)

Niceliksel hesaplar yapıp “işçi sınıfı bitti” diyerek sınıf dışı kitlelere yüzünü dönen diğer sol özneler gibi HDY de, tersten, sınıf tanımını alabildiğine genişletir. İnsanın sorası geliyor: “Daralmadan önceki temel nasıldı, kimler vardı?”, ama bu tanımda bir hinlik var: esasında burada ücretli işçiler yok. Dolayısıyla o kadar sayfalar dolusu iktisadî analiz ne devlete değer ne de işçi sınıfından dem vurur. (s. 56)

Buradaki kafa karışıklığı, Marx öncesi dönemin sol kapitalizm eleştirilerinin bugün de hükmünü korumasını gösterir. Bu noktada iki kanaldan söz edilebilir: ilki, kapitalizmi geriye, ikincisi ileriye doğru aşar.

Marx’ta bugün HDY gibi örgütlerin üçüncü yolculuğundan eser yoktur ve her iki kanala elde kılıç dalıp onlarla hesaplaşır. Ayıracağını ayırır, birleştireceğini birleştirir. Nesnel-teorik bir ifade olarak ayrışma ve birleşme marksizmde gerçekleşir. İngiliz, Fransız ve Alman sosyalistlerinin ayrı ayrı dillendirdikleri kapitalizm eleştirilerinde geriye ve ileriye dönük aşma niyetleri, kapitalizmin insanın aklıyla, diliyle, hissiyatıyla başlayıp bitecek öznel bir şey olmadığı, tümüyle toplumsal-tarihsel anlamda maddî olduğu tespiti ile devrimcileştirilir. Kapitalizm gerçeğini tüm açıklığı, soğukluğu ile anlamaktan, onun verili hâlinden kaçan her iki niyet de belli bir iç dönüşüm ardından marksizm dâhilinde maddî zeminine kavuşur.

Özne kendince ileriyi geriden; eskiyi yeniden; iyiyi kötüden ayırmaktadır. Bu ayırma işlemi ideo-politik düzlemde makulken, teori bu nicel tespitler uyarınca biçimlenip sakatlanır. HDY, yeni sömürge karşıtlığını yeni muhafazakârlık düzleminde biçimlendiremez, ama yeni liberalizme karşı olanların sadece muhafazakârlar olmadığını, eski liberallerin de ona karşı oldukları gerçeğinden hareketle, sözkonusu karşıtlığı “eski liberal” bir yerden somutlar. Bu anlamda, devletin ideolojik temeline, kemalizme yedeklenir ama liberal bir üslupla.

Esasında Marx’ın Gotha Programı Eleştirisi’nde yerden yere vurduğu “özgür, halkçı devlet”in siyasî, teorik zemini olarak örülen bildirge, “yeni sömürge devlet”i (s. 73) özgürleştirip halkçı bir sosa bulamak ister.[7] Bu anlamıyla demokrasiye paye verir, meselelerin gerçek çelişkilerini örtbas eder, burjuva ideolojisinden kopamadığı gibi, böylesi bir kopuş için gerekli -demokratik değil- devrimci çıkışlara karşı körleşir. Sınıfı kendi meslekî ideolojileri dâhilinde anlayıp, onu parlamentarizm için istismar eden orta sınıf solcularının Gotha’sı, yüz küsur yıl sonra yeniden ses verir.

Petras-Wallerstein

Bütün dünyayı kucaklamak istedim,
Kollarım yetmedi.

[Özdemir Asaf]

HDY, seksenlerin sonlarından itibaren, içinden geldikleri geleneği revize ederken iki isme başvurur. Sovyetler’in dağılmasına karşı içeride kurumsallaşmış gizli maoizm ve troçkizm tek bedende buluşturulmuş, devrim sonrasına ilişkin meselelerle ilgili tartışmalar, devrim öncesi hareketin içeriği ve biçimine dair üretimlere dayatılmıştır. Maoizmi perdeleyen Petras; troçkizmi perdeleyen ise Wallerstein’dır. HDY, bu dönemde dünya sosyolojisini Petras’tan, dünya tarihini ise Wallerstein’dan öğrenir. Marx ve Lenin’den öğrendiklerini zaten çoktan unutmuştur.

HDY’nin teorideki “dünya” ile gerçek dünyayı kavramsal düzeyde birbirinden ayıramayan öğretmenleri Petras ile Wallerstein, sırasıyla, toplumu ve tarihi kendilerine göre, yekpare, özgül bir bütünlük olarak kurar. HDY bu iki ismi, devrim öncesi dönemin hareketine önemli malzemeler sunduğu için tercih eder. Bu noktada “eski” olduğundan Mahir küçümsenir, onda somutlanan Marx, Lenin ve Mao metinlerine ilişkin dönüşüm iptal edilir, yeni bir teorik kurgu için “yeni” olduğu zannedilen bu iki isme bakılır. İki isim de tecimsel dayanaklarını ulvîleştirip teorize ederken, meselenin düşüncede başlayıp bittiği hususunda solcuları ikna eder, daha doğrusu, “bugüne dek sorun düşüncemizdeydi” diyen solcuların pratik ihtiyaçlarına denk düşer.

Yetmişlerde Dev-Yol, tarihsel ve toplumsal olarak köylü olup sorunlarını burada görerek “kentlileşmek” isteyenleri; TKP, aynı şekilde sorunlarını kentli olmakta görüp “köylüleşmek” isteyenleri temsil eder. Doksanlar ortasında iki örgüt ÖDP’de biraraya gelir. Dev-Yol içindeki bazı ara kadrolar bu bileşime sıcak bakmazlar ve sözkonusu bileşkeyi kendi iradeleri ile üretmek gerektiğini savunurlar: “Bizim TKP’ye ihtiyacımız yok, biz bize yeteriz!” İlgili bileşkede köylülük fikri Petras’tan, kentçi fikir Wallerstein’dan gelir. Petras, iktidarı hedeflemeyi ayıplayan Zapatistalar'ın; Wallerstein dünya tekellerine akıl veren Dünya Sosyal Forumu’nun savunuculuğunu yapar. Bugün politik anlamda SİP/TKP ile ÖDP’li Yeniden’ciler arasında konumlanan HDY, teorik sınırlarını da bu iki yazarla çeker. Doksanlı yılları bildirilerini çevirip dağıtmakla geçirdiği Zapatistalardan “iktidarı almayı değil, dans edebilecekleri alanları”, DSF’den de burjuvaziye akıl verip vicdan rahatlatmayı öğrenir.

Wallerstein, Porto Allegre’de toplanan, “keyifli liman”a demir atan, “Dünya Sosyal Forumu”nu siyaset teorisinin merkezine yerleştirir. Ona göre, “sadece devlet iktidarını elde etmeye kilitlenmiş sosyalist bir hareket sosyalist bir dünya kurma hayâlini gerçekleştiremez.” Dünyayı kucaklarken, gerçek ihtiyaçları ve onları belirleyen zorunlulukları kaçırır. Aile ve ailenin yaşadığı yerin, evin ekonomisi Wallerstein’da insanlık ailesine ve dünya ekonomisine dönüşür, hiçbir bozulmaya uğramadan. O, bu yönüyle, dünya pazarına bakar ve ticareti merkeze koyar, kapitalizmin özgüllüğünü kavramaz. Üretim yerine dolaşıma kilitlenir.

“Analiziyle ilişkili olarak, kapitalizmden sonra demokratik yeni bir sistem kurulması sürecinde öncelikli olarak sermaye birikim amacının ve tekelci pazar ilişkilerinin ortadan kalkması gerektiğini ve kâr amacı taşımayan kurumların kurulmasını önermiştir. Bu süreçte hiçbir sınıfa veya toplumsal gruba ‘özne’ rolü vermemiştir. Dolayısıyla Wallerstein, eşitsiz üretim ilişkilerini ve toplumsal mülkiyet ilişkilerini kapitalizm analizinin ve tarih yazımının kalkış noktası yapmayarak, Marksist yazından ve tarihsel materyalist gelenekten uzaklaşmıştır.”[8]

Wallerstein ve benzerleri, kapitalizmin doğumunu, ücretli emeğin, artı-değer sömürüsünün görülmediği, ticaret ve pazar ilişkilerinin hüküm sürdüğü noktaya kadar çekerler. Burada özgüllük kaybolur. Aynı durum, ezilencilik yapan kimi ekiplerde de arz-ı endam eder. İşçicilik ise kapitalizmi ileriye doğru aşma niyetine bağlanarak onun tekilliğine ve özgüllüğüne bağlanır. Kapitalizmi tarihsel bağlamından kopartır.

Marksizm ise üretim tarzı, üretim ilişkileri, üretici güçler, toplumsal formasyon gibi kavramlar geliştirerek kapitalizmi güç, özne gibi insanî olgulardan sıyırır. HDY gibi özneler ise kendi öznel gücünü şişirmek için kapitalizmi ve emperyalizmi güç ve özne dolayımı ile okur. Bildiği gördüğü; gördüğü bildiğidir. O, sömürgecilik, tekelci sermaye, emperyalizm gibi başlıklardan dem vururken sanki kişi olarak birilerini zikrediyor gibidir. Hem düşman güçleri (sağ oportünizm), hem de onlara karşı teorik olarak karşı konumlandığını düşündüğü dost güçleri büyük gösterir (sol oportünizm). Anlaşılan HDY, Mahir’in kırbacını hiç yememiştir!

Kırbaçtan kaçanlar, Mahir’de tali olan Latin Amerika solculuğunu başat kılarak, Albay Hugo Chávez’in Aralık 2004’te bir aydınlar toplantısında dillendirdiği “21. yüzyıl sosyalizmi”ne balıklama atlarlar.

Chávez’in fikrî dünyasını biçimlendiren bir isim, Federico Brito Figueroa’dır. (1921-2000) Venezuela’da Millî Demokratik Parti üyesi olan Brito, marksist bir tarihçi ve antropolog olmasına karşın önemli ölçüde Fransız Annales Okulu’na yakındır.

Marc Bloch ve Lucien Febvre tarafından 1929’da kurulan okul, burjuva tarihçiliği ile marksist tarih arasında üçüncü bir yol açma derdindedir. “Derdim, sosyalizmin önünü almak” diyen Keynes gibi, Rand Corporation, Ford Institute türünden emperyalist odaklarca desteklenir. CIA’in ellilerden sonra Avrupa’da finanse ettiği kültür sanat hayatı gibi sosyalizmle ve marksizmle ortak kavramları kullanarak onun seyrini engellemeye gayret eder. Annales, hep marksist tarih bilimi ile kardeş ilân edilir, ama bu kardeşlik Habil ile Kabil’in kardeşliği türündendir.

“Ekonomik çelişkilerin değil, fikirlerin ve ideolojilerin çatışması”nı önemseyen Okul, marksizmle arasındaki şu üç temel ayrım üzerinde durur: “[Annales], 1. Üretime değil, dağıtıma; 2. kopuş ve devrimlere değil, uzun erimli tarihe; 3. determinizm yerine sürekliliğe bakar.”[9]

Okul içindeki bir tarihçi olan Fernand Braudel’in tanımladığı gibi, “kısa vadeli olaylar, gerçeğin üzerine örtülmüş tozdurlar ve bunlara odaklanmamak gerekir.” Bu yaklaşımın politika alanına dayatıldığında devrimlerin, kopuşların, devrimci mücadelenin toz gibi nasıl yele verileceği açıktır. Zaten Okul’un üzerinde yükseldiği zihniyet, ekonomik çelişkilerle değil, düşüncelerarası çelişkilerle uğraşır. Okul’un müdavimi tarihçi Febvre, “zorunluluklar değil, tercihler önemlidir” tespiti ile öznelci bir teoriyi koşullar, ama bu öznelcilik zorunluluğa kör olması sebebiyle devrimci mücadelenin nesnel koşullarını anlama konusunda akimdir.

Chávez’i etkileyen bir diğer isim de Alman sosyolog Heinz Dieterich’tir. Bu Alman, kendi ifadesine göre, 68 olaylarında devletin yüceliğini görür, buradan, devletin ancak geniş bir halk kitlesiyle yıkılabileceği sonucunu çıkarır, öğrendiklerini Latin Amerika’ya öğretmek için Meksika’ya gider, 2005’teki Dünya Sosyal Forumu’nda “21. yüzyıl sosyalizmi” teorisinin temellerini atar; teorinin asıl amacını ise İskandinav tipi sosyal demokrasi olarak belirler.[10]

Chávez’in “burjuvazinin ve proletaryanın projelerinin iflas ettiğini” söyleyen bu akıl hocası ile Annales’ın rahle-i tedrisinden geçmiş Wallerstein’dan feyz alan HDY bildirgesinde benzer bir üçüncü yol’culuk biçimlenir. Burada troçkizmin eski Sovyet eleştirileri ısıtılır, devamında ise ahlâk ve eğitime indirgenmiş bir parti faaliyeti ile kültür devrimi öne çıkartılır (s. 100). Devrim sonrasına ilişkin projeksiyonda devşirilenler bugüne yansıtılırlar. Bugünde halkların pratik mücadele ajandasını tutan Petras, kültürel-ideolojik değişimin imkânlarını; Wallerstein, dünya ölçeğindeki bu değişimin uzun erimli teorisini verir.

Partinin bir örgüt olduğunu düşünen HDY, bunun profesyonel kadrolardan oluştuğunu söyler, ama devrimciliğin meslek olarak ele alınmasını reddeder (o zaman neden “profesyonel”?) Bildirge seksen ve doksanların neo-maoist ve neo-troçkist akımların rahlesi karşısında diz çökmüş, öğrendiklerini Petras ve Wallerstein suyuna yatırmış “yeni Dev-Yolcular”ın kaleminden çıkma bir üründür.

HDY’ye göre, ekonomi ile politika arasındaki dolayım zemini, demokrasidir. Dolayım, politik bir kavramla karşılanır. Ekonomi özne/politika nesne; politika özne/ekonomi nesne: HDY ikinci tespite bağlıdır. Ekonomik belirlenimin politik devrimden sonra ortadan kalktığını zanneder, daha doğrusu politik devrimi toplumsal devrime indirger. Onun tahayyülünde yasalar insan kontrolüne girmektedirler. O nedenle stalinist, üretim güçler’ci marksizm çöpe atılır. Oysa “Allah”ın hükmünde olan üretim güçleri ve onun belirleyiciliği, devrimle kesintiye uğramazlar; kitle, parti, sendika vb.den birini ya da demokratik bir bileşkesini “Allah” yerine koymak, bu gerçeği yanlışlamaz.

Marx’ın ekonomi ile ilgili tespitlerine ilişkin iki yaklaşım vardır: “kapitalizm öncesinde bu iktisadî yasalar geçersiz” veya “kapitalizm sonrasında geçersiz” diyenler. Bu iki eğilim, teorik ve pratik düzlemlerde yan yana gelir. Meta üretimi, emeğin değer üretmesi karşısında değer yasasını reddeden küçük burjuvalar, emek zamanının değer üretimindeki etkin konumunu görmezden gelirler. Önü sonu her iki eğilim de kapitalizmden eşitlik ve/veya özgürlük talep ederler. Bu noktada tabiî ki, “21. yüzyıl sosyalizmi”nin yoldaşı olan Ekvador başkanı Rafael Correa’nın da zikrettiği üzere, üretim araçlarının kamulaştırılması asla gündeme gelmez. Devletin özgürleştirilmesi için halkın eşitlenip düzlenmesi şarttır, zira üretim araçlarının kamulaştırılması sözkonusu kurguyu bozacaktır.

21. Yüzyıl Sosyalizmi

Sosyalist tarikatların gelişim sistemi ile hakikî bir işçiler hareketinin gelişim sistemi, birbirlerine nazaran daima ters orantılı seyretmiştir. İşçi sınıfı, bağımsız bir tarihsel hareket için yeterli olgunluğa erişene dek tarikatlar (tarihsel açıdan) haklıdırlar. İşçi sınıfı söz konusu olgunluğa eriştiğinde, hastalıklı tarikatlar esas olarak gerici hâle gelirler. Gene de tarihin her yerde gösterdiği şey Enternasyonal içinde de tekrarlanmıştır. Modası geçmiş olan, yeni elde edilmiş biçim dâhilinde kendini tekrar tesis edip varlığını sürdürme gayreti içindedir.

[K. Marx -Marx’tan Bolte’ye, 1871]

Sosyalizmin akılda, düşüncede başlayıp biten bir şey olmaktan çıkış imkânı marksizmdedir. Bu yönüyle tarikatların rahle-i tedrisi, el vermek, post kapmak dışında bir işe yaramaz. Buradaki sosyalizm lafzîdir. Bunlar işçi, halk ya da mazlumlar deseler de bir şey değişmez. Bu tip gerçek, maddî ve canlı olgular, düşüncede birer pürüz olarak örgütlenirler ve sonrasında temizlenirler.

Marx açısından tarikatlardan kurtuluşun güvencesi, işçi sınıfı mücadelesindedir. Leninist anlamda dönüşüme uğratılmış Marx’ın marksizmi de aynı dertten mustariptir. O da üç beş bakkal kafalı adamın istismarına maruz kalmıştır. Bu istismarın içinde bir özne olarak HDY de başkalarıyla ayrımlarını hep ideolojik, lafzî ve düşünsel zeminde koyar, hiç maddî, politik, devrimci bir ayrıma ya da böylesi bir ayrımın oluşum imkânlarına işaret etmez. HDY’nin genel anlamda kendisini içinde gördüğü “21. yüzyıl sosyalizmi” de önce Stalin, sonra Lenin, ardından Marx’ın çöpe atıldığı doksanların ideolojik gayretinin ürünüdür.

Bu dönemde temcit pilavı gibi sürekli sunulan kimi teorik tespitler, HDY bildirgesinin 84 ve 85. sayfalarında yankısını bulur. Bu sıraladığı tespitleri utangaç bir üslupla “önyargı” olarak niteleyen HDY’nin sözkonusu tespitler konusunda ikna olduğu ve doksanlarda kendisini onlara göre biçimlendirdiği aşikârdır. “21. yüzyılın sosyalizmi, öncelikle 20. yüzyıl sosyalizminin bu gerici önyargılara zemin hazırlayan sorunlarını, onun devrimci özünü koruyarak aşan bir siyasî hareket olarak gelişebilecektir.” (s. 85) diyerek bu kabul edilir. Önyargılar “gerici”dir, ama zemin ve sorunlar gerçektir.

Liberal -kurtuluşçu bir yerden bu meselelerden kolaylıkla kurtulacağını zanneden HDY, pratik olarak bu önyargıların işaret ettiği yerden kendisini kurmuştur: dine ve totaliterliğe karşıdır, sınıf dışı çevre, kadın ve ulus sorunlarına körlemesine açıktır; politik devrimin toplumsal devrimi öncelediği tezini reddeder; merkezî planlama, ona göre çürümedir; proletarya diktatörlüğü ve şiddete dayalı devrime 175 sayfalık metinde zaten hiç rastlanmaz; öncü-devrimciler örgütünü, önerdiği modelle zaten inkâr eder.

Tüm bunların toplamı 21. yüzyıl sosyalizmi değil, 19. yüzyıl, yani marksizm öncesi sosyalizmdir. Tüm bu önyargıların yükseldiği zeminin eleştirisine, bugünün sosyalizminin gerçekliği eklenmelidir, HDY’ye göre. “Bugün”ün nasıl olup da koca bir “yüzyıl”ı ipotek altına alabildiği ise anlaşılamamaktadır.

“20. yüzyılın sosyalizmi, 20. yüzyılın kapitalizminin eleştirisi üzerine kurulmuştur” (yanlış!), “21. yüzyılın sosyalizmi ise kapitalizmin bugününün eleştirisi üzerine kurulmaktadır.” (iki yanlış bir doğru etmiyor! -s. 86.) Burada sosyalizm, teorik, düşünsel zeminde algılanmaktadır. Belki de bu nedenle yüzyılı niteleyen sayı ile birlikte anılır.

Oysa sosyalizm, tarih boyunca toplumsal-tarihsel kimi olgularla nitelenmiştir (“Küba sosyalizmi” ya da “küçük burjuva sosyalizmi” gibi). Ayrıca HDY’nin yeni “IV. Bunalım dönemi” 1982’de başladığına göre bahsini ettiği 21. yüzyıl da bu tarihte başlıyor olmalıdır. En temelde sosyalizmin salt eleştiriye, teorik-düşünsel bir karşı duruşa indirgenmesi 19. yüzyıldan beri görülen bir eğilimdir. Zira HDY’ye göre, bu sosyalizm “Rönesans hareketi”dir. (s. 86) Ölenin ve yeniden dirilenin ne olduğu ise açık değildir. Ama bu ifade onun, sınıfsız, maddesiz, çelişkisiz, soyut “insan”ı hümanizma anlamında aklının merkezinde taşıyan burjuva sosyalizminin bir uzantısı olacağının göstergesidir. Zira geçmişte Rönesans, dinî yapılar altındaki insanın eski Grek ve Latin metinlerine dönerek yeniden doğurtulmasını anlatır. HDY de 19. yüzyılın esnaf-zanaatkâr sosyalizmini diriltme peşindedir.[11]

HDY, o kadar çok ve sık “ekonomik düşmanlar”dan dem vurur ki, bu, ekonominin teorik olarak husumetle karşılanmasını getirir, ekonominin belirleyiciliği marksizmden sökülüp alınır.[12] “Krize karşıyız” diyerek, belli olguları sınıfsız, soyut ve kendinden menkul bir âleme fırlatan ÖDP’liler gibi ekonomi denilen şeyi yönetenlerin politik nitelikleri ve devrimci ya da solcu olup olmamalarına, kişiselliklerine göre anlar. Teorik analizi bugünden geçmişi anlama yöntemi uyarınca biçimlenen Dev-Yol geleneğine uygun olarak, geçmiş eski, gelecek yeni olarak kodlanır. HDY’nin “yeni liberal yeni sömürgecilik” tespitinde bu kadar “yeni” sıfatının mevcudiyeti, okurları kandırma amacını güder. “Geçmişten kurtulduysanız, bizim kapı size açık, yeni olan biziz” der, bunu eski bir hareketin devamı olma konusunda gösterdiği inada bağlı olarak dillendirir.

Somut öznelerin kapitalizme ve onun bir aşaması olan emperyalizme karşı somut mücadele vermeleri mümkün değildir. ÖDP’liler “krize karşıyız” diye eylem yaparlarken, HDY’liler, krizin sahibi emperyalizme karşı eylem içindedirler. Oysa bu momentler doğaldır. “Depreme karşıyız” diye 17 Ağustos 99’da eylem yapılamazsa, bugün de salt krize karşı eylem yapılamaz.

HDY, “sınıf uzlaşmacılığına yol açar” diye ürküttüğü teorik, iktisadî analizlerle kendi yaptığının arasında fark olmadığını görmelidir. “Sistemin üzerine kurulu olduğu çelişkili güçler” (s. 36) hiç de insanların kolektif müdahalesine açık, gayet insanî güçler değildirler. O güçlere karşı politik güç örgütlemek, ister istemez reformizmle sonuçlanır. “İnsanlar cevaplarına yakın olduğu soruları sorarlar” (Marx).

“Kapitalist zincirin zayıf halkalarının oluşumunu, bu zayıf halkalarda yaşanan politik-toplumsal krizlerin şiddeti belirler” diyen HDY’nin zihninde, Hegel’i baş aşağı çevirip doğrultan Marx amuda kalkar. Ekonominin belirleyici olduğu süreçte, onun ürünü olan “zayıf halka”da nedense ekonominin belirlediği “politik-toplumsal krizlerin şiddeti” belirleyici hâle gelir. Oysa şiddet neden değil, sonuçtur. Onun sebep olduğu sonuçlar, ancak politik mücadele gerçeğinde görülürler.

HDY’nin bahsini ettiği “yeni liberalizm”, eskisinden farklı olarak, esasen devlete makul bir müdahale izni verir ve bir tür iktidar ideolojisi olarak üretilir. Burada bireysel özgürlük, özel mülkiyet ve devletin makul müdahalesi üzerine kurulu yeni liberalizme[13] karşı çıkarken HDY ve onun gibiler, bu üç olguya karşı bir şey söylemezler, sadece bu olguları ülke sınırlarına göre anlarlar ve ülke içindeki insanların bireysel özgürlüklerine, özel mülkiyetlerine ve devletlerine halel getirdiği için emperyalistlere kızarlar. Yani yeni liberalizm, bir sıfat olarak yeni sömürgeciliği tanımlarken ülke sınırlarını, misak-ı millîyi esas alır, bu anlamda içteki liberalizmin yenisine dönük tepkisi olarak biçimlenir. Zira her yeni, eskinin mezarı üzerinde tepinerek onun birikimini istismar eder ve eskinin parçalarından mülhem bir aşure çorbası olarak somutlanır.

Marksizm geçmiş-bugün-gelecek bütünlüğünde, böylesi bir zamansal, nicel konumdan değil, öznesiz bir yerden, süreç bağlamında teorisini kurar. Bugündeki öznenin geçmişi geleceğe çıkmak adına istismar edişine imkân vermez. Ama HDY bu istismarla tanımlıdır: bugündeki ilkel varlığını meşrulaştırmak, ideolojize etmek, aklîleştirip yüceltmek için geçmişi “yeni” sıfatı ile kendine indirger, zira yeni olan kendisidir! Kendi fiilî varlığı devletle cebelleşmeye mani ise liberalizme, burjuva ideo-politik yönelimlere, düşünceye, aklî işlemlere “savaş” açar. Krize çare olarak “ülkedeki yabancı sermayenin çıkışı yasaklansın” denilir. Liberal kemalist konumundan egemenlere akıl verir. “Ülke”yi sınıfsız, çelişkisiz, yekpare, kendinden menkul bir yerden ele alır ve öyle okur. Bu nedenle “dünya”yı aynı şekilde ele alan Wallerstein ve Petras’a bakar.

İleri-geri; eski-yeni; iyi-kötü nicel ifadeler ve tümüyle ideolojik alana âit. İdeolojik çalışma niyetiyle bunların teoriye hâkim kılınması, idealizm üretir. Bu idealizm, ileri-geri bağlamında ilerlemecilikten; eski-yeni bağlamında kalkınmacılıktan; iyi-kötü bağlamında ahlâkçılıktan kurtulamaz. HDY’nin özünde yapıp ettiği de tümüyle bu üç ideolojik alanda biçimlenir. İdeoloji, güç ilişkileri bağlamında biçimlenen politika gerçeğindeki öznelere yalancı, sahte güç balonları şişirme imkânı vermenin adı olur.

Bir zamanlar silâhın kabzasından bir miktar tutabilmiş her özne gibi teoriye zor ve güç türünden kavramları soyut, kendinden menkul olgular olarak enjekte eder. Yukarıda bahsi edilen üç nicel ayrım, belirli güç odaklarına ve zora göre belirlenir. Bu noktada insanlar, bu odakların bazılarına bağlanırlar, bazılarının da karşısına yerleştirilirler. HDY şefleri ise tüm bu olup biteni yüksek tepeden izleyip talimatlar verirler. Onlara göre marksizm ve sosyalizm ileri, yeni ve iyidir. İlk bakışta güzel gelen bu tespit fiiliyatta, pratikte marksizmi ve sosyalizmi oportünistleştirir. Zira bu ideolojik, nicel ifadeler üzerine kurulan teori, nitel olana ve onun dönüşümüne karşı körleşir.

Kapitalizmin ilk oluşum döneminde iki tepki biçimi ortaya çıkar: birincisi rekabeti; ikincisi ise mülkiyeti kötü addeder. Rekabeti kötü belleyenler eşitlikçi; mülkiyeti kötü belleyenler özgürlükçü bir ideolojik refleks geliştirirler. Marx’ın yukarıdaki ifadesinde tarikatlar, bu iki başlık altında örgütlenirler. Her iki ideolojinin ahlâkî ve hukukî sosyalizmlerinden uzakta, ikisini de devrimci anlamda dikine kesen proleter bir hat açma derdinde olan Marx, bu tip gruplaşmaları kıyasıya eleştirir.

Yüz yıl önce “Marx öncesi sosyalizm yenilmiştir. Artık savaşımını kendi alanında değil, revizyonizm biçiminde marksizmin kendi genel alanında sürdürmektedir.”[14] ifadesinde somutlanan leninist tespiti 21. yüzyıl başında yineleyecek bir özneye tesadüf edilmez. Bu boşlukta HDY ve benzeri örgütler, Marx öncesi sol-sosyalist ideolojilerden medet umarlar. “Yeni” diye çığlık atanlar, alabildiğine “eski” fikirlere sarılırlar. Emeğinin ciddîye alınmaması karşısında isyan eden küçük burjuva zanaatkâr, esnaf zümresinin ve benzeri meslekten orta sınıfın ideo-politik karşılığı olurlar. Burada sömürü, yerini zulme bırakır: “ülke, devlet, halk ve tüm kurumlar zulüm altındadır.” HDY gibi örgütlerin sömürüye dönük hassasiyeti, esasta onu bir zulüm biçimi olarak görmesindendir.

“Yoksullaştırılan kitleleri proleterleştirmeye sevk eden en önemli etmen ücret gelirli bir yaşam zorlamasıdır.” (s. 114) Cümlenin bozukluğu bir yana söylenen açıktır: “ey insanlar, sizi birileri işçileştiriyor, ücrete mahkûm ediyor, devletten ne güzel besleniyordunuz, biz sizi bu durumdan kurtaracağız.” Bu yaklaşım, sınıfı nesnel bir olgu olarak almaz. İşçi olmak istemeyenleri örgütler. Kapitalizm koşullarında insanları bir yalana çağırır. Proleterleşmeyi pejoratif, küçümseyici bir ifade olarak kullanan HDY, kapitalizmin gelişimi dâhilinde işçileşmek durumunda kalıp bundan mustarip olan orta sınıflara seslenir ve işçi sınıfını da bu minvalde ele alır.

“Toplumsal hareket sendikacılığı” (s. 117) işçi sınıfını ve emekçi katmanları orta sınıf solculuğu ile kuşatma operasyonudur. Sınıfın toplumu bölen niteliği toprağa gömülür. Toplum bölünmüyorsa tarih de parçalanmıyordur. Parçalanmayan “tarih” kemalizmin, bölünmeyen toplum orta sınıfların “toplum”udur.

Kendi sınıftaşlarının sağcılaşmasından dert yanan HDY, otuz yıllık bir mücadele içinde oluşmuş olan Kürtlerin de sağcılaştığını öne sürer (s. 118). Ölçü “yeni liberalizm”, altı boş bir para karşıtlığı ve TC savunusu olunca Kürtler umacı olur.

HDY’nin genel hatası, ideo-politik bir gelenek olan yeni liberalizmin eleştirisi ile maddî bir üretim tarzının adı olan kapitalizmin eleştirisini karıştırmasıdır. Kapitalizm incelemesinde marksizm, belli somut, maddî, yapısal dinamikler ve olgular belirler. Ama yeni liberalizm, kapitalizmin nesnel oluşumuna dönük bir tepkinin ideolojik karşılığı olan liberalizmin yeni döneme uyarlanmasından ibarettir.

Bu anlamda karıştırılmaması gereken hususlar şunlardır: kapitalizm bilimsel-teorik düzeyde, yeni liberalizm ideolojik-politik düzeyde karşılanır. Washington Konsensüsü ilk teorik düzey için basit bir gösterge iken, ikincisi için oturup bildiri yazılacak, imkân varsa konsensüsün yapıldığı binaya bomba konulmasına ilham verecek bir olgudur.

HDY’nin yeni liberalizm eleştirisinin sağından solundan kapitalizm sızar. Bu anlamıyla o, kapitalizmi iki yüz yıldır kişilerle başlayıp kişilerle biten, öznelerin müdahalesi ile düzeltilebilecek ya da giderilebilecek ideo-politik bir maraz, hastalık olarak anlayan küçük burjuva solcularının teorisi ve pratiğine ait geleneğe bağlanır.

Fiilî devlet iktidarına karşı değil, “yeni liberal yeni sömürgeciliğe” karşı mücadeleyi öngören HDY sayfa 123’te somut hedefini kitlelerin önüne koyar: IMF ve AB. Bu anlamda kitleleri, devletin hukukî, ekonomik ve politik düzeylerde dünya güçleriyle yürüttüğü pazarlık masasında onunla ortaklaşmaya çağırır. Kadrocuların “sömürülen devlet”i HDY’de bir anlamda “ezilen devlet”e dönüşür. Bu nedenle Kürtler politik olarak hizaya sokulmaya çalışılır, “biz de eziliyoruz, tatava yapma!” denilir.

“Türkiye toplumu son 30 yıl içinde olağanüstü ekonomik büyüklükler yaratmasına karşılık, yerel sermaye birikimi giderek zayıflamaktadır.” (s. 120) (Vah yazık!) Bu cümledeki “Türkiye toplumu”, “30 yıl”, ve “ekonomi” sınıflar mücadelesinden azadedir. Bilimsel tespit olarak kalsaydı, “özne” ya da “fail” olarak sınıfın geçmemesi olağandı, ama bu cümle, belli bir politik bildirgede geçip, politik yönelimi tayin ettiğinden, ciddî bir soruna yol açar. Bu türden ekonomik tahliller, en fazla, “esasta bizde sorun yok, ne varsa dışarıdan geliyor, şu tekeller olmasa ne güzel ülke burası” diyenlerin içini gıdıklar. O tekelleri ülkeye sokan devlete el sürülmez, zira kafada şu klasik solcu mantık vardır: “Nasıl olsa iktidarı alacağız ve bu devlet bizim olacak. Onu şimdiden hırpalamak yanlış!” Şimdide kurulan siyasî ve ideolojik bu ortaklaşma, ekonomi tahlillerini de bilimdışı bir yere zorlar, politik tahlilleri de gerçeğin dışına atar. Bu tür politik bildirgelerde ortaya konulan ekonomi tahlilleri politik hamlelerin kılıfı olarak örüldüğünden, sağlıklı bir teorik derinleşmeyi de önler.

İdeo-politik gerekçelerle Türkiye’yi öznel algılayıp onu nesnel, bilimsel bir tahlilin konusu yapamayan HDY, “Türkiye ise BOP’un yalnızca ‘taşeronu’ değil, aynı zamanda ‘hedefidir’ […]” (s. 126) türünden cümleler kurar. Hem “taşeron”, hem “hedef” nasıl olabiliyor? Şöyle ki: içeride sütü bozuk bazı kişiler var, bunlar taşeronluk yapıyorlar ve bu çaba ülkeyi hedef kılıyor, yani bu kişiler temizlenirse mesele hallolur. Sosyalist hareketin yerlileşmesi meselesini tersinden anlayan bu hareket, Türkiyeli halk sınıflarını savaşla korkutur, burjuva siyasetçiler gibi huzur, mutluluk, istikrar ve emniyet vaat eder.

Maoistler, bu yerlileşme meselesinde çubuğu özel olana bükerlerken, troçkistler genele bükerler ve ülke gerçekliğinin silindiği bir siyaset önerirler. Maoistlerde dünya yekpare, özel, ilişkisiz bloklardan kurulu iken, troçkistlerde dünya başlı başına böylesi bir blok yapı olarak algılanır. HDY, bu anlamda ikisinin geriliminde durur. Bu gerilime giren de, gerilimden kaçıp “21. Yüzyıl sosyalizmi” teranesine sığınarak, geçmişini inkâr eden de kendisidir.

Tarih: Mülkiyet vs. Âidiyet

Amerika’da sosyalizmin taklit ve kopya edilerek uygulanmasını kesinlikle istemiyoruz. O destansı bir yaratım olmalıdır. Yerli Amerikan sosyalizmimize kendi hayatımızı, gerçekliğimizi ve dilimizi adamalıyız. Bu, yeni kuşağın en değerli görevidir.

[José Carlos Mariátegui]

Türkiye solunda, genel anlamda, özellikle belirli momentlerde, sorumluluk üstlenme, buna bağlı olarak, hesap verme/alma geleneği zayıftır. Sorumluluk ve hesap, tümüyle üçüncü şahıslarla, kitlelerle, dostla ve düşmanla ilgili meselelerdir. Sol özneler, bu hususlarda başı dik tutma, zevahiri kurtarma eğilimindedirler ve bu eğilim uyarınca öz’le değil, biçim’le uğraşmak iş sayılır. Bir dönem ideolojisini gömlek gibi giyip sonra çıkartanlarla bugün hâlihazırda mücadele yürütürken esasında bu gömleklerini koruma altına alanlar arasında fark yoktur. Bu iki cenahın şu veya bu köşede, durumda kapışmaları teorik ve pratik açıdan anlamsızdır. Zira her iki taraf da sorumluluk üstlenme, hesap verme/alma konusunda atıldır.

Hesap, birbiriyle bağlantılı üç ayrı düzlemde verilmelidir: ideolojik, teorik ve politik. Her moment, bir yönüyle, yeni kurgunun ipuçlarını içinde barındırır. Her momentte özneler kendilerini görürler ve kendilerini görme biçimlerini dönüştürürler. Momentleri görme, değerlendirme ve içinde iş yapma tarzı yeni dönemin ipuçlarını verir. Lokal bir alanda ya da zamansal kesitte iş yapan eğer düşman tarafından ezilirse, moment bu şekilde işliyorsa, sözkonusu özne lokalden genele, kesitten tüm zamana doğru genişleyecektir. Her yerde ve her zamanda olan özne, özneliğini de yitirir. Bu anlamda düşmanın zaferi iki katlıdır. İlkinde düşman, kendi tehdidini zaman-mekân üstü bir yere savurup atmıştır, ikincisinde ise kendi kısmîliğini ve geçiciliğini görmeyen bir bakış ile kendisine bakan yeni bir özne oluşturmuştur. Örneğin kapitalizm dünyanın her gözeneğine sinmeyi becerememişken, onu böylesi bir beceri ve kudrete sahip öznel bir güç olarak gören sol-marksist özneler oluşmuştur. Burjuva karşıtlığı kapitalizm karşıtlığına, TC karşıtlığı soyut bir devlet karşıtlığına doğru evrilir. Aynı devlet, ülkenin ve bölgenin her noktasında güçmüş gibi tasarlanır. Boşluklar görülmez. Bir kısım solcu, devletin bu kudretini gelecekteki kendi iktidarı için şimdiden bir miras, bakiye olarak görmektedir.

“Sol, burjuva vurduğunda devletin; devlet vurduğunda burjuvanın kucağına kaçıyor” tespitinin anlamı budur. Hesap vermek ve almak sorumluluk, yani sorulan her soruya cevap verebilme iradesi bağlamında ele alınırsa, ilgili her momentte eksiklikler, zaaflar ve hatalar görülür. Bu görü, pratik ve teorik bir dönüşümü tetikler. Son tahlilde her erkek ve kadın, eksik olduğu önvarsayımı ile âşık olur.

Her militan, öznel ideolojik bir mabet olarak gördüğü örgütünü beslemek, kanlandırmak için değil, devrimci mücadelenin ortak kitlesel kanı ve teri için insan örgütler. Burada mesele, tek tek insan örgütlemek değil, insanların ekonomik, coğrafî ve biyolojik seyirler dâhilinde oluşturduğu kitlesel dinamikleri harekete, hareketi o kitlesel dinamiklere örgütlemektir.

Bu Tarih Bizim isimli çalışmada Hulk’ın Dev-Yolcuları, kendi geleneklerini sadece kendilerinin eleştirebileceği zehabına kapılmış görünürler. Başkalarının Dev-Yol’u eleştiremeyeceğini, bu eleştirilerin “saldırı” olarak alınması gerektiğini söylerlerken, başka örgütlerin eleştirilerini yumuşatarak, maddî imkânlarını sorgulamadan, içeriden dillendirmekle, böylece etkisizleştirip savuşturmakla yetinirler.

12 Eylül, bir hesap momentidir. Türkiye solunun tüm bileşenleri bu momenti hesap vermeden, sormadan geçiştirmişlerdir. Bahsi geçen kitapta Dev-Yol’un darbenin gelişini önceden gördüğü, ama bu konuda hamle yapamadığı söylenirken, neden hamlesiz kaldığına ilişkin değerlendirme öznel eleştiriye kurban edilir. Açıkça o günlerde orta kademe Dev-Yolcular’ın bugünde oluşturduğu HDY, geçmişi, “biz başta olsaydık, her şey başka olurdu” minvalinde değerlendirir. Ancak gerçek hiç de bu kadar basit değildir; öznel zaaf ve eksiklikle izah edilmekten uzak bir seyir işlemiştir. Onlar da başta olsaydı, mahkemede “biz örgüt değiliz, dergi çevresiyiz” diyeceklerdi.

HDY’ciler'in genel tarih incelemesi küçük burjuva, öznelci bir yerde gerçekleşir. Tarih, ilgili kişilerce mülk edinilmiştir bir kere. Âidiyetten eser yoktur. Bu, hesap vermenin de önünü alır. İlgili özel tarihin özel uzmanları köşeleri kapmış, halk gibi tarihi de ipotek altına almışlardır. İkisi de “dış”a asla ve kat’a açık değildir. Baş ve sonun kendisi olmadığı, başkalarına muhtaç olduğu hakikatinin bilinci olan âidiyet bilinci, mülkiyet bilincine mağlup olmuştur. Bu bilinç ne darbeye giderken, ne içinden geçerken, ne de sonrasında ilgili bilinciyle hesap vermiştir. Ateşin içinden “kırmızı Mercedes” ile geçilip gidilmiştir. Mahir’in devrimcileştirdiği “yol”, huzurlu, mutlu, emniyetli bir iç güzergâha bağlanmıştır. Olan, tüm onuru ve namusu ile Karadeniz dağlarında ekmek ve silâh bekleyen yiğit devrimcilere olmuştur.

79’da, darbeden sekiz ay önce somut olarak 12 Eylül’ü öngören Dev-Yol’un darbenin niteliği konusunda yürüttüğü tartışmada iki başlık ortaya çıkar: birincisine göre gelen darbe, Latin Amerika benzeri faşist bir darbedir, ikinci başlık ise bunun kemalist bir cunta olacağı yönündedir. Bu, politik, ideolojik, teorik yönelim konusunda da çok şey söylemektedir. Bugünden görülebileceği üzere Dev-Yol şefleri, fiilen böylesi bir tartışmanın zuhur etme hatası içinde, ikinci eğilime tâbidirler ve ilgili gereksiz tartışmada kripto-kemalistlikleri baskın geldiğinden, darbeye karşı silâhlı bir mukavemet göstermemişlerdir.

Bugün yazıldığı biçimiyle Dev-Yolcular, o günkü şiddet pratiklerini, ürkütücü olacağı ve kitleyi böleceği gerekçesiyle mahkûm etmeyi sürdürürler, ancak buradaki hassasiyet, Bu Tarih Bizim isimli kitaba da yansıdığı biçimiyle, orta sınıflara yönelik bir hassasiyettir. Orta sınıfların ürkütülmemesini ana siyaset yapan örgütün darbeye karşı direnç örgütlemesi de beklenemez. Oysa HDY, bugün sözkonusu hassasiyeti onaylamaktadır.

Değerlendirme bölümünün bir yerinde “orta sınıflar ürkütülmemeli”, bu nedenle şiddetten, örneğin “Dev-Sol’un kamulaştırma eylemlerinden uzak durulmalı” derken, darbeye doğru aynı orta sınıfların darbenin asıl alıcı kitlesi olduğu söylenir. Yani onlarla ilgili hassasiyet ters tepmiş, orta sınıf cenahı devletin kucağına oturmuştur. Bugün de HDY, aynı hassasiyetle hareket etmeyi matah bir şey olarak propaganda etmektedir.

12 Eylül’de savaşmayanlar bugün, Latin Amerika’da benzer darbe süreçlerini yaşayıp onlara karşı savaşmış politik öznelerin edebiyatını, lafzını tekrarlayarak “yol” almaya çalışırlar. Oysa 12 Eylül’ü bir biçimde geçen her öznenin kendisini de dâhil ettiği ideolojik, politik ve teorik gerçekliği eleştirmesi, devrimci bir kopuş süreci içine girmesi ve yeni dönemin gereklerini bu fiiliyat üzerinden görüp kendisini ona göre oluşturması bir zarurettir.

Bu yönüyle, iç hukuk anlamında ahlâk ve dış ahlâk anlamında hukuk düzleminde öznelerin devrimci bir fiiliyat içine girmeleri gerekir. Dışarıdan gelen eleştirileri “saldırı” olarak kodlayıp, “bu ülkeye komünizm gelecekse onu da biz getiririz” türünden, “bu örgüt eleştirilecekse onu da biz eleştiririz” denmemeli, iç ve dış arasındaki ayrım çizgilerinin dönüşüm seyri, bu dönüşümün içe ve dışa dönük yansımaları en ince ayrıntısına dek ele alınmalıdır. Başka örgütlerin eleştirileri tu kaka ilân edilip dışlanmamalı, onlarla birlikte yürütülen polemikler, sınır çekici, ayrıştırıcı bir niyetle cereyan etmemeli, bu eleştiriler bir biçimde iç’selleştirilmelidir.

Ama bu “iç dünya”, “21. yüzyıl sosyalizmi”, “geniş kitle-dar kadro”, “Petras ve Wallerstein”, “Latin Amerikacılık” gibi unsurlarla biçimlenip başkalarına buralardan sınır çekilirken, esasen düşmanı netleştiren, ona karşı konumlanmış bildirgeler kaleme alamayan, dergi çıkartamayan, sadece diğer yapılara seslenmekle yetinen diğer sol örgütler kervanına eklenilirken, teorik, ideolojik ve politik mücadelenin çeşitli veçhelerinde belli bir disiplinin, hiyerarşinin, ahlâkın ve hukukun karşılığı olan partinin oluşmasına da imkân yoktur. Parti, özel kişilerin özel çıkar ve ihtiyaçlarına göre çizdikleri özel sınırlarda değil, genel toplumsal-tarihsel dinamiklerin zorunlu olarak çizdiği politik sınırlarda oluşan devrimci bir organizmadır. Bu açıdan HDY’cilerin anladığının aksine, parti bir örgüt değil, dinamik olarak kurulup dağıtılan çok sayıda örgütün bileşkesidir. Devrimci örgütler kolektifi olarak parti, Lenin’in tabiriyle, komünistlerin, halk sınıflarının bulunduğu alanın her yönüne sevk ettikleri birimlerin bağlı olduğu ordunun adıdır.

Marx’ın ifade ettiği biçimiyle, artık örgüt adı altında tedavülde olan tüm yapılar tarikattırlar ve bunlar bir “Allah”la, komünist parti ile proleter devrimci bir hizaya sokulmalıdırlar. Tarihsel kimi dönemeçlerde, her seferinde içe kapalı cemaatler oluşturan, bunları işlerine geldiğinde dağıtan şeflerce yönetilen yapılar, düşmana değil, birbirlerine karşı öznel sınırlar çekmekten kurtulmalıdırlar. Bunlar, içimizde tüm şiddeti ile yürüyen “devrim”i lime lime edip etkisizleştirirler. Soyut ideo-politik ikilikler belirlenip millet tercihe zorlanacağına ya da yalandan, kurgusal bir üçüncü yol’culuk yapılacağına, somut ikiliklerin üzerinde yükseldiği maddî zemin, sözkonusu devrimin toplarıyla dövülmelidir. Bu mücadele, özel kişilerin özel çıkar ve ihtiyaçlarına göre tasavvur ettikleri bir tür “sol” olsa da sürmelidir. Bir küçük burjuva da kendi çıkarları hesabına “bağımsızlıkçı, halkçı ve özgürlükçü” olabilir. Mesele, bunları tek tek ya da bütün olarak aynı kafada ve bedende bütünlemek ya da “en öz saf solcu” olmak değil, bu kavramların ve pratik karşılıklarının teorik, ideolojik ve politik gerçekliğini parçalamaktır.

Bu tür bir devrimci teori, ideoloji ve politikadan alabildiğine uzak duran HDY, “Devrimci yolumuz Çayanların yoludur!” sloganını, somut gerçekliklerine uygun olarak şu şekilde değiştirmelidir: “Evrimci yolumuz cayanların yoludur!”

Eren Balkır
10 Ocak 2009

Dipnotlar:
[1] Halkın Devrimci Yolu, Bildirge.

[2] Stirner’den akt.: George Woodcock, Anarşizm, s. 111.

[3] Proudhon’dan akt.: a.g.e., s. 124.

[4] Karl Marx, “Bolivar y Ponte”, Aralık 1857-7 Ocak 1858, MIA. Türkçesi: İştirakî.

[5] “[…] ‘Güney’ aynı zamanda, sosyalizmin yeni döneminin inşasında kurucu rol üstlenmeye en yakın siyasal coğrafya hâline gelmektedir.” (s. 34.)

[6] IV. Dönem’in başlangıcı olarak belirtilen Washington Konsensüsü, John Williamson’ın 1989’da icat ettiği, öncelikle Latin Amerika’daki kriz için öneri olarak sunulan paketi anlatan bir kavram, ama HDY bunu 82’ye atıyor ve bir tür öznel komplo olarak okuyor. İktisadî mekanizmaların keynesizmi ıskartaya çıkartması, tekellerin ülke içi zenginlikten, emek pazarlarından nemalanması için gerekli düzenlemelerin yapılmasını, özelde Thatcher’ı, Reagan’ı ve Özal’ı anlatıyor. Ama Özal’lı yıllarda sessiz kalmış HDY, bugün sessizliğinin gerekçesini yüce komplolarda buluyor.

[7] “Yeni sömürge devletin, toplumsal krizle dolaysız bir ilişki içinde olan politik krizini devrimci biçimlerde çözebilecek tek güç, üretken altyapının sömürgeci yöntemlerle tahrip edilmesinden en yıkıcı biçimlerde etkilenmekte olan emekçi halk sınıflarıdır.” Bu cümle de temelde Lenin’in Ne Yapmalı’sına reddiyedir: devlet, emperyalizmin uygulamaları sonucu krizdedir, bu krizden devleti kurtaracak olan da dışarıdan bilinçle değil, içeriden ekonomist ve oportünist bir siyasetle uyandırılacak olan emekçi halk sınıflarıdır. Burada burjuva “millî egemenlik”ten vazgeçilmez, “proleter” bir aşı yapılır ve Kemalist TC tahkim edilir. HDY, Mahir’i katleden devleti kurtarma derdindedir!

[8] Gülistan Yarkın, “Immanuel Wallerstein ve Marksizm”, Praksis dergisi, Sayı: 17, s. 182.

[9] Yayına Hz.: Stuart Clark, The Annales Schools: Critical Assessments.

[10] “68 Bahar’ından Venezuela Yaz’ına”, Dieterich röportajı, Birgün.

[11] “Programatik temelde bakıldığında, meta üretimini isteyen ama o temelde yükselen üretim tarzının zorunlu olarak ortaya koyduğu değer yasasına ve rekabete (‘toplumsal olarak gerekli emek zamanı’) başkaldıran, himayecilik yanlısı, ‘bedava kredi’ diye çığlık atan, var olduğu kadarıyla sosyalizm perspektifi ‘devlet sosyalizmi’ sınırlarını aşmayan bu ‘çağdaş’ hareket, Proudhonculuğun 150 yıl sonraki bir karikatürü gibi.” (Enis Tartan, “Petras Nereyi Aydınlatıyor?”, Manifesto dergisi, Sayı: 2, s. 83-84.)

[12] “Kapitalist zincirin zayıf halkalarının oluşumunu, bu zayıf halkalarda yaşanan politik-toplumsal krizlerin şiddeti belirler.” (s. 7) HDY’ye göre, üstyapı altyapıyı, politika ekonomiyi belirliyor. Şiddet bir sonuç iken, neden oluveriyor.

[13] Neoliberalizm, devletin yegâne meşru amacının bireysel, özellikle ticarî özgürlüğü ve aynı zamanda güçlü özel mülkiyet haklarının güvence altında olması gerektiğini söyleyen görüşü de içeren, gevşek biçimde sınırları tayin edilmiş politik inançlar kümesidir. [...] O, eski liberalizmin radikal bir oğludur… Özgürlük noktasındaki eşitlik, burada yetenekliler ve onların teşebbüsleri için toplam bir özgürlüğe dönüşür. [...] Yeni muhafazakârlığın paralelidir. (What is Neoliberalism, Dag Einar Thorsan ve Amund Lie.) HDY’nin “sosyalizm”i ne kadar da bu neoliberalizme benziyor!

[14] Lenin, Karl Marx ve Doktrini, s.94.