İtalyalı akademisyen Silvia Federici, Revolution
at Point Zero: Housework, Reproduction, and Feminist Struggle [“Sıfır
Noktasında Devrim: Ev İşleri, Yeniden Üretim ve Feminist Mücadele”] isimli
kitabında şu tespiti yapıyor:
“Esasında
işimizin, ailemizin ve erkeklere olan bağımlılığımızın kurumsallaştırılmasında
o iş için her daim ücret yerine ‘sevgi’yle ödeme yapılıyor olması kadar hiçbir
şey o ölçüde bir ağırlığa sahip olmamıştır.”
Yemek, çamaşır, çocuk bakımı gibi işler, eskiden
beri kadının sevgi adına yaptığı görevler olarak kabul görmüşlerdir. Süreç
içerisinde asıl gizemli hâle gelense, bu bakım işlerinin küresel piyasada
yeniden üretim ve hayatta kalma için gerekli emek olarak sahip olduğu işlevdir.
Federici, bakım işinin gayrimeşru hâle gelişi
meselesini tarihsel planda feodalizmden kapitalizme geçiş süreci içine
yerleştirir. Feodal sistemde köylüler korunurlar ve onlara ücretsiz emek ile
mahsul karşılığında geçimlerinin sağlanması adına belirli alanlardan istifade
etme hakkı verilir. Feodalizmde “tüm iş pratiği, ailenin hayatta kalmasına
katkıda bulunur.”
Gelgelelim feodalizmin çöküşü ile birlikte ücretli
emeğe dayalı, üretim ilişkilerine ait yeni örgütlenme hâkim hâle gelir. Bu
sistemde karşımıza evle işyeri arasında oluşan yepyeni bir hiyerarşi çıkar.
Ücretlerin hayatta kalmak için zaruri hâle gelmesiyle sadece işyerinde harcanan
zaman kıymetliymiş gibi görünmeye başlar. İşçinin her gün işe gelmesi için
hazırlanmasını sağlama noktasında gereken emek, zamanla eve hapsolur. Aynı
zamanda işgücünün yeniden üretimi ile ilgili maliyetler, o işgücüne tabi olan
kapitalistlerce karşılanmazlar.
Seri
Üretim, Özel Duygu
Bakıcılık işlerinin sömürüsü ve sevginin araçsallaştırılması,
geçmişte olduğu gibi bugün de kapitalizmin temelidir. Örneğin Sevgililer Günü
çok az bilinen bir azizle ilgili bir günken onun 1840’larda Amerika’ya has,
varlığını sürdüren bir tüketici tatiline dönüşmesi normdaki bir değişiklik, bir
tür sapma olarak anlaşılmamalıdır.
Bu kitlesel pazarlama süreci, hızlı sanayileşme
karşısında yaşanan romantik yabancılaşma duygusundan beslenir. Bir yazarın dile
getirdiği biçimiyle, “herkes sağduyuya göre yetişiyor, eski bayramlar, tatiller
veya kutsal günler takvim yapraklarındaki yerlerini bir bir yitiriyor. Her şey
artık çok fazla hesap üzerine kurulu.” Yazar sonrasında Tanrı’nın Amerika’ya
lütuf diye bahşettiği Sevgililer Günü’nü övüyor ve onun “iş hayatına dair endişeleri
ve düşünceleri kenara ittiğini, duygunun terk edilmesini sağladığını” söylüyor.
İlk dönem Amerikan kapitalizmini tarifleyen,
püritenizme has disiplin ve oruç üzerine kurulu değerler sistemi, Viktoryen
dönem Amerika’sında eğlenceye ve bayramlara dayalı romantik nostaljinin meydana
getirdiği tüm karşı-kültüre ilham veren ana unsur. Consumer Rites [“Tüketici Ritüelleri”] isimli kitabında Leigh Eric
Schmidt’in aktardığı tespite göre, Sevgililer Günü’nün Viktoryen dönemde
dirilişi, esasında kökleri derinlerde olan romantik bir özleme yönelik tepkiyi
ifade ediyor. Matbaacılar, kitapçılar ve taş baskıcılar bu arzulardan istifade
edip onları piyasaya kanalize etmek için yeni ortaya çıkan reklâmcılık
endüstrisinden faydalanıyorlar:
“Burjuva
disiplinlerden ve Aydınlanma’nın rasyonalitesinden Romantizme has bir tarzda
uzaklaşılması, bayram ve oyuna dönük ümitsizlikle yoğrulmuş hasret, özgürlük,
ehliyet ve imgelemle ilgili olarak yeniden oluşan arzu, tatilleri içeren yeni
piyasa deneylerine davetiye çıkarttı: tüccarlar, duygulanım, hayal dünyası ve
kutlamalarla alakalı olarak romantiklere has yoğun arzuyu hem kışkırttılar hem
de tatmin ettiler.”
Sevgililer Günü ise bu sürecin öncüsüydü.
Schmidt’in tespitiyle bu gün, Noel, Paskalya ve Anneler Günü gibi diğer birçok
tatilin kitlesel düzlemde piyasalaştırılması için gerekli yolu açtı. Sevgililer
Günü türünden günlerin kapitalizm koşullarında sahip olduğu yeni amacı, bir
yandan bayramlara dönük arzuyu tatmin etmek bir yandan da onları
evcilleştirmekti. Bu tatillerin aracılık ettikleri tüketici devrimi ile
birlikte ritüeller, yerele ve belirli bir cemaate has şölen olmaktan çıkıp,
merkezinde ulus denilen ailenin ve arkadaşların durduğu tatillere dönüştüler.
Eskiden ikili oyunların oynandığı, fal bakıldığı, kilise avlularında veya
sokaklarda içkilerin yudumlandığı komünal bir festival iken zamanla standart
hâle getirilmiş tebriklerin özel kişiler arasında değiş tokuş edildiği bir gün
hâline gelen Sevgililer Günü, bahsi geçen dönüşüme damgasını vurdu.
Ama özel duygunun seri üretimin konusu hâline
gelmesi, kısa zamanda laçkalığı tetikledi. 1844’te Ralph Waldo Emerson, bu
gelişmeye dair şikâyetini şu cümlelerle ifade ediyordu: “Hayatınızı ve
becerinizi temsil etmeyen bir şeyleri gidip benim için mağazalardan satın
almanız gayet soğuk ve hayatı zerre içermeyen bir uğraş. Asıl hediye, insanın
kendisinden bir şey vermesidir.”
Emerson’ın “kalbe itaat etmemize ve sevgi için her
şeyi terk etmemize” dair talebi, sanayileşmenin yol açtığı baskılara karşı bir
tepki olarak biçimlense de o, esas olarak burjuva ideolojisiyle uyumlu olan
bireyin özerkliği ve kendiliğinden, özgür ifadeye vurgu yapmaktadır. Emerson,
temelde toplumsal alanın atomize oluşunu tanımlasa da sevginin kolektif
toplumsal hayattan çekilip iki kişi arasında kurulan özel, şefkatli ilişkiye
doğru kapanması gerektiği fikrini savunmaktadır. Romantik ideolojinin bireye
dönük vurgusunu kendi değerler sistemine tehdit teşkil etmediğini düşünen
kapitalizm, bu enerjileri kendi bünyesine kolaylıkla katabilmekte ve onları
tüketim için yeniden birer ürün hâline getirebilmektedir.
Asıl soru hâlâ orta yerde duruyor: eğer sevgi bu
suçun ortağı hâline getirilmişse, onu geri nasıl kazanabiliriz? Sosyalizm,
geçmişte olduğu gibi bugün de bireyi, sevgiyi ve aileyi kolektif adına
horgörmekle suçlansa da o aslında tam tersini yapmaktadır: sosyalizm, bakım
işlerini, sağlık, eğitim ve çocuk bakımı gibi işleri ortaklaştırmak suretiyle,
bizim topluma katkı sunmamızı sağlamakta, ailenin, sevginin ve bireyin
üzerindeki basıncı ortadan kaldırmaktadır. Bu türden ilişkilerin gelişip
serpileceği tek zemin, hayatta kalmak için çalışmanın yükünün ortadan
kaldırılmasıdır.
Kısa vadede bu, sosyal refah ve tüm topluma her
şeyin cömertçe temin edilmesi üzerinden işletilebilecek bir süreçtir. Bu
süreçte bakım işlerinin toplumun yeniden üretiminde merkezî rol oynadığı
herkesçe kabul görecektir. Güçlü bir toplumsal destek sistemi, herkesin
toplumun biçimlendirilmesine ve politik hayata iştirak etmesini sağlayacaktır.
Ama ayrıca ailelerinin geçimini sağlayan, çocuk büyüten, öte yandan düşük
ücretler alan, piyasanın ağır yükünü en fazla sırtlayan kesimler için oyun
sahasını bir biçimde düzleyecektir.
Sevgililer Günü’nde asıl
sormamız gereken soru, “sevgiyi nasıl geri kazanacağız?” sorusudur. Bu sorunun
muhtemel cevabı ise “onu devrimcileştirerek” olmalıdır.
Sofia Cutler
Jon Fox
14 Şubat 2017
14 Şubat 2017
0 Yorum:
Yorum Gönder