Kalkınma fikrinin Kuzey merkezli ve Batılı
versiyonu on dokuzuncu yüzyıl Avrupa’sında başlar. Küresel kalkınmanın efsanevî
fideliği Avrupa’ydı. Re-Envisioning
Global Development: A Horizontal Perspective [“Küresel Kalkınmayı Yeniden
Tasavvur Etmek: Yatay Bir Perspektif”] isimli kitabında Sandra Halperin,
Avrupa’daki “dinamik gelişmeler”in çığırtkanlığını yapan kimi tarihçileri
bilim, teknoloji, tarım, ticaret, fikrî hayat, toplumsal ve politik
kurumlardaki “dünya-tarihsel ‘devrimler’in itici gücü” olarak tarif ediyor.
Oysa bu yaklaşımda önemli bir soru var. Uzun zaman önce Avrupa dünya ekonomi
haritasında küçük bir noktaydı, o dönemde dünya, zaten ticaret konusunda zinde
bir küresel ve kültürel sisteme sahipti. Asya’dan kök alan, zamanla batı ve
güney Avrupa’yı da içine alan bu küresel ekonomik sistem Çin’de yola çıkıp Ortadoğu’nun
ötesine uzanıyordu. Küresel ekonomik sistemdeki gelişmenin kıvılcımı Avrupa’da
çakıldı sanılır, ama aslında gelişmenin kaynağı orası değildir.
Kalkınma meselesine odaklanan felsefeler, 1945
sonrası Amerika’nın dünyada yeni bir ekonomik düzen tesis etme girişimi ile
birlikte daha da yoğunlaştı. ABD, dünya sanayi üretiminin yarısına katkı
yaptığı iddiası üzerinden Kuzeybatı merkezli kalkınma üzerine kurulu hikâyeyi
anlatmaya devam etti. Kalkınma bağlamında üretilen birçok kavram, refah ve
insanî gelişim, modernleşme, bağımlılığın ortadan kaldırılması, kapasite
oluşturma, gelişme, sürdürülebilir kalkınma ve güvenlik gibi başlıklara dair
büyüleyici teorik pencereler açtı. Dile getirilen yaklaşımların amacı, kalkınma
yolunda çizilen farklı yolların belirlenmesi ve netleştirilmesi idi. Bu
yaklaşımların sahiplerinin niyeti, hükümranlığı muhafaza etmek ve azgelişmiş
ülke kabul edilenlerin güya lehine faaliyet yürütmekti. Kuzeybatı’nın ilk başta
geri kalmış kabul ettiği azgelişmiş ülkeler ve onların sözde uzmanlarına
Amerika’nın savaş sonrasında geliştirdiği, gelişmeyi hedefleyen küresel
emperyal projeden istifade edecekleri söylendi. Ekonomiyi serbestleştiren bu
proje, onu sahiplenenlere ekonomik büyüme ve modernleşme vaat etti, ama bu vaat
boş bir sözden ibaretti. Projenin sahiplerine göre, müreffeh olmanın yolu
basitti: azgelişmiş ülkelerin sanayileşmiş dünyadaki gelişmiş ülkeleri model
almaları kâfiydi. Aksi takdirde ABD hile ve desiseyle kendi oyununu
oynayacaktı.
Maalesef İkinci Dünya Savaşı sonrası dünyada
Amerika’nın teşvik ettiği piyasa yanlısı reformlar gelişmiş ve azgelişmiş
ülkeler nezdinde ciddi sonuçlara yol açtılar. Bu politikaya göre, kalkınmanın
önündeki tek engel, devlet müdahalesiydi. Böylelikle bu reformlar, doksanlarda
tüm azgelişmiş ülkelerde yaygın olarak uygulamaya sokuldu. Asıl neoliberal
küreselleşme sürecinin liberal ekonomik modelinin yol açtığı sorunlar gelişmeyi
ketledi. Bugünün liberalleşen dünyasında da düzenin koşulladığı sonuçlar pek
farklı değil. 2008’de yaşanan son ekonomik çöküş ve küresel gerileme ki Büyük
Buhran’dan beri Amerika’nın yaşadığı en kötü krizdir bu, “gelişmiş” ülkelerde
mali fiyaskolara deva bulmak adına devletin müdahil olmasına neden oldu.
Bankalar geçici süre devletin eline geçti ve tümüyle iflas etmelerine mani
olundu. İflasın eşiğine gelen bazı sanayi kollarına teşvikler aktarıldı.
Kıymetli piyasaların istikrara kavuşturulası için tüm dünya genelinde birçok Keynesçi
para ve maliye politikaları devreye sokuldu.
Emperyalizm
Yanlısı Paradigmaya Karşı
“Küreselleşme: Efsaneler ve Gerçekler” isimli
makalesinde Philip McMichael, kalkınma paradigmasının “köylüleri, dolayısıyla
köy çalışmalarının sanayiyi merkeze alan kurum ve kişilerin eline teslim
ettiğini” söylüyor. McMichael’ın tespitine göre, “kalkınma teorisyenleri, köy
nüfusunun tarımın sanayileşmesi ile büyük ölçüde azaldığı devletlere dair
örneklerden kimi çıkarımlarda bulunuyor.” Dünyadaki köy nüfusu sınırları belli
olmayan bir emek havuzu olarak görülüyor. Kırsal alanla ilgili meseleler daha
az önemli kabul ediliyor. Bu, kalkınma teorilerini övüp duran sosyal bilimciler
için de geçerli bir tespit. Esasında kalkınma ile alakalı paradigmalardan biri,
kırsal nüfusun önemine daha fazla vurgu içeriyor. McMichael,
“ziraî-endüstriyel” yaklaşımın olumsuz sonuçlarına işaret ediyor. Burada
yazarın amacı, “kalkınma paradigmasının dizginlenemeyen teknolojik ilerlemeye
dönük inancı”nın altını daha fazla çizmek. Bu yaklaşım, “topraksızlar, aşırı
kentleşme ve çevresel yıkım ile ilgili örnekler”e başvuruyor. Tüm bu endişeler
ve devletin insanlara hizmet eden altyapıya destek olamamasına dönük olumsuz
etkilerden bahsedildikten sonra küresel ekonomiye dâhil olma meselesi üzerinde
duruluyor. Tabii bunların hiçbirisi kazara gerçekleşmiyor.
Bugün birçok yardım kuruluşu kalkınmayı ve
gelişmekte olan ülkelerle alakalı araştırmaları bir ve aynı şey olarak ele
alıyorlar. Bu türden toptancı yaklaşımların her türden köklü ve ağır meseleye
çare bulacağı düşünülüyor. Oysa bu yaklaşımlar, epey sanayileşmiş ülkelerde
başvurulan stratejilerin ve teorilerin farklı tarihlere sahip devletlerde de
kullanılması gerektiğine dair temelsiz bir önerme üzerine kurulu. Burada
elbette küreselleşen kapitalist sistemin bu tür kurumları bir tür koltuk
değneği olarak kullanmasından bahsediliyor. Esas olarak burada halkın
muhalefeti ve direnişi karşısında iktidarın elini kolaylaştırmak adına bazı
ajandalar devreye sokuluyor. Sistemi eleştirenler de hâkim “etnosantrik”
paradigmaya başvuruyorlar, bu noktada Batılı toplumlardan ve kültürlerden neşet
eden kalkınma düşüncelerine öncelik veriyorlar. Oysa dünyanın farklı kısımları
farklı yolları takip ederek gelişip değişiyor. Bu değişim, aynı standartların
genel olarak tatbik edilemediği çok farklı koşullarda gerçekleşiyor.
Bugün yürürlükte olan emperyalizm yanlısı
yaklaşımdan uzaklaşmak gerekiyor. Söz konusu yaklaşım, Küresel Güney’i, onun
bilgi birikimini Kuzeybatı kaynaklı kalkınma reçetelerine mahkûm ediyor. Bugün
pragmatizm aşkına eksiklerle dolu çalışmalar kaleme alan araştırmacılar
“gelişmekte olan ülkeler”in geleneklerini ve ekonomik, toplumsal ve politik
yapı ve kurumlarını toplumsal gelişme noktasında belirleyici bir faktör
olmadığını söylüyorlar. Bu nedenle kalkınma meselesini ele alan yaklaşımların
ve araştırmaların merkezine “gelişmekte olan ülkelerin kendilerine has
özellikleri” oturuyor. Bunun nedeni Kuzeybatı menşeli kalkınma reçetelerinin
kalkınmanın tarihinde ekonomik, toplumsal ve politik açıdan en tehlikeli
Frankenstein’ı doğurmuş olması. Neoliberalizmin ana ilkesine göre, bireysel
girişimcilere ve şirketlere verilen özgürlüklerin azami düzeye çekilmesi iş
dünyasının lehine sonuçlar doğuruyor, böylelikle yoksulluğu azaltıyor veya bu
hastalığı belli ölçüde tedavi ediyor. Sonuçta birçok isim hâlâ liberalleşmiş
bir dünya ekonomisinin insanî özgürlükleri dünya genelinde artırdığını iddia
ediyor. Bu düşünce ve ona yaslanan siyaset ciddi sorunlara yol açıyor. Ortaya
bilhassa Üçüncü Dünya’da milyonlarca insan için ağır sonuçlar doğuruyor.
Demokrasinin
At Koşturacağı Bir Alan Var mı?
Yirmi-otuz yıllık sürecin ardından demokratik
yönetişim ve ekonomi politikası alanındaki reformlar, yoksulluk, eşitsiz
erişim, şiddet ve dünyada yoksullara hâlâ ızdırap olan ekonomik büyüme gibi
sorunların ağırlığını azalttı. Ama bu tür hastalıkların sebeplerinin idrak
edildiğini söylemek pek mümkün değil. Piyasadaki hatalı hamlelere ek olarak,
kurumsal gelişme meselesi de varlığını muhafaza ediyor. Neoliberalizm, dünya
nüfusunun yüzde 99’u için kurumsal gelişmeye mani olan bir tür ajan provokatör
olarak iş gördü. Peter Kingstone, insanî gelişimle ilgili olarak hareket alanı
dar olan bir devlete destek olan kurumların yenilik ve yaratıcılık
faaliyetlerini kısıtladığını iddia ediyor. Ama ona göre, bu kurumların eşitlik
ve adalet için çalıştıklarını söylemek pek mümkün değil.
Yeni teknolojiler, uluslararası kapitalizmin
yeniden yapılandırılması ve zenginliğin parasal güce katmanlara ayrışması
sürecine paralel olarak geliştiler. Dolayısıyla eşitsizlikler de değişti ve
birçok alan dâhilinde daha da derinleşti. Yeni teknolojiler, büyük çokuluslu
şirketlerin kontrolü altında. Bu teknolojiler, serbest piyasanın yol açtığı
çileyi azaltmadılar. Bu çileyi en fazla çeken, yoksullardı. Amerika merkezli
küresel kalkınma ve ekonomik hizalanma projesi sayesinde son yirmi-otuz yıl
içinde söz konusu eğilim varlığını korumayı bildi. Eğitim imkânlarından
yeterince faydalanılamaması ve ekonomik eşitsizliğin yaygınlaşması gelişen
bölgelerdeki, özellikle yirminci yüzyılda Latin Amerika’daki kalkınma sürecini
yavaşlattı. Bugün tüm ülkeler, egemenlik sahalarında eşitsizliğin daim
kılınmasını sağlayan süreçlere meydan okumak zorundalar. Son iki yüz yıl içinde
başarıya ulaşmış ülkeler, Rodrigo Arocena ve Peter Senker’ın belirttiği, “düzen
dışı özerk büyüme stratejileri”ne başvurdular.
Tarihsel bağlam dâhilinde ilerlemenin, aktarımın
ve küresel entegrasyonun Kuzeybatı’dan dünyanın diğer kısımlarına doğru
gerçekleştiği önermesi hatalıdır. Batı’nın dünyayı ilerleme ve kalkınma ile
lütuflandırdığı efsanesi, saçmalamanın sınırlarını zorlayan, tümüyle yanlış ve
alabildiğine tehlikeli bir iddia. Oysa gerçek şu ki dünya yirmi birinci
yüzyılda gelişmeye devam ediyor ve gelişim askerî-endüstriyel kompleks ve ABD,
İngiltere gibi güçlü, sanayileşmiş ülkelerce devreye sokulan hileler sayesinde
gerçekleşmiyor. Bu tip ülkelerde hâkim olan ana dinamik, dizginsiz kapitalizm
ve bu kapitalizm, tüm dünya genelinde yoksullarla savaşıyor. İkinci Dünya
Savaşı sonrası ortaya çıkan kalkınma süreçlerinin üzerinde durmak gerek. Zira
dünya genelinde sürdürülebilir bir kalkınma dönemi, ancak imparatorluğun ve
yayılmacılığın öldüğü noktada başlayabilir.
İkinci Dünya Savaşı
sonrası üçüncü dünya ülkelerine dayatılan kalkınma türünü yaygınlaştıran devletler,
kurumlar ve ekonomiler arasında açığa çıkan hataların sayıca çok olduğunu
görmek gerekiyor. Uzun zamandır olduğu gibi mali sektörler ve işletmeler ciddi
ekonomik krizlere yol açıyorlar. Bunlar, sürdürülebilirlikle ilgili
meselelerle, bilhassa iklim değişikliğiyle birlikte değişen riskler dengesini
değerlendirmeye tabi tutamıyorlar. Piyasa yanlısı reformlar ve devletlerin
ekonomi politikalarındaki ayarlamalar, onlarca yıl önce öngörülen kalkınma
tarzını temellendirme ve uygulama becerilerini artırmıyor. Eğer neoliberal
reformlar, eski faşist siyasetin yol açtığı olumsuz etkileri terse çevirecek,
küresel ölçekte faal olacak, uyumlu bir hareketin oluşumu için gerekli halk
şurasını ve halkın örgütlenmesi meselesini benimsemez ise o vakit
topraksızlaşma, aşırı kentleşme ve hepimizi perişan edecek olan çevresel
yıkımın kötücül etkilerini gidermek için her türlü umudumuzu da yitireceğiz.
Mateo Pimentel
23 Mart 2015
23 Mart 2015
0 Yorum:
Yorum Gönder