“Bir
siyasal partinin kendi yanılgıları karşısındaki tutumu, bu partinin ciddi olup
olmadığını, kendi sınıfına karşı ve emekçi yığınlara karşı görevlerini
gerçekten yerine getirip getirmediğini saptayabilmemiz için en önemli ve en
güvenilir ölçütlerden biridir. Yanılgısını içtenlikle kabul etmek, nedenlerini
arayıp bulmak, bu yanılgıya yol açan koşulları tahlil etmek, yanılgıyı
doğrultma yollarını dikkatle incelemek; işte, ciddi bir partinin işaretleri
bunlardır, bu, ciddi bir parti için görevlerini yerine getirmek, sınıfı ve
ardından da yığınları eğitmek ve bilinçlendirmek demektir.”
[Lenin, Komünizmin Çocukluk Hastalığı, “Sol” Komünizm, Ankara, Sol Yay.,
1991, s. 51-52]
Hatalarımıza karşı yaklaşımımız, bizim
ciddiyetimizi ve samimiyetimizi ortaya koyan en temel kıstaslardan biridir. O
yüzdendir ki biz, hatalarımıza ve mevcut durumumuza karşı objektif olmakla
mükellefiz. Bu ciddi görevi hakkıyla yerine getirmediğimiz takdirde, devrimin
öncü müfrezesi olmaktan ziyade, hatalarıyla boğulan ve kadrolarını öğüten bir
yığın haline geliriz, zira hatalarıyla yüzleşmeyen ve hatalarından
öğrenmeyenler için bu, kaçınılmaz bir sondur. Bu sonu yaşayan bir yığın ise,
adlandırmada ne kadar Komünist Partisi sıfatına sahip olursa olsun, nice büyük
yenilgilerin mimarı olmaktan öteye gidemeyecektir.
Somut koşullarda Türkiye-Kuzey Kürdistan devrimci
hareketi büyük bir yenilgi içindedir ve en son kazandığı zafer, ne yazık ki 96
Ölüm Orucu’dur. O günden bugüne kadar tuttuğumuz bütün dallar kurumuş,
girdiğimiz bütün kavgalar yenilgiyle sonuçlanmıştır. Her yenilgiyle birlikte,
halk kitleleriyle kurulu ilişkilerimiz zayıflamış ve yaşam alanlarımız da
gittikçe daralmıştır.
Somutta Kürt Hareketi'nin yarattığı Kürdistan
direnişinden bağımsız bir şekilde düşündüğümüzde, elde avuçta kalan,
İstanbul'un birkaç mahallesi ve Dersim'den ibarettir. 96 Ölüm Orucu sonrasında
başlayan ve bir türlü bitmek bilmeyen yenilgiler kuşağıyla birlikte politik bir
kazanım elde edememiş olmanın getirdiği durağanlık, tüm düşünce biçimlerimizi
ve örgütlülüklerimizi burjuvazinin kültürüyle kirletmiştir.
Bunu söylerken, daha evvelinde pirüpak bir
devrimciliğin varlığını iddia etmiyoruz. Vurgusunu yapmak istediğimiz husus şudur: devrimci
hareketler ve sahip oldukları devrimcilik barutu, 96 evvelinde daha belirgindi.
Onlarca yılı bulan yenilgilerin yarattığı karamsarlık ve kaçkınlık, devrimci
hareketlerin devrimciliğini tüketmiştir.
Günümüzde “devrimcilik” mağdur edebiyatıyla
ilişkilendirilmiştir ve artık “iyi çocuklar” üzerinden yürümektedir. Bu durum ise devletin
şiddet tekelini kırmaktan öteye, mevcut durumu yeniden üretmeye yaramaktadır.
Belirli başlıklar altında kısa vurgulara geçmeden
önce somut durumumuzu kısa bir şekilde vurgulamak gerekirse; Türkiye-Kuzey
Kürdistan devrimcileri, onlarca yıllık deneyimine rağmen istenilen noktada
olamamanın da ötesinde, bir varlık-yokluk ikilemindedirler.
Bir bütün devrimci ve komünist hareketler
nezdinde, sınıf mücadelesinin azametini değil, kahredici tarafını yaşamaktayız.
Kürdistan başta olmak üzere, ülkenin batısında ve komşularında gelişen
süreçleri göz önüne getirip, kendi sübjektif koşullarımızla birlikte
düşündüğümüzde, acınası halimizi düşünüp, kahrolmamamız elde değildir.
Devrimin objektif koşulları at başı giderken,
sübjektif koşullarının olduğu yerde eriyip bitmesi, kabullenilebilir ve
meşrulaştırılabilir bir olgu değildir. Türkiye-Kuzey Kürdistan devrimci
hareketlerinin en büyük çıkmazlarından birisi, kendisini mağduriyetle
ilişkilendirmesidir. Haklılığını mağduriyetleriyle ilişkilendiren bu hareketler
nezdinde genel anlayış, “ne kadar mağdursak, o kadar haklıyız!” şeklindedir. Bu
sakat anlayışı gözlemlemek için büyük okumalara, araştırmalara ve incelemelere
gerek yoktur. Sosyalist yayınların neredeyse bütün sayılarında, bir dizi
mağduriyetin haberini ve yorumunu görmek mümkündür. Genel anlayış, mağdurların
bir araya gelmesiyle devrimin gerçekleşeceğinin kabulü yönündedir.
Oysaki devrim, günümüz mağdurlarının
mağduriyetlerine son vermeyi amaçlamakla birlikte, bir mağdur etme siyasetinin
de kendisidir. Ezilenlerin ezilmişliklerinden kurtuldukları ve karşı devrimci
bütün sınıfları ve bireyleri ezmeye başladıkları anı ifade eder. Bütün
siyasetini mağduriyet edebiyatı üzerine kuranların seslendikleri kitle, ne
yazık ki küçük burjuva hümanistler ve liberallerdir. Böylesi bir kitlenin devrim gerçekleştirip, karşı devrimci güruhu mağdur etmesi ise imkânsızdır,
zira devrim “hümanist” duygularla gerçekleştirilecek bir olgu değildir.
Biz, mağdurluğumuzla değil, kahrediciliğimizle
var olmak zorundayız. “Devrim, bir ziyafet vermek, bir makale yazmak, bir resim
çizmek veya bir nakış işlemek değildir. Devrim o zariflikle, o rahatlık ve
nezaketle ya da o kadar tatlılık, sevecenlik, terbiye, ihtiyat, ruh cömertliğiyle
başarılamaz. Devrim, bir ayaklanmadır, bir sınıfın başka bir sınıfı devirdiği
bir şiddet hareketidir.”
Devrimci hareket içinde kendisini var eden “ne kadar
mağdursak, o kadar haklıyız!” anlayışı, uzun vadede bir eziklik psikolojisini
de geliştirmektedir-geliştirmiştir. Öyleki, ülkede kendi siyasal partisini
"Ezilenler" olarak tanımlayan sosyalistler bile söz konusu olmuştur.
Oysa biz, ezilmişliğimizle barışık mağdurlar kümesi olmaktan öteye geçip, ezici
güç olmanın kaygısını taşıyan müfrezeler haline gelmek zorundayız, çünkü Türkiye-Kuzey
Kürdistan halklarını devrime taşıyacak olan parti, ezici güç ve yöntemleriyle
yol almaya mecburdur. Bu yüzdendir ki bir sosyalist partinin ismine “Ezilenler”
ibaresini eklemesi, bizim açımızdan kabullenilebilir bir olgu değildir. Çünkü
biz, ezilmişliğimizden ziyade, ezici kudretimizle örgütlenmenin gayesinde
olmalıyız.
Bir devrimci hareketi geliştirip güçlendirecek
olan, duygusal metaforlar değildir, onu geliştirip güçlendirecek olan, güç olma
yönünde attığı pratik adımlardır. Bu konuyu son bir örnekle açıklayıp
somutlamak gerekirse; yüzlerce işçinin işten atıldığı bir ortamda, fabrika
önünde kurulan direniş çadırını ziyarete gidip, işçilerle mağduriyetleri
üzerine üç beş kelam edip, gelen polislerin müdahalesi karşısında da işçilerle
birlikte dayak yiyip oradan ayrılmanın kimseye bir faydası olmayacaktır.
Somutta bir kazanım ortaya çıkarmayan bu tarz bir eylem, acizliğin dışavurumundan başka bir şey değildir.
Bu tarz yaşantıları sosyalist basında
haberleştirip, pratik pozculuğuna girmenin de sol açısından acınası bir tabloyu
teşhire çıkarmaktan başka bir manası yoktur. Ülke geçmişinde Tekel Direnişi
olarak adlandırdığımız basit ama somut bir örnek vardır. Binlerce insanla onlarca gün gerçekleştirilen o direnişin ardı sıra bıraktığı bir devrimci kadro
veya militan var mıdır?
Milyonların sokağa çıktığı Gezi Ayaklanması’nın
ardından elle tutulur bir mirasın kalmamasında, mağdur devrimciliğinin bir payı
yok mudur?
Halk kitlelerini örgütlemek ve devrimcileştirmek
istiyorsak, işçiyle birlikte dayak yiyip, mağdur olmaktan evvel yapmamız
gereken, işçileri kapıya koyan patronu hedeflemek ve devrimci şiddetin de
kullanılacağına taahhüt ederek, bir şekilde problemi çözmeye çalışmak
gerekmektedir. Şiddetin tekeli ancak bu yapılabildiği takdirde kırılır ve halk
kitleleri üzerinde olumlu bir prestij yaratılır.
Sempatizan ve militan kazanmak için bundan daha
iyi bir yöntem olarak geçmiş deneyimlerini sunanlar var ise, çevrelerindeki
insan sayısına bakmalıdırlar. Bu, önemsiz bir ayrıntı değil, göz ardı edilmemesi gereken bir
gerekliliktir. Devrim sürecinin önü, sistemin hegemonyasına karşı devrimci bir hegemonya yaratılmadan
ve şiddetin tekeli kırılmadan açılamaz.
Örgüt kavramının halk kitleleri için bir anlam
ifade edebilmesi için de mevcut yenilgiler zincirinin kırılması şarttır.
Devrimciler, çok acı çektikleri için dağa çıkan insanlar olmaktan öteye geçip,
burjuvaziye karşı ezici bir kudrete sahip olmak, binlerce yıllık düzene son
vermek için silahlandıklarını anlamak ve bunu ispatlamakla mükelleftirler. Aksi
durumda gönüllere hoş görünmeye çalışan, acı şeyler yaşamış “iyi çocuklar”
olarak anılacaklardır. Artlarından bol duygusal filmler çekilecektir ve
tekrarının yaşanmaması için temenniler edilecektir.
Süreç tersine çevrilmezse;
Kaypakkaya, komünist bir önder olarak değil, yoksul ve iyi bir insan olarak
anılacaktır. Bu durum ise; komünist önderliklerin anısına yapılan en büyük
hakarettir. “Mağdurluğumuzun” son bulması dileğiyle...
Barış Keskin
1 Mart 2017
0 Yorum:
Yorum Gönder