30 Nisan 2016
Göçmen Anlaşması
24 Nisan 2016
Kurtuluş Teolojisi
Suad Şarabani
Yere Düşen Bayrak
28 Nisan 2016
Yeni Cumhuriyet Muhafızları
Sol
cenahta uzun süredir devam eden bir yarılmanın güncel siyasetin katkısıyla
ayyuka çıkması ve önümüzdeki yıllarda yaşanacak sınıfsal konumlanmaları belli
etmesi ile karşı karşıyayız. Son laiklik tartışması ve özellikle bu tartışmayla
solun belli bir kesiminin, daha çok da Haziran Hareketi çizgisinde saflaşan
kesimlerin verdiği siyasal tepki, bu yarılmanın artık ciddi bir boyuta
vardığını göstermektedir.
Askerin
bir devlet sınıfı olarak müesses nizamın denkleminde özgül ağırlığıyla yer tuttuğu
dönemde soldaki ‘common sense’, yaratılan laik/anti-laik geriliminin
yapay bir gerilim olduğu, toplumsal çelişkileri maskelediği ve buna kesinlikle
angaje olunmaması gerektiği yönündeydi.
Şimdi
kendilerini yeni cumhuriyet muhafızları olarak tahkim eden çevrelerin “Laiklik!”
naraları atarlarken bize açıklamaları gereken ilk nokta şudur: bu yapay gerilim,
artık doğallaşmış mıdır? Ya da artık temel gerilimlerden birisi hâline mi
gelmiştir? Eğer bu böyleyse, irtica paranoyasıyla itham edilen ordu, yıllardır
bize bir doğruyu anlatmaya çalışmıştır da biz mi anlamamışızdır? Eğer bu
böyleyse, şu an yeni cumhuriyet muhafızları, zamanında ordunun uyarılarına
yeterince kulak asmadıkları ve bu yönde bir siyaset geliştirmedikleri için
özeleştiri yapmalıdırlar. Ve bize, nasıl oldu da bu düzenin temel çelişkilerini
yumuşatan enstrümanlardan birisi olan bu yapay gerilimin doğallaştığını,
marksizmin bütüncül yöntemi içerisinde açıklamalıdırlar.
İlginç
bir nokta daha göze çarpmakta. Bahsettiğimiz sol kesimlerin medyalarında ürettikleri
söylem, haber seçme-yayınlama-yapma biçimleri, olaylarda odaklandıkları
noktalar, her yönüyle rezil 28 Şubat medyacılığını anımsatmakta.
Kendilerini
yeni cumhuriyet muhafızları olarak bir siyasal hatta tahkim ederlerken,
medyalarını da post-28 Şubat formatıyla güncellemekten çekinmiyorlar. Nitekim,
ibretle gelinen nokta, ülkenin komünist partisinin “yobaz takip hattı” kurarak
müthiş bir siyasal öncülük örneği göstermesi, Türkiye işçi sınıfına ve
emekçilerine geleceğe umutla bakabilecekleri bir siyasal ‘hat’ armağan etmiş
olmasıdır.
‘Laiklik
elden gidiyor’cularla ‘din elden gidiyorcular’ın yarattıkları siyasal tiyatroyu
dağıtacak olan ise Müslüman, Ateist, Alevi, Kürt, Türk, Ermeni, Rum, Laz,
Çerkes emekçi halklarımızın düzenin tesviyesinden geçmiş hiçbir kavramla
birbirlerine seslenmeyecekleri, birbirlerini bu kavramların sopasıyla tehdit
etmeyecekleri bir özgürlük mücadelesi olacaktır.
‘Gericiliğe
karşı mücadeleye’ gelince. Bu mücadelenin en temel siyasi çıkış noktası, her
şeyden önce AKP’nin Türkiye halkında yarattığı bölünmeyi açık ya da gizli bir
şekilde varsaymamak, bunu kabul etmemektir. Bunu varsayan ya da baştan a
priori olarak kabul eden her tutum, karşı devrimci bir tutumdur, tıpkı
Gezi’yi bir Alevi ayaklanması olarak gören politik tutumun karşı devrimci
olması gibi. Ve bu tutum, AKP’nin yarattığı karşı devrimci toplumsal bölünmede
kendisine tahsis edilen sosyolojik mekânda siyaset yapmaya mahkûmdur. Maltepe
Beşçeşmeler’e hapsolup Başıbüyük’te politik faaliyet yürütememek budur.
Şu
gericilikle mücadeleye kendini vakfetmiş arkadaşlara bir çift laf. Ahmet Hakan
size tavsiyelerde bulundu, söyleyene değil, söyletene bakmalı, ona bu
tavsiyeleri söyleten şey, içinden çıkıp geldiği ve ne kadar değişirse değişsin
benliğinde mutlaka yer tutan sosyolojidir. Bu sosyolojinin deneyimini çok da
hor görmeyin. İkincisi, aydın, laik, bilimsel orta/üst-orta sınıf kitlenize (ki
bu kitlenin içinde Celal Şengör hocanız da var) Stalin sevdanızdan pek
bahsetmeyin, yoksa sizi de gerici görmeye başlarlar.
Yırtık Yelken
26 Nisan 2016
Gramsci ve Ermeni Soykırımı
Arjantinli Anaları Anımsamak
25 Nisan 2016
24 Nisan 2016
İkal
“Umumi kanaat baskısı bizi
yanıltmasın, bilelim ki,
kaderine dâhil olmayı benimseyenler, şartlara teslim olmayanlardır.
Beklentisini önünde elverişli şartların doğup doğmadığına
bağladığı için kaderine itiraz edenlerin ömrü ise fırsat kollamakla geçer.”
[İsmet Özel]
İbn Arabi, “akıl” kelimesinin Arapça “ikal” kelimesi
ile aynı kökten olduğunu söyler. “İkal”, hayvanın kaybolmaması için bir yere
bağlandığı ip ya da zincir anlamına gelir. Bu açıdan bakılırsa akıl, burjuva
mitolojisinin iddiasının aksine, kurucu, aşkın bir değere sahipmiş gibi
görülmeyecektir. Akıl, özneyi gerçekliğin kısıtlı bir yönüne bağlayan araçtır,
ama öznenin nereye bağlandığının farkında olması, öznenin kendi aklından
fazlasını gerektirecektir.
Özne olma durumu, bir gerçeklik olarak yanılsamadır.
Bu gerçek yanılsama, burjuva ideolojisinin iddiasının aksine, kendine yeterli
olma durumu değil, tamamlanmamışlık durumu içinde doğabilir. Tamamlanmamışlık
durumu, her zaman öznenin üzerinde bir fazlalığı gerektirir. O fazlalık, özneyi
aşan, özneyi kendi aşkınlığına çağıran bir imanı beraberinde getirir. İmanın
sözkonusu olduğu yerde, kolektif olana bağlanma çabası var demektir.
Eşitsizliğe, zulüm ve sömürüye direnmek, aşkın olana bağlanıldığı noktada gündeme
gelir.
İbn Arabi, Mutezile’yi “tenzih”te, Eşarileri de
“teşbih”te aşırıya gitmekle eleştirir; Allah’ın tenzih (aşkınlık) ve teşbih
(içkinlik) arasındaki gerilimli varlığının hakikatinden söz eder. Allah, hem
içkin hem aşkındır; önemli olan, kategorik düalist ayrıma düşmeden, bu
gerilimli birlikteliği hissedebilmektir. Hakk’ın aşkın ve içkin olanda
gerilimli birlikteliği, onu rasyonel düşüncenin zincirlerine bağlamayı
olanaksız kılar.
Marx, proletaryanın, ezilenlerin var olan durumunda
toplumsal yapının bütün esas gerçekliğinin saklı olduğunu söyler. O halde,
Hakk, ezilenlerin, fukaranın ortak dert ve öfkesinde saklı ise devrimci
kolektif irade ve akıl, ne ezilen ve fukaranın verili durumuna uymakla
yetinebilir, ne de tümüyle onlardan kendisini soyutlayarak iş görebilir. İlki,
sağ bir oportünizmle sonuçlanırken, ikincisi ise farklılıkların
mutlaklaştırılması, mazlumun somut dert ve öfkesinden kaçılması anlamına gelir.
Dünyevi olana hapsolan nefs, hesapsızca ister ve akıl
da ona gerekçe bulur, nedenler üretir. Gerekçe bulurken, aslında nefsi mevcut
koşullara zincirler. Kendisine kurucu bir misyon, bir faillik, ayrı bir
ontolojik kategori yüklenen akıl, kavradığı, basite indirgediği ve soyutladığı
epistemolojik nedenselliğin, neden-sonuç zincirinin ontolojik düzlemde kendi
ürünü olduğuna, kendi failliğinin eseri olduğuna vehmeder. Bu vehim, zamanla
öznel açıdan kurgulanan nedenselliğin salt bir gerçeklikmiş gibi kabullenilmesine
varır. Zaman ve mekân, bu kabuller üzerinden anlamlandırılır, sınırlı ve
kısıtlı özneler, kendilerini kendilerine yeterli saymaya başlarlar. Akıl,
sınırlar ve belirler, oysa Hakk’ı ve halkı bir görmek için akıl mitinin
kısıtlayıcılığına kapılmamak, nefsini her şeyi başlayan ve bitiren fail olarak
görmemek gerekir. Aklın belki de en önemli işlevi, Hakk’ı, karmaşık bütünlüğü
tamamıyla kavrayamayacak olmasının farkına varmasıdır.
Burjuva ideolojisi, kendi muhalifleri üzerinden ve
onlar eliyle, “kendine yeterli öznelik yanılsamalarının” hakikat zannedilmesi
ve ayrımların mutlaklaştırılması üzerinden yaygınlaşır ve yeniden üretilir.
Aydınlanma, geçmişin kolektif mitlerini ve
sembollerini tasfiye ederken, yerine burjuvazinin ikonları yerleştirilmiştir.
Burjuvazinin ikonoklazmı, her bireyin kendi çıkarlarını en üst düzeye
çıkarabilmesini sağlayan bir akıl ve bu akla dayanan bir özne olma halinin
inşası içindir. Akıl, özgürlük ve ilerleme, dünyevileşmenin, var olan eşitsiz
ve adaletsiz ilişkilere zincirlenmenin araçlarıdır. Oysa devrimci politika, tam
da öznenin tamamlanmamışlığına, aşkın olana, imanın yönlendirdiği akla ihtiyaç
duyar. Ortak dert ve öfkeden beslenen bir akıl, her daim kendi eksikliğini
görecek, buna uygun olarak aşkın olanda birleşmeye çalışacaktır.
İbn Arabi, insanın kendisinden bile özgür olduğu bir
noktanın ancak Hakk olanda bir olmakla sağlanabileceğini belirtir. Öznenin
kendisinden bile özgür olması için, ilk önce kendi tamamlanmışlığına, olup
bitmişliğine dair yanılsamasını silmesi gerekecektir.
Özgürlüğe ve benliğe tapmak, yaygın kanının aksine,
kulluğu silmez; burjuvaziye ve mevcut ilişkilere zincirlenmeyi, kulluğu
beraberinde getirir. Kendinden özgür olmak, benliğin ve bireyciliğin
esaretinden kurtulmaya çabalamak demektir. Kulluk; insana, nefse ya da verili
ilişkilere değil, ezilenin dert ve öfkesinde saklı olana, fukaranın kolektif
kurtuluş umuduna yapılmalıdır. Sadi-i Şirazi’nin “Benlikten vazgeçmeden kul
olunmaz” sözü, bu noktada daha anlamlıdır. Mazlumun mücadele pratiği olarak
Marksizm de, İslam da, bireysel olanın üzerindeki kolektif ve aşkın olana
yaptığı çağrıyla anlam kazanır.
“Şeytan, insandaki vehim gücüdür” (Şeyh Bedreddin).
Mazlumların, fukaranın tevhidî birlikteliğini aramak, kurmaya çabalamak yerine
efendilerin çektiği ayrımları, çizdiği sınırları veri ve hakikat olarak almak,
o ayrımlara göre “öz”ler kurgulayıp politika yürütmeye çalışmak, şeytanın içine
saklandığı vehimdir.
Tamamlanmışlık hissi, kurgusal özlerin hâkimiyetini
beraberinde getirir. Kendini tamamlanmış, olup bitmiş gören özne, karşısındaki
toplum kesimlerine de aynı işlemi uygular. “İşçi”den, “Türk”ten, “Kürd”den,
“Kadın”dan, “Sünni Müslüman”dan “Alevi”den söz açılırken, bu kimlikler saf,
soyut özler halinde kurgulanırken, aslında gerçek işçiden, Türk’ten, Kürd’den,
kadından, Sünni Müslüman’dan, Alevi’den uzaklaşılıyor, uzaklaşılmak isteniyor
demektir.
O halde teorik pratiğin görevi, belki de kurgulanan
soyutlukları mümkün olduğunca gerçekliklere yakınlaştırmak olmalıdır.
İdeolojilerin bir yönüyle hakikatin bir yönünü dile getiren, diğer yönüyle de
hakikatin üstünü örten çelişkili yapısı dikkate alınmalı, ideolojik mücadele,
değişmez özlere hapsedilmemelidir. Efendilerin çektiği ayrımları, sınır
çizgilerini geçersizleştirmek, yeni sınır çizgileri çekebilmek için teorinin ve
aklın fakihleri değil, fakirlerin yoldaşı olmak elzemdir.
Şeyh Bedreddin Varidat’ta “Aklın iki yönü
vardır: Birincisi, fikir ve görüş yoluyla idrak; ikincisi, iç temizliğiyle bir
şeyi keşfedip açığa çıkarmak” der ve devam eder: “Aklın bir şeyi keşif yoluyla
kavraması tamdır, hatadan uzaktır. Keşif yolu ise arınmayla, Allah’a
yönelmeyle, peygamberlerin izinden gitmekle elde edilir.”
Allah, ezilenlerin ortak derdi ve öfkesindeyse,
peygamberler fukaranın yoldaşları ise, bugün yapılması gereken de hakikati
kendi öznelliklerimize mahkûm etmemek, aklımızı ve irademizi mazlumun ortak
acısına, ortak itirazına yönlendirmek, onun sesine kulak vermektir.
Tevfik Ziya
24 Nisan 2016