30 Mart 2017
27 Mart 2017
Yeni Ateizm, İslam ve Savaş
15 Nisan 2015
İsrail’in Ölüm Mangaları
28 Ocak 2017
Mazen Fukaha
25 Mart 2017
Pasolini, Althusser, Kilise
Oscar Romero
24 Mart 2017
23 Mart 2017
Atlı Süvari
Askerde, muhtemelen gerçek bir olaya dayanan, bir
fıkra anlatılır: kışlada bulunan bir bankın boyanması gerekmiş, komutan
askerlerin yanlışlıkla oturmasına mani olmak için başına bir nöbetçi dikmiştir.
İkinci bir emir gelmediğinden, senelerce bankın başına bir asker nöbetçi
dikilmiştir. Bugün devletin bankın rengini, yerini değiştirdiği, nöbet
uygulamasının anlamsızlığını gördüğü açıktır. Ama şu da görülmelidir: bu fıkra
bile askeriyenin parçasıdır.
Devletin sivil-asker diye bölünmesi, ezen-ezilen,
işçi-burjuvazi ayrımları yerine bu ayrıma kilitlenilmesi, politik bir marazdır.
Bu bölünmeden bahsetmek, “atlı süvari” demektir. Atla süvariyi ayırdıklarında
ata binebileceklerini zannedenler, fena hâlde yanılmaktadırlar.
Sivil-asker ayrımına en çok 12 Eylül mağdurları
örgütlenmektedir. Asıl kırılma bu momentle alakalıdır. Söz konusu ayrımı
yapanların orduyu eskinin kralı, kendilerini Jakoben zannetmeleri, ne büyük bir
yanılgıdır. Bu, mevcut orta sınıf siyasetlerini yaldızlamaktan başka bir şey
değildir.
* * *
Taner Timur’un Mustafa Koç’a ağıt yakıp “jakobenizme
düşmanlık karşı-devrimciliktir” demesi normaldir. Onun gibi solcuların ufku,
burjuvaziden, tüccarlardan ve esnaf-zanaatkârlardan oluşan kesimin ufkunu
aşamaz. Buna göre ordu, sermayenin iç ve dış ihtiyaçlarına uygun bir yapılanma
içine girmelidir.
Timur’un yoldaşı Yalçın Küçük’ün Kral Louis’nin sağ
kolu Colbert’e işaret etmesi, tesadüf değildir. Çünkü ufkundaki “sosyalist
iktidar” ancak bir Fransız Devrimi ile mümkündür. Buna göre ordu
profesyonelleşmeli, ülkenin dışarıdaki çıkarları korunmalı, içerisi
ezilmelidir. Ve evet, Diyarbekir’in ortasında bir genç vurulmalıdır.
* * *
Ordudaki dönüşümü önemli bir devrimci mevzi, bir
ilerleme olarak satanlar, sahtekâr olarak nitelendirilmelidir. Tüm politik
teorisi sivil-asker ayrımı üzerine kurulu olanlar, ordunun tüm topluma sirayet
etmesinin araçlarıdır. Karşılıklı dönüşüm dâhilinde bu ordu, hapishanelere
silâhla, topluma BBG Evi ile saldırmıştır. Bugün askerden kaçan on
binlerce genç, askeriyenin postmodern hâli olan Survivor yarışmasına
katılmak için çabalamaktadır. Bu seneki yarışmada eski bir Özel Kuvvetler
mensubu vardır. Hesaplar mevcut dönüşüme uygundur. Dolayısıyla, her yere ayna
dikip sadece kendisini görenler, “a ben de Kürdüm, ben de Aleviyim o da Alevi
hem de Kürd, demek ki ses yarışmasında ben de kazandım” diyenlerin görmedikleri
gerçek burada saklıdır. Dodan ve o Survivor’cı asker, iç içedir.
İç içeliğin bir anlığına kırıldığı moment, Kemal
Kurkut’tur. Yurtsever medyanın bu gencin katlini hemen gündeme taşımaması,
politik müdahalede bulunmaması, “yazık oldu gence” demesinin sırrı buradadır.
Solun maruz kaldığı son yirmi yıllık teorik-ideolojik-politik dönüşüm, devletin
ve ordunun dönüşümü ile birlikte okunmalıdır. Bu okuma olmaksızın, müdahale ve
mücadele de mümkün değildir.
Dolayısıyla, Demir Küçükaydın’ın yazdığımız yazıya
düştüğü nottaki devletlu ağız garipsenmemelidir. Küçükaydın’ımızın, “algı
oluşturma”dan, “dezenformasyon”dan dem vurması doğaldır. Ona Kıvılcımlı’nın
sözünü anımsatmak gerekir: “Çığlıkta ahenk aranmaz.”
Bu tip isimlerin Marksizmi aşmaları, Marx’tan
uzaklaşıp güya markizleşmeleri, özünde orta sınıf siyasetine yakınlaşma amacını
güder. Fikret Başkaya’nın Ekim Devrimi’ni devrimden saymaması, Fransız
devrimciliği ile alakalıdır. Bu tür isimler, orta sınıfın yönetsel ilişkilerde
rol alma çabasını mutlak, tek devrimci olgu olarak görmeye mecburdurlar.
Kitlelerdeki kaosu, kaosun kitleselleşmesini devlet gibi onlar da sevmezler.
Bu açıdan, Perinçek’in “ordu-millet elele”si iç
liberalizm; DSİP’gillerin ebrulîliği dış liberalizmdir.
Perinçek ordu ve milleti ayırmakta, aradaki tire
işareti olmakla güçleneceğini düşünmekte, devletse “haddini bil, ben varım,
ikisi iç içe geçecek” buyurmaktadır. Her iki tür liberalizmin birbirini
tamamladığını görmek gerekir. Kuveyt emirine takılan nişanda Atatürk’ü
arayanlar, bu dönüşümü perdeleme gayretindedirler. Aynı şekilde, kadının bacak
arasına, cinselliğine, hormonlarına bakan kadıncılar, kadının kolektif-tarihsel
gücünü perdelemek için vardırlar.
* * *
Saf, mutlak demokrasi arayışı devleti görmez,
göstermez. Bu perdenin gerisinde görülmeyen şudur: AKP, devletin basit bir alt
ideolojik aygıtıdır, onda ne İslam, ne Ortadoğu, ne Ortaçağ ne de kişisel bir
kibir mevcuttur. Bunlara işaret edenler, devletin safındadırlar.
Savaş, siyasetin başka araçlarla sürdürülmesi ise Survivor
savaşın siyasette sürdürülmesidir. Bu savaş, her bireyin birbirinin kurdu
olmasıyla alakalıdır. Emekçi kitleler bu tür bağlarla ana trafoya
bağlanmaktadırlar. Ordunun tarihsel dönüşümünde devlet kitleleri silâhlandırma
ihtiyacıyla yüzleşmiş, bundan korkmuş, söz konusu adımı atarken, gerekli
yerlere sigortalarını yerleştirmiştir. Bu sigortaları STK’larda, partilerde ve
derneklerde arayıp bulmak şarttır. Bunların içindeki kurtlarla mücadele
edilmelidir.
Dolayısıyla, ordunun milliyetçilikten vazgeçtiğine
sevinenler, bir avuç efendinin milliyetçi kudretini kitlelere yedirmesine dönük
çabalarına katkı sunarlar. Zira bugün “devletsiz demokrasi”den söz edenler, bu
lafı nedense aynı masada oturdukları devlet görevlilerine değil, ezilenlerin
kudretini örgütlemeye çalışanlara etmektedirler. Küçükaydın’ın yirmi yıldır
sürekli bağırdığı “aşın, taşın, özgürleşin, bireyselleşin” şiarı devlete veya
orduya değil, elinde devleti veya ordusu olmayanlara, bu sebeple Avrupa’ya
koşanlara haykırılmaktadır. Asıl sorun buradadır.
Asıl sorun, en komünistinin bile düne kadar “dönek”
denilen Livaneli çizgisine gelmesidir. Livaneli, “bu cahiller karanlığı sever,
hiçbir şey üretemezler” buyurmuştur. Oysa kendisi, o “cahil” halkın ürettiği
türküleri mülk edinip satarak ünlenmiş bir isimdir. Birçok türküyü kendi
bestesi gibi takdim etmiş, boru gibi sesiyle, müziğin tıkanmasına sebep
olmuştur. Onun önerisi ise aydınlanmış bir avuç efendinin silâhlarıyla birlikte
ülkeye ayar vermesidir. AKP’nin açıklarını bu tür isimler kapatmaktadır. Onlar,
Avrupaî AKP’nin üyesidirler.
* * *
Sivil kıyafetin altındaki hakilik görülmek zorundadır.
Devrimci örgütlerin kadrolarına bu hakiliği veya laciliği önermesi tuhaftır.
Yoksullara hamamböcekleri gibi bakan gözler çoğalmıştır. Mazlumlara işaret edip
zulme ortaklığını örtbas etmeye çalışanların sayısı artmıştır. İhanet zincirini
tutanlar, utanmadaki devrimciliği gerici görmektedirler.
Öğle sıcağında ağır teçhizatıyla o bankın başında
bekleyen erin alnından akan terdir önemli olan. Her gün her kanalda asker, özel
harekât dizilerini piyasaya sürenlerin bu terin değerini bilmesi mümkün
değildir. Doktrin merkezlerine çalışanlar da o teri anlayamazlar. Güzel atlar,
yiğit atlılar… gün onlara hasrettir.
Eren Balkır
23 Mart 2017
20 Mart 2017
Güngören-Bağcılar
Gelinen
momentte politik varlığı Acunn’a SMS atmaktan ibaret olanların Duvarr’ıdır
mesele. Acunn, özel olarak bir Müslüman Rap’çiyi sahneye ite kaka çıkartmış,
yanına da solculuktan sıkılmış, “yeter artık, ekmeğime havyar sürmek benim de
hakkım” diyen birini iliştirmiştir. Devlet ve sermaye, o çarklar, böyle
dönecektir.
Mesele,
Müslüman Rap’çinin Güngören’in, Bağcılar’ın çilesini; Duvarr’a asılan Dodan
posterlerinin türkülerdeki çığlığı susturmasıdır. R’leri artık kırık telaffuz
etmek şarttır. Çünkü bu yarışma, ses değil, tizlere çıkma yarışmasıdır.
Duvarr’daki R’ler fazladır. Bugün devrim, kimilerinin tahayyülünde, bar-kafe
zincirini Güngören’e, Bağcılar’a uzatmaktan ibarettir.
Bu
nedenle kusmaya çareler sıralar Redaktif gibi siteler. Solculuk
kusmuklarıdır. Artık banyo köpüğü, küvet ve brokolidir solculuk. İçki
sofralarındaki esrik hal, onlara kâfidir. Balkondan sarkan sepet geri, kredi
kartları ileridir. Güngören’i, Bağcılar’ı hor görmek, küçümsemek, oralardan
tiksinmek, bir kılıfa kavuşturulmalıdır. Artık haberdar olunan “sol” veya
“Marksizm” tarihinin hiçbir karşılığı, kıymeti yoktur. Sadece kaynayan katran,
kendisini şeker zannedeceği yerlere akmaktadır. Bu nedenle muhayyilede
Güngören’e, Bağcılar’a girmek, nüfuz etmek gibi bir dert yoktur. Girmek, ancak
kentsel dönüşümle açılan kanaldan, sosyetik sanat galerileriyle olabilmektedir.
Misal, Halkevleri gibi örgütlerdeki halkçılık, eskinin disiplinine izin
vermediği için kıymetlidir, halkın kendisi talidir, değersizdir. Bireye saklanma
imkânı verdiği için bir anlamı vardır. Tek tip kortejlere izin vermediğinden,
halkçılık yapılmaktadır. Dert de dava da halk değildir bunların.
* * *
AKP’yle
olansa şudur: eskiden kendi dünyalarında yaşayan, laiklerin pek görmedikleri
kesimler, görünür hâle gelmişlerdir. Soldaki dönüşüm, benzer yeğinlikte,
politik sağ kesimlerde de gerçekleşmiştir. İddialar, dava, çöpe atılmış, iman,
bireysel bir pratiğe indirgenmiştir. Laikler, görünürlüğe bile tahammül
edememektedirler. Sol da laik kesimlerdeki bu hasedi örgütlemek derdindedir.
Haset, hasat yeridir. Yarıştırılan, bireyliklerdir, bireyler üzerinden sermaye
ve devlet ilişkilerinin yeniden teşekkül etmesidir.
Dolayısıyla
ezilen, emekçi gibi ayrımlar hükmünü yitirmişlerdir. Yoksul bir semtteki
Müslüman Rap’çiye bile tahammül edilememekte, onun karşısında lüks semtlerin
lüks barlarında boy göstermek isteyen biri tercih edilebilmektedir. Sınıfa,
mazluma dair hassasiyetler, sol limanı terk etmişlerdir.
Aynı
şekilde AKP de Müslümanlığını başkasıyla bir nebze tamama erdirebileceğini
düşünenleri bir bir öldürmektedir. “Fırsat bu fırsat, İslam’dan kurtuluyoruz,
AKP’ye buradan saldıralım” diyenler, onu İslam üzerinden eleştirenler, devletin
dönüşümüne yedeklenmektedirler.
Tüm
liberal salvolar, ordudaki dönüşüme tabidir. Dolayısıyla Acunn
yarışmasından-şovundan referanduma dair önnot çıkartanlar, aslında devletin
hangi koltuğunun altına sığındığını da belirlemek zorundadırlar.
* * *
Demir
Küçükaydın[1] gibi isimlerin sesinin duyulması buradadır. Doksanlardan beri düzen,
ezilene, yoksula çare olan, onların sesine yoldaşlık eden isimleri değil,
çareye ve yoldaşlığa düşman isimleri parlatmıştır.
DSİP
ve Küçükaydın’daki milliyet ve devlet eleştirileri, yüzeyseldir. Her ikisi de
2000’lerin başına Avrupa Birliği’nde modellendirilen, demokrasi, sivil devlet
ve ordunun dönüştürülmesi programının basit bir bileşenidir.
Doksanlarda
ittihatçılara şiirler dizen Roni Margulies, 2000’lerin başında 1908
kadrolarının mezarı başında ağlayarak selam duran Chris Stephenson (Cem Uzun),
sonrasında ordu eleştirisi ile belirli bir popülerlik kazanmıştır. Bu isimler,
ordunun sivil üniformalılarıdır. Bu açıdan Kemalistlerin liberalizm eleştirisi,
temelsizdir. En fazla, ordudaki liberalizme eklemlenme sürecine örtü görevi
görmektedirler. Hepsi el eledir.
Kemalistlerin
liberalizm eleştirisi, kayıkçı dövüşünün parçasıdır. Özel şirkete güvenlik
müdürü olan albayları bu liberalizm eleştirisi gizlemektedir. Sokakta
askerîleşen isimleri İslamcılık eleştirileri örtbas etmektedir. Devlet ve
sermaye içerisinde söz sahibi olunca siyaset yapabileceklerini düşünenlerden
arınılmadığı sürece, yol almak mümkün değildir.
Küçükaydın’daki
kesif milliyetçi düşmanlığı da ordudaki dönüşüme uygundur ve özünde sola
saldırı temelinde yaldızlanmaktadır. Yani burada belirli bir reçete ve program
sunulmamakta, neoliberal dönüşüm bağlamında sol da dönüşüme tabi tutulmaktadır.
Esas olarak yazılanlar, sola nizamat vermekle alakalıdır.
* * *
Son
dönemde yanlış bilgiler çöplüğü olarak sosyal medyada Dev-Genç Marşı ile ilgili
bir tezvirat dolanmaktadır. Bu sözleri sarfedenler, o marşın zaten bir asker
marşı olduğundan habersizdirler. (Aynı durum Gündoğdu Marşı için de
geçerlidir.) Bugün gelinen noktada Küçükaydın ve Margulies gibilerin misyonu, o
bağları kopartmak üzerine kuruludur. Rasim Ozan’la aynı şeyleri söyleyenler,
kirlerini ona küfrederek gizlemeye çalışmaktadırlar.
Ayşe
Hür’e yoldaş olan Emrah Cilasun, Hür’ün her fırsatta sosyalizme ve Sovyetler’e
eleştiri yöneltmesine ses etmemekte, yıldızını o mecrada parlatabileceğini düşünmektedir.
R’leri kırdırarak telaffuz etmek gibi, Maoizmi de Amerikan troçkizmiyle
yumuşatmak, hiçbir sonuç üretmeyecektir. Ayşe Hür, Denizlere “darbeci” demek
için çıkartılmış gazetenin ürünüdür. Benim diyen sol örgütler, ya o gazeteden
beslenmiş ya da oralarda yazı yazmak için birbirleriyle yarışmışlardır. Ve
kimse, o sürecin hesabını vermemiştir. Dolayısıyla, bugün ordunun da pek ses
etmeyeceği, bir iki İslamî derneği molotoflamadan önce, o sürece dönüp bakmak,
“ben ne yaptım, ne yapmadım” demek gerekecektir.
* * *
Temelde
doksanların Marksizm ve sol tartışmaları, iktidar, parti ve devrim kavramları
etrafında dönmüştür. Bugün Başkaya’dan Küçükaydın’a, bildiğimiz tüm isimler, bu
kavramların tasfiyesi ile alakalı olarak yaldızlanmışlardır. Yumuşama,
rahatlama, R’leri kırdırma, bu kavramlarla alakalıdır. Bu isimlerin
söyledikleri hiçbir sözün iç dönüşüm ve sıçrama çabası ile bir ilişkisi yoktur.
Dertleri, kendi bireylikleri, bireysel tercihleri; davaları, bu doğrultuda
iktidar, parti ve devrim gibi kavramlardan kurtulmaktan ibarettir.
Bunların
doksanlarda “Marksizmin krizi” dedikleri şey, üç kavramın tasfiyesi ile
alakalıdır. Panel panel, dergi dergi arzı endam eden bu isimlere biçilen rol,
tasfiyecilikle tanımlıdır. İktidar, parti ve devrim kavramları, tasfiye
edilmek, en azından belirli bir alt düzeye çekilmek zorundadır. Bunun için
Güngören’den, Bağcılar’dan uzaklaşmak, zaten belirli bir devrimci ekibin
ağırlıkta olduğu mahallelerde o ekibe saldırmak gerekmektedir. Saldıranların,
sonrasında avukat örgütü bölündüğünde ve bölünen avukatlara devlet
saldırdığında, ses çıkmamasına laf etmeleri mümkün değildir. O saldırıda
Alevileri bahane edenlerin Alevilerle de bir alakaları yoktur. Zaten bugün
hepsi Alevilere, “dedelerin kıçına tekmeyi basın, cemevlerini dinamitleyin”
demektedir.
* * *
Ordu,
neoliberalizm, devlet-sermaye ilişkilerinin reorganizasyonu, bölgesel siyasette
taşların yerlerine oturtulması, solun teorik âleminde de karşılık bulmak
zorundadır. Geriye dönük olarak tüm teorik işlemler, bu dönüşüm bağlamında
yeniden okunabilir.
Tasfiye
işlemi dâhilinde, teorik alanda, Althusser’in hümanizm eleştirisinin sahip
olduğu ağırlığın hafifletilebilmesi için Althusserci görünmek şarttır örneğin.
Althusser, hümanizmle bireycilik arasındaki bağa işaret etmekte, bireylerin
tekilliğine ve biricikliğine saldırmakta, onların tercihlerinin
kutsallaştırılmasına karşı çıkmakta, bu tür yaklaşımların tarihe ve topluma
dair bir teoriyi imkânsızlaştıracağını söylemektedir. Bugün “Althusserciyim”
diyenler bile Althusser’in karşısında konumlanmaktadırlar.
"Althusser" kalesi ele geçirilerek, onun olası darbeleri bir biçimde
göğüslenmiş olacaktır.
Bugün
Batı’da bol bol alıntıladıkları isimlere denk bir üretimin altına imza atan
herhangi bir kişiye rastlanılmamaktadır. Tercüme büroları, tırtıkçılar,
tırşikçiler el ele kol koladırlar. Yaptıkları, teorideki tasfiyeyi
kökleştirmek, gerekli kılıfları örmek ve kendilerine biçilen rolleri ifa
etmektir.
“Soma’da
ölen işçinin kendi tercihi, inmeseydi madene” veya “inşaatta çalışmak işçinin
tercihi, çalışmasaydı” diyen bir tür solculuk türemiştir artık. Bu solculuğa ne
AKP ne devlet ne de başka bir şey bahane olabilir. Güngören’e küfretmeden önce
düşünülmesi gereken budur. Güngören “tercihler”e saygı duymadığı için Kadıköy’e
sığınılmaktadır.
Gençlere
ve kadınlara iktidar, parti ve devrim gibi sözcüklerden tiksinmek
öğretilmektedir bugün. Bu iki dinamik, ilgili kavramlardan kurtulmak için bir
tür manivela olarak kullanılmaktadır. Zaten kendilerini şeker zannedenler,
şekerleşenler, herkese bu kavramlardan kurtulmayı aşılamaktadırlar.
Bugün
mangalda kül bırakmayan sol örgütlerin yayınlarında kadrolara yönelik yazılar,
şirketlerin kendi içlerinde yürüttükleri kişisel gelişim seminerlerinden
çıkmadır. “Sürdürülebilir devrimcilik” kavramını üreten özne, teknokrattan ya
da orta sınıfa mensup bir yuppie’den başka bir şey değildir. Çünkü örgütler,
kitlelere, kolektife, müşterek öfkeye-derde değil, bireylere ve onların
tercihlerine seslenmekte, o bireyin kendisini beğenmesini istemektedirler. Bu
da teoriyi ve eylemi biçimlendirmektedir. Bu örgütler için, Kadıköy’deki bar ve
kafeler, Güngören’de, Bağcılar’da açılana dek devrim bir hayalden ibarettir.
Eren Balkır
20
Mart 2017
Dipnot
[1] Demir Küçükaydın, “Korkut Boratav vs.”, 19 Mart 2017, DK.